20. Bölüm

18. BÖLÜM: ZEHROLAN ZAFER

Siyavuş
syavus

1.BÖLÜM: ZEHROLAN ZAFER

 

 

~Burnum düşüncelerimde boğulduğumda kanardı...”

 

 

Hançer, Günümüz

 

Burnumdan akan kanların sildim. Öğrendiğim gerçekler içimdeki kızgın demirin suya bırakılması gibiydi. Cayır cayır yanan, demirden yüreğim acımasızca dövülüyordu ardından onu tutup buz gibi bir suyun içine atıyorlardı...

“Al!” dediler. “Al, senin hakkettiğin bu!” dediler. Oysaki hak ettiğim hayat neydi ki? Mutluluktan uzak, yaşamak denmeyecek bir hayata sahipken gerçekten benim hak ettiğim aslında neydi ki?

Hançer Giray kimdi?

Var olduğu anda savaşı başlamış, yok olmanın eşiğindeki yorgun savaşçı... Benim ailem vardı ne kadar eksik günler de olsa bir hiçlikten evlaydı. Sevenlerim vardı ihanet kavramından oldukça uzakta. Annem vardı , hasret kalmaktan öte hiçbir şey bilemediğim ve bir de babam vardı gücünün gölgesinde sevgisine aç kaldığım...

Ben savaşın içine doğmuştum, savaş içimdeydi. Savaş bendim. Benim kendimle olan savaşımı daha kimseyle gütmemiştim. İçimde büyüyen bu şüphe ve delilikle daha da bu savaşı bitiremezdim. Kimsesizliğe açtım ilk savaşı daha sonra kimsesiz bırakanlara... Varlığının haberi öylesine aniydi ki...

 

Burnumdan şıp şıp damlayan kanı ne durdurur hiçbir fikrim yoktu. Ama eğer yaşayan bir ailem varsa, Berk gerçekten benimleyse, onu benden alacak kişilere güdeceğim savaş akla hayale sığmaz türden olurdu. İhanete uğrasam da savaşırdım, terk edilsem de savaşırdım.

Ama o bana gelmezse savaşamazdım... Bir çocuk gibi o gelsin diye ağlamak istiyordum ama bir yandan da onu öldürmek istiyordum! Benim arkamdan işler çevirip kendisine hasret bırakıyor sonra da ben geldim diyor! Ona öylesine ihtiyacım var ki... Yumruğumu daha ne kadar sıkabilirim ki?

Oysa her şey yolunda değil miydi? Evet! Dostum, biricik arkadaşım Ptifordy’nin intikamının bir bölümü almıştım. Masum insanların öldürülüşünün intikamını almıştım işte daha ne diye kendimi üzüyordum! Uyguri madenlerini ele geçirdim daha neye üzülüyordum ki?!

İhanet nedir bilirim... İhanet, şah damarından akan kanın bile sana yabancı gelmesidir. An be an hissetmiştim. Göz yaşlarım burnumdan akan kan kadar sessiz akarken, kendimi tanıyamazken, hayatımı gözden geçirirken, değişmeye çabalayıp anlamaya çalışırken an be an hissettim.

Yaşadığım ihanet sarsıntısı değildi, yaşadığım aşk, ayrılık, yarım kalma ve daha bir çoğunun acısıydı... Yılların büyüklüğüne, geçen zamanın acımasızlığına karşı bir isyandı! Ama bu kadar büyük olmasına sebep olan ihanet değildi. Kandırılmak, aptal yerine konmak, nefret edilen olmak ve hatta dışlanmaktı.

 

Kendime dair anlatamadığım onca olay, onca anıdan sonra kimse böyle düşünmezdi hakkımda. Çünkü güçlü durmak, içini kimseye açmamak böyle bir şeydi... Bu yüzden gözlerimden akan yaşlar ilk defa bambaşka bir amaç için akıyordu.

Aptal olduğum için...

Hayatımda çok kez aptallıklar ettim. Babamı dinlemedim, Berk’i dinlemedim ve veliaht töreninde yine kimseyi dinlemeyip işime geleni yaptım, Doğu Obaları için yardım isteyen adama geç cevap verdim ve işleri bu hale getirdim. Ben aslında kötü biriydim.

 

Gece uyumayıp gündüz oturmadan başta ait olduğumu sandığım ailemin sonrada, bana, bana rağmen katlananların güzel yüreklerine borç bildiğim bir savaşa atıldım. Geç kalsam da bir şeyleri pek iyi başlayıp bitiremesem de ben çok çabalayan ve ne olursa olsun aptal yerine konmayı hak etmeyen o fedakar insandım!

“Atabey’im... Sana neyi söyleyemedim biliyor musun? Ben, inkar ederim. Ne olursa olsun sevdiğim birini bu kadar canıma koymuşken ihanetini, gizli saklı işler yapmasını inkar ederim. Tıpkı senin için söylenen onca şeyi duyup da inkar edip sana olan sevgime tutunmam gibi... “ Berk içinde aynı şeyi yaptığımı kendime itiraf edememem gibi... Ona olan sevgim basit değildi, meğer her bedende yine aynı kişiyi bulup aşık olmak böyle bir şeydi...

“Sen benim baba yarımdın. Sen kimsesiz kalışlarımdaki kimsemdin! Sen, sen benim bu dünyadaki hayatta kalma dayanağımdın! Ama sen, beni bunca sene bir bilinmezliğe atmışsın. Her şeyi kendiniz üstlenmiş bana sadece suçumu çekmemi sağlamışsınız...Şimdi öğrendiğim onca şeyden sonra hala seni eskisi gibi sevip hatırlayabilir miyim? “ Evet...

Bana bakan tüm yüzlerde keder vardı. Atabey’imin başını hala göğsüme yaslıyordum. Özür dilerim bedeninden ama, hala kanım üzerine damlıyordu. Katili olduğumu bilmek öyle ağırdı ki... Ben bu zaferden sonra onun öldüğünü görmeyi hak etmemiştim! Ben, bana anlatacağı hakikatlere açtım, sevgisine, beni bana bırakmayan merhametine... Ölmeden önce bahsedilen sırra... Şimdi kim beni onun kadar düşünüp bağrına basacaktı? Üzüntüm öfkemi harladığında kendimi kaybettim. Gözlerim bana bakan Kurt Ata’ya döndü.

“Sizi şurada kurtlarıma boğdurmamak için tek bir sebebim var! O da bana yaptığınız her hata için bedel ödeyecek olmanız!” öyle bir bağırıyordum ki bana doğru az öteden koşarak gelen bir atlı ve kurdu hayal meyal seçebiliyordum. Timurtaş, omuzlarımı tutup beni Atabey’imden uzaklaştırmaya çabalıyordu. Omuzlarımı sertçe çektim. Ona dönüp hırsla konuştum. “Beni ondan ancak toprak ayırır! Çek ellerini üstümden.”

Bana alınan bakışlar atarak geri çekildi. Üzerine doğru biraz daha kapanmıştım ki gözlerimden yaşlar çağlayan ırmaklar gibi boşandı. Burnumdan da kan oluklu su gibi akmaya başladı. Ben böyle bir zafer hayal etmemiştim! Askerlerimin kılıçlarını yere bırakıp çömelme seslerini duydum. Zafer kazanmıştık ha? Çabalamıştım ha? Hayatımda bundan daha saçma bir şey yapmamışımdır... Gözlerimi zoraki bir şekilde silip yönümü gerçek Yakut Berk’e çevirdim. Bana öyle kötü bakıyordu ki sanki ölen oydu. Onu öldürmek isteyen yanımla yaşatmak isteyen tarafım kavgaya tutuşmuştu.

“Kaldır hadi, susturduğunuz adamın ebediyen konuşamayacak bedenini kaldır! Benim yıprattığım bedenine sarılmaktan başka yapabildiğim hiçbir şey yok! Hadi, seni bir şey yap!” Benim suçumdu. Her şey benim suçumdu! Benden çekinerek sırrı bunca yıl taşıması benim suçumdu. Onlara bu hakkı ben vermiştim. Güçlü olmanın, sert olmaktan geçtiğini düşünmek kadar saçma bir şey yoktu.

Ben güçlendikçe çevremi zayıflattığımı şimdi anlıyordum. Gözlerim farkına vardığım hakikatle yaşlarımı kuruttu. Ölümlerden sorumlu olmak ve öldürmek... En iyi yaptığım şeylerdi. Zayıf kalıp onların beni korumaları gereken bir kadın haline gelmem benim aptallığımdı. Daha akıllı olmamak benim suçumdu! “Benim suçum! Doğarak en büyük hatayı ben yaptım zaten!” diyerek ellerimi yere vurdum.

Kurtlarım acı içinde ulurken etrafımızı iyice sarmışlardı ve en önde Kanlı Diş vardı. Ve arkasındaysa Altuğ bana mahcup ve suçlu bir edayla bakıyordu. Beynimde patlayan alevle ayağa nasıl kalkıp üzerine koştum bilmiyordum. “Sen!” dedim ama o beni yüzüne yumruk dahi atamadan savuşturup kollarımdan tutarak ters çevirdi. Bana yalan söyledin, diyemeden sırtım göğsüne çarptı ve o ellerimi önümde çapraz tutarak beni adeta gölgesine esir etti. Delice çırpınsam da ondan soluduğum kokuyla duraksadım. Altuğ ne ara benim için aileden de öte oluvermişti ...

Kulağıma değen dudakları ile daha çok çırpınmaya başladım ya da sadece ben öyle yaptığımı sanıyordum. İkna mı olmak istemiyordum yoksa anlamak mı istemiyordum? Altuğ’u devirmem hiç zor değildi ama nedense gücüm çekilmiş gibiydi. Gözlerim esas Yakut Berk’e değdiğinde öfkeyle bağırmaya başladım. “Hançeri bir daha batırdınız kalbime! Bir kez daha beni yok ettiniz! “ aynı anda gözlerimizden yaş aktı. Biz bunu istememiştik ki?

Ben Debret’i çok severdim. Onun kadar iyi bir insan görmemiştim ama bana yıllarca yalan söyleyecek kadar rahat olabilmesi... Küfür bile edemiyordum. “ Ben sadece savaşmak ve intikam almak istedim ama siz! Siz beni hiç bilmediğim, arkamdan çevirdiğiniz işlerle vurdunuz! Neden ya neden!” Ellerim öyle bir hissizleşti ki parmaklarımı büksem dahi hissetmiyordum. Boğazıma batırılan közler vardı sanki... Göğsüme hançer saplanıyordu sanki...

Altuğ’un dudakları titrek sesini bana ulaştırmayı nihayet başarmışa benziyordu. “Yalvarırım Hançer... Anla bizi...Acın acımız! Önce onun ruhuna saygı göstermeliyiz...” Gözlerim titreyerek Atabey’imin kimsesiz gibi uzanan bedenine değince kollarında direnmeyi bırakıp beni tutması için kendimi ona yasladım.

Eğer diz çökersem, çok kan akıtırdım ve başta sırtımı yasladığım kişinin kanı akacaktı... “Altuğ,” sesim titredi. Hızla yüzüme doğru eğilip beni yukarıya doğru çekti. “Söyle Yürek...” burnumdan sesli nefesler çektim. “Beni kim tutacak artık? Kim beni onun kadar sevecek? Sen yapabilecek misin? Ya o? Bunca yıl sonra siz benimle aranızdaki o boşluğu kapatabilecek misiniz?”

Altuğ’un sesi tam tahmin ettiğim gibi geç çıktı. “Yaşadığım müddetçe Yürek... O da ben de senin için varız. Bir arada olmak için yaşayacağız. Aile demek, bu demek...” Boynumu yarım döndürdüm de yüzüne baktım. Tüm gerçekliğimle karşısındayım. “Ben ne kadar yalan söylerseniz söyleyin yine sizi affederim ki... Ben, biri beni sevsin görsün diye yanan o kız çocuğuyum Altuğ... Ama bu sefer canımı çok yaktınız...”

“Telafi ederiz al yanaklım... O senin bildiğin Berk ben de tanımaya başladığın Altuğ... Sen bizi affet, biz kendimizi sana adayalım...” Gülüşüm solgun bir gün gibiydi. Umut ve ölümü koynunda saklayan. O beni ayakta tutan bir dağ oldu bense dağdan kopan çığ gibiydim...

O andan sonrasını parça parça hatırlıyordum. Atabey’im bir at arabasına kondu. Askerlerim etraftaki cesetleri topluca gömdü. Ganimetler yüklenip Gökçe ve Aslantaş ile karargaha götürüldü. Geri kalanlar şehri boşaltan ahaliyi karşılamaya koyuldu. Ahtım büyüdü. Girayhan’ın altını üstüne getirecektim! Orayı bana bir ömür yasak edenleri oraya sonsuza değin gömecektim!

Ispanak ve Sarımsak orada kaldı. Bizim gözümüz kulağımız olmak için... Gözyaşları beni yaralıyordu... Kolumun acıdığını az sonra ata bindiğimde hissettim. Atabey’imin mezarı için yola çıktık. Onu, benim olan bir yere gömecektim. Altuğ beni atının arkasına çıkardı. Önüme bindiğinde başımı at arabasından çekemeden sözde zaferimin sağır edici sessizliğini de alıp yola çıktık.

At arabasının gıcırdayan sesi, kurtların dillerini dışarı çıkarıp yanımda koşturması ve Atabey’imin arabadan sallanan solgun eli... Giray soyundan olan ya da olmayan her önemli savaşçıyı, savaş esnasında kahramanlık sergilediği o kıyafetle toprağa gömerdik. Zihnimdeki pus yavaş yavaş dağılıyordu. Yıllardır içimde susturulan bir yer duymaya başlamış gibiydi! Hırıltılı bir sesi tam içimde duydum. “Gizli güçlerimize artık eriştin Hançer Giray... Kurt Kağan oldun.” Gözlerimi hemen yanı başımdaki kurda çevirdim. Ayakları kırık olduğu için yenmek istenen kurttu o!

Ama nasıl olur? İyileşmiş hatta yanı başımda koşuyordu! O gür, içten ve heybetli sesini tam kalbimde bir daha duydum. “İntikam, acı ve ölüm... Sonunda bu posta oturduğunun kanıtı... Kırılmaktan korkmamak, asıl zaferin kendisidir.” Gözlerim ağlamak için değil yaşadığım uhrevi duygularla ıslandı.

Az sonra bambaşka sesler işitmeye başladım. Bu Kanlı Diş’ti. “Bir sürüyü sürü yapan, liderdir. Liderin kurt olmasıdır. Sen bize nasıl bir lider olduğunu gösterdin.“ Başka bir kurdun sesini duydum. “Yaşlı kurtlar ölür, taze kan gelir. Eskinin yasını çok tutmak yeninin mezarını kazar. “ Sonra bir başkasının sesini duydum. “Bir müddet yas tutmak iyidir. Bilenmeni sağlar. Ama bizi unutma. Yoksa başımızın girdiği ilk deliği birbirine katarız.”

Gözlerimi kapattım ve yalnız olmadığımın bir kez daha farkına vardım. Onların varlığı kadar kudretli hiçbir varlık yoktu... Ben de tam yüreğimden, onlarla konuştum. “Kurt Kağan olmak, bu demek değil mi? Yasını kısa tutmak, savaşmak, sevmek ve sevilmek... Hayatın akışına kapılmak. Var olduğun müddetçe dengene hakim olman. Yüreğinin sesini duymak ve duyurmak... Oysa ben, yüreğimin demirden olduğunu sanırdım...”

Bana cevap veren ilk baştaki yaşlı kurt oldu. “Vahşi çağrıya uymaktır Kurt Kağanlık. Berk sandığın yüreğinin sökülmesi, demirden örmeye çalıştığın yüreğin kor almasıdır. Seni hislerinin değil aklının yönetmesidir. İşte Kurt Kağan olmak için herkesin çırpınma sebebi budur. Bilgelik, gümüşten sessizlik ve kordan kıyamet... “

Yüreğimi dinlediğim vakit her söylediğini anlayabiliyor ve yine aynı şekilde onlarla konuşabiliyordum. Korkmadım. Daha önce bunu yaşamadığım için hayal kırıklığı yaşamadım. İçimde çağlayan duygularımı alıp kordan yüreğime gömdüm ve dumanını iki dudağımın arasından bıraktım.

Altuğ’un sırtını alnımla dürttüm. Başını bana doğru çevirdi. Sesimdeki öfkeyi gizleyemeden konuştum. “O şimdi nerde? Yoksa müstakbel dedemle iş birliği mi yapıyor? A, ya da yok benim bir düşmanım dedem değil ki? Benim düşmanlarım dostlarımdan daha çok!” Altuğ başını öne eğip iki yana salladı. Aynı ben gibi davranmaya devam etmek de postumun gereğiydi, bunu biliyordum. “Bilmiyorsun, seni suçlamıyorum ama sana en kısa sürede her şeyi anlatacağız Hançer. Lütfen, bu kadar öfkelenme.”

Başımı sırtına acımadan art arda vurdum ve her vuruşumda acıyla bağırdım. Öfkeli değildim, hayal kırıklığım vardı. Öldü sandığıma yıllarca aldanmışlığım vardı. Avutulacak bir sığınağımın olamayışı vardı. Yıllarca vicdan azabı çekmenin yanmış yüreği vardı... “ Yanıyor! Yanıyor bir şey yap da düşünmesin! Anlasın o zaman niye susmuyor, ha!” zerre şikayet etmedi çünkü onun canını yakmak istediğimi biliyordu. Başımı sırtına yaslayıp sessizce göz yaşı akıttım.

“Hala toyum.. Kendim gibi davranıyorum ama baksanıza size benzemekten öte içimden bir evren çıkıyor.” Bu defa Kanlı Diş konuştu. O da artık yaşlı kurdun yanındaydı. Kendilerini yormayacak düzenli bir şekilde koşuyorlardı. “İnsan olmanın getirisi bu. Hakikati ve yolculuğu bilirsin, doğruyu yanlışı ayırt edersin ama içindeki sesin seni yönetmesine izin verirsin. Çünkü her zaman, seçimlerin sorumluluğunu üstlenmek istemezsin.”

İnsanı insandan iyi tanımak onların bilgeliğiydi... “Acımı yaşamam gerek. Daha sonra savaş ve kan göreceğiz. Emin olun.” Yaşlı kurt alt dudaklarını geriye çekti. Üstü dudağını yukarı kaldırıp sivri dişlerini öne çıkardı. “Senden emin olmasaydık burda olmazdık. Kendin ol, yolunu bul. “

Geldiğimiz yer, ailemin mezarlığıydı... Onu da buraya gömmek istiyordum. Bu yüzden mezarını kazan askerlerimin yanlarına çöküp çukuru izlemeye başladım. Var olmak bu kadarmış meğer... Gözlerini açarsın, sırlar, kahkahalar, yalanlar, sevinçler, nefret ve sevgi arasında günler geçirir ve seni yaşatan ruh senden çıkıp bedenini oracığa yığıverirdi...

İnsanı yeryüzünde sığdırmayan bir adalete sahiptik ve bize yeten uzun ve derin bir toprak parçasıydı... Ellerimle yere tutundum. Keşke bende doğmak yerine yok olsaydım... Ben böyle yıkık dökük... Olmayı hak etmedim...

Askerler geri çekilince onları gördüm. Çukura inen Kurt Ata, Darulgan, Demirdöğen ve Altuğ... Onu çukura indirip yukarı çıktılar. Ve üstüne sırası ile toprak atmaya başladılar. Gözlerim cansız bedenini azar azar kapatan toprağı izliyordu. Dokunduğum insan, toprak olacak insan mıydı? Sırlarla gitmişti ama... Yalan söylemişti... Ama ona neden kızamıyorum! Tırnaklarımın arasına dolan topraklar canımı sızlatırken üzeri tamamen kapanan mezara uzandım.

Arkamda kalan mezarlar ilk defa önceliğim olmamıştı... “Bana neden her şeyi sen anlatmadın ? Neden beni kızın yerine koydun ki? Ben senin yetiştirmen gereken bir veliahttım... Şimdi bendeki bu ‘sen’ boşluğunu ne dolduracak?” sesimi bastıran Darulgan’ın bağıran gür sesiydi. “Emanetin emanetimizdir Ata’mız! Zaferin gölgesi üzerimizden eksilmesin ! Yattığın yerde rahat ol!”

Gözlerinde derin bir acı vardı. O en çok gülenimizdi. Hiç ciddi kalamaz şakalaşırdı. Ama bugün omuzlarımda ağlamak isteyen bir çocuktu. Ona kollarımı açtığımda asla sorgulamadı. Neden bile demedi. Hep yapıyormuş gibi başını göğsüme koyup sessizce ağladı. Ediz... Yolda duysa dahi geri dönemezdi çünkü emri bir kere verirdim. Elimi başına koyup kendi acımla gözlerimi kapadım. “Sana hep soğuk derlerdi. Arkadaş canlısı bile değildin ama Hançer...” Başı bana yaslı olduğu için sesi boğuk çıkıyordu. “Neden senin soğukluğun bu kadar sıcak? Neden senin için söylenen gerçekler bu kadar yalan? “

Ağzımı açıp tek kelam edemedim. Diyemedim ki, sizi çok sevdim... Diyemedim ki bugün olduğu gibi bir darbe yemek istemedim... Diyemedim, kalbim çok çabuk kırılır da demirden sandığım bir cevherde saklandım... Ne kadar zaman o halde acımı akıttım hatırlamıyordum. Tek bildiğim masum olan insanlar tarafından kucaklanmaktı.

“Hançer... Konuşmamız gerek.” Duyduğum sesin de bir ölüden farkının olmadığını anlamak zor değildi. Ama kim benim kadar yaralanırdı ki? Zar zor gözlerimi açıp karşımdaki Kurt Ata’ya baktım. “Benimle daha ne ilişiğin kaldı senin? Ne istiyorsan, hayır!” Gözlerini serçe kapadı. İçimdeki yas yerini öfkeye bırakırsa omuz üstünde baş kalmayacaktı. “Beni anlamıyorsun. Yaşadığın ve dolandırıldığını sandığın her şeyin gerçek yüzünü sana anlatacağım. Bizi ne olursun dinle ve bir kez olsun anlamaya çalış!” gözlerimi serçe kapatıp açtım.

O anda bana sarılan Darulgan’ı zerre umursamadan ayağa kalktım. “Bana ne anlatacaksan zerre umurumda değil Ata! Dedem bile diyemediğim adama bana düşman, benim obalarım ve topraklarım üzerinde güç toplamaya çalışıyor. Neden? Çünkü babamı ve beni öldüren o adam için daha fazlası gerekiyor! Sen bana ne anlatsan anlat bunu değiştirebilir misin?!”

Gözleri donuklaştı ama yıkılmaz kalesi öfkeydi. Arkasına sığındı. “Hayır! Ama dinlersen beni bir kere işte o zaman her şey çözülür.” Elinde bana bahsettiği o sır mektubu vardı. Bana her şeyi anlatacak o mektup...

Gözlerim acıyla mezarlığın üzerinde gezindi. Sahi, gerçekler aldatılmış olmanın acısını alır mıydı? Güç bela bulduğum sesimle konuşabildim. “Kısa kes. Affetmeyeceğim çok insan var sırada.” Ya da dinleyip ona göre karar vereceğim.

Başını usulca salladı. “Her şeyi en başından alacağız. Emin ol, Berk hakkında öğrendiğin onca şeyden sonra sen asla eski sen olamayacaksın.”

İşte orasını bilemeyecektim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 19.08.2025 16:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...