25. Bölüm

23. BÖLÜM: SAVRULAN YAPRAK

Siyavuş
syavus

23. BÖLÜM: SAVRULAN YAPRAK

 

~Vazgeçen insanları korkutan hiçbir şey olmaz. Ne ölüm ne aşk. Vazgeçiş öyle büyük bir duygudur ki, zaman hariç hiçbir şey onu iyileştiremez. Tek merhem, zamandır... ~

Kolları titriyordu. Ona doğru gelen bıçağa asla bakmıyordu. Gözlerini yumdu ve onu da ailesi gibi öldürmesini bekledi. En büyük yarayı almıştı artık onu hiçbir şey kararından vazgeçiremezdi. Abisi geldi gözünün önüne, annesi ve yanı başındaki kız kardeşi... Ne güzel ama eksik bir aileydiler öyle...

Dudaklarında acıyla büyük bir gülümseme doğdu. Onlara kavuşacaktı. Bir kılıcın karaltısı gözünün önünden geçti. Ardından acı bir çarpma sesi duyuldu: Bıçak yere düştü. Berk gözlerini açtığında yanında Kurt Ata ve Yağmur Ata’yı gördü. İkisi de kana bulanmış vahşi birer kurt gibi ileriye bakıyordu. Biri Berk’i belinden kavradığı gibi ordan çıkardı.

Ne olduğunu anlayamıyordu. Etraflarında dövüşen askerleri, kurtları ve gökyüzünü gördü. Ne, gökyüzü hala yerinde mi duruyordu yani? Berk’in canı öyle bir sıkıldı ki bu duruma hızla öfkelenmesi gecikmedi. O, burda ailesini yitirirken güneş doğmak mı istiyordu? İçindeki güneş bir cam gibi atılıp kırılmamış mıydı az önce? Onu götüren kişiye dönüp bakmak bilerek yaptığı bir şey değildi. Ama komutan Uruz’u görmeyi hiç beklemiyordu.

Uruz, göz göze gelmeden, tek kelime etmeden onu yere indirdi ve kolundan yakaladı. Adımları telaşsız ama kararlıydı. Nereye gittiğini yalnızca o biliyordu. Sarayın içinden geçerken onu bir yere geçirdi. Berk, savaş naralarını duyup korkuyordu ama arkasından gelen ayak sesleri Uruz’u endişelendirmiyorsa sıkıntı yok demekti. Eski bir kapıya yaklaştıklarında onlara birkaç kurt da katılmıştı. Gıcırdayarak açılan eski kapı karanlık bir odaya açıldı. Berk, arkasına dönüp baktığında Kurt Ata ve Yağmur Ata’yı gördü.

Onlar da hızlıca içi seçilmeyen bu odaya girdiklerinde Uruz, Berk’in elini bırakmadan onu odanın içine doğru çekti. Berk bir merdivene denk gelince temkinli adımlarla aşağıya doğru adımlar attı. Zifiri karanlığı yok edecek aydınlık merdivenleri indiğinde neredeyse bitmişti. Büyük bir iç sarsıntısıyla arkasını döndü.

Güç bela yutkundu ama ağzında hiç silemeyeceği bir kan tadı vardı... Göğsü yarılsa da kan kussaydı ama olmadı... Kimse onun acısının boyutunu tahmin edemedi... Omuzlarını kısıp boynunu geriye doğru eğdi. Ellerini iki yana açtı ve hayatındaki tek yenilgisini acıyla kustu. “Artık hiçbir şeyin geri dönüşü yok... Sen kazandın, baba. Bizi yok ettin, sen kazandın”

 

***

 

BERK GİRAY

Uzun zamandır atın üstündeydim. Kır atın rahat sırtı, artık o kadar da rahat değildi. Kendimi yere atmamak için çırpınıyordum. Aysız gecenin örttüğü karanlıkta yönümüzü bulmaya gayret ederek dört atlı ilerliyorduk. Boynum, koca bir kütük kadar sert ve yaralı bir serçe kadar hassastı. Ne üzerimin kirini ne de etrafımda uçuşan sinekleri hissediyordum artık. Koca bir kaya gibiydim. Hareketsiz ve duygusuz... Huysuz bir at kişnemesi ile arkamdan gelenlere kulak verdim.

“Az daha dayanın, izimizi kaybettirdik. Bir dere kenarını bulduğumuz vakit, rahatlarız.” Kurt Ata’nın kısık ama gür sesini duymak bana artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki yaşadığım her şey, bir rüyadan ibaretti. Oysa kabus gören hep Yürek’ti. Onu sakinleştiren olurdum ama şu anda kendi kabusumdan uyanamıyordum, korkumu kimseye anlatamıyordum.

Yağmur Ata, benimle aynı hizada gidiyordu. O da bir ağaç kadar sessizdi. Nefes alış verişi yaprakların sürtünmesini andırıyordu. Ona döndüğümde, omuzlarının çöktüğünü gördüm. Başı önüne düşmüş kara kara düşünüyordu. Bir zafer sahibi olduğumuzu biliyordum ama neden kaybetmiştik? Islık gibi sesler duymaya başladığımda önüme tekrar döndüm.

Gözlerimden yaş dahi akmıyordu, sanki göz pınarlarıma kayalar düşmüştü... “Berk...” duyduğum acı dolu sesi yok saymayı istedim. Tekrar seslendi. “Berk...” Canım acırken konuşmak istemiyordum. Arkama dönemediğim için, omuzlarımı indirip kaldırdım. Komutan Uruz, sol tarafıma atını yaklaştırdı, şimdi arkada kalan tek kişi Kurt Ata’ydı. Derin bir nefes verip elini omzuma koydu. Gözlerimi, karanlıkta da seçebildiğim gözlerine çevirdim. Amcamın sevinci, sadık adamı yanmış bir ormandan farksızdı. Ölürken bile daha çok öldürülüyordu...

Gözlerini kapatıp açtı başını sallarken. Sesi kalıplaşmış ve pürüzlüydü. “Bizimle konuş, bana öfkeyle haykır. Vur, kanat ama susma evlat.” Yağmur Ata’nın bana döndüğünü hissettim. “Konuş benimle evlat...” dedi hışırtılı sesiyle. Allak bullak olmuşken ne için konuşacaktım ki? Ailemi ölü bir şekilde geride bırakmayı konuşmalıydım? Nefesim delicesine bızlanmaya başladı. Boğazıma oturan her neyse şimdi yok olmazsa ölebilirim! Omuzlarımı indirip kaldırdım. “Ne dememi bekliyorsunuz ki?” sesim, adeta kurumuş kanın soluğunu taşıyordu. Sanki bu ses benim değil, ölen ailemin sesiydi...

Kurt Ata, biraz daha hızlanıp önüme geçtiğinde yanan gözlerimi kıstım. Hepsi söyleyecek başka söz bulamadığımı bildiği için sustu. Az sonra yavaşladığımızda kulaklarımın alıştığı ıslık sesinin, aslında akan suyun taşlar arasından süzülmesi olduğunu fark ettim. İçime o soğukluğunu doldurmak için deliye dönecektim. Herkes attan indiğinde titreyen ayaklarımla aşağıya indim.

Atımın sağrısına tutunup ayakta kalmaya çalıştım. Derenin soğuğu içime işlerken bedenimin yandığını biliyordum. Umursamadım, beyler atlarından inmiş ve derede ellerini yüzlerini yıkamaya başlamıştı. Sanki hepsi birer yürüyen ceset gibiydi. Elimi boğazıma attım. Sonsuza kadar, diye bir şey yoktu. Nefessiz kaldığım an bunu anlamıştım. Ölümün varlığını ruhumdan asla söküp atamazdım. Artık, her şey gibi bu da imkansızdı...

Elimi boğazımdan çekerken, geçmişten bir anı düştü zihnime:

Sarayın bir köşesine çökmüştüm. Kız kardeşim Uldız, yana yakıla beni arıyordu. Saklambacı çok severdi. Kaybolan şeyleri bulmakta üstüne yoktu. Her yerde adımı bağırıyor ama beni bulamıyordu. Bir ara benim olduğum tarafa dönüp gözlerini kısmış ve bana doğru koşmuştu.

Sonsuz gibi gelen o anda, Yürek karşısına çıktı ve ona hararetle bir şeyler anlatmaya başladı. Başta anlamak için dışarı çıkmak istedim ama Uldız’ın koşarak başka yöne gitmesi ve bana sinsice sırıtan Yürek’in yüzünü gördüğümde içime soğuk sular serpilmişti.

Yürek, büyük bir neşeyle saklandığım yere geldi ve koluma sarıldı. Bu bakış ve gülüş hiç masum değildi. Kaşlarımı çatarak ayağa kalktım. İşaret parmağımı kaldırıp yüzüne doğrulttum. “Ona ne söyledin Yürek? Kız kardeşim nereye gitti?” Yürek, kızmama alınmış gibi kollarını göğsünde bağladı. Kaşlarını çatarak bana kızmaya başladı.

“Sen yakalanma diye başka yere gönderdim onu.” dedi. Üzerine doğru bir adım attım ve daha sert bir sesle sordum. “Onu nereye gönderdin Hançer! O daha dört yaşında! Başına bir şey gelirse ne olacak?” Yürek yine kızarak, “Surlara saklandığını söyledim!” dedi. Onu bulmak için yüzüne bir daha bakmamıştım. Koşarak yukarıya çıktığımda Uldız’ı abimin kucağında altlarına serilen ovayı izlerken gördüm.

Elimi kalbime koyup derin bir nefes vermiştim. Abim, ne olduğunu çoktan bilen bir edayla gülümsedi ve diğer kolunu havaya kaldırdı. Gülümseyerek kolunun altına girdim. Üç kardeş, ayakta sonsuz gibi görünen ovaya bakıyorduk. Az ilerisinde şehirlerden yükselen dumanlar vardı.

Abim Uldız’ın yanağını önce ısırdı sonra da öptü. Bu kız kardeşim için hiç farklı bir şey değildi. Onlar birbirlerini ısırarak severdi ve her zaman, abim bize yetişirdi. Severdi. Uldız’da onun artık kıllanan yanağını önce ısırdı sonra sulu sulu öptü. Bir tek beni böyle öpmezdi. Çünkü büyümüştüm...

Abim bana dönüp, “Gözüm her daim üzerinizde. Hançer’in de öyle. O cadının aklını artık okuyorum. “ O güzel gözlerini kısarak başımın üstünü öptü. Gülüşü aramızda gezindi. Kolunun altındayken hayat o kadar güzeldi ki... Bazen sırf kokusunu solumak için yanında oturur ya da ona sarılırdım. Yadırgamazdı. Kokusu, baba gibiydi... Aile gibi kokardı. Annem, kendini her daim belli eder, günün sonunda bize sarılır ve hayatımızda bir annemiz olduğu için mutlu bir şekilde uyurduk.

İçimdeki karanlık nefesimi kesti. Yokluk içimde volkan gibi kaynadı. Başımda şimşekler çakmaya başladı. Yanıyordum! O anda serinlemek istedim ama attığım ilk adımda annemin sesi kulaklarımda yankılandı. “Sen, soğuğu sevmezsin Berk. Ateş kadar sıcaksın, sıcağı seversin sen. Sana çorba getireyim mi, iç sıcak sıcak, ha?Al, canım oğlum benim...” Adımlarım titrerken ellerimi havaya kaldırıp tutunmaya bir dal aradım. “Anne...”

Sen annesizliğe nasıl dayandın Yürek? Bana bakıp annemin olması hiç mi seni üzmedi? “Anam!” Anneler, tutunduğumuz en kıymetli dalmış... Gözlerimin önünden geçen belli belirsiz ışıkla dereye doğru az daha yuvarlanıyordum. Dudaklarımdan, “Abi...” döküldüğünde bir anda gerçekten kolumu tutacak sandım ama... Kulaklarımı sıkıca kapadığımda ayaklarım artık derenin soğuk sularına batıyordu. “Şimdi onlara son kez babalık yapacağım... KAÇIN!” Ruhumdan fışkıran çığlıkla hızla kendimi suyun altına attım. Kulaklarıma ağzıma dolan buz gibi suyla içimdeki her şeyin sökülmesini istedim.

Ellerimi suya hırsla vururken bağırıyordum. Dört tarafı kuşatılmış bahtsız bir komutandan farkım neydi? Teslim de olmuştum üstelik... Yıkıldığında insan ne kadar göz yaşı döker? Hiç suyun altında göz yaşı döker mi? Suyu yumruklarken delicesine bağırıyordum. Sanki su bir düşmandı benim için...

Kollarımı tuttuklarında kuru tek bir yerim bile yoktu. Bana bağıranları kulaklarımdaki sudan ötürü duymuyordum. Boğazımdaki kan gitmiyordu. Nefesim, nefesim hala ölüm kokuyordu! O anda biri boynuma sertçe vurdu. Gözlerimden şimşek çıktığında burnuma acımsı bir tat yayıldı. Suya doğru devrilirken son gördüğüm şey, aysız kapkara, kimsesiz bir geceydi...

 

***

 

Bir ay sonra

O günden sonra günler geçmek nedir bilmemişti. Yaşıyordum, eksikçe. Gözlerimi ağaçların üstünde ötüşen kuşlara dikmiştim. Birbirlerini kendi dillerinde ne de güzel anlıyorlardı öyle. Savaş yoktu, sadece onları avlamak isteyen hayvanlar vardı ama onlardan kaçtıkları müddetçe ölüm yoktu. Sonsuz bir mutluluk vardı. Aileleri vardı, hasret yoktu. Huzur vardı acı yoktu...

Gözlerimin yaşı ilk üç gün kurumamıştı. Ölüm ilk defa tattığım ve damağımdan kanı hiç silinmeyecek bir andı... Hareketsiz bir şekilde yerde yatmak onlara benzememi sağlıyordu. Nefesim kesilse ya? O zaman... "Anne... Ben sensiz nasıl büyürüm? Kardeşlerim nerde anne? Ellerinden tutuyorlar mı?” Düşüncelere öyle bir dalmıştım ki Yağmur Ata’nın göğsüme bir şeyi vurmasıyla irkilerek ona döndüm.

Bir ceylan bacağını özenle pişirmiş bana veriyordu. Gözlerime, ye artık diyen bir ısrarla bakıyordu. Başımı eğip ete baktım ama hiç yiyesim yoktu. Ama ben yemedikçe onların beni yabancı biriymişim gibi izlemelerini daha fazla katlanamadım. Bir parça koparıp zor da olsa çiğnemeye başladım. Ormandaydık, kendimi bir derede boğmak isterken yeniden toprağa çıkarılmıştım.

Kurt Ata, sebebini bilmediğim şekilde bizden uzaklara gidiyor sonra da geri gelip Komutan Uruz ve Yağmur Ata ile uzun uzun konuşuyordu. Aslında ne yaptıklarını biliyordum. Her yer savaş meydanına dönüştüğü için kendilerine bir çıkar yol bakıyorlardı. Kimse benim gibi acılar içinde değildi. Beraber bu yolda olsak da onların canı benimkisi kadar acımazdı ki...

Onların ne konuştuğuyla ilgilenmiyordum. Anılara sığınıp, ağaçların altında yatıyor, akşam olduğunda dere kenarında, içimdeki tüm acıyı kusuyordum. Kendim gibi herkes bu hallerime alışmıştı artık. Uruz Bey ve Atabey’im yan yana oturmuş bana bakıyorlardı. Çiğnediğim eti nihayet yuttuğumda Atabey’im bana sevgiyle baktı. Ağzını tam açmıştı ki, Uruz Bey’in konuşmasıyla ondan tarafa döndüm.

“Yemek yemezsen inan bana, ne koşabilirsin ne de iyileşebilirsin. İçin ne kadar yemek çekmezse çekmesin, Berk, senin görmediğin hayat işte bu...” dedi elini uzanıp omzuma koyduğunda. Kalkıp yanıma oturdu. “Ölümlü dünya bu, kötülükler ardı arkasını kovalar durur. Kendini düşünmezsen sen de...” Acıyla gülerken başımı salladım. “Kendimi hiç düşünmüyorum ki? Öyle bir vazgeçtim ki her şeyden... İnan bana ölmek, onların yanı-“ cümlemi bitirmemiştim ki o her zaman anlayışla bakan gözleri alevler saçtı ve gür sesiyle iliklerimi titreterek bağırdı.

“Ölmen en çok o babanın işine gelecek ve sen bana hala hiçbir şeye azminin kalmadığını söylüyorsun!” Beni omuzlarımdan tutup gözlerine doğru yaklaştırdı. O anda, onun öfkesinin bir insan gibi ete kemiğe büründüğünü anladım. Burun delikleri, aldığı her nefesle kocaman olup duruyordu. “Ailen öldü! Hançer götürüldü! Börü Giray babanın elinde esir! Devlet sonsuza değin yok oldu! Huzur, masumiyet her şey yok oldu! Sen, bana hala, kendini düşünmediğini mi söylüyorsun?!”

Sözleri beynimin içinde kopan parçaları bir araya getirirken belkide günler sonra ilk defa Yürek’i hatırladım... Ben, ailemi kaybettikten sonra hayatta bağımı koparmıştım... Gözlerini gözlerime daha da yaklaştırdı. Anlattıkları beni acılarımla tekrardan yüzleştirdi. Gözümden art arda damlalar düşerken artık sert konuşmuyordu, başımı okşuyordu.

Daha sessiz ve merhametli bir sesle devam etti sözlerine. “Bak. Bize bir bak evlat... Koca bir devleti ayağa kaldırmaya çalışıyoruz ama sensiz olmaz. Bu yola beraber çıktığın insanlardan biri eksik olduğunda o yolculuk tamamlanamaz... Sen olmazsan her şey yok olacak.” Yağmur Ata, kalın ayaklarını yere sertçe basarak yanıma geldi ve uzanıp sıkıca omzumu sıktı, elimdeki eti aldı. Ona döndüğümde onun yüzünde intikamın soğuk yüzü yer alıyordu. O Uruz Bey gibi değildi.

Gözlerime soğuk soğuk baktı, bekledim ama beni teselli dahi etmedi. Ağzını açtığı ilk anda söylediği, “Her şeyi düşündüm.” demek oldu. Eti bu sefer itiraz istemeyen bir tavırla önüme koydu ve ayaklandı. Gözlerini ufukta bir yere dikti ve bir komutan gibi bana emrini verdi. “ O yemeği ye ve ayağa kalk. Bu oyunda harcandık ama henüz ölmedik. Ölmeyen her insan için oyun yeni baştan başlar.”

O anda içime büyük bir ateş düştü. Yıkılmıştım, sevdiğim herkesi öldürmüşlerdi ama hala yaşıyordum. Bize bunları yapanlar yaşıyordu ve intikam alacağım babamı öldürmek için her şeyi yapmaya hazırdım! Eti hiç olmadığım kadar büyük bir iştahla ısırdım.

 

***

“Demek, kehanet gerçekleşti ha? Son Kurt Ana’nın da yolu açıldı...” Kurt Ata, gözleri yerde kurtların liderini dinliyordu. Başını salladı. “Hançer Giray, o gün Büyük Bilge denen adamın yanına giderek ifşa oldu.” İri ve kabarık cüsseli lider kurt dişlerini çıkararak hırladı. “Onun kim olduğunu gördüm, Ata. Hançer’den önce onu biz öldürmek isteriz.” Kurt Ata, sabırla gözlerini açıp kapattı.

Mağarası tıklım tıklımdı. Başının üstünden gelen bir demet ışığa gülümsedi. “Bazen, yapacak hiçbir şeyimiz kalmıyor. Ama tam da o anda sizin sayenizde ayağa yeniden kalkıyoruz. Her şeyi oma bırakacağız. O başaracak, biz onurlanacağız.” Kurt lider, başını kaldırıp gözlerini yavaşça yumdu. “Umay Ana’dan beri ilk defa bu kadar heyecanlıyız. Kimse yerinde duramıyor. Onu iyi koru Kurt. Yoksa, beceriksizliğinizin cezasını biz keseriz.”

Kurt Ata, başını ağır ağır salladı. “Peki, kurtların Kılıç’ın ölüleri nereye gömdüğünü söyledi mi?” Lider Kurt, yavaşça gözlerini açtı. “Bulacağız merak etmeyin. Bulduğumuzda da, orda olacağız.” Kurt Ata bir an durdu. Başını liderden yana eğdi. “Peki, Berk? Berk Giray ne olacak?” Lider Kurt, yere uzandı. Ön elleri üzerinde göğsünü havaya kaldırdı. Gözlerini karşısındaki ormana dikti. “Tercih onun. İnsanlar bu dünyaya geldiklerinde sandıkları gibi onlara birer hayat biçilmiyor. Herkes, yürüdüğü yolda üzerine giymek istediğini alır. “ Kurt Ata’nın gözleri güldü.

Berk kadar Hançer’e biçilen daha güzel bir kaftan var mıydı? Sanmıyordu.

 

***

Etrafı kaplayan kurt ulumaları arasında bir de yüzlerce askerin sesleri duyuluyordu. Göğsüme kalın koluyla vuran adama karşı dik durmaya çalıştım. Memnuniyetsiz ifadesini görünce öfkelendim ama belli etmedim. O gür sesiyle iliklerimi titreterek bağırdı. “Kolları daha hızlı kaldırıp göğsünde çaprazla evlat! Düşman, senden daha inançlıdır bunu unutma! Sana artığı tekmeyle yere serilmek istemiyorsan ağırlığını ve gücünü doğru kullanmalısın!”

Uruz Bey’in heybetli göğsüne nefes nefese baktım. Üzerimizde hiçbir şey yoktu. Altımızda pantolonlarımız ve ayakkabılarımız vardı. İki kaşımın arasından süzülen ter damlası burnuma değdi ve yere düştü. Başımızın üzerindeki kuzgunlar, kanat seslerini duyalım diye daha aşağıdan uçuyordu sanki. Uruz Bey, arkasındaki askerlerine bakıp komutanlarına emirler dağıtıyor ve sonra yeniden benimle dövüş ve kılıç eğitimine başlıyordu.

O gün, kendime bir söz vermiştim. Ne olursam olayım ama başarısız bir ölü olmayayım! Bunun için bir haftadır deliler gibi talim ediyordum. Güneşin altında kararırken aslında bileylenen bir demirden farkım yoktu. O ışıldarken ben kararıyordum ama aynı amaca hizmet ediyorduk. Bir anda Uruz Bey’in belime bağladığı kayalarla kendimi yere eğilirken buldum.

Beni sırtımdan ittirip yere düşmeme sebep oldu. Ardından o gür sesiyle bağırdı. “Kalk! Kalk ayağa ve savaş! Ayaklarını kırsalar da kalk ve savaş!” Ayaklarım titrerken ellerimle yerden destek alıyordum. Belim hiç bu kadar acımamıştı. Dişlerimi sıkarak bağırdığımda bana gülmeye başladı. Arımızda talim eden askerlere baktığımda hepsi benimle gurur duyarcasına gülümsüyordu.

“Ölümlerin de gülüşlerin de sebebi olan olmak hayatın bir parçası, Berk!” Aklımdan geçen düşüncelerimin ardından derin bir enfes aldım ve yürümeye başladım. Uruz Bey bana çelme takmaya çalışıyordu. Ama durmadım, dereye geldiğimde çağlayan derenin sularına ikinci kere bakmadım. Çünkü, korku düşünmeyi engellerdi. Su, solundan solumdan beni itip sendeletirken kendimi suya bırakmakla bırakmamak arasında gidip geliyordum.

Ama pes etmeyi aklımdan geçirmekle pes etmenin aynı şey olduğunu günlerdir aldığım derslerden sonra öğrenmiştim. Gökte uçanı yerde av yapmak, kan akıtanı kanda yüzdürmek ahtımdı artık. Ayaklarım suyun dibine daha çok batarken son gücümle kendimi karşıya attım. Arkamdan gelen ıslık sesleri ve bağrışmalarla oraya döndüm.

Muhafız Uruz, benimle gurur duyuyordu. Belimdeki ipi kestim ve karşıya geçtim. Uruz’un verdiği bezle kurulanırken Yağmur Ata geldi. Uruz ona bakıp askerlerin yanına döndü. Ne olduğunu anlamama kalmadan, “Sana bir haberimiz var.” Dedi. İçimden her şey geçti ama bu asla geçmemişti.

 

***

Altı gün sonra

Atlara bildiğimizden nereye gideceğimizi bana söylememişti. Tek dediği şuydu. “Seni çok sevindirecek bir yere götüreceğim. “ Başımı sallayıp kabul etmiştim. Şimdi, günlerce ayarladığı her neyse beni oraya götürüyordu. Sevineceğim ne varsa artık meraktan görmek istiyordum. Yağmur Ata, atına binip ardımıza baktı. Askerlerimiz bizimle beraberdi ve hepsi sadık birer Girayhan askeriydi. Babamın pis işlerinden uzak nadir askerlerden.

Atabey’im başını sallayıp iplerini şaklatarak ileriye atıldı. Uzun bir yolu dört bala koşturduk. Sarp yokuşa davranınca o kadar ilerledik ki atımın sıcağından ben terlemeye başlamıştım. Alnımı silip Atabey’ime baktım. Hala en önde, sarsılmayan duruşuyla ilerliyordu. Nihayet düzlüğe geçtiğimizde çevremiz attaki boyumuz kadar otlar ve sarmaşıklarla doldu.

Atabey’im attan inip ilerlemeye başlayınca biz de onun gibi inip yürümeye başladık. Nereye ve niçin geldiğimizi bilmemek beni öylesine geriyordu ki! Ormanın içinden geçerken yüzüme gelen otları boşta kalan elimle uzaklaştırıyordum. Beygirimin yularını elime bir kere daha doladım. “Umarım, sevinirim Atabey’im. “ Bana bakmadı. Cevap vermesini beklemedim zaten. Ama aklıma bana gerçekten cevap vermesi gereken bir soru geldi.

“Neden, neden bu başımıza geldi? Basit bir taht savaşında bunlar olur mu ki?” Yuları saha çok sıktım ve kaldığım yerden konuşmama devam ettim. “Neden Kılıç Giray, amcamı öldürmeyip esir etsin ki? En büyük amacı onu öldürmek değil miydi? Yalan söylemediğini nerden biliyoruz?” sesim git gide kısıldı. Atabey’im en önde başını belli belirsiz salladı.

”Onun şeytani aklında her ne geçiyorsa amacı hala sağ kalanları dize getirmek. Mesela sen ve Hançer'i?” Bizi de öldürmek için amcamı yem yapmak istemesi... Arafta bırakılmak... İçime oturan kasvetin rengi siyahtı. Kapkaraydı hatta. Yuları elimde hunharca sıktım. “Peki Kurt Ata, o günden beri ne yapıyor Atabey’im? Neden bizimle çok az birlikte?”

“Kurt’un adamlarının içeriye girmesi hiç kolay olmadı. Bu süreçte başlarında durması gereken bir sürü asker vardı. Hala yıkılmadığımızın bir göstergesi bu! Ve nihayet başardı. İçlerine bir sürü adam soktu. İçlerinden en şanslısı, Kılıç’a şarap sunan bir köle oldu. “ Kaşlarım öfkeyle çatıldı. En şanslısı bir köleyse o sarayda olanlara aklım ermiyordu.

Kendi düşüncelerime dalmıştım ki, “Berk!” dediğinde hızla başımı ona çevirdim. Bana hayatımdaki en önemli bilgiyi verircesine baktı ve yüzüne gelen otları kılıcı ile keserek ilerlemeye devam etti. “Börü’nün bizlere verdiği mektuplar vardı, hatırlıyor musun?” zihnim eskilere gittiğinde amcamın herkesi karşısına topladığı o ana gittim.

Masada açık duran mektuplar sizlere teker teker yazdığım mektuplar. Bunları alın.” Herkes birer mektup alırken Alemdar Bey’e henüz yazdığı mektubu işaret etti. “Onu da sen al. Eğer ben olmazsam bununla avunsun.” Alemdar Bey, derin bir gülüşle mektubu katlayıp göğsüne koydu.

(...)

Gözleri yere odaklandı. “ Çok şey kaybedeceğiz... İhanetin dibini kazıyacağım ya galibiyetle ya da mağlubiyetle. Bu yüzden hepiniz bana güvenin. Olur da başarısız olurum, beni geride bırakın. Kapana kısılan biziz ama kanat takıp burdan uçacak olanları tahmin edemezler(...)”

 

Başımı sallayarak Atabey’imi onayladım. O mektuplar, hepimizin elindeydi. Ondan kalan son şeye sahip çıkabilmiştik... Beygirim bir kişneme bıraktığında öfkeli bir “şşşt!” sesi çıkardım. Şimdi o mektuplarda yazanlar hem bir yenilginin hem de bir vedanın ta kendisiydi... “ Bu mektupları bir hayli merak etmiştim. Senin mektubunda ne yazıyor Atabey’im?” diye sordum. Yüzüme konan sinekleri def ettikten sonra yeniden onun sırtına bakışlarımı diktim.

Derin bir nefes aldı, ardından yüzüme kısa bir an bakıp önüne döndü. “ Eğer Börü Giray esir düşerse onu Uruz’a ve sana bıraktığı özel orduyla kurtarmamız şeklinde. Eğer olur da başarırsak hemen ardından, Adar’ın oğlunu Altuğ’u kaçırıp yanımıza almamız. Bu başarılı olan kız kardeş ve Kılıç’ın öfkesini kazanacağımız bir hamle olur. Altuğ’u sizin yanınıza bıraktıktan sonra en kısa sürede İpek yolu üzerindeki Yakut Hanlığı’na en yakın kalede toplanacağız. Ve savaşımız, Börü Giray ile yeniden şekillenecekti. Bu elbette zaferdi...”

Gözlerim acıyla yanarken susmak zorunda kaldım. Hançer’den ayrılmıştım, ailem ölmüştü ve amcam esirdi. Bunları kaldırmak benim için her geçen gün biraz daha zorlaşıyordu. Ama bu zafer planının ardından bir de yenilgi planı vardı. Tüm gücümü toplayıp anlatacağı planı dinlemeye koyuldum.

Atabey’im, derin ve kederli bir nefes bıraktı. Ardından yavaşlamaya başladı. Ona yetiştiğimde anlatmaya başladı. “Ve yenilgi alırsak, ne olursa olsun Hançer’i koruyacaktık... Sizi güvenli bir şekilde saraydan kaçıracak ve izimizi kaybettirecektik. Eğer çok sıkışırsak da Uyguri Madenlerine sığınmamızı istemişti. Uzun yıllar, saklanmamız için bize yardım edecek Sarımsak adında bir eski dostu varmış. Onunla konuşmuş anlaşmış, bizi her an bekleyeceğini söylemiş.” Nefesi kesilir gibi oldu.

Ama ben hala aklımdaki boşlukları doldurmaya çalışıyordum. Biz Sarımsak diye birini tanımıyorduk. Bir an sonra devam etti. “Eğer, tüm hanedan ölürse, toplu bir mezarlık yapılmasını istedi. Bu bizlere son vasiyetiydi... Ve son satırlarında üzgün olduğunu, dünya üstünde dostunun kalmadığını ve sizi yaşatmak için yapabilecek hiçbir şeyinin kalmadığını yazmış...” Kaşlarımı çalarken ellerim yumruk olmuştu. Ben henüz kendi mektubumu okumamışken bana neler söylediğini bilmeden ordan oraya savruluyordum...

Amcam, Börü Giray böylesine kuvvetli bir komutanken bize böyle bir şey demezdi. Bu çok saçmaydı! “Bunu onun yazdığına emin misin Atabey’im? Bunu küçük bir çocuk yazmış gibi?” Beygirin boynunu sıkarken bir yandan anlamaya çalışıyordum. “Bu olanlara baktığımda biz kötü sonu yaşıyoruz ve ailemin mezarı bile yok! Onlara ne yaptığını dahi bilmiyorum! Amcam nerde tutsak ve Hançer nerede!” Aklımı kaçırmama çok az kalmıştı.

Gözlerim kocaman olup kucağıma düşecek gibi olunca bir anda Atabey’imin kısık gülüşünü duymamla şaşkın bir şekilde ona döndüm. Ama o bana yine bir şey demedi ve omzuma iftihar edermiş gibi üst üste vurdu. Gülüşünde, nihayet istediği birine dönüşmüşüm gibi bir rahatlama vardı. “Aramıza hoş geldin Berk Giray!” dedi ve eliyle önünü işaret etti. İleriye doğru adımladığımda buranın bir kamp alanı olduğunu gördüm. Arkamdan sesini duydum. “İntikamını alacağın cehenneme hoş geldin!” Her tarafta Girayhan askerleri vardı! Tek bir farkla: Onların rozetleri yoktu. Hepsi babamın tarafındaydı.

Ona döndüğümde başını sertçe aşağı yukarı salladı. O anda onu en olmayacak kişiye benzettim. Hançer’e... “Burası...” cümlemi tamamlamaya kalmadan o her şeyi anlattı. “Kılıç, amcanı ve aileni buraya getirmiş. Aileni mumyalamış ama Börü Giray, kazıklara bağlı şekilde işkence görüyormuş. Kılıç, nedense onları daha fazla sarayda tutmak istememiş... Oradan buraya getirilmişler. Ama henüz kimseyi gömmemişler.” Aklıma amcam gelince gözlerine beklentiyle baktım. “Ya amcam, o peki nasıl?”

Gözlerine çöken kederle yutkundu. “Her gün burnunun ucundan bir damla zehir damlatılıyormuş... Sarayda da Kılıç onunla konuşarak işkence edermiş ama burada bu söz konusu olmamış...“ sözlerini daha fazla duymama gerek yoktu. Düşmanlarım ve ailem buradaydı! Koşmak üzereyken beni durdurması ile sesimin yüksek çıkıp çıkmadığını umursamadım ve bağırdım. “Bırak beni! Hepsinden öcümü alacağım!” Yağmur Ata beni hızla susturdu ve azarladı. ”Her şeyi hal yoluna koymaya çalışıyoruz ama sen bu kafayla gidersen yarını görmeyecek öleceksin!”

Kolumu hırsla elinden kurtardım. “Peki siz şuanda ne yapıyorsunuz!” Beni umursamayarak karşısına bakmaya devam etti. Az sonra kaşları ile ileriyi ağaçların arasından süzülerek gelenleri işaret etti. “Uruz ve Kurt’un emrindekiler harekete geçti bile. Sana bir de armağanımız var. “ Atabey’ime kim ve ne diyemeden bir ses duydum. Tüm sesleri başlatan asli sesi...

Gergin yayın serbest kalmasıyla duyduğum okun vızıltısı meydanda nöbet tutan insan azmalarından birinin kafasına hızla saplandı. Ağzım sulanırken kalbim gümbür gümbür attı . Meydan bir anda karışmasıyla Uruz Bey’in, “Yüce Kağan’ımız adına, intikam!” sesiyle ürperip kendime geldim. Ne ile karşılaşırsak karşılaşalım bugün zaferi elde etmeden gidemezdim!

Kılıcımı kınından tiz bir sesle çekerek beygirimin ipini hızlıca bıraktım. Her taraftan gelen yüzlerce asker kampa hücum ederken benim onlardan geri kalır yanım yoktu. Bana ilk dövüşmeyi ağabeyim öğretmişti. O dönemlerde amcamdan çekinirdim ama o çekinmezdi. Önce o öğrendi, ona imrendim daha sonra ben öğrendim ve imrenilecek kadar başarılı olmaya ant içtim.

Ama bugün korkuyordum. Bir kılıç yahut ok bir şekilde beni öldürürse de bu yolculuk yarım kalırsa diye korkuyordum... Oklardan kaçarken bir kılıcı havada karşılarken düşmanımın ayağına tekme atıp yere diz çökmesine sağladım. Boğazına vurduğum kılıcımın ucu kan olmuştu. Bana, Uldız’ı hatırlatan kandan dolayı midem bulandı ama bugün hepsini yeniden kucaklayacağım gündü, direnmeliydim...

Kendi etrafımda dönüp kılıcını arkamdan gelen kişiye karşı savurdum. Yalnız değildi, sol tarafımdan gelen kılıçla geriye sektim. İlk saldıran başıma doğru bir hamle yaparken başımı geriye attım. Tam o esnada göz ucuyla diğerinin bana saldırdığı gördüm ve tüm bedenimi geriye atıp ters takla attım. Karşı karşıya yeniden geldiğimizde kılıçtan evvel yumruk savurmasını ancak gülerek karşılayabilmiştim. Ayağımı kaldırıp eline vurdum ve kılıcımla elini kestim.

Kan yüzüme gözüme sıçrarken birincinin yumruk atan elinden kurtuldum derken uzunca bir süre o ve ona yardıma gelen birkaç kişiyle daha vuruştum. Dermanım tükenirken başka birinin bana saldırdığını gördüm ve göğüs göğse çarpıştığım adama son kozunu oynayıp sert bir kafa attım.

Yeni gelen kişiye döndüğümde bocaladım. Bocalama sebebim gözlerinin rengiydi... Hançer’in gözleri gibi elaydı. Toprağın rengini, gökyüzünün mavisini ve masumiyetin parıltısını gördüm yabancı birinin gözünde... O neredeydi, nasıldı bunların hiç birini ne biliyordum ne de sormuştum. İçime oturan pişmanlık hissiyle boğazım düğümlendi.

Ben, cidden onu unutmuş muydum? Adam bana sert bir kafa attığında nefesim kesildi. Gözlerimin önünde şimşekler çaktı. İçimdeki keder yerini korurken adamın tekmesinden yuvarlanarak kaçtım. Ayağa kalkarken gözlerim eskisi kadar iyi görmüyordu. Ama pes edemezdim. Pes etmeyi aklımdan geçiremezdim! Amcam ben ve Hançer için bunu yapacaktım!

Ailem, ölü dahi olsa buradaydı. Amcam burdaydı ve benim onu kızıyla kavuşturmam gerekiyordu... Hançer önce annesiz kalmıştı şimdi de babasız kalmamalıydı... Düşmanım bana doğru atılmıştı ki bir ok hızla boğazından geçti ve yere düştü. Yüzüme sıçrayan kanı sildiğim vakit önüme yığılan cesedinin açtığı boşluktan onu gördüm.

Kuzey Ragnar’ı.... O soğuk Kral, burda ne arıyordu? Neden benim savaşımda benim tarafımdaydı ki? Tepenin üstünden aşağıya doğru koşuşunu bir hayal gibi izledim. Simsiyah giyinmişti. Simsiyah saçları dalga dalga yayılıyordu. Güçlü ve genç elleri, soğuk ama yorgun yüzüyle tezattı. Yaşlı ama genç gibiydi... Kuzey Ragnar tam bir karmaşaydı... Ona o kadar odaklanmıştım ki sırtıma vurulan dirsekle dizlerim titreyip yere değmek için hareket edince kılıcımı yere sapladım.

Nefesim kesilince arkama dönememiştim bile. O an, Ragnar önüne çıkanları keserken benimle göz göze geldi. Bakışlarında bana acıyan bir yer vardı ama öfkeyle elini bıçaklarına atıp arkamdakini anında öldürdü. Göğsüne derin nefesler çekerken biri ona arkasından sinsice yanaşmaya başladı. Tam o esnada kendimi onu kurtarmak için atılırken buldum.

Zırhımın kolluğuna sakladığım küçük bıçağı ona doğru hamle etmek üzere olan adamın tam alnının ortasına fırlattım. O da Hançer’i kavga ederken durdurmuş her şeyin daha kötü olmasını engellemişti... Bunu bir kral olduğu için mi yapmıştım? Bunu yapışım sevdiğim insana bir iz bırakmasıyla mı alakalıydı? Kocaman açtığı gözleri bana minnetle baktı. Çenesini havaya kaldırdı, soğuyan bakışlarını etrafa çevirip çadırların olduğu alana doğru koşmaya başladı. Önüme dönüp kılıcımı havaya kaldırdım.

Gözlerim çevremi ararken Yağmur Ata’nın Uruz Bey ile etrafa bakındığını gördüm. Onlara doğru adımladığımda beni gördüler ve gelmem için bağırdılar. Askerlerin fışkıran kanları arasından, inlemelerine kulak tıkayarak aylardır dilediğim gibi yürüyordum. İntikamımızı almış olmanın guruyla dimdik yürüyordum.

 

***

Hayatımda bundan daha fazla kan dökemem diyordum. Ama hayat şaşırtırdı. Savaş kan ve gözyaşı ile bittiği vakit aldığım nefes nefes değildi, kandı. Güç bela kendimi ayağa kaldırdığım vakit beni en çok kederin yorduğunu fark ettim. Adımlarım, herkesin usul usul toplandığı çadıra doğru yöneldi.

Çadırın örtüsünü açtığım vakit içeriden bağrışmalar duyuluyordu. Gözlerim havasız kalmış, kan kokusuyla ağırlaşmış kirli çadırı süzdü. Yerlerde bir hayvan eşelenmiş gibiydi. Birbirine çakılan tahtaların çoğunda kırıklıklar ve kan vardı. İşkence için kullandıkları tüm aletler kanla kaplanmış pis bir koku yapmıştı.

Boğazım dolarken bu sefer aldığım kokuyla ağlamak istedim. Az ötede tek sıra halinde dizilmiş, üstlerine kan sıçramış üç tabut vardı. Uzun kısa üç tabut... Bir damla göz yaşı aktı gözümden. “Anne...” bir adım attım. Bir damla göz yaşı daha döküldü gözümden. “Ağabey...” bir adım daha attım. Son göz yaşı dökülünce gözümden, “Uldız...” dedim ama hiçbiri duymadı... Hayat mücadelem o anda son bulmuştu sanki... Bu sefer dizlerim beni gerçekten taşıyamadı.

Birkaç adım alabilmiş ve önlerinde dizlerim üstüne çökmüştüm... Onları mücadele ederken görmüştüm, gülerken, ağlarken, sevinirken ve hatta ölürken... Ama, onları bir tabutun içinde kara toprağın altına girmek için hazır beklerken hiç görmemiştim... Ben, ben buna hazır mıydım? Gözlerimin önünü kapatan yaşlar onların tabutunu gizlemek ve hatta hiç olmamış gibi saklamak istedi ama gerçekleri gözlerim bile yok edemedi... Elim, kalbime gitti. Hepsinin kanlar içinde yere yıkılışını, acı çekişlerini unutamıyordum. Kime en önce sarılmalıydım? Kimin adını anıp ağlamalıydım şimdi? Kalbim hangisine daha çok üzülüyordu?

Omzuma konan elle başımı çaresizce o tarafa çevirdim. Görmeyi beklediğim kişi Ragnar değildi. Ne ara benimle bu kadar yakın olmuştu? Onunla hiç konuşmuşluğum yoktu. Gözlerinde gördüğüm yaşlar bana kendime bakıyormuşum hissi yaşattı. Kan çanağı gibi gözleri vardı. Dudaklarını birbirine bastırmış çenesini sıkıyordu. Onu incelemeyi bıraktım ve içimi yakan o soruyu sordum.

“Şimdi ben ne yapacağım?” Gözlerini yumarak başını öne eğdi. Elini yumruk yaparak şakağına dayadı. Gözlerimden yaşlar süzülürken o en az benim kadar dağılıyordu. Nihayet başını iki yana salladı. Sesi sanki Kara Orman'ın içinden çıkıyordu, öyle koyu ve kötü.... “ Eğer, ailenin intikamını alamadan öl seni mezarından çıkarıp bir kere daha ben öldürürüm!” Bakışlarını sertçe yüzüme çevirdi. Gözlerini sertçe sildi. “Şimdi, onları gömeceğin yere götür ve acını sonsuza dek içinde yaşa. Giden gittiği gün biter, sonsuza kadar bu acıyı sırtında taşıyamazsın. “ Ayrılık nedir haberi var mıydı ki? Ya da sonsuza değin kavuşamayanlara olan hasreti bilir miydi?

Kaşlarım hızla çatıldığında bağırdım. “Bana sonsuz, deme! Bana yalnız kalacağımı hatırlatma!” gözlerimden deli gibi yaşlar akarken kendimi daha fazla tutamadığım hissettim. “Senin için, sizin için hayat kolay çünkü sizin aileniz ölmedi! Benim ailem öldü! Bana akıl vermeyin!” Ragnar’ın ifadesi daha kötü bir hal aldı. Bana karşılık daha yüksek bir sesle bağırdı ve yakama yapıştı.

“Etrafına dön bir bak! Hançer’den başka kimin kaldı ha! Gerçeklerle yüzleşmek zordur ama üstesinden gelinmeyecek kadar değil! Silkelen ve kendine gel!” Beni geriye doğru savurduğunda elim Uldız’ın tabutuna çarptı. Sanki ona vurmuşum gibi kötü hissettim. Elim yumruk olurken dik dik gözlerine bakıyordum. Göz yaşlarım tahtaya damlarken içeriye giren Uruz’un askerleri, herkesi dışarıya çıkardı.

Ragnar yeniden yanıma geldi ve elini uzattı. Eline baktım. Kan doluydu. Ama benim için akıttığı kanlar vardı. Yumruk olan elimi kaldırıp elini tuttum. Beni kendine çektiğinde en azından yanımda olması bile büyük bir destek diye düşündüm. Omzuma pat pat vurdu. “Benim sana söyleyeceğim tek şey az önce sarf ettiğim sözler. Acını yaşa ama sen de ölme. Acı en çabuk ölüm yöntemi. Bunu hiç, unutma...”

Arkalarından öylece bakarken, dünyanın sonuna doğmuşum gibi yapayalnız kaldım. Artık, sonsuz yoktu. Öleceğim günler, sonlansın diye bekleyeceğim geceler vardı...

 

***

Kılıç Giray, derin bir sessizliğe gömülmüş olsa da aklından hiç çıkmayan tek bir sesle sağır oluyordu. “Ş-şimdi s-son kez babalık yapacağım!” Vicdanına bugüne değin bir kez bile kulak vermemişti. Şimdi ise kulağı ona yapışmış gibiydi. Adar, köşede ağzı yüzü kan içerisinde ağabeyine bakıyordu. Korkuyordu konuşmaya ama konuşursa bu sefer ya evladını öldürecekti ya da kendisini.

Az sonra kapının ardından kavga gürültü yükseldi. Ama Kılıç Giray bugünü hiç böyle hayal etmemişti ki? Ağabeyiyle yüzleşirken bile böyle hissetmemişti. O anları hatırlarken yine sırtında büyük bir güç hissetti.

“Sonunda seninle karşılıklı iki çift laf edebileceğiz ağabey?” Börü Giray ona asla bakmadı. Boynu da çok kötüydü. Canı yanıyordu ama kızını ve karısını hayal etmek acılarına şifa oluyordu. Kılıç, bu umursamaz hallerine daha da sinir olurken öfkeyle elini Börü’nün çenesine attı. Var gücüyle sıktığı ağızdan kanlar gelmesine rağmen abisinin sesi çıkmıyordu ya kuduruyordu!

“Konuş! Sırtını yere getirdim konuş! Benden canını dilen! Dilensene!” Börü Giray ağzından kanla beraber akan tükürüğüne rağmen gülümsedi. Başını iki yana sallaması bile öfkeden delirmesine yetiyordu konuşsa neler olurdu kim bilir? Kılıç, çenesine ağır bir yumruk atıp geri çekildi. Sırtında hissettiği güç ile omuzlarını dikleştirdi.

Börü, yere kan tükürdüğünde canı yanıyordu. Ona neler oluyordu böyle? Başını kaldırdığında karşısında dimdik duran kardeşine baktı. Dili de uyuşmuş muydu? Sırf merakından konuştu. “Bana ne verdin?” Kılıç canice bir gülüşle ellerini belinde bağladı. Başını yana eğip fısıldadı. “Sana bir daha yaşayamayacağın her şeyi verdim. “ Börü’nün ağzından bir inleme kaçtı. Ağzı gittikçe ağırlaşıyordu.

Ama Kılıç’ın sarf ettiği sözler canını daha çok yaktı. “Karını çok severdin değil mi? Ama benim olmayan şey senin de olamaz abi, bunu unuttun. Kızını da öldüreceğim. Ayçiçek’in zevkle içtiği şerbetin aynısını ona da içireceğimden hiç şüphen olmasın.” Börü’nün gözlerinin ilk defa kızardığını görünce zevkle kahkaha attı. Daha çok yüzüne yaklaştı. “Hiç arkamda kız kardeşlerim var diye düşünme Börü. İnan bana onlar da benim kadar onu sevmiyor ölmenize tek kelam etmezler.”

Börü’nün gözleri Adar’a değdi. Adar öyle perişan öyle pişmandı ki... Savaş esnasında ordan kaçtıkları için beraber işkence çekiyorlardı. Ama ne işkence... Kılıç’ta baktığı yere baktı. Kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzdü. “O kız kardeşini kastetmedim ağabey. Hani, babamızın uzaklara gelin verdiği kız kardeşlerimiz var ya? Onlar bana hesap değil sormak gelip elimi öperler!”

Börü daha fazla duyamıyordu. Kalbi yerinden sökülüyormuş gibi ağrı çekiyordu. Bağırmak için ağzını can havliyle açtıysa da sesini bulamadı ve başı emrine itaatsizlik edip geriye düştü. Bedeni kaskatı kesilmiş gibiydi. Kılıç kahkaha atarken Adar çığlık atıyordu.

Gözlerini daldığı yerden kaldırıp başını iki yana salladı. Askerlerinden biri kapıyı çalıp içeri girdi. “Efendimiz, Adar’ın kocası geldi. “ Kılıç elini kaldırıp parmaklarını birleştirdi. “O rezil herifi atın burdan. O oğlanı da kendisini de öldürse iyi eder.” Asker hızla selam verip çıktı ve gürültü sona erdi. Adar içli içli ağlarken Onun için yeni bir şey aklına geldi. Askeri çağırdı. “Buyurun efendim!” Adar’ı gösterdi. Sinsi gülüşü kız kardeşinin üstünde gezindi. “Onu al ve kocasına ver. Bizden de adamlar başlarında beklesin. Bu kadını da oğlunu da öldürmesini söyle. Belki böyle affederim onu kim bilir?” dediğinde Adar’ın çığlıkları tüm sarayı inletiyordu.

Paldır küldür at arabasına bindirildiğinde karşısında kocasını gördü. Ağlayarak ayaklarının dibine yığıldı. Kan ve göz yaşı eşliğinde ona yalvarmaktan gocunmadı Giray kanı taşıyan kadın. “Yalvarırım! Sevgilim yalvarırım oyununa gelme! Bizi, ailenin öldürmek mi istersin yoksa bir arada mutlu bir hayat yaşamak için kaçmayı mı?” Ama kocasından ne ses ne de seda alabilmişti...

İçten bir hesap yapıyordu adam. Öyle ki Adar buna inanamadı. Hayretle durdu. “Sen ne diye susuyorsun? Yapacaksın... Bana, biricik aşkına kıyacaksın... Altuğ’a kıyacaksın!” Adamın çenesi semsert oldu. Elini kadının saçlarına götürdü. Karanlığın bulaştığı sesiyle kadını oracıkta ruhen öldürdü.

“Senin gibi lanet bir kadını sevmekle en büyük hatayı yaptım. Kabul ediyorum ama,” Derin bir nefes alıp saçlarını çekti. “Bu kadar boka batacağımı bilseydim ne seni severdim ne de bu kapıya gelirdim!”

O anda Kara Orman’ın yangınına giden bu at arabasının arkasından bakan Kılıç Giray, askerine yeniden emir verdi. “Börü Giray’ı ve ölüleri alıp eski bataklığa götürün. “ asker hızla giderken içindeki vicdan azabı azalmak yerine daha da çoğalmıştı. Ellerini başına koyduğunda içindeki o ses tüm tüylerini ürpertti. Hatta o sese hak bile verdi. “Senin en büyük düşmanın Kutlu Giray’dı. Berk Giray bir hiç Kılıç. Bir hiçten hiçlik doğar. Sen, farkında olmadan en büyük düşmanını öldürdün...”

 

***

Ölüm, uyanıştı. Bunu şüphesiz en iyi Ragnar bilirdi. Buzların altında bir sürü ceset bulurdu. Ve bunları diriltecek, yeniden nefes almasını sağlayacak şey Gök Tanrı’nın ilahi nefesiydi... O nefesten mahrum olmak kadar kötü ne olabilirdi ki? Ragnar, gözlerinden damlayan yaşları gizleyerek dışarıya çıkmıştı. Harcında ölüm olan toprakların yası da bu kadar olurdu zaten... Berk burda olmasına hala şaşırıyorsa kendi kendine on kere şaşırabilirdi. Gidecekti oysaki. Veliaht Töreni’nden sonra henüz bir günlük yolu vardı.

Sarayda bıraktığı birkaç kıdemli askeri meydana gelen bu darbeyi kendisine haber edince aklına ilk gelen kişi Berk Giray olmuştu. Herkese yalan söylemeye çalışan, Hançer’e bakıcılık yapan o genç ve fedakar adam... Ta uzaklardan bile görünecek o bakışları, nasıl da Hançer Giray için endişeyle kararıyordu... Küçük kız için endişe etmediğini bir kez daha tekrar etti içinden zira babasının onu ne denli muhafaza edeceğini biliyordu.

Bugün burda yatan bir beden olmaması açıktı. Ama aynı şey bu genç adam ve ailesi için geçerli değildi... Adaleti düşünmeyecekti! Yumruğunu sıkıp şakağına dayadı. O gün, nefes almak kadar hızlı bir şekilde düşünmüş ve askerlerini geri çevirip Girayhan’a geçmişti. Saray kan gölüne dönmüşken, herkes canını kurtarmanın derdindeyken yapacağı en mantıklı şey olan Kurucu Oba’ya atını sürmekti.

Henüz, oba sınırlarına girmişti ki Kurt Ata ile karşılaşmış ve gerçekleri ondan dinlemişti. O gün Ragnar ilk defa bir karar verdi ve başına ne gelebileceğini gözlemlemek için burda kaldı. Bugünse burda henüz tanıdığı genç adam ve ailesine göz yaşı dökerken kendi kendine ağladığını gizleyemiyordu. O, kimsesizliği ve ortada kalmak nediri çok iyi bilirdi...

Askerler tabutları taşırken , geride yıkılan Berk’in gözlerine bakmamak için Ataların yanına, çadırın diğer bölmesine geçti. Geçtiği anda kolları çarmıha gerilmiş, her tarafı kan içinde kalan Börü Giray’ın baygın bedenini gördü. Atalar, Börü’nün yaralarına bakarken havada aldığı zehir kokusu ile sertçe bağırdı. “Durun!” Hepsi dönüp ona baktığında çadırdan içeri Berk’in girdiğini görmedi.

Yüzü mosmor olan Börü’nün burnu adeta yakılmış gibiydi. Gördüğü şeyle panikle yine bağırdı. “Uzak durun! Geri çekilin!” Yağmur Ata geri çekilirken kaşlarını da çatmakta gecikmemişti. Aksi bir sesle sordu. “Ne oluyor Kral Ragnar! Bize de söyle de bilelim.” Ragnar, daha yakından Börü’ye baktığında sesine yüklenen kederle çarmıha gerilen zavallı bedenden uzaklaştı. “Ona her gün, azar azar zehir vermişler. Bedeni sakat bırakmak için kullanılan bir zehir bu. Dokunanın derisine işler. “

Berk, etrafına hızla baktı. “Ama geç kalındı...” Amcası için içinde büyüyen korku her tarafını sarmıştı. Hançer’e ne diyecekti? Öldü mü diyecekti? Koruyamadım mı diyecekti?! Elleri titremeye başladı. “Ama yaşayacak değil mi? Bir şansımız yok mu!” Bağırırken aklından geçen, Hançer’in babasının ölümüne dayanamayacağı gerçeğiydi. Bir ölüm daha mı olacaktı? Ama bu sefer bu ölüm en büyüğü olurdu! Başını şiddetle iki yana salladı.

“Ragnar, yalvarırım onu kurtaralım! Lütfen...” Sona doğru kısılan sesiyle Ragnar başını iki yana salladı. “Geç kaldık, bundan sonra ona ne ilaç verirsek verelim işe yaramaz. “ Bu tür zehirler, lanetle harmanlandığı için neredeyse bir kör düğümdü. Berk bumu bilmiyordu ama bilseydi ortalığı ateşe verirdi. Kurt Ata, adeta donup kalmış gibiydi. Ne diyeceğini bilemez bir halde elleri öne meyilli bir şekilde düşünmeye başladı.

Geçen gün dostu Alemdar’ın yanındayken sarf ettiği cümleleri düşündü. Her şeyi Hançer’den şimdilik saklıyorlardı. Kurucu Oba’yı ve Hançer’i belalardan uzak tutması için, bir delilik yapmasına karşın onu olan bitenden uzak tutmaları gerekiyordu.

Ama bunca çabanın ve yalanın boşa gidecek olması ihtimali bile ürkünçtü. Ve Hançer hakkında bastırılan gerçekler bu kadar ciddiyken başarısızlık diye bir şey olamazdı! İçinde büyüyen hisler Berk’in göğsüne delmek üzereydi. Ragnar’a doğru döndü ve dudakları titreyerek bağırdı. “Onu burda asla bırakmayız! Onu ailesi için, yaşayan tek ailesi için yaşatmalıyız... Şayet, Yüce Kağan’ımız ölürse ona kudretli bir mezar yapmadan ölmek bize yasaktır! Zehre bir çözüm düşün...“

Berk , ruhuna ve aklına ağır gelen hakikatlerden dolayı dizleri üstüne çökmüştü. Bu dünyada ona güvenen tek adamı da kaybetmişti. Bu dünyada sahip olduğu tek ailesini de kaybetmişti... Artık ne ailesi ne de amcası vardı... Sadece ona düşman, canını almak için vakit kollayan zalim bir babası vardı... Ragnar, kan ağlayan bir ifadeyle geri çekilip başını yere eğdi. Ailesizlik demekse en doğru isim Kuzey Ragnar’ın ta kendisiydi.

Teselli vermek isteyip de veremeyenlere özgü kısık ama güç vermeyi arzularcasına da hiddetliydi sesi. “Ağlamanın sırası değil! Ölüm bizler için bir son olsada onlar gökyüzünde yaşamaya devam edecekler. Bu yüzden hepiniz ayağa kalkıp devam etmelisiniz. Baban seni öldürmek için adam topladı. Hançer için defalarca kez kumpas kurdu. Her birinizi bir dağa fırlattı! Sizi sevdiklerinizi öldürerek öldürdü. Kalkın, bugün yapacaklarımız bitmedi!”

Ragnar aklında tasarladıklarını Atalara anlatmak için önce Börü Giray’ın bedenini bezlerle tutup askerlerin yaptığı arabaya taşımalarını bekledi. Uzun heybetli bedeni taşınırken adamlar zorlanıyordu. Kim bilir ona ne işkenceler çektirmişlerdi... Herkes acıyla karışık bir hüzünle tabutları ve Börü Giray’ı yerine yerleştirdi.

Nihayet burayla son bağlarını da kopardıktan sonra Ragnar, düz adım atmakta zorlanan Berk’in omuzlarını kavradı. Gözlerini kızaran gözlere dikti. “Yıkılamazsın Aslan Muhafız! Kalk ayağa ve savaş! Her şey henüz bitmiş sayılmaz, intikam almadan hiçbir şey son bulmaz.” Berk Giray içinde depremler yaratan sözlerinin ardından gözlerini sertçe sildi. Yere sapladığı kılıcını çekip kınına koydu.

Ragnar, onun arkasında olduğunu göstermek için sırtına dostça vurdu. Berk, bunu adım atmak için bir işaret kabul etti. Pis çadırdan çıktığı vakit gözlerinin önünde veda etmek üzere olduğu ailesini buldu. Yumruklarını avuçlarına batan tırnaklarına rağmen sıktı. Çenesini sıktı ve selam durdu.

Ölmemiş ama ölmekten beter haldeki Kağan amcasına, onu hayata getiren ve ne olursa olsun güzel bir annelik yapan Ergün Hatun’a, kendisine hep babalık yapan, gölgesini üzerinde hep hissedeceği ağabeyi Kutlu Giray’a ve son olarak hayatının masumiyet timsali kız kardeşi Uldız Giray’a bir “Muhafız” gibi selam durdu.

Ragnar titreyen ellerini ve yalnızlıktan üşüyen ruhunu saklamak için en evvel selam duranlardan oldu. Ondan sonra Atalar ve tüm askerler bir bir selam verdiler. Berk Giray, acısını da umudunu da toprağın altına gömdü. Yanında duran dört adam buna şahit oldu. Hepsinin topraklarını avcuna alıp öptü, vedasını onlar için yaptıkları mezarlıkta yaptı.

 

***

Her ne kadar bu hikaye Berk Giray’ın olsa da Ragnar, ruhunu onda görmekten kendini alamıyordu. Kendisinin mücadelesinde ona destek olan kimse olmamıştı bu da gelecek için umutsuz olmasını sağlıyordu. Ama aynı şeyi Berk için düşünmüyordu zira o, her şeye rağmen hanedanına yaraşan bir yiğitlikte ailesini defnetmişti. Döktüğü her gözyaşını kederle izlemiş ve sabırla beklemişti. Uzunca bir süre onun sakinleşmesini beklemiş ve daha sonra da topraklarına dönme zamanının geldiğine hükmederek hareketlenmişti.

Askerleri ile mezarlığı terk ettiği vakit, Kuzey sarayına dair ne varsa söktürmüştü. Her tarafta onu tanıyan insanlar olacaktı. Riske girmek istememişti. En son istediği şey devletinin içinde olmadığı bir darbe ile anılmasıydı. Atlılarıyla henüz çok yol gitmemişti ki arkalarından bir atlı onlara doğru geldi.

Gelen kişi Kurt Ata’nın ta kendisiydi. Ragnar, sabırla ona döndü. Verdiği selamı aldı. “Ne oldu da arkamdan geldin Kurt Bey?” Kurt Ata gözlerine yorgun ama ayakta kalmaya yeminli bir edayla baktı. Mücadele ve hırs hepsine sirayet etmiş durumdaydı. Ragnar’ın içi rahattı. İçlerinden kötülük geçirmediklerini biliyordu. Sadece kendilerini dışarıya böyle göstermeye alışmışlardı.

Kendilerini hayatta tutmaya çabalayan insanların takındığı bu zırhı, çocukluğundan beri bilirdi. “Doğru bildin, Kral Hazretleri. Her şeyden evvel sana minnettarız. Sen ve askerlerin olmasa, gelip bizi bulmasan şimdi onları alamazdık. Var olasın.” Ragnar başını başka tarafa çevirip aşağı yukarı salladı. Teşekkür için yapmamıştı. Her iki tarafın da çok iyi bildiği gerçeklere susulmuştu.

“Ama böyle hemen gitme sebebin ne?” Kurt Ata’nın sorusuyla kaşları havalandı. Bir süre yüzüne baktı ve hızla kaşlarını çatarak yüzüne baktı. “Benim de sağ salim varmam gereken bir sarayım var. Oraya dönme vaktim geldi. “ Kurt Ata başını salladı, göğsüne yerleştirdiği bir haritayı ona uzattı. “Ne bu?” dedi merakla . Kurt Ata, tebessüm etti. “Bu Girayhan’ın haritasıdır. Giderken Kara Orman’ın içinden geçmeyesin diye sana verdim.” Ragnar’ın merakını çeken bu yasaklı yer üzerine gitmesine yol açtı.

“Ne varmış da orada, dikkat etmeliyim?” Kurt Ata gözlerini öfkeyle belertti. “Ne yok ki? Sen de biliyorsun ki, Kağan Börü Giray’a bu kahpe oyunu yapan bir tek Kılıç Giray değil. Kız kardeşi Adar’da bu işin içinde. “ Ragnar omuzlarını indirip kaldırdı. “İyi de, meseleniz artık beni ilgilendirmiyor ihtiyar. Berk Giray’a bir borcum olduğunu hissetmesem burada olmazdım.” Hoş, neden yaptığını bile bilmiyordu ya neyse...

“Bunu biliyorum Ragnar Efendim. Beni yanlış anladınız. Hançer ve Berk’in bir kuzeni var. Adar Hatun’un ilk göz ağrısı Altuğ, orada. Ve korkarım Kılıç Giray onu da öldürmek istiyor. Kara Orman’ın üstünden yükselen dumanlar bizlere korkunç şeyler fısıldıyor. Bir avcı, orada insan yaktıklarını söyledi Efendim. Canlı canlı insanları yakıyorlarmış! Maalesef kapılarına büyü vurulan bu yerden içeriye kimse ne girebiliyor ne de çıkabiliyor. Son Hanedan üyelerini bir arada tutmak bizim boynumuzun borcudur. “

Ragnar bu sefer de nelere buluşmasını istediklerini elbetteki anlamıştı. Ellerini açıp, “Ve siz de benden siyasi bir destek istiyorsunuz.“ dedi. Kurt Ata, başını aşağı yukarı sallayıp başını havaya kaldırdı. Elbette bir destek gerekiyordu ki var oluş savaşlarında bir dayanakları olsundu.

“Kendi askerlerimizin sadakatini sorguluyoruz. Kimse masum değil, tek başımızayız. Sizden, bize emanet edilen bu çocuklara yardım elinizi uzatmanızı istiyoruz. Berk Giray’ın tek dostundan, yardım istiyoruz. “ Ragnar, içinde çığlık atan o küçük çocuğun sesini duyduğu vakit eline verilen haritayı sıkıp büzüştürdü. Gözlerine çöken sisle içinde çarpıştığı anılarını yok etmeye çabaladı bir süre. Kurt Ata bir süre onun bir cevap vermesini bekledi. Ama Ragnar sandığı kadar hızlı cevap vermedi. Uzun bir süre sonra Ragnar aklını başına aldı ve başını salladı. “Benim yapacağım hiçbir şey, gün gelip de önüme iyilik diye konmayacak ben çocuk değilim Kurt Bey. Bu diyarın nasıl döndüğünü çok iyi biliyorum ama... “

Omuzlarını indirip kaldırdı. Eski soğuk ve şeytani tarafını bir süreliğine yok etti. “Vicdansız bir piçten farkım olduğunu bilin diye size yardım edeceğim. Berk Giray ve Hançer’in dostu olarak...“ bu da onun için bir itiraftı aslında. Buz ülkesinde yaşayan ve kalbi buz tutan genç kralın kalbi yavaşça eriyordu.

Kuzey Ragnar, dün on sekiz yaşına girmişti. Her bir yaşta bambaşka biri oluyordu. Ama bunu ondan başka kimse bilmiyordu. Ona hiçbir zaman iyilik yapılmadığı gibi iyilik yapmayı da bilmezdi ama bu topraklar ona değişebileceğini göstermişti. Belkide başka topraklarda onu bekleyen biri de gün geçtikçe onun gibi değişip dönüşüyordu...

“Değer, hayatta kalmak için öldüren çocuklara günahkar diyenlere inat; onlar için varımı yoğumu ortaya koymaya değer...”

 

***

“Geri dönmeni beklemiyordum.” diyerek elini uzattı. Ragnar başını geriye atarak küçük bir kahkaha attı. Elini tutup sıktı. “Kaderimi seninle beraber yazmışlar sanırım.” Berk küçük bir tebessüm etti. Az sonra ikisinin de bakışları ciddileşti. İlk konuşan Berk’ti. “Yeni bir sorun mu var?”

Ragnar, ona arkasını dönüp bir taşın üstüne oturdu. Başını sadece sağa yatırıp aşağı yukarı salladı. “Gel, otur beraber konuşalım.” Berk arkasında kalan amcasının çadırına baktı. Ardından o da bir taşa oturdu.

“Hançer ve senden başka bir kişi daha varmış. Halanın oğlu, Altuğ.” Berk, kaşlarını çatarak yere baktı. Neden her şey sonradan aklına geliyordu? Hançer de sonradan aklına gelmişti. Başını sallayıp konuşmasını istedi. “Kara Orman, içindeki herkesi yakıyormuş, Berk. Gerçi, size yapılanlardan sonra hiçbir şeye şaşırmıyorum ama bu da büyük bir kötülük. Şayet hala yaşıyorsa halan ve kuzenin, onları kurtarmaya gitmeliyiz.”

Berk’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Ve içinden geçenleri direkt yüzüne söyledi. “Benim ailem hakkında benden daha iyi planlar yapman beni çok... Söylesene, tüm bu kargaşanın içinde bunu nasıl yapabiliyorsun? Onlar, biz senin hiçbir şeyin değiliz.” Ragnar’ın yüzünde sadece kendisinin bildiği karanlık duygular peyda oldu.

Elini şakağına götürdü ve işaret parmağıyla oraya vurdu. Gözlerinde kararlılık ve korkusuzluk vardı. “Sen, Kuzeylilerin yaşadığı hiçbir şeyi bilmezsin. Biz, okyanusla, karla, vahşi hayvanlarla ve birbirimizle savaşırız. Savaş, bize sizden daha fazla yakın. Her an, hayatta kalmak isteyenler için bu kafa var ya, “ tık tık tık vurdu. “bu dünyanın en değerli hazinesidir. Herkes asıl gücün kol gücüne dayandığını sanır. Ama hakikat bu değildir. Okuyan, çalışan, işleyen bir kafa binlerce askerden daha çok iş görür. “

Berk, gözlerindeki mahcubiyeti gizledi. Ama sözleri onu ele veriyordu. “ Sanırım, bileğim gibi aklım da çok çalışmıyor.” Ragnar, onun omzunu sıktı. Otoriter bir sesle bu anı böldü. “Şimdi söyle bakalım bana, Kara Orman’a nasıl gireceğiz? Halan ve Altuğ’u ordan nasıl çıkarırız?” Berk, keskin gözlerini amcasının çadırına doğru çevirdi. Onu mahcup etmeyecekti.

 

***

“İşte burası, Kurt Ata ve Atabey’im tam dediğim gibi, yüksek kayın ağaçlarında oklarıyla bekliyordu. Ragnar ile konuştuktan sonra hep beraber bir plan yapmıştık. Birkaç günün ardından en büyük birliğimizi kurarak buraya gelmiştik. Kara Orman’ın girişine bakarken içimden korku doğuyordu. Bir kişinin daha ölmesine razı gelemezdim.

Etrafa sardıkları çaputlardaki kara büyüyü yok etmek için Muhafız Uruz maharetli birini buldu. Adı, Ulu Bilge. Değişik bir adam açıkçası. Hem genç hem yaşlı...” Ragnar başımı salladı.

“Büyüyle bu kadar uğraşırsan olacağı bu.” dedi. Berk başını sallayıp gizlendikleri çalılıktan başını biraz kaldırdı. “O çaputları kesmeyi bitirdiği an bir ateş yakacak. Ateşten çıkacak duman karadığı an içeriye gireceğiz. Nasıl, biraz aklımı kullanabildim mi?” Ragnar sinsi bir gülüşle çalılıktan yüzünü çevirip sırt üstü yere uzandı. Ayaklarını çapraz yapıp kollarını göğsünde bağladı. Berk ona gülerek bakarken son olarak da gözlerini kapadı.

“Beğendim beğendim, aslan muhafız. Hadi git işini bitir sonra beni uyandır.” Eliyle kışkışlarken, Berk ona minnettar bir şekilde bakıp gülümsedi. Az sonra Ulu Bilge’nin yere sürten beyaz elbisesini gördüğünde hazır ola geçti. Nefes nefese onun önce çaputları kesmesini ardından da bir ateş yakıp onları içine atmasını bekledi. Duman, sarı ve yeşil renklerde yanarken bir anda siyaha büründü ve ağaçlara asılan kabaklar yere düştü, tiz çığlıklar koptu.

Huzurun uğultusu ormana yayıldığı an, Berk bunun en uygun zaman olduğunu düşünerek kılıcını havaya kaldırdı. “Başlayın!” art arda saldıran askerlere heyecanla bakarken gözleri bunu görüp görmediğini teyit etmek için Ragnar’a döndü. Ama Ragnar’ın düzenli nefesler alıp kısmen de homurdanması ile uyuduğunu anlamasıyla bedenini bir heyecan dalgası esir etti.

O da kılıcını havaya kaldırıp meydana koşarken bulutların üstünde gibi hissediyordu. Daha önce hiç tek başına böylesi bir işe kalkışmamıştı. Şimdi amcasına layık bir evlat olduğunu hissediyordu. Meydanı andıran büyük alana geldiğinde ortada kocaman olmuş kül yığınlarını gördü. Meydanın tam arkasında yanmakta olan daha büyük bir ateş vardı.

Berk buradaki insanların yakılmak için ne yaptığını merak etti ama daha sonra kötülük için sebeplerin olmadığını hatırladı. Etrafta yüzlerce neyi koruduklarını bilmedikleri Girayhan askerleri vardı. Berk onlardan uzak durup doğruca Altuğ ve halasının aramaya koyuldu. Her tarafı hızlı hızlı tararken hala ayakta kalan çadırlara girip bakınıyor ve sonra hiçbir şey bulamayıp çıkıyordu.

Ne kadar süre bunu yapmıştı bilmiyordu ama bir çadır vardı ki, ona adeta aradığın her şey bende saklı diyordu. Berk koşarak oraya girdiğinde ocağın haddinden fazla yandığını gördü. Asıl şaşılacak şey, ateşin arkasındaki görüntüydü.

Altuğ, babasının boğazına dayadığı bıçakla acıyla kıvranıyordu. Berk kılıcını adama doğrulttu. “Kuzenimi serbest bırak, canını almayayım!” Altuğ acıyla inlerken adam kinayeli bir şekilde baktı. “Görmeyeli epey değişmişsin. Büyümüşsün, boşuna demezlermiş ölüm insanı büyütür diye. “ Berk bu sözleri kendi kendine söylediğini biliyordu.

Bu sebeple başını salladı. “Evet, canımı yaktığınız kadar canınızı da yakmaya geldim! Şimdi kuzenimi serbest bıraktı!” adam onu duymamış gibi kılıcı daha da boğazına bastırdı. Berk, korkuyla ellerini havaya kaldırdı. “Dur! Ona zarar verme!” Adam, kahkaha atacak kadar eğleniyordu.

“Merak etme, burdan çıktığımda Hançer’inde icabına bakacağım. Sizi bu dünyada çoğaltmak başlı başına bir hataydı!” Berk inanamayan gözlerle ona baktı. Sesini hayretle yükseltti. “Sen onun babasısın! Kendi kanından olan çocuğa neden bunu reva görüyorsun?! “ Cevap netti. Adamın beleren kindar gözleri her şeyi açıkladı.

“Beni aşağılık olarak kullandınız. Yıllarca soyumuza işkence ettiniz. Ama benim arkamda sizinde bilmediğiniz çok kişi var. Bu yüzden korkun! Amansız bir savaş başlattınız. Neredeyse var olan tüm ailelerin kanına girdiniz! Şimdi, masum gibi davranmayı kes de önümde diz çök! Seni de ailenin yanına göndereyim!” Berk, çaresizce iki yana bakındı. Halası yoktu... “Halam nerde?” adam canice tekrar kahkaha attı. “Onu da yaktım!” dedi.

Altuğ’un çaresiz minik bakışları kalbini paramparça etti. İçinden lanetler savurdu, kırk kere kararını değiştirip değiştirip düşündü. Nitekim ellerini havaya kaldırıp, “Tamam, istediğin olsun!” dediğinde kılıcını yere koymak için eğiliyordu. Halası gibi Altuğ’u da öldürmesini asla istemezdi. Kalbi kırk yerinden kanaya kanaya yere eğildi. Bir anda duyduğu sesle başını kaldırdı ve onu gördü.

Tam arkalarından gelmiş, çadırı keserek adamı öldürmüştü. Berk şaşkınlıkla devrilen adamın arkasındaki kişiyi gördü. Kuzey Ragnar! Buz gibi gözleri, sakin duruşu ve yıkılmaz bilge tavırları ile Altuğ’u kurtaran olmuştu. Altuğ, arkasındaki kahramanını görmeden koşarak Berk’in kollarına atıldı. “Kutlu Ağabey!” dediğinde Berk için zaman donmuş gibi oldu. Onu olduğu yerde sarsan şey, Altuğ’un ona sıkıca sarılışıydı.

Ağabeyi, ne babasına ne de bir başkasına boyun eğmemiş ve onu ölümün eşiğindeyken bile kardeşlerini kurtaracak kadar cesur davranmıştı... Altuğ’un yaşananlardan haberi yoktu ki, onu kurtaracak kişinin ağabeyi olduğunu sanmıştı. O anda, ailesizliğinin bir kez daha farkına varmıştı. Dudakları titriyordu. Güçlükle, “Ben, Berk Giray...” dedi adından da utanarak. Ragnar onun bu sendeleyişini seyretmemek için başını yere eğdi. Altuğ şaşırmaya bile vakit bulamıyordu. Zira bu yangının ortasında kalan kimse kendinden olamazdı.

O anda, onların sessizliğini bölen sadece Altuğ’un ağlayışıydı. “Annem...” diyordu. “Babam annemi öldürdü, şimdide beni öldürecekti! Babam herkesi öldürdü!” Aslında bunu herkes biliyordu. Koca bir ormanı içindekilerle yakma caniliğinin açıklaması da tesellisi de olmazdı. Berk, içinden gelerek ona sıkıca sarıldı. Kulağına doğru eğilip şunları fısıldadı. “Biliyorum... Benim de babam...” dese de nefesini yorgunca koyup devamını getiremedi.

 

 

***

Berk ile Altuğ’u bu kadar yakın kılan tam da bu yanları olmuştu. İki zalimin iki masum evladı olmak... Neredeyse bir ay geçmişti her şeyin üstünden. Börü Giray’ın yaşadığını ama zehrini etkisiyle hiç uyanmadığını gören Altuğ çok üzülmüştü. Ama Berk ve dostları ona iyi gelmesi için her şeyi yapmayı göze almıştı. Nerede büyücü nerede şifacı varsa gizlice getirtiyor ama bir işe yaramıyordu.

Tüm bu çırpınışlar içerisinde Berk ve Altuğ, günlerce beraber uyuyup uyanmıştı. Berk, ona anne ve babasının ölümlerinin ardındaki kötülükleri anlatmış ve küçük çocuğu iyice bilgilendirmişti. Altuğ, Hançer’den bir yaş küçüktü. Berk, ona ilgi gösteriyor, daima koruyup kolluyor, sağlığından emin olmaya çabalıyordu. Bu bir ayın içinde Kurt Ata, Yağmur Ata ve Uruz Bey; Altuğ’un hayatı için çabalıyor, oma kimsesiz olmadığını hissettirmeye gayret ediyordu. Aynı zamanda tüm kötülüklerden de kaçmaya çabalıyorlardı.

Berk, dere kenarında elinde taşlar ve demir çubuğu ile aklını meşgul ediyordu. Az sonra arkasında duyduğu ayak sesleri ile hızla geriye döndü. Ama gördüğü kişi Altuğ’du. Berk onu yanına çağırıp önüne döndü. Altuğ, az önce eliyle vurduğu yan tarafına oturdu ve merakla yaptığı taşlara bakmaya başladı.

“Bunlar nedir ağabey?” O her, ağabey dediğinde aklına Uldız ve Kutlu geliyordu. Hançer ona ne kadar zorlattıysa da ağabey demeyi reddetmişti. Elindekileri göz hizasına kadar kaldırıp gösterdi. “Bunlar, taş işlemeleri. Onlara şekil veriyorsun ve, birine hediye edersin falan işte.” Altuğ başını taşlara yaklaştırınca bu sefer de aklına Hançer geldi.

O da hep böyle eğildiği vakit saçları yüzüne değer, huylandırır, laf atar ve hiçbir şey olmamış gibi gülerdi. Berk, buğulanan gözlerini sildi. Altuğ geri çekilip gülümsedi. “Bunlar çok güzel Berk ağabey! Bana da hediye eder misin?” Berk buna şaşırdı. Oysa Hançer’e hediye sözü vardı ve en güzelini yapana kadar da hep çalışacaktı. Ama ne fayda ki Berk bugün yaptığını yarın beğenmeyen biriydi. Bu huyu da Hançer yüzünden edinmişti ya...

Gözlerine onunla olan bir anısı düştü...

Bir gün Hançer yine saraydan kaçmıştı. Börü Giray, Berk ile muhafızlık ve devlet işleriyle alakalı konuşuyordu. Bu yüzden sabahın erken saatlerinde yemek yemiş ve masanın başına geçmişlerdi. Hançer ise kötü kötü rüyalar görüyordu. Bir keresinde, “Benim dedem annemi öldürdü bu yüzden de Tanrı onu cezalandırdı!” diye bağırmıştı. Berk bunu amcasına söylediğinde, masasındaki kağıtlardan yüzünü kaldırmayarak bunun sadece basit bir kabustan başka bir şey olmadığını söylemişti.

Tüm saray yine onu aramıştı. O an, Berk’in aklına daha öncesinde Ulu Bilge’nin mağarasına gittiği geldi. Amcasına bunu söylediği an askerler dört bir yandan bahsi geçen mağarayı aramaya koyuldu. Ama Berk bir anda atının üstünde yorgun düşmüş gelen Hançer’i gördü. Tüm askerler, Berk ve amcası ona koşmuş iyi mi değil mi kontrol etmişti.

Ama Hançer eskisi gibi değildi. Gözleri boş boş bakıyordu. Berk onu omuzlarından kavrayıp sarstığı vakit gözünden bir damla yaş akmış ve, “Neden bana hala en mükemmel taşı vermedin?” demişti. Bu mesele çok eskilere dayandığı için gözünde biriken yaşları ancak düşerken fark edebilmişti. Altuğ merakla taşları incelerken onu sorulara boğuyordu. “Ağabey, sence kim daha akıllıydı?”

“Kutlu Ağabeyimdi...”

“Peki, en yaramaz kimdi?”

“Hançer’di.”

“En sevimli kimdi?”

“Uldız’dı... “

“O zaman, en korkak kimdi?”. Ama cevabı netti.

“Bir Giray asla korkak olmaz evlat .” Böyle konuşunca tıpkı amcasına benzemişti. Gözlerini arkasında kalan çadıra çevirdi. Onu yaşatmak ve zehirden arındırmak için yapmadığı kalmamıştı ama ne çareydi ki?

“Peki, sen ağabey? “ Altuğ’un sorusuyla şaşırdı.

“Ne ben?”

“Seni ne bilirler?” Berk bunu düşünmemişti. Sahiden, o neydi? Kimdi? Başını başka tarafa çevirdi. “Bilmiyorum ama en kısa sürede bulacağım, eminim.” dedi fısıltıyla. Yıllar geçmeye başlayınca anladı Berk, insanın kim olduğunu öğrenmesinin ne kadar zor olduğunu...

Zaman su misali akarken herkes büyümüş değişmiş ama acı hep aynı yerde kalmıştı. Berk derede kendi yüzüne bakarken zamanın ne de çabuk geçtiğini çok iyi görmüştü. Esmerleşen bedenini suyla yıkayıp gününe hazırlandı. Heybetli bedeni, kalınlaşan kolları ve baktıkça bakılası hale gelen yüzünü kendi gözünde çok da büyütmüyordu zira güzellik ehlinin elinde güzelleşir ve kıymete binerdi.

Her gün yaptığı gibi amcasının çadırına geldi. Uzaktan bir bez yardımıyla yüzüne bakıp gözlerini kapattı. “Lütfen amca, lütfen artık uyan. Yıllardır ne senin sesini ne de Hançer’in sesini duyamıyorum.” Durdu. Sanki amcası ona neden demiş gibi konuşmaya devam etti. “Çünkü, utanıyorum... Bana, sen nasıl babamı iyileştiremedin der diye çok korkuyorum amca... Ne olursun, ne olursun uyan artık.” Son diyeceği buydu.

Daha fazlası elinden gelmiyordu. Çadırdan çıkıp Altuğ’un buldu. On üç yaşında gencecik bir delikanlıydı. Berk ona baktıkça kendini görüyor gibiydi. Elbette ona görmediği annelik ve babalığı yapmaya çabalıyordu. Onu yemek yerken bırakıp bugün için gelen şifacıyı amcasının çadırına geçirdi. Bir süre ne yaptığını ne yapamadığını izledi.

“Hiçbir iyileşme göstermiyor. Dört yıldır sadece nefes alıyor. Zayıflamıyor, yemek de yiyemiyor... Aklım almaz oldu! “ Berk Giray, öfkeyle yeni yeni terleyen kumral bıyıklarını ve sakallarını sıvazladı. Yüzlerce aynı şeyi söyleyen şifacıya bir daha aynı şeyi söylemekten geri durmadı. Üstelik adamın da dediği gibi dört yıldır sürekli geliyor ama değişen hiçbir şey olmuyordu... Sinirle konuştu. “Ardında ne olabilir, her ihtimali düşün.” şifacı, gerçekten düşünüyordu ama bulamıyordu. Umutsuz gözlerini gözlerine çevirdiğinde nefretle kolunu yasladığı tahtadan uzaklaştı.

Sert adımlarla çadırdan çıktı. Amcası iyileşmiyordu, Babası onu köşe bucak ararken ortaya çıkması için Hançer'e kumpaslar kuruyordu. Delirmemesini sağlayan tek şey Ragnar’ın kendisine verdiği destek ve dostluktu. Atalar ve Uruz, askerlerin içine karışması muhtemel hainlerle ve olası bir savaş ihtimalinde Hançer’i korumaya uğraşırken kendisi burada, gizlendikleri çadırda bir umut amcasını iyileştirmeye çalışıyordu.

Ama kafasına burdan çıkmayı koymuştu sadece nasıl olacağını bulması gerekiyordu... Ailesine olan özleminden kafayı yemek üzereydi. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Derin nefesler almaya çalışırken duyduğu ayak sesleri ile hızla kılıcını çekti. Ama gelenin Ragnar olduğunu görünce kılıcını kınına geri soktu ve önüne döndü. Eskiden çok sık görüşürken şimdi senede üç dört defa yüz yüze gelebiliyorlardı.

Ragnar günlerdir uykusuzdu ama hala dimdik ayakta durmaya devam ediyordu. Berk ona bakıp kendi haline acıyan bir gülüşle konuştu. “Dünyası başına yıkılan senmişsin gibi. Lütfen, yapma bunu bana. Dön topraklarına. Başımın çaresine bakmaya denerim.” Ragnar, alaycı bir gülüşle omzuna vurduğunda aslında ne kadar yorgun olduğunu ilan etmişti.

“Gidersem, kendini öldürmeyeceğinin garantisini veremezsin. “Berk, düşündü ve başını salladı. “Doğru, veremem. Ama gitmek için ölümü değil başka yolları deniyorum.“ dedi. Ragnar, burnundan nefesini bırakırken o da uçsuz bucaksız ormana bakıyordu artık. “Kimsesizlik nedir, çok iyi bilirim Aslan Muhafız.” Dudaklarını yalayıp devam etti. “ Ama senin hala bir ailen var. Altuğ’un dışında.” Berk kaşlarını çatarak ona döndü. “Kimmiş?” dedi. Ragnar, kederle gülümseyip ayak uçlarına baktı.

“Hançer Giray. “ Berk, kalbinden vurulmuş gibi sendelemişti. Onu, en yalnız oldukları şu günlerde yalnız bırakmak çok zordu. Ne yapıyordu, iyi miydi, hala umudu var mıydı hiçbir fikri yoktu. Utançla gözlerini kaçırdı. Ragnar ondaki bu halleri görünce anlayışla güldü. Omzuna vururken eskisi gibi cansız değildi.

“Varsın yaşayan bir ailen olsun Berk Giray, unutsan da ihmal etsen de varlıkları hala bakidir. Ama sen, attığın her adımda sizin için çabalıyorsun. Bunda üzülecek bir şey yok. “ Berk omuzlarını düşürüp kuşların zaman zaman havalanıp battığı ormana baktı. Güneş yeni yeni ısıtıyordu. Aralarında sessizlik uzadığında Ragnar onu sırtından iteledi.

“Hadi, git. Yüzüne peçe sar ve obanıza var. Gör onu, sarıl. Hala bir aile olduğunuzu hatırlayın. Altuğ içinse elimden geleni yapıyorum merak etme.“ Berk endişeyle gözlerine baktı. “Ama biri görür. Takip edenler, onu öldürmek için peşinde olanlar var! Daha da kötüsü, ona yaşadığımı söylediğim anda mutluluğundan bir şeyler anlaşılır. En kolay şey, mutlu insanın ağzından hakikatleri duymaktır. Dostlarına söyler, onlar da kendi dostlarına ve bu sonsuza kadar gider. İnsanların ağzı torba değil ki?”

Ragnar, kaşlarını derince çattı. Başını aşağı yukarı sallayıp ona hak verdi. “Doğrusun, ama şunu da unutma Berk. Gerçekleri söylemenin bin bir türlü yolu vardır. Nasıl yaparsan yap ama ona geç kalma. Git kabul ediyorum, söyleme ona yaşadığını ama git. Varlığına, hayaline ya da bir benzerine tutunmasını sağla Berk. Altuğ senin sayende iyileşti ama Hançer hala yarı ölü.”

Berk ne diyeceğini bilemediği için başını salladı. Ardından Börü’nün yanına geçip baş ucunda ona muştu verircesine Hançer’e gideceğini anlattı. Yola çıktığında gün henüz öğlene dönüyordu. Artan sıcaklık yüzünden hem terlemiş hem de susamıştı. Dere kenarına yaklaştığı vakit orada ilerleyen bir genç kız gördü. Az biraz daha yaklaştığında onun, Hançer olduğunu bildi. Aynı koyu kahverengi saçlar, aynı dağınıklık ve aynı zayıf beden... Ölüm yok gibi hissetti o an. Bir dost bir aile gibiydi adeta onu görmek...

Bir süre onu inceledi. Zayıfladığını anında fark etmişti. Saçları uzundu ama eskisi gibi değildi. Uzun parmakları ile elinde kılıcını sıkı sıkıya kavramıştı. Berk, ona döndüğünü hissettiği an, atına doğru döndü. Fark edildiğini biliyordu artık bu yüzden sakin kalmaya çalıştı. Hançer’in kılıcını kınına soktuğu sesini duyunca meraklanıp ona doğru döndü. İçindeki heyecan dalgası, onun haberi olmadan uzaktan bakmaya benzemiyordu. Yıllardır alıştığı şeyin dışına çıkmıştı.

Güzel ela gözlerinin merakla ışıldadığını görmek gülümsemesine sebep olmuştu. Yüzündeki peçeyi sıkılaştırıp ona doğru yaklaştığında Hançer’in korkmayışı yüreğine soğuk sular dökmüştü. Nihayet yüz yüze geldikleri vakit birbirlerine uzun uzun baktılar. Hançer başını yana doğru eğdiğinde kurduğu ilk cümle, “Seni bir yerden tanıyor muyum?” oldu. Berk, heyecanla gözlerine bakarken cevap vermek için hareketlendi ama duyduğu ayak sesleri ile gerilemek zorunda kaldı. Atının yanına doğru gittiğinde Hançer arkasını dönmüş gelene bakıyordu.

Gelen üç adet erkekti. Yiğitcan, Darulgan ve Timurtaş’tı onlar. Hançer’e bir şeyler söylüyorlardı. Berk, boğazına oturan hisle doğrudan arkasını döndü. Artık bu hissi tanıyordu. Kıskançlıktı bu. Paylaşamamaktı... Atıyla ordan derhal uzaklaştı. Takip edilmeden saklandıkları yere geri geldiği vakit onu karşılayan Altuğ olmuştu.

Tıpkı kendisi gibi uzuyor ve kilo alıyordu. İkisinin de vücudu erkeklere has irileşmiş ve büyümüştü. Berk onunla selamlaştıktan sonra neler yaptığını sordu. “Ağabey, Kurt Ata, Alemdar Bey’i her şeyden haberdar etti. Ama bir sorun var ki Alemdar Bey bizlere dikkatli olmamız konusunda uyarıda bulundu. “ Berk neymiş o, şeklinde yüzüne baktı.

“Kılıç Giray, Vezir Baycu ile birlikte senin öldüğüne inanmamış. Sana çok benzeyen o hainin üzerine koyduğumuz izlerin hiçbirine inanmamışlar. Obaya bir baskın yapmak istiyorlarmış. Senin orada, Hançer ile kaldığını zannediyorlar. Alemdar Bey ile Uruz Bey dikkatlerini dağıtacak planlarını yaptılar. Senden de dikkatli olmanı istiyorlar. “ Gözlerini duyduğu haberlere kısmış ve yere bakmaya başlamıştı.

Burdan gitmek istediğini söylemişti değil mi? Belkide en başından beri olaylara yanlış taraftan bakıyordu. Altuğ bu gece Uruz ile ordunun belirli günlere koydukları talimde olacaktı. Ona dikkatli olmasını söyledikten sonra amcasına bakmış ardından kendini yatağına bırakmıştı.

Aklıma gelen fikirle biraz hafiflese de bunu Atalara nasıl kabul ettirecekti? Kafası şimdi plan yapmaktan karışmıştı. Onu bir nebze kafasının içindeki kaostan uzaklaştıran, Hançer’in gördüğü yabancı suratta kendisini hissetmesiydi. Ertesi gün tekrar oraya gitmemek için neler vermezdi ki?

Tam da öyle olmuştu. Kafasında uzun uzun yapabileceği şeyleri düşünüp taşınmıştı. Ertesi gün bambaşka giyinip yola koyuldu. Bugün gözlerini de saklamıştı. Başlı başına bir gölge gibiydi. Onu aynı yerinde bulmak kalbinde bir ürperti hissetmesine sebep oldu.

Ona doğru usulca yaklaştığı vakit, mahsun ve bir o kadar da yalnız oluşuyla duraladı. Omuzları bu dünyayı taşıyamadığını adeta haykırıyordu. Başını dizlerine yaslayıp kendine sarılması sonra güçlü durma isteğiyle sırtını dikleştirmesi içindeki bir yeri köz gibi yakmıştı. Hançer... Çok yalnızdı, kimsesizdi.

“Sen de kimsesizsin Berk!” diyen sesini duymazdan geldi. Onun kimsesi çoktu. Hançer vardı bir kere sonra Altuğ, Atabeyi, hasta olsa da amcası vardı... Ama Hançer, hayatındaki herkesin öldüğünü zannediyordu. Ona haksızlık yaptığını düşünüyordu. “Hayır, böyle düşünürsen, hiçbir şeyi başaramazsın. “ kendi kendine zor da olsa toparlandı.

Okunu ve yayını elinde hazır tutup sesine kattığı o gizemli havayla beraber ortaya çıktı. “Ceylan avına çıkarken dişi kaplan avlayacak olduğumu bilmiyordum. Bu talihli avcıya ne vadediyorsun?” Hançer daha önce hiç duymadığı bir ses ve birine benzettiği kalıplı bedeni görünce gerildi.

Suya doğru uzattığı ayaklarını kendine çekip derhal doğruldu ve kılıcına davrandı. Yüzü siyah bir peçe ile örtülü bu gençte görünen tek detay kapatmayı başaramadığı zümrüt yeşili gözleriydi. “Adın nedir, cismin nedir bre adam!” diye öfkeyle bağırdı. Berk, onun bu kendinden emin davranışlarına hayran kalıyordu.

Hançer’in ondan korkmaması için okla yayı daha sonra hançer ve kılıcını bulundukları yerden çok uzağa doğru fırlattı. Kısa bir an durdu. Onu tanıyıp tanımayacağını düşündü. Hoş tanımasa bile Berk kendini ona hatırlatırdı. “Kim olduğunu derhal de! “ diye bağırınca ellerini iki yanına bıraktı. “Bu gafil, seni görene kadar talihsiz bir avcı ve yalancıydı.” dedi itimat veren bir teslimiyetle.

Hançer toy bedeninden beklenmeyen sertlikte hareketlenip ona doğru yaklaştı. Onun içinde yatan kinden ve öfkeden habersiz olan Berk, genç kızın parlak kavisli kılıcını boynuna doğru bastırmasıyla şaşkınlığını gizleyemedi. Ama Berk, anlamsız bir şekilde onun kendisine zarar vermeyeceğini biliyordu. Hançer, kilitlenen çenesi ve körük gibi dalgalanan göğsü dikkat çekerken, keskince sordu.

“Şimdi karşına geçtiğimde kimsin?” onun için tehdit olduğunu sanması Berk’in göğsünü kabarttı, o hiçbir zaman kolay bir av değildi. Kendini ona teslim ettiği vakit bu hareketi karşısında genç kızın şaşkınlıkla donduğunu gördü. Berk, Hançer çocukken öfkesini yenemediği her an daha sakin kalır ve bir dizinin üstüne çökerek onu dinlerdi.. Bu sayede onun çocuk inadını dindirirdi.

Berk, bir an sonra bunun ne kadar hatalı bir davranış olduğunu anladı ve kendini geri çekti. Onun yaşadığına dair bir umuda tutunması demek, tehlike demekti! Şimdi tanıdıklığın izlerini yok edercesine fısıldadı. “Şimdi senin insafına kalmış basit ama zavallı bir avdan farkım yok.” diyerek boynuna dayanan kılıca baktı. Hançer, adamın gözlerine bakarken içindeki bir yerin dolmaya başlamasıyla duralarken dudakları kendisinden bağımsız bir soruyla aralandı.

“Peki o av, şimdi dürüst olacak mı?” Berk, yalanlarla öreceği geleceğini anlatmayacaktı ama yalandan doğma gerçekleri anlatabilirdi. “Her saniyesinde tüm yalanları için üşenmeden cehenneme girecek kadar dürüst olacak.” Tecrübesiz genç kız, sorgulamadan derhal atıldı.

“O halde, soruyorum. Bırakırsam gidecek misin yoksa avcının elinde mi kalacaksın?” Berk, zümrüt yeşili gözleri ışıldayarak Hançer’in iki dudağına doğru baktı. Geçen sefer buraya gelen kişiyle aynı kişi olduğunu anladığını görebiliyordu. “Ne emredersen o olacak. Oldurduğun her şeyin ardında beni bulacaksın .” Bir yemin gibiydi sözleri. Hakikatti.

Ondan sonraki gün ve ondan da sonraki günler hep orada onu bekleyen kızla sessiz ama uzun uzun oturmuştu. Ona verdiği mutluluğu kimse veremezdi. Bir seferki gelişinde ağzına bez bağlamış, sesini biraz daha boğmuştu. Bu sayede Hançer onun sesini tanıyamayacaktı. İçi içine sığmaz olmuştu Berk’in. Hançer yaralı ruhuna öyle bir hayat bahşetmişti ki tek ihtiyacı ılık bir nefes ve güzel kokulu saçlardı..

Ona kıyamazdı. Kılıç Giray hala onu ararken onun canını tehlikeye alamazdı. Üstelik bir de oba baskını denen lanet bir tehdit de baş göstermişti. Yavaşça Hançer’in yanına geçip oturduğunda Berk Giray’a ait hiçbir şeyi üzerine almamıştı. Ayaklarını dere kenarından sarkıtmışlar öylece susuyorlardı.

“Kimseye görünmeden geliyorsun ama bu gidişlerinin sebebini bir gün keşfedebilirler.” Berk’in boğuk sesiyle ona dönen Hançer omzunu kaldırıp indirdi. “Öğrenseler ne olacak ki? İşim var gücüm var. Sana da yine yüzünü açıp açmayacağını sormaya geldim. Bu senin kaçıncı reddedişin olacak bilmiyorum ama ben fazla uzatmak da istemiyorum. Ya aç ya aç!”

Berk güldü. Güldüğü vakit göz kenarları kırışmıştı. Hançer güldüğünü görünce rahatlamıştı. Ama Berk netti. “Sana dedim Hançer. Açamam. Benden fazla şey istiyorsun. Ama şimdi istesem de kalamayacak gibiyim.” Hançer’in yüzü düştü. Haftada iki kere bu şekilde kısa kısa konuşup ayrılıyorlardı. Hançer elbette bir şey diyemiyordu. Ama Berk, mecburdu. Hayatları ve intikamları onun yapacağı plana bağlıydı artık.

Hançer, başını sallayıp ondan önce arkasını döndü. Berk kırıldığının farkındaydı. Adımını atıyordu ki onu durdurdu. İşi şakaya vurmakta bir sakınca görmedi. “Kendine dikkat et. Kurtarıcılık yapmak zorunda kalmayayım.” Hançer gıcık olmuş bir şekilde gözlerini devirdi. “Asıl sen işine bak! Kimse beni kurtarmak için vakit ayırmıyor. Çünkü herkes canını benden kurtarmanın derdinde.” Berk bu sözlerini duyduğu an, atmakta olduğu adımlarından vazgeçti. Hızla ona dönerek sordu.

“Ne demek bu?” Hançer onu konuşturmanın zaferini içine çekti ama bu kısa sürdü. Gözlerindeki yıkıntıları toplayıp Berk’e içini döktü. “Duydun. Eğer bunca zamandır beni tanımadığını söyleseydin seni kılıcımla öldürürdüm. Yalan sevmem ben. Çünkü ben, Hançer Giray. Ölmeyen son veliaht. Hadi, bilmiyorum desene? Güvenim hiç yok biliyor musun?”

Berk’e öfkeli adımlar atarak yaklaştı. Gözlerine acımasızca baktı. “Duyamıyor musun yoksa uzaktan?” diye terslendi. Berk içindeki vicdan azabını susturamıyordu. Hançer bu kadar mı kırgındı yani? Şefkati ve sevgisiyle onun çenesini tutup gözlerini hizaladı. “Tek acı çeken sen değilsin biliyorsun değil mi? Bu bencillik de ne?” dedi kendi hislerinden dem vurarak.

Hançer acı dolu bir gülüşle gözlerini gözlerine kenetledi. Ve bu kalbinin en derinlerinde uyuyan hisleri uyandırdı. “Ne var biliyor musun? Tanıdığım ve bana bu şekilde konuşmasına müsaade ettiğim tek erkek bile bana bencil dememişti. Ve ben hep inadına bencillik ediyorken bile hiç bir şey demedi. Sen, bu gücü nerden alıyorsun ha?”

Berk, onu öldü kabul etmesine mi yoksa ona sonuna kadar sadık kalmasına mı üzülseydi bilemedi. İkiside genç erkek ve kız olmuşken bu konular onları bambaşka diyarlara sürüklüyordu. Ama neden sonra kanında kaynayan bir hisle gözleri titredi. Bu bariz bir kıskançlıktı. Kim kendi kendini kıskanırdı ki? Bir an bağırmak istedi ama güç bela dayandı. “Belki o zamanlar senin bencilliklerini dahi sevip affedecek kadar çocuksuydu. Yaşıyor muydu bu tek erkek?”

Kıskançlık ilk defa tanıştığı duyguydu ve kişiye kendini uzaklaştırıyordu! Berk kendinden gerçekten nefret etmeye başlamıştı. Hançer kılıcına davranacakken eline kapanan büyük elle öfkesi taştı. “Sen böyle zalim miydin? Öldüğünü bildiğin halde ne diye can yakıyorsun?” Berk’in adını da öyle ulu orta söylemiyor oluşu bir nebze içindeki kıskançlığı bastırmıştı ama öfkesi geçmemişti.

Onun için savaştığı halde zalim biri olarak yaftalanmayı hak etmemişti. “Bazen senin canını yakınca rahatlayacağımı düşünüyorum. Ama sonra bunun için geç kaldığımı düşünüyorum.” Kastettiği aslında ona yaşadığını söyleyip ölmediğini ve savunduğu kişinin aslında kalbini kırdığını söylemek istediğiydi ama nasıl anlaşıldığını şu anda umursayacak değildi. Bir anda geri çekilip doğruca ordan uzaklaştı.

Artık gerçek anlamda başarmaya olan azmini kazanmıştı. Ve bir şeyin daha farkındaydı. Bu küçükken duyduğu hislerin de üstündeydi. Bir aşktı... Çadırına girince kimseye bir şey demedi. Eline aldığı kağıt ve kalemle geleceğe bir mektup yazmaya karar verdi. Ve bugüne değin aklının ucundan dahi geçmeyen tüm hislerini teker teker kağıda işledi...

 

BÜYÜK KIYAMET GÜNÜ MEKTUBU

 

Bazı insanların hayatları, sonu tahmin edilecek kadar basit olur. Ama benim hayatım asla sonumu görebileceğim kadar basit olmadı. Ben, gözlerimi açtığım sarayda, annesinin en sevdiği çocuğu olarak onurlandırılmış, babası tarafından lanetlenmiş dahası artık sevdiği tarafından ölmüş bir adamım. Yaralarım, kapatamadığım birer kuyu gibi, sonsuz bir karanlık...

Zihnim, gözlerim ve kalbim ateşin dağladığı bir deri gibi... Yokluğun acısı da dağlanan deri gibi sonsuza dek izini bıraktı. Bu yüzden ne güvenebileceğim biri ne de yardım isteyeceğim biri oldu hayatımda. Ne var ki, hayatımın en güzel anları hep sonlarıydı...

Belki bir anım vardır ki o hayatımın henüz başındadır. Sekiz yaş en mutlu olduğum günler... O zamanlarda bana inanan iki kişi vardı. Amcam ve Yürek’di elbette. Lakin, ben böyle sanarken aslında ailemin beni hep ayrı tuttuğunu görememişim... Özür dilerim ağabeyim... Annem de benim daha üst makamlara çıkmamı isterken Yürek’i devirmemi istiyordu. O yaşlarda bir çocuk için bunlar anlamsız ifadelerdi. Benim içinse kalpsiz bir düşünceydi.

Ama annem, ailemizin hayatta olması için bunu istemiş meğerse... Keşke bana ne kadar çaresiz olduğunu anlatsaydı! Yürek annem yüzünden beni paylaşamıyordu. Yaş aldıkça sabit kalan inadı ve öfkesi vardı. Beraber büyümenin verdiği bağ, bizi korumacı biri yapmıştı. Ve benim öldüğümü bilmesine rağmen beni hala koruması içimi hem yakan hem de serinleten tek şey olmuştu. Geçmişimiz özlemim, satırlara aktardığım her cümle sırların ve hasretin izidir. Bu satırları yazdığım günlerde onu artık hiç göremiyorum. Onu özlemek zor, onsuz kalmak acı. Maziden bahis açılırsa bilinmesi gereken tek bir şey vardı:

Acı veriyor... Gerçek sevgiyi yitirdim sanmıştım lakin öyle olmadığını onunla bağımı bilerek koparmadan anlayamamıştım. Şimdi bunu bilmek iyi hissettiriyor... Ona göz kulak olduğum zamanlar, bana ağaç reçinesi gibi yapışması, nazlı nazlı hareketleri, gülüşü, bana sığınması... Ortak anılar insanları bir arada tutmaya yarar. Lakin itiraf etmek isterim ki anılar, delirme sebebiymiş...

Hayatımın en kötü yaşıysa on üç yaşım. Babamın annemle kardeşlerimi öldürmesi, amcama düzenlediği suikast, Yürek’in, saraydan kaçırılıp Kurucu Oba’da saklanılması ve dahası ondan utanıp uzak durduktan sonra saklanışım anılarımdan sadece birkaçıydı. Sahi beni büyüten bile Yürek’in sevgisiyken on altı yaşım on yedi olmuş fark eder mi ki?

Tek bildiğim, kalbimde hayat bulan varlığıydı... O fermanda hangi bedende ve hayatta olursam olayım bir tek ona vurgun olduğum yazıyordu. Ölmediğimde peşine düştüğüm kişi o olmuşsa hayatım geri dönülmez bir yola girmiş demekti. Dönemedim o yoldan. Başka bedenlerde ve surette yine ona gittiğimde ondan daha çok anılarım olmaya başlamıştı. İşte o anda zehirlendiğimi anladım.

Meğer anılar, karşılıklı yaşlandıkça ve hatırlandıkça şifaymış. Benim Yürek ile biriktirdiğim anılarda ikimizde vardık ama onunkilerde ben yoktum. O anda başladım zehirlenmeye. Yaş aldıkça güzelleşen bakışları, gülüşü, inadı, kini, sevgisi ve yapabilecekleri...

Eğer daha fazlasını görseydim yine daha fazla tutulacaktım. Çünkü, ben bu dünyaya onu sevmeye gelmiştim. Dünyaya neden geldiğimi hep sorardım. Çok iyi bir savaşçı olmak için mi? Bir Hanlık yönetmek için mi? Adaletli biri olmak için mi? Hayır, hiçbiri. Ben bu dünyaya sadece Yürek’i sevmeye geldim. Onun kalbinin benim için atmasını dinlemeye geldim.

Ona olan çocuksu aşkımı kabul edip geldim. Karşılıklı kırgınlığın ve aşkın en yakıcı tarafı olmaya geldim. Çünkü, yaptıklarımın altından ve üzerime yıkılan dünyamın üstesinden ancak böyle gelebilirdim. Bazı insanlar, hayatta kalmak için gerekirse en sevdiğine dair beslediği öfkesiyle ayakta kalırmış. Ben de Hançer’e olan öfkemle ayakta kaldım...

Şimdi, geri dönmek için büyük bir savaşa gireceğim.

Girayhan Krallığı son veliahtı Berk Giray olarak değil!

Yakut Hanlığı Kralı Yakut Berk olarak!

Adımı bana yasak eden herkese kim olduğumu son nefesinde fısıldayacağım.

Zehirlendiğim kadar zehir kusacağım.

Ve evet, deliliğimden asla pişman değilim

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 25.08.2025 00:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...