32. Bölüm

2. Kitap finali [30. BÖLÜM: İPLER BAĞLAR]

Siyavuş
syavus

 

 

~Hiçbir hikayenin kötü kadını yoktur. Her kötünün kendi cenneti ve kalbi vardır. Ve her göz ardı edilen insanın muhteşem bir geri dönüşü vardır.~

 

"Ölmeyeceğim üzerine yemin ederim!" diyen sesi sarayı inletti. Kara Ozan, kaşlarını alayla havaya kaldırdı. "Çok bağırıyorsun ihtiyar. Sessiz ol." Odasına girdiğinde Kılıç Giray’ın ona ettiği küfürleri duymazdan geldi şimdilik. Odasına girdiği vakit gözleri masasının üzerine takıldı. Ordaki haritaya ciddi bakışlar attı. Gözleri kinle Batı dağlarına geldi. Orayı başına yıkan Berk’i unuttu mu sandılar yoksa? Hayır... Onun sırası gelmişti. Onu ateşe atışını, onlarca hayatta kalmak için savaşan insanı gözünü bile kırpmadan yakışını kimse unutturamayacaktı. Gözü seğirdiğinde güçlükle yutkundu.

 

 

 

Annesi... Abisi... Babası... Ellerini şakaklarına bastırdığı vakit, "Ben, bir aile katiliyim... Ben, herkesten daha kötüyüm... Asıl ölümü ben hak ettim." Gözlerini kapadığında yıllardır olduğu gibi yine bir siluete rastlayamadı. İşte olmuştu, onları unutmuştu! Kafasına art arda tokatlar patlattı. Hırsla kolunu dişlerinin arasına aldı ve var gücüyle ısırdı. Kalbi, hala o günkü çaresiz çocuk gibiydi. Bir an bile durup pişman olduğunu dile getiremeden yargısız infaz edilmişlerdi. Oysa, oysa küçük Ozan’ın hiçbir şeyi yoktu...

 

 

Tam da o anda, gözlerinin önüne bir kadın girdi. Ona sıkı sıkıya sarılan, "Beni öldür!" diyen bir kadın. Daha sonra gözlerine daha önce kimsenin bakmadığı bir şekilde bakan bir kadın. Dudaklarına bakacak kadar onu ondan alan bir kadın... Gözlerini hışımla açıp pencerenin önüne geldi. Nihade denen o kızın elinin hissi hala parmak uçlarındaydı! Ellerini iki yana açıp mermere doğru eğildi. Dün ve bugün kafası hiç yerinde değildi. Üstelik sebebi ezeli düşmanı olan Berk değil de bir kadındı! Katili olabileceği bir kadınla sınanmak istemiyordu çünkü o her zaman kadınların katili olarak görüyordu kendini.

 

 

Kendini bunun tam tersini yapacağına inandırmak istiyordu. İşte o anda gözünü bürüyen intikam hissi ile alevlenmeye başladı. Buna da Hançer Giray ile değil, Berk Giray ile başlayacaktı. Masasına oturdu. Ve George’a şahsi bir mektup yazdı. Alacağı mektupla harekete geçecekti. Hayır, bunun sebebi o kadını o sarayda yeniden kendisine hizmet ederken görmek istemesiyle alakası yoktu! Kağıda hırsla sözcükleri geçirirken aklını meşgul eden kadına daha da öfkelenerek kalbini ferahlatmaya başladı.

 

 

Ve işte nihayet, ezeli düşmanına ve ailesine atacağı ilk büyük darbe için müttefikini ağına çekmişti.

 

 

                                                         ***

 

Kurt Ata’nın gözleri, talim yapan askerlerinin üstündeydi. Karargah, daha önce kimsenin göremeyeceği kadar çok savaşçıya sahip olmuştu. Yıllardır uzakta sakladıkları, her yere sızan Börü Giray’ın emaneti ordu yeni üyeleri ile birlikte burda gövde gösterisi yapıyordu adeta. Kalın yanık renkli kolların üstünden akan kan, ter ve toprak Kurt’u gençlik yıllarına götürmüştü.

 

 

O zamanlar bir yılkı gibi özgür ve mutluydu. Yabaniydi ama yaşadığı bu hayatı seviyordu. Henüz uğruna kaybettiği hiçbir şey yoktu. Ondaki bu güç ve kuvvet çok doğru bir adamın dikkatini çekmişti. Börü’nün babası, onu fark ettiği o ilk anda en zor ve imkansız gözüken görevlere göndermişti. Yıllarca tek başına bir ormanda yaşamış, devrin zorbalarına en ağır darbeleri indirmişlerdi. Şimdi bu ordunun içindeki ateşte neleri yakmazdı!

 

 

Atlı sesleri keskin kulaklarına vardı. Arkasını döndüğünde tozları yükselten cüsselerin güneş ışığı altındaki salınışları, düşmana verdikleri korku ve dosta verdikleri güven göğüslerde coşku esenliği yaratıyordu. En önde atının üstünde sarsılmamaya yemin etmiş adamın gözlerinde gördüğü ışıkla arkasına dönüp bir ıslık kopardı. Askerler ezbere bildikleri bu tondaki ıslığın hizaya geçilmesi için atıldığını bilirdi. Askerler elden geldiği kadarıyla yan yana elli kişi şeklinde sekiz sıra halinde dizildiler. Berk atından aşağıya atladığında yerden taşlar ve toz parçaları kalktı. Kudretli bacaklar yere ses yaparak değdi, Yakut Berk ve Altuğ çevrelerini yerdeyken daha değişik bulmuşlardı. Kurt Ata, keyifle sırıtarak kollarını iki yana açtı.

 

 

"Daha önceleri, çok urganlar dolandı boynuma. Ama akıl yaşta değil baştadır derler ya, işte Berk... Sen o aklınla bizleri bu güne getirensin. Sen birle ikinin arasındaki o ipsin. Demir İp ! " Berk, elini göğsüne vururken adımlamaya ve her adımında sallanmasına izin verdiği başını birliğin üstünde gezdirmeye devam etti. Birinci askerden yan sıra boyunca devam eden ellinci askere hatta arkadakilere kadar göz gezdirdi. Elini göğsüne yavaş yavaş vurmaya devam ediyordu. Çenesini kaldırdı ve askerlerinin dikkatlerini ölçtü.

 

 

"İpler... İpler tez kopar ama demirden bir ip kopmaz! Siz de birbirinize, bu topraklara ve Hançer Hatun’un savunduğu ve dahi uğruna ölmeyi kabul ettiğiniz düzen adına söz verin! " İrkilerek dikleşen askerler gür bir sesle bağırdı. "Söz!" Berk elini kulağına götürdü. "Söz mü?" Askerler hep bir ağızdan bağırdı. "SÖZ!" Göğün sessizliğini yırtan fedailerin çığlığıydı. Berk, memnun bir şekilde dudağının kenarında oluşan gülüşü eliyle sakladı. Kurt Ata’ya döndü ama gözlerden gözlere akan hislerle durdular.

 

"Bir hanedanın yükünü taşıdım... İki devleti yönettim... Ölümler gördüm, sebep oldum... Ama bir yerde kurtaran oldum, birçok kişiyi kurtardım... İpler diyorum, demirden iplerim var artık... Ama ya o ipler beni boğarsa?" Berk derinden gelen bu fısıltıyı susturamıyordu. Kurt Ata görmüştü. Bu sözsüz ikilemin ardındaki çatlakları adeta kendisi açmış kadar iyi görmüştü. Berk yine adımlamaya başladı. Onunla karşı karşıya gelince, ilk konuşan büyüğü oldu. "Bazı ipler sadece boğmaz. Kuvvetle sararlar da... Seni saran iplerinden korkma. Gözlerinden taşmasın zayıflıkların."

 

 

Berk’in gözleri en büyük zayıflıklarına değdi. Altuğ ve Yakut Berk gözlerini kocaman açarak birbirlerine baktılar. Sonra derin bir sessizlik sardı ordugahı. Damarlarda gezen kanın akışına kadar herkes her şeyi duyar olmuştu. Sonra bir adım atıldı, sonra bir diğeri ve bir dudak seyirdi. Ela gözler kısıldı ve gür bir kahkaha duyuldu. Gök gürlemesini andıran kahkahanın sebebi iki kişinin aynı anda gülmesiydi. Altuğ ve Yakut Berk kollarını birbirlerine dolamış öne eğilerek kendilerinden geçiyordu. Berk Giray’ın adil bakışlarında bir endişe ve öfke yeşerdi. Çenesi taş kadar sertleşti. Yumruk olan elleri dört yüz askeri kuş gibi titretti.

 

 

Gözünün yaşını silen Altuğ başını iki yana salladı. İkili tam da Berk Giray’ın dibinde durdu. "Sen ordan baktığında bizi gerçekten bir zaaf olarak mı görüyorsun?" Bu bir sorudan çok emin olmak için bir çıkan bir fısıltıydı. Berk, elini onun göğsüne koyup sertçe vurdu. İkilinin duruşu anında değişti. Ama Berk’ Giray'ın durası yoktu. "Burdan bakıldığında, biriniz gerçek bir kral diğeriniz de hanedanın yaşayan son erkeği görünüyor. Yakut Berk ve sen, daha nasıl bir önem taşımayı bekliyorsunuz?" Elini daha sert böğrüne vurdu. Daha sonra da Yakut Berk’in göğsüne vurdu.

 

 

"Canından çok sevdiğinin son nefesine denk gelirsen şayet, bu gülüşünü hatırla Yakut. Sen sadece onu kaybederken ben daha fazla kişiyi kaybederim." Yakut Berk’in gözleri kederle gölgelendi. Vardı değil mi? Onun da içine gömdüğü, kaçtığı ve sonsuza değin bulunmamak istediği biri vardı. Berk Giray’ın o sisli gözleri canını acıtmaya yetmiş de artmıştı bile. O değil miydi en büyük yıkımını gören... Kendini, yavaş yavaş yerdeki toprağa bakarak geçmişinde buldu.

 

 

                                                            *** 

 

 

YILLAR ÖNCE: YAKUT BERK, OBAYA GELDİĞİNDE

 

Obada günler geçiyordu, arkadaşlık kurmakta zorlanmamıştı. Kim derdi nefes alırken bile midesi bulanan Berk böylesine değişecek? Kimse. Obadaki işler onun gelişen cüssesiyle gün be gün daha kolay olurken kalbi aynı oranda zayıflar olmuştu. Arkasına yıllardır bir kez bakmayan Yakut Berk’in gözleri artık yollardaydı. Kaçmaktan usanan ruhunun kanatlanması için bir nefese ihtiyacı vardı. İki yıl daha ruhunu bozkıra savurarak bekledi. Bilseydi beklemek hiçbir şeyi çözmez kalır mıydı bunca sene?

 

O gün, gözünü karatmıştı. Berk Giray’ın yanına Yakut sarayına vardı. Özlem vardı içinde. Yeni haliyle kabullenilmek arzusu vardı. Omuzlarını daha da şişirdi ne erkeklerden ne de kadınlardan korktuğunu belli edercesine. Berk yine her zamanki gibi öfkeli ve sertti o gün. Odasının kapısına vurmadan önce iki kere düşündürten cinstendi bu. Berk o anda onun yanına değil de komutanı ilan ettiği Yuloşa'nın odasına gitti. Kapının hafif aralık olduğunu gördüğü vakit içerdeki gür ama kısık çıkan sese de aldanarak girmiş bulundu.

 

 

İşte o an, savrulduğu rüzgar aldı onu bir vadiden aşağıya bıraktı. Gördüğü şey, atlattığını sandığı tüm şeyleri ona geri getirdi. Daha önce Berk Giray’ın yanında görmediği bir komutan vardı karşısında. İri kolları arasına aldığı bir hatunun başına başını yaslamış pencereden dışarıya, engin vadiye bakıyorlardı. Kalın, kısık olsa da tam anlaşılan sesli bu komutan bir soru sordu. "O kadar savaştım, o kadar orduda yer aldım ki kendimi zafer dolu bir komutan olarak görüyordum. Beni kimse ezip geçemez... Ama sen gelince kollarıma ne savaş kaldı ne de ordu... Ne ben kaldım ne de içime doldurduğumu sandığım hayatım... Sahi, kalbimi nasıl böyle işgal ettin?"

 

 

Yerler sarsılmaya başladı gözleri önünde. O göğse yaslanan baş kalktı ve çenesine bir buse bıraktı. O derin gülüş, o asla ona bu şekilde bakmayacak gözler... Ve incimsi dişlerin dudaklarla çıkardığı o güzelim sesi... "Üzerime zırh edindiğim tüm aptal geçmişimi silip atınca, içimdeki gücü kucakladım." Aptal geçmiş... Silip atmış... "Sonra senin de gönül kalen zayıfmış, Yüzbaşı..." Nefesi kesildi. Adımları geriye düştü. Ama çiftin onu gördüğü yoktu. Yüzbaşı çenesini parmakları arasına aldı. Bir zamanlar Zira'nın kendisine yaptığı işveyi cilveyi bir hayatmış gibi içen adama karşı kinle doldu. Fındık burnuna kondurduğu buseyi delicesine kıskandı.

 

 

Gözleri kısılan Yüzbaşı başını yan yatırdı. "İçine bir Hatun, oturtunca kapısını da kilidini de onun eline verdim. " Ve o anda öyle bir şey oldu ki Berk, kusmamak için içine içine öğürerek dışarıya fırladı. Zira, karnını tutup ovaladı. Alt dudağını dişleyip güldü. Berk, en son bir kapı dibine öyle güçlü kustu ki sadece su çıkarabildi. O esnada oradan geçen, diken üstündeki Berk Giray onu buldu ve olanları ondan dinledi. İşte Berk Giray’ın ona anlatmak istediği şey buydu. Bu acıydı. Hafife alınmaması gereken kaybetme duygusu...

 

Ne kalırdı ki insanda? Kaybetmek, cisimleri etkileyen bir durum olsa yine kabul edilir ama ya içte açtığı o serin oyuk? Yılları doldursa içine kişi, dolmazdı! Onu atlatmak sandığından daha zor olmuştu. Kalbinin atmasını istediği başkalarını bulmaya yeltendi mesela. Obadaki en güzel kızı aramaya başladı. Aradı da aradı ama gözü önündeki kızı istese de kalbine alamadı. Hançer’e yer yer kimsenin görmediği ilgili cümleler, sorular ve yakınlıklar gösterdi ama hiçbiri dostluktan öteye geçemezdi. Bazen kendisi bile neyi niçin yaptığını bilememişti ama o Timurtaş gibi değildi. Onun gibi, ondan sonsuza değin kopan bir hatun için tutulduğu başka bir kadınla burun buruna gelmemişti.

 

 

Gelmek dahi istemezdi. Silkelenip kendine geldi. Omuzlarını dikleştirdi. Ayaklarını kapadı. Çok yorulmuştu. Ellerine değen ıslaklıkları çok sonradan anladı. Titreyen elini yumruk yapıp göğsüne vurdu. Berk Giray, başımı gökyüzüne çevirdi ve derin bir nefes verdi. Ardından elini kaldırıp göğsüne vurarak o da selam durdu.

 

Hepsi atlarına atladıklarında arkalarında Yakut’tan hiçbir asker yoktu. Hepsi, Berk’in yetişmesine katkı sağladığı son başarısı olan gizli askerleriydi. Ve hedef de belliydi. Dünden bu yana ses çıkarmayan George’un ardında bıraktığı hasarı kontrol etmeye, gerekirse de kurtarmaya gidiyordu.

 

                                                  ***

 

 

Gözlerine vuran ışıklar, kapalı gözlerinden yaşlar akmasına sebep oldu. Eli, gayrı ihtiyari karnına gitti. Sızlayan her bir yeriyle inledi. Bulunduğu odadan ayak sesi ve fısıltı yükseldi. Karanlık odada üşüyen bacaklarını hissetmeye başladı. Açmaya zorladığı gözleri, içinde yükselen panik duygusuyla titredi. Boğazı dehşetle sızlıyordu. Elleriyle destek almak için gücünü harcadı ama sanki biri üzerinden geçmiş gibi yere yapışmıştı. Son kez kendini kaldırmayı denedi ama bir el, ona engel oldu. Bu defa gerçekten korktu ve bağırmaya başladı. “Dokunma bana!”

 

Elin sahibi, delici bakışlarını vücudunda gezdirdi ve homurdandı. Loura, gözlerini açabildiğinde ela renk gözleri seçebildi. Ama bu bakış ancak, nahif bakışlı bir kadına ait olabilirdi. Sonra gözleri saçlarına, ellerine ve dudaklarına değdi. Karşısındaki kadının sinirli ama komik homurtusunu yine duydu. “Kara Yürek bile beni bu kadar izlemedi.” Arkasında olduğunu anladığı erkekler de ona gülerek karşılık verdiğinde tek anladığı Yürek, ismiyle gözleri fal taşı gibi açıldı.

 

Hançer Giray burda mıydı? Ne için gelmişti ki? Bu isimden ne kadar nefret ettiğini tüm diyar bilirdi! Şimdi onun yardımın alması kadar kötü bir şey yoktu! Gözlerini devirip başını yere yatırdığında başı Hançer’in gücüyle yeniden havaya kalktı. Bu defa sahici bir öfke vardı o gözlerde. “Sana şimdiden söyleyeyim, bir lafı ikiletmeyi hiç sevmem. Şimdi, olabildiğince kalk ve bana yaslan.” İçinde büyüyüp midesini esir alan öfkeden ötürü bağırmak istedi ama açtığı ağzını bir el kapadı. Daha da bir şey diyemeden yattığı yerden sanki yastık kaldırırmış gibi kaldırıldı. Karnına saplanan ağrıyı şimdilik umursamadı ama asıl umursamadı gereken şeyse orda onu bekliyordu.

 

Ezeli düşmanı Hançer Giray tarafından kurtarılmak kadar berbat bir şey yoktu ama dur biraz... Onun ezeli düşmanı artık George’dan başkası değildi. Onu bu hale getiren babası da vardı tabii. Bedeninde bulduğu güçle doğruldu ve kolların egemenliğinden az da olsa kurtuldu. En önden giden Hançer’e istemeden de olsa imrenerek baktı. Onun kadar güçlü ve zeki olamamıştı. Sahi, o burda bu halde olduğunu nasıl öğrenmişti ki?

 

Hançer ve adamları, ki sayıları yaklaşık on kadardı ve bu kadarla geldiğine inanmakta güçlük çekiyordu, en önde tehlikeye dair iz arıyordu. Lakin Loura’nın ruhunda bir yerde burdan sağ çıkacaklarını dair bir inanç yoktu... Ama intikam yeminine tutunarak adımlamaya devam etti. Onların ayak sesinden başka ses duymamak tüylerini diken diken ediyordu. Hançer bir kapıdan içeriye girerken ona bakan bir kadının çenesini havaya kaldırdı ve çıkıp gitti. Böylesine sert davrandığı ama sempati duyduğu kadını delicesine merak etti.

 

Ve yanından geçtikleri o anda, bunun iftiradan kurtardığı hizmetçi olduğunu gördü. Kendine inanan bu güçlü kadına bakarken içine dolan güçle sırtını dikleştirdi. Hançer’in her adımında kendine has bir cesaret vardı. Belkide kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar böyle bir güce sahiptiler. Hayale dalacak zamanı buluyordu ki merdivenlerle aşağıya doğru inmeye başladılar. İçine dolan korkuyla merdiveni takip etti.

 

İzlendiğine dair tüylerini ürperten bir his vardı. Sağa sola bakıyor ama hiçbir şey göremiyordu. Sona geldiğini hissediyordu. Demek son, böyle hissettiriyordu...

 

***

 

Hançer obadan ayrılmak için Berk’in biraz daha ilerlemesini bekledi. Lakin aklına bir şey takılmıştı. Gözlerini fal taşı gibi açtıracak bir şey... Loura, sarayda esir düşmüş ve işkence çekmişse bunun tek bir sorumlusu olabilirdi. George... Ama gözleri görmezken böylesine ağır bir işin içine giremezdi ki? Yoksa gözleri açılmış mıydı? Açıldıkça şayet buna kim cüret etmişti! Tabi ya... Berk’in teslimiyeti, olacakların sorumluluğunu almayacak oluşu ve gözlerin açılışı...

 

Berk, bunu biliyordu. Hatta dost gibi görünmeye devam ettiği için bir haber bir olay yaşanmamıştı. Atabey’inin ölümü ile birlikte yaşadığı ağır günler meğer birer perde gibi gözünü tıkamış. Peki ya İynem ve Ediz nasıldı? Mektup yazdıklarına göre iyiydiler... Sinirle kızardı. Tulpar bakışlarını kaçırdı. Ama nihayet duramadı. “Bir ihtiyacınız mı var?” Hançer başını salladı. Aklına gelen ihtimallerle kinleniyordu.

 

“İşini düzgün yap Tulpar, aksi olursa çekip gitmene müsaade etmem bilesin.” Atına atladığı gibi alpleri peşi sıra yola koyuldu. Oba çıkışına vardığı vakit bir ıslık kopardı. Nöbetçi alp, emri aldı. İçinde fırtınalar kopa kopa yolda gidiyordu. Bu nasıl mümkün olurdu böyle! Şimdi intikam arzusu bir yana hanedan parçalamak görevi bir yanaydı artık. “KILIÇ GİRAY!” diye sessizce bağırdı. “KILIÇ GİRAY!” İntikam alma uğruna çıktığı bu yolda öyle dolambaçlı yollara sapmıştı ki bir ara intikam almanın ne kadar zor ve imkansız bir şey olduğuna dair düşündü.

 

Ama ne kadar dolansa da her şey aslolduğu yere varacaktı. Öldüreceklerinin sayısı artsa da yola öldürmek için çıktığı kişiyi unutmuyordu. Ormana vardıklarında artık saklanma zamanıydı. “George...Gözlerini kapadığında sonsuz bir karanlık gör istiyorum. Ölüm sana o karanlığı verecek.” Hepsiyle göz göze geldi. Sırtından büyük bir yük kalkmıştı gayrı. Balamiz, avcunun içindeydi. Daha doğrusu, Bankiz avcundaysa Balamiz de avcunda demekti.

 

Aslantaş, düşünceli suratını kaşıyıp Hançer’e baktı. “Biz böyle geldik ama, George bu. Ne yapacağı belli olmaz ki hiç?” Hançer başını usulca bir aşağı bir yukarı salladı. “Gözleri de görür olmuş artık, sıkıntı.” Diye mırıldandı. Gökçe koluna girip Aslantaş’ın endişesini yatıştırdı. Çünkü Aslantaş doğru söylüyordu ve korkuyordu. Burdan sağ da çıkamayabilirlerdi. Bunca adamla saraydan hiç kadın mı kaçırmaya gidilirdi?

 

Yiğitcan, kaşlarını çatıp sağa sola bakındı. Bir tur etrafında döndü. Hançer’e şüpheyle baktı. “Arkadaşlar, Hançer’in gölgeleri burda. Siz, neyin yalnızlığından bahsediyorsunuz?” Darulgan, bir eliyle yüzünü kapayıp ofladı. “ Kurtlar ne zaman bizimle beraber değil ki? “ Gökçe Aslantaş’a bakıp gülümsedi. Az sonra tüm alpler toparlanıp Hançer’in planına kulak verdiler. Ve içeriye sızmak için İynem’in alaycı kuş taklidini beklediler. İşareti aldıkları an, surlara sarkıtılan halatla yukarıya çıkmaya başladılar.

 

Hançer yere ilk inen oldu ve karşısındaki adamla kadını dövmemek için zor durdu. İynem’in gözlerine ok atarmışçasına gözlerini dikti. “Bana bu haberi vermek için saraya gelmem mi gerekiyordu? Daha ne kadar sağlayacaktınız! Bir baskın yediğimde mi!” Ediz mahcupça öne çıktı. “Bağışla Beyhatunum. Mecbur kaldık. Ama sana saha kısa sürede haber edecektik,” Hançer elini kaldırıp kısık sesini sertleştirdi. “Kes!” İynem’e döndü. Bunu kimin yaptığını merak ediyordu ama sırası değildi ya... “Bugün bittikten sonra daha fazla burda durmayacaksınız, anlaşıldı mı! “ İynem hüzünle başını yere eğdi.

 

Ediz ise itiraz etmek için ağzını açmıştı ki Hançer onlara arkasını dönüp ilerlemeye başladı. Hepsi ve en birincileri İynem ve Ediz ona yardım etmek ve kabahatlerini ört bas etmek için arkasından koşturmaya başladı. Hançer ise ihtiyaç duymadığını belli ederek ilerlemeye devam ediyordu. Loura’nın kapalı tutulduğu zindana indiğinde ona ağır bir işkence edildiğini gördü. İçinde kabaran kinle kadını ürkütmeden uyandırmaya çabaladı. Alpleri onu alıp dışarıya çıkarken görmezden gelemediği bir tutkuyla mücadele ediyordu.

 

Her an öldürme! Biriken hesaplar kapatılmalıydı artık! Merdivenin karanlığında kendine en iyi gelen şeyi düşündü. Zümrüt yeşili gözleri... Ama ondan sakladıklarını düşününce delirmeden edemiyordu. Bu defa kapıdan çıktılar. İşte o anda, boğazlarına yaslanan kılıçlarla durdular. Ve Loura tüm ruhunda hissettiği karanlığın hiç bitmediğini anladı.

 

Hançer’in gözlerinin önüne gece karası gözleriyle Kara Ozan geçti. O buz gibi ama kalın sesiyle kaşlarını kaldırıp onu selamladı. “Geç kalmadım umarım?”

 

 

***

Berk, gözcünün kan ter içinde ona doğru koşmasıyla ayaklandı. Elleriyle kollarını kavradı. “ Ne oldu, ne bu halin?” Gözcü anlattı. “Bey’im, Hançer Hatun ve alpleri kıskıvrak yakalandılar. Loura ve diğerlerini de alıp Ural Beyliği’ne ait bir yılkılığa götürdüler. “ Berk hınçla yumruğunu sıktı. “Arkalarında hala bir gözcü var değil mi? İzlerini kaybederseniz kendinizi öldü bilin!” Gözcü onları adım adım takip eden düzenli ha eşleşen beş gözcünün onları izlediğini söylediğinde Berk zaman kaybetmeden bir plan yapmaya başladı.

 

Altuğ ve Yakut Berk her biri ayrı yerlere dağıldı. Berk, tam merkezde arkasında askerleri ile plan yapıyordu. Yürek... Kalbindeki aşk, ailesi, yaşamı, varlığı... Gözlerinde anlamsız sızılar belirdi. Hançer’in değil oradakilerin başı dertteydi. Lakin, kaybetme korkusunu hiç bu kadar derinden hissetmemişti.

 

 

***

 

Ural Bey, gür bir kahkaha patlattı. "Sevgili torunum, beni ziyarete mi gelmiş yoksa?” Hançer dudağından akan kanı usulca tükürdü. Dilini dudağının sağında aheste aheste gezdirdi. “Sen bu kadar korkakken ben geleyim dedim. Ne yazık, amcamla dedem aynı hamurdan. “ Ural durağına bir yumruk daha indirdi. “Senin o kepaze dilin beni üzer mi sandın? Sen beni yıkabileceğini mi sandın? Kovalamaca bitti Hançer! Korku ya da çekingen yok artık. Ben varım, benim kurallarım var.“

 

Hançer bu sefer ağzında biriken kanı sırtını dikmeye dayayan Kara Ozan’ın önüne doğru tükürdü. “Ne tesadüf, ben daha çok onun kuralları ve oyunu var sanıyordum. Sahibinden izin aldın mı Ural Bey?” Ural kılıcını çıkarmıştı ki Ozan onun kolunu tutup çadırdan çıkmasını sözsüz ifade etti. Ural bir ona bir de Hançer’e öfkeyle baktı daha sonra çekip gitti. Ozan, yavaş yavaş elleri ceplerinde tam önüne geldi. Bilekleri yukarıdan zincirlenen Hançer’in tam önünde burun buruna geldiler. Hançer’in sivri bakan gözlerinden bir şey eksilmezken Kara Ozan fısıldadı. “Sana ne yapsam mutlu olursun, Yürek?” Hançer güldü ve dikleşerek gözlerini gözlerine yaklaştırdı. “Kendini bu diyardan silersen?” Ozan bir elini kışkırtıcı bir yavaşlıkta beline attı. Daha sonra diğerini. Dik dik bakan gözleri bir an olsun birbirinden ayrılmıyordu. “Sen henüz bir çocukken, ben alevlerle dans eden o genç adamdım.” Belinden kaburgalarının olduğu o yere parmaklarını geçirmeye başladı.

 

Bu ciddi anlamda acı demekti ama Hançer direndi. “Ne yazık, o dansı da becerememişsin. “ diyerek gülümsedi. Ama Kara Ozan tüm parmaklarını beline ve kaburgalarına batırmaya devam ediyordu. "Tam buralar, “ dedi. Parmaklarını kaburgalarından geçirmek ister gibi daha çok bastırdı. Hançer’in alnı terden sırılsıklamdı. “O yangında, tam buralarım cayır cayır yandı. Şimdi, “ diyerek ondan uzaklaştı. Ateşe koyduğu kılıcını kaldırdı ve gülümsedi. “Beni yakanın yandığına acımam, Yürek. Yakarım.” Hançer gözlerine bir an bile olsun zayıf bakmadı. Keskin ateş derisini yakarken dahi gözlerinden gözlerini ayırmadı.

 

Sağ tarafını yakmaktan kevgire çeviren Kara Ozan zevkle soluna doğru yaklaşmıştı ki asker içeriye girdi. Hançer’in teri burnuna oradan da dudaklarına aktı. Kara Ozan ona ters bakışlar atarak askere baktı. Asker, “Efendim, Ural Bey ve Kral George sizi dışarıda bekliyor.” Kara Ozan nefretle burnunu çekti. “Sıralarını beklesinler şerefsizler!” dedi. Zira George gözlerinin kör olmasına olan öfkesini atmak için ilk sırayı istemiş ama buna müsaade etmemişti. Ellerini havaya kaldırdı bir aptala sorar gibi. “Peki neden?”

 

Asker tam o anda, Hançer’in kahkaha atacağı o sözü söyledi. “Çünkü Yakut Han’ı Berk Han geldi.”

 

***

 

Berk, omuzlarını gererek önünde duran üç büyük şeytana baktı. Kaşlarını kaldırıp güldü. “Demek, takas?” Kollarını kaldırıp dudağını büzdü. Hançer’in canını sağ salim almaya geldim. Siz, benden ne alabilirsiniz ki?” George yani eski dostu sözlerini esirgemedi. “Ona karşılık senin canın?” Berk kaşlarını çattı. “Size hiçbir zaman inancım olmadı. Şimdi ne demeye ben size kendimi vereyim ki Hançer’i alamayacağımı bile bile?” Kara Ozan omuzlarını kaldırıp indirdi. “Etrafın ordularımızın en maharetli birlikleri tarafından çevrili. Sen bize biat etmekten başka şansın olduğu sandın mı gerçekten?”

 

Berk’in alnında bir damar belirdi. Kollarını iki yana açtı. “O halde onları getirin karşıma. Göreyim,” George iki parmağını havada salladı. Birkaç dakika sonra sürtünen zincir sesiyle gelen onları gördü. O kadar harap bir haldeydiler ki... Hançer’in en son gelmesi ve geldiği an bedeninde yüzünde gördüğü izler ve yanıklar herkesin şok olmasına sebep oldu. Neden karşı koymamıştı! Lanet olsun Hançer’in aklı ve gücü neredeydi! Berk atından indiğinde karşı taraf derhal Hançer’e etten duvar ördü. Berk alt dudağını ısırdı. Hırsla başını salladı ve elini kaldırdı.

 

“Takas istiyorsunuz öyle mi? O zaman, getirin!” Arkasında bir uğultu koptu. Başlarına çuval geçirilen iki kişi en önde diz çöktürüldü. Kimse dnr olduğunu anlamadı. Bu kişiler kimdi? George şüphe duyarak bağırdı. “Şimdi sen ne halt etmeye bunları buraya getirdin? Bizim kaybedecek hiçbir şeyimiz yok Berk! “ Berk, takındığı sivri gülüşünü Kara Ozan’a çevirdi. Kuşağından buruşmuş bir kağıt çıkarıp ayak ucuna fırlattı. Asker kağıdı alıp açtı. Ozan, eliyle oku emrini verince asker okumaya başladı.

 

“BEN KARA OZAN.” İşte o anda Ozan’ın gözleri açıldı. Neyin okunduğunu biliyordu. Peki bu lanet olası adam be demeye bunu gündeme getirmişti ki!? Gözleri yerde diz çöken iki kişiye döndü. Ne demek oluyordu bu? Berk, sanki içinden dediği her şeyi duyar gibi gülümsedi ve cevap verdi. “Yıllarca yana yana aile aramak nedir iyi bilirim. Hatta, biliriz değil mi Ozan?” Ozan’ın tükürüğü boğazında kaldı. Berk acımasızdı. Devam etti. “Ölümü kabul etmek kolay değildir. Zaten ölüm de ölüm olsa keşke de neyse!” Berk’in elleri o çuvallara gittiği vakit yer ayağının altından kaydı sanki. Son kez nefes alma ihtiyacı duydu. Berk’in her hareketini takip eden gözleri arkalarında bir yere baktığını gördü. Hançer ile bakışıyordu.

 

“Bir kere öldüm, ölünce de uyandım. Ama senin daha uyuman gerek Ozan.” Tam o anda çuvalları çekti. Ve işte karşısında yıllardır aradığı artık öldü diye yas tuttuğu annesi ve abisi karşısındaydı. Tora Hatun, utançla başını yere eğdi. Ama sonra oğlu Ozan’a bakmaktansa kınayan ama üzgünlükten şişen gözlerini Berk’e çevirdi. Dudaklarını güç bela oynatabildi. “Savaşta, Tora Hatun... Her şey, dediğin gibi. Mübah.”

 

Kara Ozan, yalpalayıp titrerken George’un öfkeli sesi inletti her yanı. “Kes şu zırvalığı! Canın lazım Berk! Canın!” Ural Bey, bir Berk’e bir de Hançer’e baktı. Daha sonra da kılıcını çekti. Berk henüz ileri dahi atılamadan Hançer’in buğulu gözleri ona veda edercesine kırpıldı. Geç kalmıştı Berk... Hep olduğu gibi...

 

Geç...

 

 

Devam edecek

 

    01:13 

13 Ekim 2025

Finale koyduk! 🥹🤝🏻

 

Bölüm : 13.10.2025 01:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...