15. Bölüm

14. BÖLÜM: KISA SAÇA DİŞLİ TARAK

Siyavuş
syavus

 

14. BÖLÜM: KISA SAÇA DİŞLİ TARAK

 

~Sakladıkların seni ifşa eder.~

Bazen gidenler hiç dönmemeleri gerektiğini bilir. Bazen gidenler hayal ettiklerinden vazgeçmek zorunda kalır. Bazen gidenler döndüğünde eski benliğinin üstünde biri olmak zorundadır. Ve evet, bazen, her şeyi bilmek can yakar. Hançer, giden de olmuştu kalan da olmuştu. Peki şimdi?

Altuğ’un atı üstünde son sürat gidişi esnasında geriye doğru uçan saçlarına bakıyordu. Altuğ, paha biçilemez bir insandı. Yaşadığı nice şeyi anlatmamıştı buna rağmen iyi bir insan olarak kalabilmişti. Her şeye rağmen yaşamak zorunda olanlar birbirlerini çok iyi anlamıştı...

İnsan ne kadar yaralanıp yere düşse ne kadar kalkamam dediği bir yük yüklense de idealleri uğruna çırpınmak ve yorulmak zorunda kalırdı. Ve bazen o yorgunluğu o tek başınalığı bir kişi bile alabilirdi. Büyük kalabalıkların geçiremediği şeyleri bir kişi iyileştirebilirdi.

Altuğ’un gelişi yıllardır istediği o desteği vermişti. Aile sıcaklığını nihayet tatmıştı. Eskiden öfkelenir, yeri geldiğinde kalbi duyduğu pişmanlıkla sancırdı. Çevresini bir baykuşun gözleri gibi açar izlerdi. Güven duygusunu başta kendine olmak üzere kimseye duymazdı.

O, tüm duygularını mezar taşlarına gömmüştü. Yaşanan hain saldırı sonrası Kağan Giray kardeşi ve çocukları için gömülme emri vermişti. Bu emir için bile Atabey’i neler çekmişti de şimdi bile sorsa cevabını alamazdı. İşte şimdi gizli gizli çektiği acılarını dile getirme fırsatı bulmuştu. Altuğ sayesinde mezar taşlarına gidecek gücü kendinde bulmuştu.

Atını Han Mezarlığına doğru sürdü. Atı, taşlara çarparken duyulan hoş nal sesleriyle girişte durdu. Sessizler yurdunu hiç bu saatte görmemişti. Yorganını üstüne çeken yan dönmüş de sonsuza dek uyumuştu...

Mezarlık yüksek bir yerdeydi. Etrafını saran Kara Orman’ın ağaçları ile tehlikeli bir sessizlik hakimdi tepeye. Ağaçların rüzgarla sallanması, rüzgarın bataklıklara ait kokuları taşıması, kurbağaların ve böceklerin yaşam dansı sesleri gökyüzünden yeryüzüne yansıyan ay ışığı ile bir mezarlıktan da öte burası, mabedi andırıyordu.

Kulakları seslerin, kederin sesini yudumlarken bir kopuz sesi duyuyordu uzaklardan ince ince...Yanık bir sesti uzaklardan gelen, yaşam dansı seslerle birleşen, hayatın içinden bir sesti. “Bir tek sensin duyan...” Başını ellerine doğru eğdi. Parmaklarını ayırıp birleştirdi, sonra gökyüzüne baktı.

“Ne tür bir sır saklıyorsun ki, ışık ancak senin hükmünde beni aydınlatıyor?”

Hissettiği duygular ona neler çektiriyordu tarif edemezdi ama gözlerinde biriken yaşlar ona neler olduğunu aktarabilirdi. Attan indiğinde sıra sıra ilerleyen mezarların aralarındaki yolda yürümeye başladı. Etraflara dizilen taşlar yolunu tarif etmesinde ona yardım sağlıyordu.

En başa kurulan mezara doğru yürürken tek yaptığı bunca insanın hangi ara öldürüldüğünü düşünmekti. Büyük mezara yaklaştığında geride ufak taşların ayağına değmesiyle çıkan tok sesler vardı. Yaşlar yüzünden arada görüşünü kaybetti. Hayatlar ne kadar uzunsa taşa yazılan yazılar o kadar fazla oluyordu. Taşta yazılan yazılar girişe doğru azalıyordu...

Başını çevirip geniş tepenin hakim olduğu mezarlığı süzdü. Çenesi sekiz yaşındaki Yürek’inki gibi titriyordu. Adımlarını atarken gözünün önüne serilen anılar damarlarını sertleştirmişti. Çocuklar ne çok ölmüştü! Ne çok yaşayamayan vardı... Elleri çelikten birer gülle haline gelmişti.

Kopuzun, inleyen sesi ile yönünü çevirdi. Artık, yıllardır yapamadığı o işi yapacaktı. Birkaç tanımadığı mezarı daha geçip tanıdıklarına doğru titreyen adımlar attı. Gözlerini kaçırmaya başladı, bu isimlere hazırlıklı değildi. Nefesini tutup en baştaki büyük mezara yaklaştı.

Arkasında bıraktığı küçük mezarlar bu defa bildiği kişilerdi ve buna hazırlıklı değildi... Ayakları tok adımlar atarak nihayet oraya geldi. Uzun yıllar olmuştu, uzun acılar olmuştu... Elleri titrerken güç bela mezar taşını tuttu. Kopuz, saguya geçtiği vakit hıçkırıklarını durduramadı.

Kağan Börü Giray’ın mezar taşı öyle büyüktü ki yanına birkaç küçük taş daha konmuştu zira yaptığı şeyler öyle çoktu ki taşlar sığmamıştı... Taşın en üstünde yazan yazıyı okuduğu vakit acıyla inledi.

“ Son Veliaht Hançer Giray’ın babası:

Devrik Kağan, Börü Giray. ”

Uzanıp babasının kudretli ismini hasretle öptü. Alnını öptüğü ismine yaslayıp kopuzla beraber ağlamaya başladı. Toprağına baktıkça, onun da bir toprak olduğunu anladıkça içinde yükselen yangına sahip çıkamıyordu. Tırnakları arasına karışan toprağına taparcasına sarıldı. Sanki sıcacık bir baba göğsündeydi...

Bu mezar olmasaydı, bugün buraya gelecek cesareti kendinde bulamasaydı nasıl yaşayacaktı? Düşünmesi bile korkunçtu. Bir mezarı olacak kadar canice öldürülmediği için şükrediyordu. Büyük Kargın, Yağmur Ata, Kurt Ata ve Atabey’i Hançer henüz hiçbir şeyi algılayamadığı o dönemde onun kudretine yaraşan bu mezarı yapmışlardı.

Ona bu mezara gidebileceğini söylediklerinde arkasını dönüp gitmiş, Berk’e benzettiği aslında bir yanılsamadan ibaret olan o kişide bulmuştu teselliyi. İnkar eden bir insanı gökten ateş de yağdırsanız inandıramazsınız... Oysaki hayat gibi sevgiler de yalanmış, yok olurmuş...

Gözlerindeki yaşlar düşerken babasının ayak uçlarına doğru baktı. Ordaydılar. Üçü de orda uyuyordu. Dizleri üstünde onlara doğru yaklaşırken kalp sancısından ötürü inlemeye başladı. Dolan boğazı nefessiz kalmasına sebep oluyordu. Hıçkırık seslerine, “Özür dilerim.” cümlesi karıştı. Ayağa kalkıp güç bela isimlerine sarıldı. Hepsini teker teker öptü.

“Anılarım, hepsi birer cehennem... Çok, şanslısınız. Hepiniz cennettesiniz.” Topraklarına hasretle sarıldı. İlk defa bu şekilde içi acıyordu. Acıyan içi kadar ferahlatan yanına da engel olamıyordu. Gözleri en çok utandığı kişiye usulca tırmandı.

Berk Giray, asaletinden hiçbir şey kaybetmeyerek orda uyuyordu. Hançer kendine baktı hemen, yıllardır uykusuz sefilin teki olmuştu. İçinde yükselen hasrete cevap verdi, gözleri yarı açık dermansız bir halde ismini koklayarak öptü. “Artık biliyorum Berk... Beni neden eğitmeye çalıştığını anladım... Böylesine bir hatanın meydana getireceği kıyameti sezdin, değil mi?”

Başını ulu mezara doğru çevirdi. Buruk bir tebessüm döküldü gamzelerinden toprağa. “Senin benim için ne kadar önemli olduğunu ve yerine kimi koyarsam koyayım dolmayacağını biliyorum. Baksana, bunu benim dışımda hepiniz biliyormuşsunuz...” Kopuz tellere iki vurulup bir sessizleşiyordu artık. Son, yakındı.

Alnında biriken ter, akışa geçip toprağına damladı. “Acımdan bile emeğin var...” İsmini bir kez daha öptükten sonra güç bela ayağa kalktı. Hepsine, herkese tek tek veda edercesine baktı. Hayatları ellerinden alınanlara yakışır bir yıkıklıkla atına doğru adımladı.

Kopuz son tellerine vurdu. Hançer kopuzun duyulduğu yere doğru baktı. Aktolga yere çöktü, Hançer kopuzun son kez çalınması ile acısını da karanlığa, sessizliğe gömdü. Atına oturduğunda Aktolga usulca ayaklandı ve aydınlanan günün ilk ışıklarıyla karargaha doğru yol aldı. Artık içi eskisinden daha huzurluydu.

Belki yıkılmıştı ama artık nerde olduğunun farkındaydı. Kendisinin farkındaydı, aile ne demek bunun farkına varmıştı, geç de olsa, yaşadığı vicdan azabı az da olsa dertleştikçe azalmıştı. Saatler süren yolculuk boyunca yüzünden dökülenler bin parçaydı. Lakin, yüzüne vuran taze rüzgarı hissettikçe küle dönen bedeni bir Anka kuşu gibi yenilenmeye başlamıştı. .

Delilik kanına karışırken atını, deliler gibi sürdü. Ellerini gökyüzüne kaldırdı ve gülümsedi. “Babam!” dedi yarası kapanırcasına. “Berk!” dedi utancı azalırcasına. “ Kutlu!” gülüşü büyüdü ve “Uldız!” dedi.

Karargaha vardığında son ateşlerde sönmek üzereydi. Doğan günün ışıkları dudaklarında su isteği uyandırdı. Otağına girdi, kana kana suyunu içti. Pişmanlık ve vicdan azabı sanki duymuyordu artık. Başında duyduğu uyuşma uykuyla beraber şekerlendi. Ve başını aylar sonra yastığa hasretle koydu. Yine rüya görmek umuduyla gözlerini kapattı. Ve ilk defa Yürek gibi hissederek uyudu.

***

Hançer, obaya dönmeden evvel

Saçlarının ve sakalının beyazını örtmek için pek bir çaba harcanmıştı. Gözlerindeki şeytani parıltı hiç de küçümsenecek bir şey değildi. Adeta birer albız gibi bakıyordu. Aç ve hinlik düşünen. Hançer’in otağısına geçtiğini gördüğünde kendi çadırından dışarıya çıktı. Arka taraflara gitti, elini ağzına koyup bir baykuş uğultusu bıraktı geceye.

Nöbetçi alpler, hem sayılarının şimdilik azlığından hem de buranın ıssızlığından hiçbir şeyin farkında olmamıştı. Büyük bir ustalıkla ağaçların arasından çıkıp gelen kişiyi çadırına geçirdi. Aklında iki ayrı kişi var gibiydi. Biri kalbine biri aklına yerleşmiş gibiydi. Ah, ah! Her şey Şeytan Dağı’na gittikten sonra olmuştu. O hiç böyle biri değildi.

Misafir yüzünü açıp nefeslenirken iri kollarının arasına sakladığı bir adet sarı içkiyi koyun yünü minderlerden birinin üstüne bıraktı. Misafir, nihayet rahatlamış olmalı ki gülümsedi. Bir cansızı bile titretecek güce sahip gülüşü vardı. İkili sarılıp minderlere oturduğunda ilk soru misafirden geldi. “Nasıl? Daha iyi mi?” Sesindeki bariz neşe ve sevinç göze çarpıyordu. Gören bu gece karanlığında adını bağırarak ormanlık yollarda koşan biri var sanardı.

“Daha iyi. Eskisinden daha azimli ve daha kindar. Babasına, iki oğlana ve bir kıza olan intikam yeminini tutmak için gece gündüz çırpınıyor .” misafir hüzünle gülümsedi.

“Şimdi ne yapmaya planlıyor?” merakı kırbaç kadar keskindi.

“Yarın ve sonraki günler Boğaz’a inip bizim safımıza girmek isteyenleri buraya alacağız.” Misafir düşünceli bir şekilde sakalını okşadı. Endişesi karşısında ev sahibi babacan bir şekilde gülümsedi. Ama misafir hızla konuşmaya başlamıştı.

“En azından bin kişilik bir ‘ Hiç Yoktan İyidir Bölüğü ‘kurun. Boğazdan geçeceklere pek bir dikkat edin. Gerisi bende zaten, endişe etmeyin. Onu ve ordusunu ben korurum.” Ev sahibi hüzün ve hınçla yüzünü buruşturdu.

“Sen, bu işlere burnunu sokmuyorsun! Saçmalama! Hanedanına bunu açıklayamazsın, kendinden çok burdaki adamını düşün! Debret sıkıntıya mı düşsün! Gerçek sen ortaya çıktığında kuzeydeki krallıklar nasıl karışır, ayaklanmalar ve kargaşalar nerelere kadar gider farkında mısın?! Asla, asla ama asla hiçbir işe karışmıyorsun! Hem Hançer ile Kılıç Giray savaşsın da bir iç savaş çıksın diye bekleyen binlerce beylik var. Ortaya çıkışın onların bizi parçalaması demek. Hançer bir şekilde tahtı ele geçirecek sakin ol! ”

Ev sahibi kadar misafir de öfkelenmişti. Aralarında asla kapatamadıkları bir yara olduğu açıktı. Ve misafir de bunun üstüne basmadan edemedi. “Neden! Bunlar birer neden değil! Ayaklanma mı çıkar isyan ateşi mi yakılır zerre umurumda değil! Bunlar, sonuç hem de asla umursamayacağım basit sonuçlar! Onu bu insanların insafına bırakamam. Onu yalnız bırakamam! Şu ana kadar yalnızlığından dolayı hiçbir şeyi hissedemedi. Ona daha fazla bunu yaşatmayacağım. Varlığım, onu daha kuvvetli kılacak. Beyliklerse ebediyen yok edilmeyi göze almalı. Ben yerimde uyumuyorum, bunu bilesin. Ben orda ordu kuruyorum! ”

Ev sahibi hayranlıkla beraber kaşlarını çatmıştı. “Evlat! O yalnız kalmalı. O bir ejderha! Ona dokunan yanmadan kalır mı sanıyorsun! Onu ejderhaya dönüştüren biziz ve bizi de yakar! Kendine acı, ne olur... o sana sırtını döner seni yakarsa ne edeceksin? Hangi devleti koruyacaksın o zaman? O Hançer Giray, o seni tanıdığı andan sonra tahtına risk görerek sırtını dönecek. “

“Bu kadar ahmak olma! O hırslı, öfkeli ve tecrübesiz! Bekle, bu savaşın sonuçlanmasını bekle. Şayet ölürse... o zaman meydana çıkar ve yerini doldurursun. Hoş, pek yaşayacağa da benzemiyor. ” misafir kanı çekilircesine duraladı. Sonra hiddetle bağırdı. Konuşan kişide bunu nasıl söylediğini bir türlü anlamamıştı zaten. Misafirin bağırması onu kendine getirmişti.

“Sen ne dersin böyle! Ölüm de ne demek?! Sen eğittiğin kişide böyle bir kansızlık görüyor musun! O, bana sırtını asla dönmez! O hep yaşayacak ve daima mutlu olacak! Hiçbir güç, ona ilişemeyecek! ” Ev sahibi, derhal ayağa kalkıp misafiri yere çekti. “Bak, ben öyle demek istemedim. Bunu nasıl söyledim inan ki bilmiyorum. Dediğimi unut. Sen bugün ne için geldin onu de bana.”

Misafir, inip kalkan göğsüne nefes arıyordu. Uzun süre susup derin derin nefeslendi. Dudaklarını sertçe ısırıp bıraktıktan sonra ev sahibine döndü.

“Onu uyurken görmek istiyorum. İster normal bir uyku, isterse...” Az ötesine koyduğu sarı içkiyi gösterdi. “Başka yollarla. Onu muhakkak görmeliyim. Biraz daha ayrı kalırsam sesinden nefesinden, aklımı kaçıracağımdan ürküyorum.” Ev sahibi başını olur anlamında salladı ama bunun kadar zor bir işi neden kabul ettiğini hiç anlamış da değildi.

***

Hançer, ilahi bir kudretin gönlüne saldığı serinlemeyle uykusuna devam ediyordu. Lakin bu sefer rüya görmüyordu. Kalbi ve beyni o kadar sakindi ki adeta gözleri ötesindeki her şeyi görüyordu. Misafir, araladığı kapıdan içeriye girdi.

Onun bir çocuk gibi uyuyuşunu seyre daldı. Bulutların üstünde dolaşan gözleri ve dudakları sevinçle ışıldayan bir çocuk gibiydi Hançer. Hafif uzayan saçları yastığa dağılmış, elleri yumruk olmuş çenesine yaslanmıştı. Misafir, göz yaşlarını tutamadı. Sessizce yanına oturduğunda sessiz olmak için çok çırpındı.

Hançer, hep tanıdığı o kişiydi. Kapalı olsa da gözleri gülümser gibi uyurdu ama bunun son yıllarda değiştiğini de biliyordu. Peki şimdi onu hissetti diye mi böyle uyuyordu? Başını yastığına bırakıp bedenini soğuk yere uzattı. Hançer’in ellerine değen sıcak nefesini ve gözlerinden akan yaşlarını tutamıyordu.

Hançer o anda, “Berk?” diye mırıldandı. Genç adam, hüzünle gözlerini kapatıp bir süre o şekilde durdu. Hüzünle nefesini verirken ellerine uzanan Hançer’in elleriyle donakaldı. Em son bu şekilde bir çaresizliği göğsüne saplanan hançerlerde hissetmişti genç adam.

Ellerini ondan daha küçük olan ellerine sarıp ısıtmaya başladı. Hançer, rahatlayıp gülümserken yine saçlarını sallıyordu. Ah genç adam... kalbinde kim olduğunu bilmiyordu ki? Kendisi mi Berk mi? Eliyle saçlarına dokundu narince, daha sonra onları usulca yüzünden uzaklaştırdı.

Hançer, tatlı bir gülüşle gülüp ellerine yaklaştı. Genç adam, içinde bir cehennem ateşi saklarmışçasına susup acı çekiyordu. Ellerine sarılan genç kızı üzmemesi gerektiğini defalarca kendine hatırlatsa da yapamıyordu.

Bu masalda neden hep o daha fazla yaralanıyordu? Boğazında kocaman bir yumruyla zorla duruyordu. Dudaklarını kulağına doğru yaklaştırdı. “Çaresiz gözlerinin yaşına ölürüm ben. Seni üzen kendimden nefret etsem de olmuyor. Hep sana geliyorum Hançer... emin ol, gitsem de geri dönüyorum. Bu ıstırabı hem sana hem de kendime yaşattığım için her gün ölüyorum. Ve şunu unutma ki bazı ölüler dönmemeyi hak eder. Sen hasretini çektiğin herkesi ölü bil, ölü bil ki ben seni daha çok koruyayım. Sana kendimi daha çok affettireyim. Ama beni, sev ve hisset. Dönersem bana kızma, bana inan. Sen, çok değerlisin benim en değerlim...”

Genç adam, yanağına kondurduğu küçük bir buseyle içindeki cehennemi de alıp ayaklanmak istedi ama ellerine yapışıp bırakmayan genç kız yüzünden hemen durdu. “Artık her uyuduğumda, burada olacak mısın? Yüzünü, kokunu hissediyorum, hatırlıyorum, kendini bana unutturma...” Hançer’in kapalı gözünden düşen bir damla yaş, rüyada bir daha kaybettiğini hissetmesindendi. Ama ona gerçeklerden başka hiçbir şey verilmiyordu ki...

Bazen elimize hayalle gerçeğini ayırt edemeyeceğimiz şeyler verilir. Hangisini seçtiğiniz önemli değildir. Önemli olan, duygularının ne istediği ve senin kendini ne kadar önemsediğindir. Gerçeklerle hayaller ayrı ayrı yaşarlar ama bunu birleştirecek olan da seçimlerini yaparken hissedeceklerin de senin elindedir. Öyle bir an gelir, kendini önemsemeden aldığın kararlar faydalı bir çıkış noktasına ulaşsa da içinde, kendini terk etmenin acısında boğulursun.

Hançer de Genç adam da her gün biraz daha kendilerini boğacaktı. Bu geminin kaptanları, suda kendilerini boğmaya karar vermişti. Elleriyle O’nu daha sıkı tuttu. Ama O, daha son sözünü söylememişti. Derin bir nefes alarak son defa Hançer’e doğru eğildi.

“Karanlıklar, peşinden koşarsa ruhunu aydınlık tut, olur mu? Çünkü sana bir tane daha karanlık getirdim. Ptifordy...” Hançer ayılmaya başladığı için kaşlarını derin bir korkuyla çattı. O, gözlerini usulca kapatıp onu karanlığa boğdu. “Baskında, Ptifordy öldü... Hançer.

***

Bazı anlar, üstünden zaman geçtikten sonra hayal gibi gelir. Bazı rüyalar da gerçek mi değil mi denecek kadar karmaşıklaşır. O anda, zaman, hayatın içinde akmayı durdurur ve her şeyi içine alıp hayatı dondurur. İnsan en çok da elinden bir şey gelmediği, tamamen geleceğin önüne sereceklerini beklemekle yıkılıyordu. İnsan, en çok da bu yüzden belirsizlik duygusundan nefret ediyordu.

Hançer de şuan o belirsizlikle boğuşmuyor muydu? Babası amcasının kahpe pususunda can vermiş yetmemiş kuzenleri de bu yolda öldürülmemiş miydi? Kendisini öldürmesi için vezirini iki kere hain pusular için yanına göndermemiş miydi? Üstelik her baskında kalbine hançer saplayarak acısı geçmeyecek izlerin sahibi kılınmamış mıydı?

Her seferinde dizleri üstüne çökertilen Hançer Giray daha ne olur diye düşünse de yine ayağa kalkmıştı ve kalkacaktı! Şimdi, tam da dizlerindeki yaralar yok olurken neden bilinmezliğin ve hayallerin esiri olarak yeniden çökertildiğini sorguluyordu.

Zamanı yenmek , hayalleri susturmak istiyordu. Gerçekleri öğrenmek ve sonsuza dek yalnız kalmak istiyordu. Asırlar boyu yorgun kalmış bir ruh gibi bitkindi. Ama ta ki o ana kadar, yalnızlık çok mantıklıydı: Dostluk...

Onlarla yalnızlık yok olmuş, hayaller ve silüetler artık ona uğramaz olmuştu. Güven duymaya, kalabalık hissetmeye başlamıştı. Arkasına bakmaktan hoşlanmaya dahası özgür olduğunu umut dolduğunu hissetmeye başlamıştı.

Ptifordy, gönlüne elini bastırdığında içindeki kinin sustuğunu düşünmüştü. Oraya bir savaşçı yerleştirdiğiniyse çok sonradan anlasa da, şimdi bir de onun mu intikamını alacaktı bu savaşçı?

Dostluğun yerini intikam alır mıydı ki? Yaşamın yerini ölüm alır mıydı ki? Yok olur muydu ki, yerleşen duygular; arkadaşlık, merhamet, aşk, sevgi... Örtmez miydi dostluklar tüm kötü halleri?

Arkadaşlığın belkide dindirip yok edemediği tek bir duygu vardı. Yeri geldiğinde hiçbir ilacın tesir etmediği, bulunmaz bir his... Herkes arıyordu, ya kendini ya da kendinde olmayanı... Ruhu, nicedir çektiği acılardan azat olabilmek için yollara savrulmaya başlamışken bir yolunu yitirmişi ağırlamıştı kalbinin sarayında.

Ruhuna sırdaş kıldı. Henüz çok başlardayken ilk kaybını, babasını gördü rengini unutacak olduğu o gözlerde. Sonra Berk’i gördü, saf ve sevgi dolu. Sonra Uldız’ı ve neredeyse hiç konuşmaya fırsatının olmadığı onların ağabeyi Kutlu’yu gördü gözlerinde.

Hayatındaki en büyük yeri kaplayan insanlar henüz bir gecede vahşice öldürülmüştü ki obaya sürülmüştü. Bir nevi onu öldürmeyi beceremeyen vezir ve Kağan Giray bir şekilde onu süründürüyordu. Hançer toplanalı, dostlarına sırt vereli henüz yedi yıl olmuştu ki, kendi gibi toy bir yüreğe gemilerini yüzdürmüştü. Kalbinin ve ruhunun yelkenlerini şişiren bir ateş vardı.

Akıbeti meçhul bir hisle kapıldı tufanına. Karada alabora oldu. Yanlış bir sevdaydı besbelli... Savrula savrula toy yüreğiyle sevdiği ama elde kocaman bir hiçliğin kaldığı, hatırladıkça yalandan ibaret olduğunu anladığı bir aşktı bu. Geride kaldıkça uzaklaştığı ama her geri gelişinde mazeretsiz sarıldığı kollar oluvermişti, Kara Yürek.

Lakin bir gün işte son hançerin izi kalırken tamamen gitmişti. Ve tıpkı her ölünün gittiğinde geride kalanlara bıraktığı “Unutmak” illeti de beynine işleyiverdi. Her gün beyninde yeniden yarattığı ama her seferinde eskisinden daha silik olan gözleri düşündü.

İzahatı olmayan sevdanın mazereti olmayan ayrılığı olurdu. Bir anda gelen bir anda giderdi. Mazi, işte bir göz açıp kapama süresi kadar kısaydı. Hisler ise, açık kalmaktan yanan gözlerin acısı gibi kuru ve yakıcıydı.

Duygular belirsiz, günler belirsiz, gelen meçhul, giden meçhul... Sıkıntıyla göğsüne bir nefes çekti. Otağının içine sinen bir baharat kokusunu soludu. Ve geçmişe gitmeye hiçbir şeyin engel olamayacağın o an anladı.

Ptifordy, ona sarılıp veda ederken baharat kokuyordu. Gözleri bir daha kimseyi kaybetmemeye dair ettiği yeminleri tutamamanın acısıyla sızladı. Ptifordy’yi kaybetmenin acısıyla, O’na hesap soramamakla, intikamının gecikmesiyle daraldı, dumansız bir ateşle yok oldu.

Hançer gözlerini aralarken başını asla hareket ettiremedi. Çünkü buna cesareti yoktu. Yatağa dağılan saçlarına doğru birkaç damla istemsiz akıp kayboluvermişti. “Bugün de zamanı yenebilir miyim?” diye düşündü. “Geriye dönsem ve her şeyi tüm ölümleri değiştirsem ölen olmasa?” diye yakındı.

Onu hiçbir dünyada ağırlayamazdı. “Annem dönse, onu yıllar sonra yaşatsam?” derken iki gözünün yaşı hızla saçlarına aktı. Annesizliği yaktı kalbini, kimsesiz kalmak yaktı ruhunu. Herkesin yeri dolarken bir annenin yeri dolar mıydı? Kimi yerine koyacaktı?

Gökçe düştü kalbine o an. Onun göğsüne başını yaslasa ve o, bir anne kadar samimi ve sıcak sesiyle dese ki “Hançer, bunlar seni üzmesin. Bunları engelleyemezdin. Gökyüzünde yazılan bazı olaylar biz istemesek de silinmez ama onlara karşı koruduğun dirayetin sonuçlarını değiştirebilir. Ölenler geri dönemez. Aksine inanıp da umutlanma.” Tamam derdi. Kabul ederseniz yoluna bakardı!

Aptal konumuna düşmemek için her şeyi bir daha bir daha düşündü. Gafletini, aptallığını düşündü sürekli.

Ana geri dönmeliydi. Uykudaydı, buna emindi! Hayalleri dahi gerçek kadar güzel olan bu anda yaşamak isterdi... “Sen daha doğmadan senin düşmanın vardı...” Ama o zaman babasının intikamı yerde kalırdı. Bunu yüreği kaldırmazdı. Berk ona hepten küserdi. Hoş, onu affetmiş miydi ki? Mutluluğa dahil değildi yürekteki intikam .

Şu lanet olası anın bir hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu kanıtlamak için göstereceği en ufak bir delil yoktu. O, yıllar önce kalbine ikinci kez yapılan saldırıda yanındaydı. Arkasını dönüp gitmişti. Hançer, o an anlamıştı seveninin olmadığını. Ama neden hala rüyada görüyordu onu?! Ya Berk? Ona ne demeliydi ki kalkıp onun silüetine eşlik ediyordu!

Berk, onu terk etmişti. Berk ölmüştü! Gitmez dediği bırakmaz dediği kuzeni gitmişti. Yalan söylemez dediği Berk, rüyasında başkasının bedenine girip onu kandırıyordu! Kapalı gözlerinin ardında onun yıllar önce gördüğü silueti vardı ve Berk yanına gelmişti!

Ama konuşan neden Kara Yürek’ti? Hasreti birbirine girmiş olabilir miydi? O eller, Berk’in elleriydi ama ses Kara Yürek’in sesiydi... Kafasını iki eli arasına alıp derince nefeslendi. O, gizli gizli buraya mı gelmişti? O mu konuşmuştu da karıştırmıştı aklını? Hakkı mı vardı buna!

Nasıl uyanmazdı! Bu belkide Kara Ozan’ın bir tür oyunuydu! Hançer nasıl gözlerini dahi açamazdı? Hayata bununla boğuşmak için gelmiş gibi hissetti kendini. Ama şimdi... farkına vardığı gerçekle yerinden hızla kalktı. Buraya biri girmişti! Emin olduğu tek bir şey vardı o da, tamamen savunmasızken yanına birinin gelecek kadar burada zafiyetin olduğuydu.

Babasının kızı olan Hançer konuşacaktı bugün. Annesinin adını koyduğu kız çocuğu olamazdı bu dünyada. Çünkü, her Yürek, Hançer kaldırmazdı. O sebeple Hançer olmak en doğru olandı. En azından, tek çekeceği acı tavda dövülmek olurdu.

Kendine geldiğinde , bakışları hırçınlaştı. İçeriye giren olmuştu. Lanet olsun evet! Arkasını döndü. Hiç kullanmadığı ve küçük yaşlarında bir kenara fırlattığı ama yine de atmaya kıyamadığı kırmızı börküne doğru ilerledi. Onu bir kılıcın üstüne asmıştı. Onu orada çok hassas biçimde koymuştu.

Ayrıca çadıra da pek yakın olduğu için en ufak bir açılmayla yarım açı sola kayacak şekilde ayarlamıştı. Ve bu börk iki açı sola kaymıştı. Giren ve bir de çıkan... aynı kişi olabilirdi yahut kalabalık? Lanet olsun ki haklıydı, biri buraya girmişti. Ama kim?

Neden uyanamamıştı! Kim ona ne yapmıştı? Eli hızla boynuna giderken O’nun dönüp dönmediğini tıpkı hayal ve hakikat arasında gidip geldiği kadar dehşetli bir şekilde sorguladı. Öfkeden, şüpheden gözleri karardı. Bunu yapan Altuğ olabilir miydi? Bu fikri hızla kafasından uzaklaştırdı. Bu dünyada ona en çok benzeyen biri ona asla ihanet etmezdi!

Lakin, bu zafiyetin tek bir sorumlusu olacaktı. “Bakalım, şimdi bunun hesabını nasıl vereceksin!” diyerek hareketlendi. Kalbi aşağı yukarı öfkeyle inerken hızla zırhını kuşandı. Tek zırh o değildi. Yüzünde de inanılmaz bir öfkenin ve mücadelenin zırhı vardı. Kaşları hiç olmadığı kadar çatık, Yürek Giray’ın kalbi hiç yaşamadığı kadar hüzün ve kırgınlıkla doluydu.

Hayal kırıklığıydı, tek kelimeyle hayal kırıklığı! Ama, Hançer Giray’ın kalbi öyle değildi. Aynı bedende iki kalp iki insan vardı. Yürek Giray üzerine giydiği elbiseleri çıkardı ve Hançer Giray zırhını kuşandı. Yıkılmamak , sonsuza dek savaş için!

İçinde dönen planları artık tek bir kimseye dahi söylemeyecekti. Bundan sonra ölümüne emir, ölümüne itaatti! Dışarıya çıktı. Postuna oturdu. Aklı, şuanda hiç olmadığı kadar serin ve sinsi çalışıyordu. Hançer fırtınası her yerde esip gürleyecekti. Kapıya baktı uzun süre, sonunda kalktı ve sakladığı onlarca belgelerin olduğu yere adımladı. Bugün, önemli bir gündü ama şuanda zaman dilimi pek de önemli değildi.

Etrafta özenle saçtığı haritaları birer altın misali inceledi. Evet, gerçek Hançer buydu. Plan yapan, yaşadığına ve duygularına kapılmayan. Hayatı düşürüle düşürüle öğrenen, hayatı öğrenmeyip yeni kurallar yazan. Şimdi, ona yalan söyleyenler kimlerdi, hakikati gizleyenler kimdi, daha ne kadar bilmediği vardı hepsini öğrenecekti. Zira, kalbinde var olan intikam hırsı ne kadar geç kalınmış olsa da güç ve kudreti elinde tutacaktı.

Ok yaydan, hiç olmayacak kadar uzağa atılmıştı ve kimi deleceğini ise karanlık pelerin arkasına saklanan belirleyecekti. Kapısında bekleyen alpe seslendi. Akşamki alpin olmadığını görmüştü. “Buyruğun nedir Hançer Hatun?” diyen alpe tekin olmayan gözlerle bakan Hançer , “Gökçe, Timurtaş, Yiğitcan ve Aslantaş’a haber edin. Buraya gelsinler. Başlıyorum...”

***

Debret kaşlarını çatıp dudaklarını ısırdı. Çadırının içinde dört dönüyordu. Terleyen alnını bir daha sildi. Akşamdan beri uyumamıştı. Akşam olanlardan daha beteri ne olabilirdi ki? Bu aptal adam, kendini ifşa etmeye mi çalışıyordu?! Risk almış ve tüm okları karargahın üstüne çekmişti. Ya kılıcı ne olacaktı? Hem onun hayatını hem de kendi hayatını tehlikeye atıyordu.

Öylesine basit insanlar mıydı ki ikisi de? Halihazırda ortada Hançer’e unutturduğunu düşündüğü bir kılıç varken ve bunun aydınlatılması demek kaos demekti ama bu çatlak herif bunu hiç umursamıyordu. Bu kılıcın sırrı ortaya çıkmamalıydı aksi takdirde önlerindeki süreç iyi olmayabilirdi.

Hançer, sabahtan beri otağından çıkmamıştı dahası Atalar da çıkmıştı. Kapısındaki alpin başka alplere emir ulaştırdığını görmüşse de ses ermemişti. Elbet, elbet Hançer içeriye gireni farketmişti. Hançer ses etmediğine göre demek oluyor ki, uyusun diye ilaç içirilmişti.

Çadırı ve yeryüzü hiç bu kadar dar gelmemişti ona. Can sıkıntısından dolayı alplerin yanına gitti. Diğer alplerin yüzlerinden düşen bin parçaydı, yorgundular. Kendi aralarında bir şey konuşuyorlardı. Onu gördüklerinde sadece susmuşlar ama sorular ardı arkasına devam etmişti. “Sence bu kılıcın anlamı ne?” diye sorulunca Debret sorulan soruyla beraber başını hızla yere eğdi. Neden unutulmasını istediği şeyler en unutulmaz oluyordu?!

Demirdöğen ‘in bu kılıcı hangi demirci tarafından dövüldüğünü bilebilecek kadar büyük bir bilgi birikimi vardı ama kazın ayağı öyle değildi. Sıkıntıyla ofladı. Soğukça cevap verdi. “Anlamını çözmek kolay değil. Şeytan Kraliçe ile ilgili de olabilir. Bunun Hançer Giray’ın elini geçmemesi gerek. Aksi takdirde neler olabileceğini bilemeyiz.”

Alpler, öfkeyle homurdandı, Demirdöğen yanına çöktü ondaki değişikliği sezerek. “Soğuk işlemesi var. Üstelik zümrüt taşı da pek bir canlı ve parlak. Başka bir ilden gelmiş gibi. Sence, Kağan Giray’ın işi olabilir mi? Ya zehirliyse?” Debret keşke öyle olsaydı dedi içinden. Başını iki yana salladı. “Kılıçlar üstüne büyü, zehir kondurmaz anla işte kutlu bir kılıçtır. Ancak büyüyü ortadan kaldırır.”

Darulgan, öfkeli gözlerini elindeki bezden çekmeden ayağa kalktı ve yanlarına geldi. Otururken kısa bir an gözleri Ediz’e odaklandı. Onun daha karmaşık oluşu kafasını karıştırıyordu. Ama o susmayı tercih etti. Konuşunca ağır konuşandı zira. Demirdöğen öğrendiği bir diğer yeni bilgiyle başını kaşıdı.

” Hançer... onun için endişe ediyorum. Yaşı henüz genç. Evet, belki onun yaşında ataları at sırtında savaştan savaşa gidip devlet kuruyordu ama şimdi her şey çok farklı. Onda içi asla doldurulamaz bir... nasıl denir hiç bilmiyorum.”

Ediz, o anda solgunca gülümsedi. Gülüşü elindeki bileği taşına yansımıştı. Dostlarında gezdirdiği gözleri nihayet Demirdöğen’in gözlerinde durdu. “İçi doldurulamaz bir sevgi boşluğu demek istiyorsun kardeşim. Sevgiye olan açlık. Her insanda olan, dolmayacak kocaman bir boşluk... Kim ne derse desin, bize ne kadar yakın ve candan görünürse görünsün o asla mutlu olmadı. “

Darulgan, mendili sertçe sıkarken gözüne gelen yaşları eliyle hızla sildi. “ Ben, obaya geldiğinde ondan büyüktüm. Çok yaralı ama bir o kadar da korkulasıydı. Öyle ki, bir taht savaşından geriye kalan tek hanedan üyesiydi. Obada, başı yerde gezerdi ama omuzları daima dikti. Sonra, ancak yıllar sonra onun yarasını sarmak isteyenlere izin verdi. Çok büyüdü, gördüğüm en büyük hatun odur benim için. Has alplerine beni de alınca pek şaşırmıştım ama bana tek bir cümle kurdu.

‘ Geriyi düşünme onları ölü bil.‘ çok öfkelenmiştim bir anda. Annem, babam ve karındaşlarım hepsini mi ölü bilmek zorundayım diye öfkelendim. Ama sonra hatırladım ki onun bu dünyada hiçbir yakını kalmamış ve eline geçen en büyük yaşama amacı İNTİKAM olmuştu. Hala eskide yaşaması, hala güçlü durması kadar büyük bir şey yok.”

Demirdöğen baltasını yere vurdu. “ Geçmişimiz, biz unuttuk desek de bir köşeye geçip hep bizi izler. Onu unutmak kolay olsaydı emin ol hala ardımızda bıraktıklarımızı düşünüp kalbimiz sıkışmazdı. O, bir gecede sevdiği herkesin ölümünü gördü. Yabani, inatçı, başına buyruk, gülmeyen, güvenmeyen biri olması onun suçu değil. Kendi kalbini de koruması gerek.”

Ediz, yıkılmış bir sesle boğazından konuştu. ” Eğer, hala bir kalbi olduğuna kendini inandırdıysa, O adamdan sonra...” dedi kimsenin duyamayacağı bir sesle. Ki hepsi vaktiyle birine sevdalandığını bilirdi. Sonra arkadaşlarına dönüp sözlerini daha işitilir şekilde konuştu. “ Annesi ölmeden önce adını Yürek koymak istemiş ama babası annesi öldükten sonra adını değiştirmiş. O yüzden de adı Yürek Giray değil Hançer Giray.

Kalbini yıkıp giden herkese ve geçmişine bir darbe indirmek için yeminli bir fedai . Acı çeken Yürek’ken bunu yansıtmayan Hançer. Onun için çok üzülüyorum.”

Sahi, nereden geliyordu Yürek ve Hançer arasındaki bu fark? Kim ayırmıştı onu böyle ikiye?

Hepsi bir ağızdan bunu onayladı. Debret, içinde yanan vicdan ateşiyle kavrulurken sessizce ona bir noktada katılmadığını belirtti. “Sandığınız gibi geçmişine darbe indiremiyor. O her iki şekilde de kendisiyle savaşıyor. Ve o bu savaşın kazananı olmayacak.” Herkes, onun dilinden dökülen zehirle uyuşmuş gibi susuvermişti. Sessizlik uzadıkça gün öğlene dönüvermişti. Debret, her geçen saniye sakladığı sırrın kalbinde bir ton daha ağırlaştığını hissetti.

Demirdöğen öfkeyle solumaya başladı. Debret ve Darulgan sessizce bir kılıca bir yere bakıyordu. O anda uzaktan Atabey Alemdar Bey, çıkageldi yanında birkaç bölükbaşı alp ile. Ediz elindeki bileğiyi hınçla kılıcına sürtüyordu. Bölükbaşı alpler gittikten sonra Alemdar Bey onlara bir selam verip aralarına girdi. İlk konuşan keskin diliyle Ediz olmuştu.

“Alemdar Bey, Hançer Hatun’un nesi var ? Gün akşama varacak az daha, hala otağısından çıkmadı. Uyguri baskını ne olacak? “ Ediz, düşünceli şekilde elindeki kılıcını biliyordu ama Alemdar Bey’den bir cevap alamadığı için olduğu yerde öfkeden kuduruyordu.

Hepsi bir ağızdan bunu onayladı. Debret, içinde yanan vicdan ateşiyle kavrulurken sessizce ona bir noktada katılmadığını belirtti. “Sandığınız gibi geçmişine darbe indiremiyor. O her iki şekilde de kendisiyle savaşıyor. Ve o bu savaşın kazananı olmayacak.” Herkes, onun dilinden dökülen zehirle uyuşmuş gibi susuvermişti. Sessizlik uzadıkça gün öğlene dönüvermişti. Debret, her geçen saniye sakladığı sırrın kalbinde bir ton daha ağırlaştığını hissetti.

Demirdöğen öfkeyle solumaya başladı. Debret ve Darulgan sessizce bir kılıca bir yere bakıyordu. O anda uzaktan Atabey Alemdar Bey, çıkageldi yanında birkaç bölükbaşı alp ile. Ediz elindeki bileğiyi hınçla kılıcına sürtüyordu. Bölükbaşı alpler gittikten sonra Alemdar Bey onlara bir selam verip aralarına girdi. İlk konuşan keskin diliyle Ediz olmuştu.

“Alemdar Bey, Hançer Hatun’un nesi var ? Gün akşama varacak az daha, hala otağısından çıkmadı. Uyguri baskını ne olacak? “ Ediz, düşünceli şekilde elindeki kılıcını biliyordu ama Alemdar Bey’den bir cevap alamadığı için olduğu yerde öfkeden kuduruyordu.

Alemdar Bey, başını yere eğmiş düşünceli bir edayla kendi içinde muhasebe görüyordu. Orada hiç değilmiş gibi davranması alpleri son derece şüpheye düşürmüştü. Uzun sakalını önünde ışıl ışıl parlayan taşa kitlenip sıvazlarken düşünceli ve yorgundu. Aklındaki olaylar zinciri bir türlü düze çıkmıyordu. Asıl soru beynini bir zehir gibi yakıyordu. Ama şu anda okları üstüne çekmeye hiç mi hiç niyetli değildi.

Atabey Alemdar, karşısındakilerin her hareketini izler bir şekilde konuşmaya başladı . “Bunun sebebini bende bilmiyorum. Ne hesapladığını çoğu zaman anlayamıyorum. Uyuyor da olabilir. ” Debret, Demirdöğen Ediz ve Darulgan hızla kalkıp otağısının etrafını çevirmiş beklemeye başladılar. Uyuyor demişti Atabeyi ama içeriden ne bir ses ne de bir tıkırtı duyuyorlardı.

İşte bu canlarını feci şekilde sıkıyordu. Hançer’in canına bir hal gelmesi, candan öte kardeş gördükleri beyleri için bir şey yapamamak onları daha bir tahammülsüzleştirmişti. Artık ne bir bahaneye ne de bir izahate katlanacak halleri vardı.

Alemdar Bey’in açıklaması alpleri daha bir öfkelendirmişti. Ediz orada daha da duramadı. Deli genç Ediz, sabırsızca herkesin bakışları altında Bey Otağısına adımlarla girdi . Darulgan ve Debret bu deli cevval alpi durdurmak için arkasından koşsa da Ediz, hepsinden hızlı davranıp at başı farkıyla içeriye dalmıştı. Demirdöğen uzayan sakalını öfkeyle sıvazlayıp birkaç saniye Gök Tanrı’dan sabır dilendi. Ardından bu delilerin ardı sıra içeriye koşturdu.

Ediz, çatık kaşları ile kapıları ardına kadar açıp içeriye dalmıştı. Başka şeyler görmeyi bekleyen apler gördükleri ile hayretler içinde kalmıştı. Bastıkları yerden otağın duvarlarına kadar her yere haritalar asılmış, yer masasına türlü piyonlar ve kesici aletler dizilmişti. Sanki savaş planlaması yapıyordu.

Hesap kitap yapan, ciddi şeyler üzerine kafa yoran büyük bir komutanın savaş planlarını yaptığı gizli bir oda gibiydi burası. Saray yüzü görmeyen, kuru kılıç sallamaktan başka bir şey bilmeyen bu askerler ilk defa siyasetin içerisine girdiklerini bu kadar net anlamış, iliklerine kadar hissetmişlerdi. Hançer Hatun elinde kılıcı masanın etrafında düşünceli bir şekilde dönüyordu.

Hepsi, gördükleri ile afallamış bir süre içeriye öylece bakakalmıştı. Demirdöğen bir anlık gaflette bulunarak içinden sorduğu soruyu dışından soruvermişti. “Beyhatunum, siz uyumuyor muydunuz?” Hançer Hatun, başını bir an olsun masaya düzdüğü harita ve minyatürlerden ayırmıyordu . Son derece ciddi ve katı bakışlarını masaya dikmişti.

Sessizlik sürerken Hançer, işaret parmağını salladı. Daldıkları hülyadan uyanarak emre itaat diyerek, uslu uslu denileni yaptılar. Kartal pençesini andıran elini yanına uzattı. Hepsi tek sıra halinde yan yana durarak elleri göbek hizasında esas duruşa geçtiler. Gözleri etrafa serilen olağanüstü belgelere ve savaş aletlerine bakıyordu.

Herkes, merakla beklerken Hançer başını kaldırıp Debret’e baktı. Gözlerinden çıkan uyarıyla beraber emir verdi. “Sana, inceleyesin diye verdiğim kılıcı buraya getir!” Debret, boynunu saran soğuk terle otağıyı terk etti. Kısa sürede yeniden gelince kılıcı yine vermek yerine sırasına geçip bekledi. Atabey Alemdar, kapıda duruyordu.

Sanki girmeyi hak etmesi gerekir gibi. Hançer, hala hummalı bir şekilde plan yapadururken elini Debret’in elindeki işlemeli kılıca doğru uzattı. Debret, gerginlikle ileri atılıp kılıcı eline bıraktı. Zümrüt işlemeli kabzası ve kabartmaları ile Türk usulü olmayan bu kılıç başka bir hükümdardan hediye gelmiş gibiydi. Hançer kılıcı havaya kaldırıp omzuna koydu. Sırrını birazdan çözecekti ne de olsa.

Alpleri onu izliyordu. Garip bir hali yoktu aksine. Tüm o akşamki değişiminden sonra biranda böyle biri olması kafa karıştırıcıydı. Hafif ama son derece sert bir zırh kuşanmıştı. Saçlarıysa kestirdiği gibi hala kısaydı. Girayoğuşları Hanedan Hatunları, saçlarına daha bir önem verir ve uzamasına izin verirlerdi.

Savaş zamanı, önce erlerinin sonrada kendi saçlarını örerek sevdalarının ölüme giderken bile ayrılmaz olduğunu düşünürlerdi. Hançer Hatun, her şeyde olduğu gibi bu konuda da farkını ortaya koymuştu. Son defa etrafa baktı ve alplere döndü.

Yorgun bile değildi, aksine daha bir renklenmişti yüzü. Şu anda çok iyi görünüyordu ve Debret onun yarışın sonuna geldiğini anlamakta gecikmemişti.

“Şimdi sorun.” diyerek postuna doğru ilerleyip yerine kuruldu. Yüzünde memnuniyet vardı. Ediz, fokurdayan kazanlar misali hemen söze atıldı. Zira içinde biriken çok şey vardı. “Beyhatunum, biz çok-” sustu. Ne diyecekti? Korktuk, kaygılandık mı? Hançer bu sözüne pek sıcak bakmazdı. Bu Hançer’e ve acısına hakaret olurdu. Rezil olmamak için sustu.

Ediz’in suskunluğu Hançer’e garip gelmiş gözlerini, toy delikanlıya dikerek önce onu sonra da diğer dördünü süzdü. Endişelerini anlıyordu. Ki saklamak istediği ve yaşamayı sonraya ertelediği her duygu birer kor gibi kalbine saplanıyordu da şimdilik yine susuyordu, sonra düşünürdü. İşler duygulardan önemliydi.

“Hiçbiriniz ne demeye böyle davrandığını açıklamayacak mı?” Ediz, başını sallayarak geriye çekildi. Demirdöğen, başı önde saygıyla bir adım öne çıktı. “Beyhatunum, kervanlar için-” Hançer başını sallamakla yetindi sadece. Elini kapının yanına asılan haritaya doğru kaldırdı. Alpler, konuşsa da onun her şeyi bildiğini bilirdi konuşmasa da. Ve Hançer büyük bir bilgiyle onlara anlatmaya başladı.

“Girayhan, yer altı yolları, gizli kanalları ve istihbaratı ile hiçbir hanlığın elini kolunu sallaya sallaya gelip yerleşeceği bir yurt değil. Doğru hareket edildiğinde surlarından atlayan herkes sağlam bir şekilde yere iner. Ama Girayhan, onun güvenliği için etrafını oymamız gerekiyor.

“Onu savunmasız ve terk edilmiş kılmamız gerekiyor. Hiçbir zafer, düz ovada kazanılmaz. Kazanılan tek şey ganimet olur kaybettiğinse kendin. Şimdi, şu yaşadığımız ve yapmayı arzuladığımız birçok şey ne kadar da yavaş ve ertelenmiş gibi değil mi? Alpler! Biz, onlara bir oyun kurduk onlarda bu oyuna inandı.”

Alpler merakla birbirlerine bakındılar. Şimdi herkes pek bir dikkat kesilmişti. Alpler, haritalar için bir yuvarlak kurdular. Darulgan öne çıkıp söz istedi. “Oyun dersiniz Hançer Hatun, bu ne oyunudur acaba?” O anda Hançer’in yüzünde aydınlık gamzeli bir gülümseme oluştu. Ve Debret, tam da o anda Hançer’in aklının yarışın sonuna geldiğini anlamış oldu.

Eliyle kılıcını kavradı ve ayağa kalkıp Giray Hanlığı haritası önünde dolaşmaya başladı. Debret, her an düşecekmiş gibi onu izliyor merakla bir sonraki adımını izliyordu. Kılıcını haritada başkent olan bölgeye bastırdı. Gözleri yangındı.

“ Tarihin yazıldığı dönemler pek geride kaldı. O günlerden bir armağandır bu topraklar. Tarih bize sırtını döndü ve istemediğimiz şeyleri yazmaya başladı. Bu yüzden tahtta olmasamda kendi topraklarım için çabalamak ve tarihi yeniden yazmak zorundaydım .” Durdu ve gözlerini acı çekercesine kapatıp açtı. Debret kalbi ağzına gelerek ileri atılmak istedi ama Hançer müthiş bir hızla kendini toparladı.

“ Sizden çok önceleri saraya sayamadığım kadar çok baskın verdim. Lakin hepsi sessiz birer baskındı. Her girişimin bir anlamı ve amacı vardı. En büyük ihtilalimi yapmak için hep geriye dönmek zorundaydım. Gitmenin acısını bilenler, kalmanın kıymetini bilir zira.” Tam bu esnada sustu. Kalbinin meydana getirdiği çarpıntı nefeslerinden anlaşılır olurken Debret ile göz göze geldi. Hançer onun pişmanlıkla bezenen yüzünü sükunetle ölçtü.

Sonra sesini ilkinden daha gürleştirdi. Başını havaya kaldırdı. “Sizinle ilk defa gittim ve siz sadece George’un yüzüne savurduğum zehre ve panzehire şahit oldunuz. Daha öncesinde saraya pekçok zehir saçmıştım. O yüzden giremediğim her yerde illaki bizden birilerinin olması da çok önemliydi.”

Hançer durdu. Ordaki herkesten daha küçüktü ama adeta ders verir gibi konuşurken her kelimede kendini biraz daha aşıyordu. Sol kaşını havaya kaldırdı. Sesinde gizemin kazandığı bir zafer ışıltısı vardı. “Sizce biz oradan nasıl atlarımıza binip gidebildik? Bizi sağ koymalarının, obalarımıza baskın vermemelerinin sebebi ne?”

Alpler, birbirlerine baktılar. Debret, anlamıştı ama susup bekledi. Demirdöğen, günler sonra kahkaha attı. Akıllarına gelen ihtimallerle yüzleri birer birer ışıldamaya başladı. Hançer hepsini gözleriyle onayladı. “Hepiniz, surlara yerleştirdiğim onlarca askeri düşündünüz.”

Dumura uğrayan alpler sessizce önlerine baktılar. Hançer devam etti. “Bu doğru ama henüz yaklaşmış sayılmazsınız.” Hançer, haritasına döndü. Kılıcıyla kervan güzergahını konuşmadan kılıcıyla gösterdi, kesici aletlerle belirli tepe ve güzergahları işaretlerken gözleriyle alplerine nasıl hareket edeceklerini izah etti.

Lakin tüm bu süreçte onun konuşmuyor oluşu garipsense de kendilerini Hançer’in idaresine bıraktılar. “Bize savaş açacak bizi mandası altına almaya çalışanlar dönüp ordularına ve devletinin en yüksek mertebeli adamlarına bir kez daha baksın. Ben artık bir baksın vererek obasını yakıp yıkıp sindirebilecekleri o küçük kız değilim! Ben, Hançer Giray’ım! Ben, bu toprakların, adaletin, tüm dünyanın gözüyüm. Ben, bozulacak düzenlerin yer sarsıntısıyım. Size doğruyu söylüyorum, o gün bizi orda koruyanlar benim dostlarımdı. Surdaki nöbetçiler onları gözetledi sadece.“

Yüzünü alplerine döndü. Hepsi, gözlerinde bir hırs ve azimle gözüne bakıyordu. Şaşırmışlardı ama Hançer’e şaşırmamayı öğrenmeye çabalıyorlardı. “ Ben onları da sizi de unutmuyorum. Ve her gün biraz daha sizinle güçleniyorum. Bu yüzden yeri sarsacağım, göğü ayaklarıma sereceğim! Kötünün soyunu kurutacak, ulu nehirleri mezarım yapacağım. Her biriniz, bu yolda gün gelince öleceksiniz. Buna hazır mısınız?” Alplerinin elleri aynı anda göğüslerine çarpınca, Hançer Giray sükunetle başını aşağı yukarı salladı.

“Eğer, mezarımız olursa oraya benim değil sizin adlarınızı yazın. Siz, benim kolum, ayağım, başım, gözüm oldunuz. Ama hiçbiriniz kalbim olamadınız. Bu sebeple sadece kalbimi alın. Ve taşına da sadece ‘Yürek Giray’ yazın.” Başları tek tek yere düşen, her daim yeminli olan alpler değil miydi? Savaşırken gözleri kara ama sevgide bir çocuk kadar duygulu olan, onlar değil miydi?

Hançer, kendini düşünmüyordu. Onların belkide olmayacak mezarlarını, anılarını düşünüyordu. O bir tek, gelecekteki devletini düşlüyordu. Bir hainin gölgesinde mi solup gidecekti yoksa bir cengaverin elinde yeniden mi yeşerecek?

Nefes alıp verirken elini Ediz’in omzuna koydu. Bakışında bundan sonrası için çok kötü şeyler hesap eden bir bakış mevcuttu. Alpler, ona biraz daha yaklaştı. Sanki bir tılsım vardı üzerinde. Herkesi istemsiz bir şekilde kendine çekiyordu.

“ Uygurî Baskını için, ne gerekiyorsa hazır ettim. Güzergahları işaretledim. Sizi, ancak bu gecenin sabahına kadar umursamayacağım. Başınızın çaresine bakın. “Darulgan başını haritaya çevirdi. Debret, hareket için her şeyi kafasına yazmıştı. Şimdi, yapması gereken tek şey duyduğu tüm bilgileri olduğu gibi davetsiz misafire iletmekti.

“Acıyla bağırıyordu. Ordularını istedi. Hançer Hatun, Girayhan gizli bir dehlizdir kabul ama düşman oraya yerleştikten sonra onları oradan nasıl atacağız? Ve biz ordugahı, Balamiz’e kurduk. Baskın için Girayhan’ın kuzeyine ineceğiz. Her şekilde fark edileceğiz.”

Hançer Darulgan’a kahkahalı bir sesle cevap verdi. ” O, tutunamayacağı yere ordusunu yağsın. Hiç bir asker az gören dahasında kör bir komutanı başında görmek istemez. Unutmayın, bizi istemeyen onlar, halkımız değil. ”

Zafer ışıltısı doldurmuştu hepsinin yüzünü. Duydukları mükemmel bir şeydi! Eğer kurtulacaklarına inanırlarsa bugün ve yarın her daim kazanan onlar olacaktı. ”Beyhatunum, o halde bu zehirle Kral George’a destek verenlerde bizlere asker göndermeyi kabul edecektir .” diye hevesle atıldı Demirdöğen. Diğer arkadaşları ise duyduklarının sevinciyle gülümsüyordu. Debret kaşlarını çatıp nihayet kavramış gibi aydınlandı.

“ Ordugah ve karargah... ikisi de Balamiz’e en yakın noktada ve biz Girayhan’dan çok uzaktayız. George’tan umudu kesen boyları asıl hedefimiz için kısa sürede karargâha sevk edilir ve zafer! Hançer Giray! Bu şeytani bir fikir!” Hançer başıyla onu onaylayıp arkasını dönerek postuna oturdu. Yüzünde nadir görülen bir rahatlama vardı.

Debret, inanamıyordu ve emindi ki, misafirde inanamayacaktı. Ediz elini kılıcına atıp sol elini de çadırın dışına döndürdü. Bu bildikleri pek fazlaydı. “Biz, şuanda onların başkentten çıkmasını mı bekliyoruz? Biz, kendi kentimizi değil az ilerideki başkenti mi alacağız?! Bu, bu...”

Alpler kısa süre sustular ama sonra öyle gür bir kahkaha attılar ki bunu duymak Hançer’e kısmen de olsa iyi gelmişti. Artık önündeki savaş için orduların çıkışını beklemekten başka bir şey yapmayacaktı. En azından herkes öyle bilecekti.

Ellerini dizlerine vurdu, hepsi pür dikkat ona bakıyordu şimdi. Çenesiyle karşısını işaret etti. “Esirimiz nasıl? Ona iyi bakın. Hatta durun...” Ayaklandığında ve gizemli kılıcı da yanına alınca herkes arkasından hızlı ve geniş adımlarla ilerlemeye koyuldu. Topraklı ve çamurlu kısa mesafe yollardan geçip arka çadırlardan özensiz kurulmuş kokulu olan birine girdiler. Hançer, oraya girene dek adeta soyundu.

Zırhının kolluk ve göğüslüğünü çıkarıp arkasına doğru fırlattı. Eşyaları henüz yakalayan Darulgan başının üstünden Ediz’in kafasına çarpan hafif zırh ile garip bakışlar fırlattı zırha. ‘Biz şu anda ne yaşıyoruz?’ der gibi eşyalarını tutuyorlardı. Darulgan Ediz’e gülerken Demirdöğen ayağına bir çelme takıp onu yere düşürdü.

Oyunbaz gülüşler artarken Hançer oyunu hızlandırmış gibi kılıcını kınıyla beraber çıkarıp solundaki Demirdöğen’e fırlattı. Demirdöğen sert kaslarıyla bunu karşılasa da bir dumura uğramamış değildi hani. Şimdi ona asıl gülen, Darulgan’dı. Ediz, onu eliyle ayağa kaldırıp doğruca Hançer’in yanına koşturdu. Tek birisi, pek sessiz ve puslu bir ifadeyle en arkadan geliyordu.

Dikkat çekmeden bu işten sıyrılmayı hedefliyordu. Keşke o kılıcı şuan ona verip elinde hiçbir şeyi kalmasaydı ama sinsi kadın bir tek elindeki taşlı kılıcı bırakmıyordu. İçeriye girdiğinde yaraları kurumuş ve yarı baygın duran adama doğru ilerledi hepsi.

Hançer yavaşça adımladı, etrafında dolandı ve bir anda Floyd’a sağından sağlam bir yumruk attı. Floyd kan tükürürken başını kaldıramadan solundan yediği bir diğer yumrukla inleyerek kan kustu. Uyanmıştı artık uykusundan.

Hançer sağ elini Debret’e doğru uzattı. Debret’in kaşlarını çatarak Hançer’e bakıyor oluşu, Hançer’in hiç hoşuna gitmemişti. Ona baktığı gibi kendisi de ona dik dik baktı. En sonunda Debret, belindeki hançerini çıkarıp eline verdi.

Hançer Floyd’a döndüğünde hançere baktı. Dudağında emin bir gülüş peyda oldu. Sonra hançerle birlikte Floyd’a bir yumruk daha attı. Saçlarını tutup başını arkaya doğru savurdu. Floyd artık korkudan beleren gözlerle onu pür dikkat izliyordu. “Bir kütük getirin ve üstüne oturtun. Bakalım neler söyleyecek?”

Kollarından çarmıha gerilmiş gibi bağlanan Floyd az sonra bir kütüğün üstüne oturtulmuştu. Ama Hançer çok açık duran gözlerini kapatacak bir darbe daha patlatınca Floyd tekrardan bayılıvermişti. Kütüğe sıkıştırıldıktan sonra geri çekilen alpler Hançer’in bir hamle yapmasını bekliyordu. Darbelerin etkisiyle bayılan Floyd öylece uyuyordu.

“Beyhatunum, izin verin ayıltayım. “ dedi Debret buraya geldiği amdan beri ilk defa konuşarak. Hançer, kaşlarını usulca havaya kaldırıp red verdi, daha çok yaklaştı bağlı bir şekilde dikilen baygın bedene. Kartal pençesi elini uzatıp sakallı suratını sertçe sıkarak yüzünü yüzüne kaldırdı. Uzun kirpikleri ela gözlerini gölgeliyordu. İfadesindeki tiksinir ifadeyle bir müddet yüzünü izleyip sertçe başını geriye doğru ittirdi, ondan kurtulmak ister gibi.

“Ondan bilgi alamayız. “ Hepsi dikkatle Hançer’in sözüne odaklandı. Debret, sevinçten az daha bağıracaktı. “Bu ne demek, Hançer Hatun?” dedi Demirdöğen çünkü daha adamı konuşturmamıştı bile. Hançer omuzlarını gevşetip kaşlarını indirip kaldırdı. “Baksanıza, o Balamiz hakkında sadece George’a köpeklik etmeyi bilir. Biz, buna ve bunun gibilere Saray İti deriz. Onlar başlarındakine bağlı oldukları kadar kendilerine de bağlı insanlar sever. Böyle kuru kuru konuşmazlar. ”

Hançer, başını şüpheyle yana eğdi, gözleri Floyd’un üzerini seyrederken bir aydınlanmayla kuşağına doğru eğildi . Gördüğü bez parçalarını sertçe eline alıp incelemeye başladı. Üzerinde BALCA yazan işlemelerin olduğu iki ayrı bez parçasıydı bunlar. Üzerleri kanla kaplanmış, kurumuş, sararmış mendiller. Aldığı nefes başını döndürürken ilkini okumaya başladı.

“Tanrı her daim seni bana döndürsün, yolum senin yolun...

Sevgilin Fjoun.”

Şakaklarında atan öfkesi ile gözlerini şahin gibi baygın adama çevirdi. Bir süre mendil işlemesine baktı. Onun gibi etrafındaki adamları da elindeki mendili izliyordu. Mendilin anlamından geliyordu acı, ondan kopup gelmişti sızı... Ptifordy... o da kendisine böyle bir hediye vermişti.

Ve bir sızı kalbine dolmuştu. İkinci mendili açmak gelmedi içinden. Çünkü ondan yayılan bir baharat kokusu yeri sarsmış onu titretmişti. Isırdığı dili, ağzını kanla doldurmuştu. Alplerinin yüzündeyse kafa karışıklığı vardı.

Hançer hızla nefes alıp verirken çadıra bir anda Yağmur Ata girmişti, olayı anlamaya çalışırcasına parlak gözlerini üzerlerinde gezdiriyordu. Hançer için vakit geçmişe dalma vaktiydi. Saraydan kaçtıkları o gün, atlarıyla üçü beraber dönerken arkada kalmasını umursamayışı gelmişti gözünün önüne. Veliaht töreninde kalbine söz geçiremediği için adaylığı Berk’e verirken kendisine olan bakışları gelmişti gözünün önüne.

Hançer ateş olup yanarken Ptifordy’nin mendili olduğunu anladığı o mendili koruma içgüdüsüyle sıktı. Onu, George öldürmüştü. Adamı Floyd üzerindeki değerli eşyaları toplarken bunu almış kuşağına atmıştı. Yağmur Ata yıllardır içinden atamadığı duyguların altında kalan, çaresiz birinin öfkesini yeniden harladığından habersiz karşısında duruyordu. Alpleri bu adama olan öfkesinden habersiz kendisiyle beraber ölüme gidecekti.

O kadar büyük konuşuyordu ki Hançer, hiçbiri kinlenip kıskanmıyor, onu daha bir yüce görüyorlardı. Hançer, sağlam bir şekilde dinlenmek zorunda olduğunu biliyordu. O anda hala Yağmur Ata’nın gözlerine kinden bir pusatla baktığının farkında değildi. Bakışlarından gerilen Yağmur Ata kalın ve tok sesini temizleyip bir adım öne çıktı. İfadesinde bir mahcupluk vardı. Zeki bir insana karşı savaşmak hele ki oyun kurmak çok zordu. En doğru seçim, taktik değiştirmekti.

Börü Giray, bunun gibi mendiller ile ne çok savaşa çıkmıştı öyle. Gittiği her yere aşkını da taşıyordu, güzel sevdiceğini sevdiği gibi kim sevebilir bu acunda birini ?” Gözler usulca Yağmur Ata’ya çevrildi, ondan eskilere dair anıları dinlemeyeli çok olmuştu. Sesi hasret kokuyordu buram buram. Hançer ise daha farklı şeyler hissediyordu sesten! Soluna dönüp gözlerine bakmamak isterken onu gördü.

Atabeyi orda durmuş, yaşlanan gözleriyle kendisine bakıyordu. Ama Hançer ona bakınca saraydan at sırtında kaçırıldığı ve gözlerinden çaresizce yaşların aktığı ‘Baban artık yok.’ Dendiği günü görüyor, tüm o anları baştan yaşıyordu. Onun babasının öldürüldüğünü gizlediğini ama reddetmediğini görüyordu. Berk’in öldüğünü bir daha gelmeyeceğini söylediğini görüyordu. Ona Bey amca dediği günü daha sonra baba yadigarım diye düşünüp Ata Bey dediği ana uzandı zihni.

Kendisini hep sevgiyle izleyen adama ne olmuştu böyle? Atabeyini unutmuş muydu Hançer? Ondan uzak mı kalmıştı da bu dargın ve yaşlı gözler onu süzüyordu? Tüm alpler ve Atabeyi kendisine bakarken Debret endişe içinde Hançer’e bakıyordu hala. Aklına bir şey olmaması için binlerce kez yalvarıyordu ama kim duyuyordu ki?

Birden silkelendi Hançer. Yüzüne öfke dolu bir ifade ve sarsılmaz bir dirayet aksettirdi. Ediz, usulca Yağmur Ata’ya yaklaştı. Hançer’in ona bir şey yapma olasılığı çok yüksekti. “Ulu Ata, onun kadar olmasa da sevmeyi beceremez miyiz? Eski Kağan’ımız kadar olamaz mıyız? ” Ediz, merakla başını ileriye uzattı. Yağmur Dede, sevecenlikle saçlarını karıştırdı. Ardından ona bakmayan deli cevval hatuna baktı.

Hançer o esnada Floyd’a eğilmiş onu sessizce sorguluyordu. Konuşuyordu, hayır onu tehdit ediyor olmalıydı. Hiç kimse onu duymuyordu. Ediz, tüm dikkati tam o anda neden dağıtmıştı? Yağmur Ata’nın Hançer ile bir sıkıntısı olduğunu mu düşünmüştü ki? O anda, Yağmur Ata derin bir nefes alıp verdi.

“ Onlar, imkansız gibi görünen ve yorgun bir aşkın galibiydiler. Bir yanda düşmanlıkla birbirini kıran yüzlerce boy, bir yanda en kanlı bıçaklı olduğu boyun genç kızının aşkı... Kağan Börü, sadece beydi o yaşlarında. Başında dedesi ve babası vardı. Ama mutlu değildi elbette. Aşk, iyiyi kötü eden kötüyü de iyi yapan bir düğüm halindedir. Birbirine girdiğinde bir kurt gerektir. Sivri dilleriyle beklersin ki parçalayıp bu karmaşadan kurtulasın. İşte Börü Giray bu hikayenin kurduydu.”

Sözlerinin devamında Yağmur Ata, ona dönmeyen ela gözlere odaklanmıştı. Floyd ile konuşmuş olmalıydı tam o sırada ve yüzünde tatmin olmuş bir gülüş peyda olmuştu. Yağmur Ata’nın bakışlarını üstünde hissedince keskin gözlerini elindeki beze kilitlemişti, canı yanıyordu bariz.

“Yaşamayana büyük bir hasrettir. Kana kana içmek istediği bir şerbet, içtiğinde ise kusmak için çırpındığı ama içine işlemesinden zevk aldığı bir zehir... Sanmayın her düğüm karmaşıktır ve sanmayın ki her aşk mutlu bir şekilde sona erecek. Ak ile karayı iyiyi ve kötüyü birbirine karıştırmadığınız müddetçe her yerde barış ve aşk olur. Ve o aşktan bir Börü ile Ayçiçek doğar.”

Ortamdaki herkes onun sözleriyle sessizliğe bürünmüştü. Hançer, elinde tuttuğu mendili yumruk yaptıktan sonra onu kuşağına bıraktı. Ardından dönüp alplerinden kıyafetlerini geri alıp giyindi. Konuşulanlar onun anne babası değil gibi duygusuz davranması herkesi düşündürmüştü. Gürkan Bey, sesini biraz daha yükseltip konuştu.

“Aşkın imkansızına kapılan aklını değil de duygularını kullanırsa düğümün ilmeği arasına kendini de alıp boğulmaya mahkum olur. Belirsizlikle ruhunu yaralar. Akıl, bir kere belirsizlik kilidini çevirip o kapıdan içeri girerse kurtulamaz ve orada ölür. Odanıza aşkın pençesindeki kör iradeyi sokmayın, asıl hüküm derin manalarda açıktır. “

“Doğru görmeyi ve anlamayı bilene dünya bir cennettir.“ gözleriyle yarı baygın duran adamı işaret etti. “İşte tam da bu sebepten ötürü onu kullanmak istiyorsanız bırakın, aşktan kör olmuş bir akıl sevgiliye kavuşmak için ateşten dahi geçer. “

Hançer Hatun zeki bir kadındı. Yağmur Ata’nın da bir ateşten geçtiğinin izlerine hissediyordu dilinden. Pişmanlık sebebiyle böyle konuştuğuna da emindi. Otağına girenin hesabını ondan soracağına adı kadar emindi. Bu onun mesuliyetiydi. Asla acemilik edemez ve gözden kaçırmış olamazdı. İşte bu sebepten onu bilerek geçirmiş olduğu sonucuna varılıyordu. Ne için yanına birinin girmesine izin vermişti? Peşi sıra aklına düşen her bir ihtimal Yağmur Ata’nın ölüm fermanına atılan bir harfti. Ve en büyük duası, O gelmesindi!

Aşk yüzünden canı yanan Ediz şu son duydukları ile aşkının sızısını unutması gerektiğini hissetti. Cenk edenin gönlünde davası olması gerektiğini, aşkın kör kuyusuna düşmemesi gerektiğini düşündü. İkisi dışında herkes mahcup bir edayla yere bakıyordu. Çünkü er olmak her daim gönülde bir aşk taşımak demekti. O aşkı, gönülde yakut gibi saklamak vakti gelende çıkarmak demekti. Başını dikleştirip , çenesini ileri itti.

Hançer’in de aklında planları vardı. Planların harmanlanması gerekiyordu, yavaşça arkasını dönüp yürümeye başladı. Herkes onu süzerken o adamı işaret etti. “Onu alın , getirdiğiniz mevkiye bırakın. Başında da Yağmur Ata dursun. Uyandığında ona bir şifacı olduğunu ve onu iyileştirebileceğini söyleyip iyi etsin. “ bakışları dakikalar sonra Gürkan Bey’e dönmüştü. “Konuşmayacağının garantisi elimizde.” Derken gözlerinde hiçbir ifade yoktu. En donuğundan bir bakış attı ortama ve devam etti.

“Ardından onunla beraber George’un sarayına girin. Orada olacak ve olanlardan gayrı sen sorumlu olacaksın, Yağmur Ata. Git diyeceğim, gideceksin. Gel diyeceğim geleceksin. Sakla dediğimi saklayacak ve benim için kıymetli olan herkesi sen muhafaza edeceksin. Gökbörü yoldaşın ola!” Yağmur Ata, elleri kuşağında birleşmiş yavaş yavaş adımlarla öne çıktı. Hançer, daha fazla dayanamadı ve öldürücü soğuk gözlerini yüzüne dikti. Etraftaki herkes gerilirken tek gerilmeyen Atabeyi olabilirdi.

Hançer öfkeyle gerilen sol kaşının aldığı kavisle kavga aradığını belli ediyordu. Yağmur Ata yavaş yavaş konuştu.

“Bunu Kurt Ata da yapabilir. Neden ben?” Dişleri dudaklarını gererken soğuk soğuk yüzüne doğru konuştu. “ Bir hainin kokusunu alırım. Haberler eskisi gibi tez gelmez oldu. Birileri bizim adımıza karargah kurduğumuz yalanını söyledi yerimizi ifşa da edebilirdi değil mi? Seni zeki sanıyordum oysaki ben küçükken ne de bilmişti tavırların?” Araya girdi nefesleri. Onu rezil ediyordu ve asıl gayesinin üstünü örtmeliydi bu sebeple devam etti.

“Yalanlar dolaşıyor, asker topluyorum, baskın yapacağım ve almam gereken bir taht, girmem gereken bir savaş var. Senin de görevin onu yani çenebazı bulmaktır.” Meydan okuyan keskin yüzü gerilen bakışlarıyla Yağmur Ata ile çarpışmaya başladı. “Bana o maharetlerini göster Ata! Yoksa seni öldürmemek için içimden saydığım tüm o sebepler yok olur bunu bilesin...” Otağının kapısına doğru yürüdü.

Herkes endişeyle birbirine bakarken içlerinden bir hain mi var diye düşünmeye başlamışlardı. Debret lanet okuyarak Hançer’in arkasından gitmemek için zor duruyordu. Yağmur ile Debret göz göze gelince bunun hiç de iyi bir şey olmadığını hissettiler. Hançer tam çıkacakken arkasına dönüp ikisini bakışırken yakaladı. Ve Hançer, bir kez daha için için yanmaya başladı.

Ailesinin ölümünden sonra saçlarına bakmamıştı. Onları kısacık kesmişti. Obaya geldiğinde saçları için verilen her tarak başını kanatmıştı. Oysa saraydaki kadınlar saçlarının ince ve derisinin hassas olduğunu bildiği için ona yumuşak dişli tarak verirdi. O taraklar, kendisini çok rahat hissettirirdi. O da bu hissi Berk’e götürüp saçlarını taratarak yaşardı.

Çünkü, Berk Giray öyle merhametliydi ki, ona sarılmak ölü annesine sarılmak kadar güzel ve değerliydi. Onun saçlarını taraması, anne şefkati kudretliydi. Şimdi Berk öldü, annesi bir kez daha öldü ve saçları kesildi. Altuğ’un varlığı ne yazıkki

“Kısa saça dişli tarak kan çıkarır, Gürkan Bey! Kendini kolla.” Dedi ve tüm heybetiyle dışarıya çıktı. Son söylediği sözlerin ne demek olduğunu anlayan Yağmur Ata, eliyle sakalını karıştırmaya başladı. Orda bulunan herkes kısa biran duraksayıp dumura uğrasa da hızlı toparlanıp Beyhatunlarının emri için işe koyuldular. Demirdöğen Floyd’u omuzlayıp diğer alplerle dışarı çıktı. Atabey Alemdar Bey anlamaz şüphe dolu gözlerle dalgınlaşan Yağmur Gürkan Bey’e bakıyordu.

Ona doğru adımladı. Öfkeliydi ama sakince sormak zorundaydı. “Sen neymişsin bre Gürkan? Sen ona neler etmişsin böyle?” Yağmur Gürkan hiçbir şey diyemedi. O da burdan doğruca çıktı. Atabey Alemdar yediremediği öfkesini çıkarmak için son sürat çadırdan çıktı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 16.08.2025 11:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...