
25. BÖLÜM: VİCDAN SAVAŞI
"Ölümümü ölümüne bağlayamam... Ben ölsem de sen yaşa..."
Tora gözyaşlarını nihayet akıttığında bana yalvarırcasına bakıyordu. Başımı iki yana salladım. Elimle gözlerini sildim. Onu anlamak için çabalamak zorundaydım. Adından kötülük akan birinin masum annesine ne diyebilirsiniz ki? Dilimi ve söyleyeceği her sözü iyice boğup konuştum. “Ben, anasız bir evladım... Ne çok isterdim anam, kaybolsun da onu arayayım... Ama toprağın altında olduğunu bilmek emin ol daha zor...” Ne diyordum?
Dilimi ısırıp gözlerimi yumdum. Amcam bana her zaman hızlı düşün ve uygula derdi. Bugün de onun emrine uyacaktım. Omuzlarını sıkıca tuttum. “Bak gözlerime, ondan uzak olmanın seni üzdüğünü görüyor. Şimdi ayağa kalk Tora Hatun! Kendini bırakma.” Veremeyeceğim sözleri söylemek istemezdim ama güvenebileceğim bir insanı yıkılmış bırakmak bana göre değildi. “Sana, oğlunu getiririm. Bir araya gelirsiniz.”
Ellerimi hızla kavradı. Heyecandan yerinde duramıyordu. “Nasıl, nasıl evlat nasıl!” usulca ayağa kalkıp pencerenin kenarına geçtim. Yüzüm simsiyah şehre döndüğü vakit omuzlarımdaki yüklerin arttığını hissettim. Yine de güçlü olduğumu hissediyordum. Başımı sallayıp yüzümün yarısını Tora Hatun’a çevirdim.
“Önce bu sarayın altını üstüne getireceğim. Daha sonra Kara Ozan’a çıkan yolları tek tek açacağım. Dilesin kötü yoldan dilesin iyilikle. Ama, ana...” gözlerinden birer damla yaş aktı. “Ana diyen umut veren diline kurban olsun anan!” dedi muhtaçlıkla. Yüreğime ateş düşse de güçlü durdum. “Bu sarayda olan biten her şeyin mesulü de Kara Ozan. Bunu bil ve benimle bu yola ona göre çık.” Yolun sonunu ben de bilmiyorum... Onu öldürürsem çok mu üzülürsün Tora Hatun? Omuzları titreyerek başını önüne eğdiğinde ona arkamı döndüm.
Delilikti yaptığım. Tamamen delilik. Bir kopuz sesi işittim karanlık gecede. Pencereyi açıp başımı dışarıya çıkardım. Davullarla kopuzun sesi öylesine şahlandırıcı bir ezgisi vardı ki kanım kaynayıp taştı! Aynı anda bir sürü kopuz çalıyordu. Değişik kuş sesleri ve ağız çalgıları da çalınca gözlerim bunu yapanları aradı lakin bulamadım.
Başımı sarayın az uzağındaki uzun tepeye çevirdim. Arkasında gri ve siyah gökyüzü vardı. Lakin orda asıl görünecek şey başkaydı. Ulu bir kurt, başını gökyüzüne doğru çevirmiş uluyordu. Gölgesi üzerime düşsün istedim. Biraz olsun, kendimi ait hissettiğim yerde hayal ederek mutlu oldum...
***
Sabah olduğunda gözüme uyku girmemişti. İkinci gecemi birkaç ayak sesi ve fısıldaşmadan başka bir şey olmadan geçirdim. Gerginlikten ensemin taşlaştığını hissediyordum. Berk’in hayatını düşünmekten kendimi alamıyor dahası kendim için üzülmeyip düşünmeyip buraya neler katabilirim bunları hesaplıyordum. Gönüllü bir esaretten güçlü bir Han olmak için ne gerekiyorsa yapacaktım. Tüm gece sarayın lanet sessizliğini dinledim. Sabah yine birkaç kız odama geldi. Bu sefer bana izin vermediğim müddetçe yaklaşmıyorlardı. Tora Hatun’un onları uyardığını anlamamak elde değildi.
İşlerini yapmalarına izin verdim. Benim için simsiyah kıyafetler çıkardılar. Anılarım öyle çoğalmıştı ki her gün anılarım içime zehir oluyordu. Girayhan sarayında bu işi hep anneler yapardı. Hançer için bakıcı hatunlar varken benim annem vardı, bir zamanlar... O zamanlar annem vardı, elimdekinin kıymetini bilmeyen biriydim. Ama Hançer’in yoktu... Hiçbir zaman var olmayacak birini o da böyle acı çekerek mi düşlüyordu? En büyük haksızlığı yine ona yaptın, utan!
Böylesine düşünmemek elde değildi çünkü ben Hançer ile anılarımı devam ettirirken onun böyle bir şansı yoktu... Ve bu da benim ona yaşattıkların yüzündendir... Ela gözleri, ıslak ıslak baktığında hep babasından sevgi görmek istediğini düşünürdüm lakin anılar, anılar gözlerden yaş akıtmaz gözleri yaşla doldururmuş... Bunu da bana sen öğrettin Yürek Giray... Bana aşkı öğrettiğin ve yine benden daha olgun davrandın...
Onun sevgisi yüreğime köz gibi oturmadan yapacak hiçbir şey yoktu. Ona yakışır bir aile olmak için dik durmak zorundaydım. Simsiyah kaftan ve gömleği giymek için davrandığım vakit kızlar odadan süratle çıktı. Yatağıma oturduğum vakit gözlerim yanmaya başladı. Güçlü durmak ile yalan söylemek çok kolay birbirine karışıyordu. Kıyafetleri üzerime geçirirken bir kurt olup dışarıyı, adım seslerini, fısıltıları, öksürükleri, seslerdeki niyetleri dinliyordum.
Bana yaklaşmak benim nazarımda çok zordu ama henüz tanışmadığım düşmanlarım için neler diyebilirdim bilmiyorum. Aşağıya indiğimde onu gördüm. Bu kızın bir sarayı yok muydu? Babası onu buraya neden gönderiyordu? Loura ve Yakut Berk’i ne için bir araya getirmek istedikleri muammaydı... Onu görmezden gelip masaya doğru ilerledim. En başta Kral Virart, gözlerindeki memnuniyetle bana bakıyordu. Kız kardeşleri masaya boyları karışık olacak şekilde oturmuştu ve ben her kız çocuğu gördüğümde ailemi ve Yürek’i hatırlıyordum.
Güzel Uldız, ölürken elimi tutuyordu... Şimdi önümdeki bu kız çocuklarına baktığımda güzelliğin en büyük örneğinin insan oğlundan olduğunu görüyordum. Kötülüklerin de en büyük örneği insanlardan çıkıyordu lakin canımız yandığında, sevdiklerimiz öldüğünde iyilik sanki bedenimizi terk ediyordu... Aslında sevdiklerimiz ölmezdi, başka bedenlerde bizi tanımadan yaşamaya var olmaya devam ederdi...
Yakut Virart’ın gözlerinin içine bakarak selam verdim. “Günaydın, baba.” Gözlerini neşeyle açıp kapattı ve sandalyesinde geriye doğru yaslandı. Ellerini açıp masaya doğrulttu. “Afiyet olsun,” sandalyeyi çekip oturdum. Açtım ama değildim gibi de. Ben gittikçe karışıyordum... Önümdeki ekmeği bölüp yemeye başladım. Herkes beni izliyordu. Beni izleme sebepleri neydi ki? Abilerine bu kadar bakıyorlar mıydı bu ufaklıklar? Yemeğin ortası gelince Kral Virart, bana döndü ve dudaklarını yalayarak konuşmaya başladı.
“Sen de biliyorsun ki çok değiştin. Ben ve dahası kimse bunun sebebini bilmiyoruz ama sen... Sen çok iyisin oğlum.” Gözlerini masaya çevirip ellerini birbirine bağladı. Bunu dış görünüşüme ve değişen konuşmama başlıyordu. Haklıydı da ben Yakut Berk’in tam zıddıydım. Başımı sallayıp istediği konuya değinmekte bir beis görmedim. “Seni heyecanlandıran şey benim eskisi olmamam. Bundan gurur duy, baba. Duyduğuma göreve bana maliye işlerini devretmek istiyormuşsun. Bunun için de diğer görevliyi görevinden almışsın.”
Ağzı şaşkınlıkla açılmıştı. “Sen Koral’ı sildin mi? Ondan başka biri gibi konuşuyorsun.” Başımı sallayıp tavrımı belli ettim. “Ben, benden önceki hiçbir şeyi sevmem, baba! Bu benim, korkuyor musun seviniyor musun bilmem ama ben çoğu şeyi değiştirmeye ant içtim.” Yakut Berk onların gözünde bir zamanlar aptalın tekiydi, başarısızdı çünkü onu çevreleyen kötülüğe teslim olmuştu. Şimdi gönüllü bir esir ve dahası yıkmaya meraklı bir Berk Girayları vardı. Haliyle garipsiyorlardı. Hepsinin bakışlarında bu vardı.
Dadılar kızların tabaklarına yemekler bardaklarına içecekler koyarken Masaya doğru eğildim . Gözlerim Yakut Virart’ın yeşil gözlerine saplanıyordu. Çenemi bir düşmanım varmışçasına sıkmam onu an be an şaşırtıyordu. “Ben, “ derken sesimle herkes bana döndü ve hareketsiz kaldılar. “Yakut Berk’im! Bunca sene yapılanları sineye çektim ama bugünden sonra olan her şeyin hesabını soracağım.” Masadakiler bana evren görmüş gibi bakıyordu. Ayağa kalktığımda kızlara döndüm. En büyüğü on iki yaşındaydı. Tabikide bu sarayda olanlardır. Yakut Berk’in ablaları olduğunu biliyordum.
Onlara başımla selam verip dışarıya çıktım. Beni başa getirdiği maliye odasını bulmam gerekiyordu. Hızla yanıma gelen muhafızla bakışlarımı üstüne topladım. Hızlı bir selam verip yanımda durdu. Ne yapacağımı bilemedim zira beni şuraya götür desem şaşırmışlar mıydı? Tabikide hayır! “Beni maliye odasına çıkar.” Emre itaat edip sorgulamadı bile. Üst katlardaki odalara yöneldiğimizde onu ve pis yardımcısını gördüm. Bana uzaktan ama dikkatle bakıyorlardı. Koral’ın kıskanç gözleri her yanımı izliyordu. Elimi kılıcıma atıp merdivenleri bitirerek ona doğru koşmaya başlamıştım ki onlarda kılıcını çekti. Muhafız bağırmak üzereydi ki onu durdurdum.
“Bu benim işim! Kes sesini!” basit bir kıskançlık ile değil bir lanetle uğraşacaktım milleti başıma toplamamalıydı. Koral ve sarı adam kılıçlarını çekmiş bir şekilde bana yaklaştılar. Muhafız ardına yine de koridordaki tüm muhafızları ardıma almış bize bakıyordu. Hepsi şaşkın ve gururluydu. Zaten bu heriflerin kim niye sevsindi ki? “Bakın burda kimler var? Kuyruğu kapıya sıkışınca dışarı kaçmak yerine içeri kaçmaya devam eden iki aptal,” Onlara doğru adımladığımda ruhlarından endişeyi soluyordum. Sarı kafalı olanı bana tepeden bakmaya başladı. “Sana kılıç çekmemiz, seni özlemediğimiz anlamına gelmiyor...”
İma ettikleri şeyi şükürler olsun ki yaşamamıştım lakin bu onları süründüren süründüre öldürmeyeceğim anlamına gelmiyordu. “Benim aklımda sadece sizi nasıl öldüreceğimin planları var. Keşke görebilseniz...” Koral bana doğru adımlarken başını yana eğdi. “Senin Yakut Berk olmadığını biliyorum aptal! Şayet sen o olsaydın, sana yaptığım onca şeyden sonra o lanet gözlerin bana böyle bakamazdı! Ayaklarımın dibinde sefil bir köle gibi uyurdun!” Bu beni korkuttu mu? Lanet olsun korkuyu yok etmiş gibiydim. Kollarımı iki yana açtım ve başımı geriye doğru çektim. O devasa boyları ile aramda çok bir fark yoktu. Lanetler deveye benziyordu!
“Şeytanla yaptığım anlaşmayı Sana da göstermek isterdim ama o bana, git onları yok et dedi.” Kılıcımı çene hizaya kadar kaldırıp üzerlerine çevirdim. “Sizi siz yapan her şeyi daha ikinci günden elinizden aldım. Bugün arkamda kocaman bir ordu varken siz istediğiniz kadar yüksekte uçun. “ kılıcımın yüzünde oynaşan ışıkla yüzüme vurunca gülümsedim. İntikam dolu Lanet bir gülüşüm olduğunu bugün öğrendim. “Ben, gökte uçanı yerde yem yaparım.”
“Şimdi inandım! Sen o değilsin!”
İnançla kılıcımı kaldırıyordum ki arkamdan muhafızlar selam sesleri ile beni durdurdular. Döndüğümde orada bana bakan kişinin Loura olduğunu gördüm. Dilimi sıkarak kılıcımı yere indirdim. Muhafızlar döndüğüm vakit hepsine bakışlarıyla ne yapmaları gerektiğini söylemem yetiyordu. Hepsi odanın kapısında ve koridorda yeniden nöbete geçti ama o ikiliyi izleyerek...
***
İçerde sinirden deliye dönmemek için zor duruyordum. Onların kırık çeneleri ne derse desin bir veliaht daha çok inanacaklardı. Yakut Virart onlara inanmazdım zira yıllarca beklediği kişi bendim. Benim gücüm şimdiden onu esir etmişken bana tek kelimeyi bırakın şüpheyle bakmazdı. Kendimi buradaki eşyalarla oylamaya çalıştım. Zira ne dışarıya çıkabilirdim ne de başkalarının yüzüne tahammül edebilirdim.
Birkaç kitabı ve kağıdı masaya dizip okumaya başladım. Okudukça hayatımda eksik şeyin bu olduğunu şuanda fark ediyordum. Bu benim hayatımdı ve birinden daha ayrı kalmışlığıma buruk hasretiyle kağıtlara alnımı yasladım. Okumak ve yazmaktı... İnsan olabileceksem, kötülüğün savaşında haklı çıkacaksam okuyup yazacaktım ...
Yakut Hanlığı denizle o kadar çok alakadardı ki kendi tarihleri neredeyse Kızıl Kum kadar dolgundu. Kara savaşlarında ve entrikalarında adının nadiren duyulması da zaten bunu kanıtlıyordu. Burda akşama kadar kalamazdım. Birçok kitabı okurken aklımda hep amcam vardı. Onun sayesinde bu kadar iyi kitap ve parşömen okuyabiliyordum ama nasıl olduğunu bugün öğrenememek sinir bozucuydu.
Akşamın karanlığı yer yüzünü yutarken uluyan görklü kurtları dinleyerek sandalyede oturuyordum. Biri beni rahatsız etmemişti. Ama beni kontrol etmeye geldikleri gerçeğini yok sayamazdım. Kapının önüne geliyorlar ama sessizliğe bakılacak olursa beni görmeye gelen Yakut Virart’ın ta kendisiydi. Elime birkaç kağıt daha alıp mumun ışığında okumaya başladım. Gemi vergileri, İpek Yolu vergileri ve Girayhan sınır vergileri... Her devlet başka bir devletle olan sınırındaki halkına daha az vergi yükü daha çok iş gücü yüklerdi.
Bu zaman zaman isyana sebebiyet vermişti. Parayı ve gücü veren herkese gidebilen bu sınır insanları her iki ülkenin maçı sayılırdı. Kuzey ile Yakut arasındaki aileler hem Kuzey hem de Yakutlu olurdu. İstedikleri yere de gidip yerleşme hakkını kendilerinde bulurdu. Çünkü tarih bu gücü onların eline vermişti. Canım tekrardan sıkılarak mektup yazmaya başladım.
Sadece.
Sadece doğru olanı yapmak bu kadar zor- Mektubumun daha başındayken içeriye giren Yakut Virart ile göz göze geldim. Gözlerindeki yorgun gurur beni rahatsız ediyordu. Kandırmak istemiyordum ama kandırmazsam yaşayamazdım... “Nasılsın?” Ayağa isteksizce kalktım ve masaya yaslandım. Kollarımı göğsümde bağlayıp ona baktım. Beni baştan ayağa babacan bir edayla süzdü.
“Senin için neler yaptım da bir günden bir güne görmedin. Şimdi, görüyorum sanki pişmansın ama yine de devam ediyorsun. Sana bu gücü kim verdi Berk? Şeyta-“ Kaşlarımı çatarak sözünü bölmüştüm. O heriflerin zırvalamadığı ne kalmıştı acaba? “Beni ayağa kaldıran sizin umursamazlığınız oldu baba! Bunca sene beni en ücra köşelerde tanımadığım insanlar büyütürken sen neredeydin? Plan yapmak ha? Hayır! Sadece plan yapan kimse gerçekten çalışandan daha çok iş yapmaz!”
Yakut Berk’in annesi altı yıl önce ölmüştü. Tek erkekti ve bu da küçük kardeşlerinin olma sebebini açıklıyordu. Annesinin yokluğu herkese bir lokma demekti. Plan yaptığını iddia eden Yakut Virart yanılıyordu! “Ben yıllarca babasız kaldım! Bir köşede sefilliğimle korkumla baş etmeye çabalarken sarayın içindeki canı cehenneme gidesi insanlardan bir haberdin!” işaret parmağımı hızla yüzüne kaldırıp kendimden de farklılaştığım o halime büründüm. “Kendini savunma. Bu sarayda olanlar için bana sadece, sen bilirsin demelisin. Aksi takdirde seninle karşı karşıya gelmekten çekinmem,”
Yakut Virart bir damla göz yaşı döktü. Ve hızlıca bana sarıldı. Sanırım onu hiçbir şey benim değişimimden daha çok sevindirmiyordu. “Ne istersen, ne yaparsan yap! Karışmayacağım, ne olursa olsun her şeyin en iyisini sen bilirsin.” Bir baba ile en son ne zaman kucaklaştığımı çok iyi biliyordum. Bu yüzden içimdeki güvensizliği aşamayan yanım beni geri çekiyordu. Virart’ın çıkmasını bekledim ve o çıktığında masaya başımı koyup uyumaya çalıştım. Bu kattaki muhafızlar tarafından korunmak yatak odasındakilerden daha iyiydi.
“Geldin mi?” Berk’in gözleri kamaştı. Atın üstünde bir kadın kadının önünde oturan üç yaşlarında bir erkek çocuğu. İkisinin de gözleri elanın en aşk dolu rengiydi. Gözlerinin önüne elini koyup onları görmeye çabaladı. “Geldin mi?” bu bir kadının sesiydi, tanıdığı bir kadının sesi ama yüzü... “Baba!”
“Altay! Dur, düşeceksin!”
“Anne... Babam bize neden uzaktan bakıyor? Babamı istiyorum! ” Işık yerden yükselmeye başlayınca bu sefer saçlarının rengi aşikar oldu. Kadının saçları koyu kahverengiydi ve oğlanın saçlarıysa siyahtı... “Gelmiyor musun? Sensiz kaç yıl daha geçecek?” Işıklar o anda yok olunca Berk Giray ne olduğunu anlayamadı. Gözlerine inanamıyordu... O, O kişi Yürek miydi?
Karnı burnunda kadın önüne bir de bir erkek çocuk oturtmuş atının üstünde Umay Ana gibi endamını ispat ediyordu. Dili tutuldu Berk’in. Dili öylesine tutuldu ki attan inen kadına bakarken gözlerini bile kırpamıyordu. Yürek, uzanıp ellerini tutunca yüzünde nazlı bir gülüş vardı. “Seni daha önce hiç böyle şaşırmış görmemiştim. Ne o, beni ilk defa mı böyle görüyorsun?” Berk’in dizleri titreyince kendini yere bıraktı.
Yürek, onun dizleri üstüne çöküp ne yaptığına bakarken Berk sanki yıllarca bir bebek hasreti çekmiş gibi karnına sarılmış titriyordu. “Baba!’ yine o sesi duyunca Yürek’in karnından güç bela başını kaldırdı. Başını kaldırıp ona gözyaşları içinde bakan Yürek’e çevirdi. “Adı, Altay mı?” Berk, yüce bir dağın adını evladına ne diye koyduğunu düşündü. Hiçbir şey hatırlamıyordu ama!
Yürek gözlerini sildi. Başını sallayıp karnını tuttu. “Burdakilerin de adını öğrenmek ister misin Han’ım?” O anda sırtına atlayan Altay ile sendeledi. Ama bu her anlamda duygularına tercüme bir sendelemeydi. Ailesizlik bir insanın en büyük yarası olunca kendi emeğiyle bir yere gelmeye başlaması onda tarifsiz bir his bırakırdı. Buruk ama gurur dolu bir gülüşle Altay’ı kucağına aldı. Yürek kedi gibi göğsüne sarılınca hiç kokularını içine çekmediğini fark etti.
Tam buna niyet ediyordu ki,
Gözlerimi hızla açtığımda karşımdaki kızları gördüm. Bana kıyafet getirmişlerdi... Sabaha kadar uyumuş muydum? Üzerime başıma hızla baktım. Bir şeyim yoktu, yaşıyordum. Ama kimsem yoktu... İçimdeki panik geçmeyince öfkeyle bağırdım. “Ne oldu burda!” Kızlar elbiseleri koyup kaçınca kendime küfretmeye başladım. Ellerimle yüzümü avuçlarken ne yapacağımı bilmiyordum.
Onları bir kez olsun koklayamadım!
***
Şu bir haftadır her günümü Yakut Berk’in ailesini tanımakla geçti. Ona sürekli haber salıyor merak ettiklerimi soruyordum. Odamı değiştirmiş üst kata geçirmiştim. O gece bana nöbet tutan askerleri oradan başka yere kımıldamamaları için disiplin ve rütbe ile yönlendirdim. Artık daha rahattım. Uykularımı hala alamasam da savaşmaya ve mücadeleye devam ediyordum. Bazen yanıma askerlerimi alıp Yakut Berk ve dostlarımı ziyaret etmeye gidiyordum. Kendimi dahası, Yakut ailesini belalardan korumak için her yolu her kapıyı zorluyordum. O sarı kafanın dediği Kara Ozan isminden sonra öğrendiklerim olmuş ve şimdi de sarayın içinde Kara Ozan'a dair iz arıyordum.
Saf kötü ile dönek bir piç olduğu arasında gidip gelmekten başka şansım yoktu. Bazen peşine düştüğüm ipuçları yüzünden o kadar çok farklı yerlere çıktı ki yolum kolumu versem başımı kaptıracaktım. Bir iskele evi keşfetmiştim hem de başkentte! Dibimizde! Sarayın çevresine akıl sır erdirememekle birlikte öğrendiklerimle de daha farklı planlar yapmaya başlamıştım. Öncelikle orayı yıkmış, yakmış ve sarayı Kurt kadar sessiz ama puslu bir zamanda teftişe çıkmıştım.
Bu süreçte o kadar uykusuzdum ki sebebi, odama sürekli girip benden faydalanacağını sanan aptallarla olan kavgalardan ötürüydü. Burada kalıp onlara bedellerini ödetmekten geri durmayacaktım. Yakut Berk’in konuşamadığı her şeyi konuşacak korkularını yenerek onu da kendimi de sonsuza değin rahat ettirecektim. Her gün kucağımda kılıcım kapıdaki seslerde kulağım kalarak uyumaya çalıştım. Yine o günlerin birindeydim. Çünkü nöbet hususunda istediğim güce sahip değildim. Henüz.
Bu pis sistemin içinde ordu da vardı lakin iskele evi diye tabir edebileceğim o evin akıbeti gözlerime bakanın Yakut dağlarından duydukları kurt ulumaları karşısında şansı yoktu. Ama denemek isteyenler elbette vardı. Komutanlar... Amcama zamanında en büyük darbeyi atanlar o piç sürüsüydü! Onları yükseklere çıkarmak marifet değilmiş demek ki...
Birkaç askerim muhafızlığımı yapıyordu. Ama yine de en büyük muhafız kişinin kendisiydi. Bir tıkırtı duydum ve bir de nefes... Gözlerimi açarken göğsüme yasladığım kılıcı hızla elime aldım. Yüzüme eğilip bakan suratı hızla bedeninden ittirdiğim vakit ince bir ses öfkeyle bağırdı. “Ne yapıyorsun Berk!” muhtemelen onu göğsünden itmiştim ki acıyla göğüslerini ovalıyordu. Gözlerim adeta birbirine yapışık gibiydi. Kılıcımı yeniden göğsüme yasladım ve gözlerimi ovaladım.
“Senin ne işin var burda!” diye gözlerimi açınca korkuyla yerine sindi. Dört gün önce sarayına gitmemiş miydi bu? Ayağa kalkıp önünde diz çöktüğümde ürkek bir şekilde nefes verdi. Odama girerken ne gibi bir bahane kullandı da dışarıdakiler izin verdi bilmiyordum. “Odama destursuz girmen için iki sebebin olabilir: Ya sevdiğimsindir ya da karımsındır. Ama bakıyorum da sen hiç birisin!” Gözlerini kaçırmaya başladı. “Babam bugün burda bir eğlence olduğunu söylediğinde bende seni uyandırayım dedim. Kimse bana dur demedi. “ Yakut Berk’in başına ne geldiyse bu sorumsuz ailesi yüzünden gelmişti.
Nasıl bir genç erkeğin odasına bir genç kız gönderebilirlerdi? Kız kardeşe amenna, anneye yahut hizmetçilere de öyle ama tanımadığım birine? Sabah sabah sinirle doğruldum. Parmağımı kapıya çevirdim. “Bir daha acımam. Bugün sızlayan göğsün yarın kanlı bir bıçakla oyulur! Herkes haddini bilecek.” Sözlerimle ayağa fırladı. Tam dibime girdiğinde kara gözleri kibirle kısıldı. “Ben Bankiz Prensesi Loura’yım! Haddim burdan geliyor Berk!” dediğinde onu alnına koyduğum parmağımla geriye doğru ittim.
“Kibrini de al git. Bu kadar yakınımda olmasına tahammül ettiğim tek bir kişi var.” Sonlara doğru kısılan sesim cümleyi aklımda tamamlama sebep oldu. “Onu da oba köşelerinde tek başına bıraktım.” Kapanan kapı sesiyle rahat bir nefes aldım. Gözlerimi tekrar yumduğumda Hançer’in sarayımızdaki sabah karşılaması aklıma geldi.
Börü Giray’ın verdiği işlerle beynim hayli yorgundu. Bir ordunun nelere sahip olması ile ilgili sabaha kadar yazdığım bilgilerle uyku beni yatağa dahi geçemeden masa başında ele geçirmişti. O kadar derin uyumama rağmen saçlarımda gezen parmakları adım kadar iyi biliyordum.
Saçlarımdan enseme giden parmakları ile sıcak nefesi yanağımı okşadı. Uykumu asla alamamış olsam da zerre şikayetlenmeden ellerini hissettim. “Ne var ki bu kadar çalışacağın anlamıyorum... Artık seni deli edercesine uyandıramıyorum.” Sıcak nefesi yanağımı yakarken yüzümün farklı farklı yerlerine kondurduğu tüy gibi öpücüklerle altüst oldum.
Kucağımda kalan elimi heyecanla sıkarken elleri tekrar enseme ulaştı. “Sen yorulma. Yorulunca sabrın kalmıyor. Sonra benimle çok kavga ediyorsun.” Kalem tutan elimin sırtına dudaklarını bastırdığında diğer elimi bacağıma kapadım. Yanıyordum sanki.
“Kızarmış elin bir de. Sen dur ama bu kadar uzak kalmanın hesabını sana soracağım.” Başımı daha fazla dayanamayıp iki yana salladım ve başımı kaldırdım. Bu sefer başını masaya koyan o oldu. Ela gözleri elmas gibi parıldıyordu. “Nihayet uyandın.” dediğinde elleri yanaklarıma gitti. “Bak nasıl kızarmış yanakların Berk! Niye yatağına yatmadın?” dediğinde gözlerimi kaçırıp okşadığı yerleri hissetmek için elimi başıma götürdüm.
“Sabaha kadar yazı yazdım. Uyuya kalmışım.” Ellerini indirdiğinde yüzü mahzunlaştı. “Niye bu kadar çalışıyorsun anlamıyorum. Gel dışarı çıkalım, yarış yapalım. Ne olursun! ” Başımı reddedercesine salladım. “Amcam bana iş veriyorsa bildiği vardır Yürek. Beni anla. Hatta sen de benimle beraber kal. Bilmediğin her şeyi öğrenirsin. Devletimizin geçmişini, bağlı obaları ve daha birçok şeyi sana anlatabilirim.”
Ayağa kalktığımda kollarını hızla boynuma sardı. Alttan alttan bakan elaları kalbimi ölüme sürüklüyordu. “Berk! Lütfen gel benimle. Seni çok özledim! Hadi...” Başını boynuma koyduğu vakit yüzü tenimi gıdıkladı. Ellerim titreyerek beline vardığında bana daha çok sokuldu. Nazının beni ne hale getirdiğini ne bilecekti ki?
“Yürek... Yapma ne olursun. İşim bugün erken biterse seninle akşama kadar gezerim. Merak etme, tamam mı?” küskün yüzünü yüzüme kaldırdığı vakit derince yutkundum. Kaşlarını kaldırıp dudaklarıma baktı. “Söz verdin az önce farkında mısın?” dediğinde başımı güç bela salladım. “O vakit, iki elin kanda dahi olsa benim yanıma gelmek zorunda olduğunu biliyorsun değil mi? “ Başımı yine salladığım vakit dudaklarında gonca bir gül açılmıştı.
Kollarım arasına zıplayarak kahkaha attı. Yanağıma hızlıca bir öpücük bıraktı. Geri çekildiğinde panikle yüzüne baktım. Şimdi sıra bende miydi yoksa?! Ama onun zerre umrunda değildim. Uzanıp diğer yanağıma da öpücük bıraktığında hızla kapıya koştu.
Onu böyle güldüren tek kişi olmak boynumu kırıyordu. Gönlümdeki harlanan hasretle tez vakitten akşam olmasını diledim. Belki onu yine dere kenarında bulurdum. Yine başımı omzuma yaslar da bana beni, kendimi anlatırdı. Üzerimi değiştirip kılıcımı sağ elime aldım. Kapıdan çıkıyordum ki bana sinsi gözlerle bakan sarı kafalı adamı gördüm. Onları birkaç gündür görmüyorum. O yangında öldüklerini düşünmek istesem de bu fazla çocukça olacaktı.
Kaşlarımı hızla çatarak üzerine doğru adımladım. Gayet dirayetli durması öfkemi perçinledi. “Ne bakıyorsun piç!” diye yükseldiğimde beni şaşkınlıkla ama yine süzmesine devam etti. Arkasında gücü olmayan hiçbir aptal bu kadar cesaretli olamazdı! Her gece odama birilerini beni öldürsün diye salıyorlardı ama kanıtlayamıyordum. Ama bir türlü onları var oldukları yerden zindana atacak bir fikir bulamıyordum. Yakut Berk’i sık sık düşünerek korktuğu her şeyi hatırlıyor sonra da düşmanlarımın açıklarını düşünüyordum.
Tüm öfkem ve uykusuzluğumla üzerine yürüdüm. Pis sırıtışı ile bedenimi baştan aşağıya iğrenç bir şekilde süzdü. “Sende bir şeyler var. Bu azgın adam sen olamazsın. Senin tenin nerde bu kadar yandı hem? Sen bizden ne saklıyorsun Yakut?” Onu duvarla arama itip boğazını var gücümle sıktım. “Sen kimsin ki beni sorgulacaksın! Karşısında eski eziği bulamayınca tutuştunuz mu?” Nefes alamayan suratı acıyla kasıldı. Derken omzuma kapanan elle hızla arkama döndüm. Al birini vur ötekine! Arkama döndüğümde bunun Koral olduğunu gördüm.
Attığı yumruğu geri çekilerek sarı kafaya atmasını sağladım. Ondan hızlı davranıp Koral’ın kolunu kıvırıp karnına tekmeyi bastığımda hızla yere serildi. Kafası arkaya doğru düşen ama elini gözüne tutup inleyen adamı da tekmeyle iki büklüm edip yere serdim. Koridorun başındaki muhafızlar bana şaşkınca bakarken beni onlardan uzaklaştırdılar. Onları ben koruyor gibiydim ve bunu onlar da düşünmüş gibiydi.
O anda bir şey oldu. Başkasının nasıl düşüneceğini tahmin edebileceğimiz gibi onların düşüncelerini de yönetebilirdik tabi akıllıca yapıldığı müddetçe. Nihayet aradığım fırsatı yakalamıştım. “ Bu devletin size verdiği makam mevki size yetmedi mi ki iftirada bulunursunuz ha! Canınıza mı susadınız kıskanç adamlar! ” Yanımdakilere baktığımda onların yanına gittiler. Eğilip onları sanki suç üstünde yakalamış gibi köşeye kıstırdılar. Sesler iyice yükselince arkamdan baş muhafızın, “Ne oluyor!” diye bağırması sonucu öfkem had safaya çıkmıştı. Kendimi tutmadım ve baş muhafızın bile yere düşebileceği bir yumrukla onu yere düşürdüm.
“O sesini ben varken daha fazla yükseltme! Gel gör, bu densizler, devletin veliahtına iftira atıyor! Kralımız, Koral’ı yerinden azledince bana gelip öfkesini kusuyor. Diğeri hele o diğeri sanki bugüne değin bir kadına dokunmuşum gibi bana cariye getirmek karşılığında görevine devam etmesi için rüşvet dağıtıyor!“ Baş muhafız yerde dehşetle gözlerime bakarken eğilip onunla yüz yüze geldim, yumruğunu yavaşça göğsüne vurdum. “Ben bu devletin veliahtıysam, onları da bu yaptıklarından ötürü zindana attıracağım!”
Ona bunları söylemem bile artık son sözün bu sarayda bana ait olduğunu bilmesi içindi. Bir kral, her yetkiyi birine dağıtırsa toplaması da böyle zor olurdu. Nöbet, misafirler, askerlere haber uçurmaya kadar her türlü faaliyette parmağı vardı. Ben de Berk isem artık buna müsaade etmeyecektim. Muhafızlara döndüğüm vakit kindar ama yüksek bir sesle emrimi verdim. “Derhal, zindana atın!” Arkama dahi dönmeden doğruca yemek salonuna girdim.
Onca kavgadan sonra acıkmamıştım ama Kral Petro ve Kral Yakut Virart karşılıklı oturmuş konuşurlarken benim gelmemle ikisi de ayağa kalktı. Virart’ın gözleri neşeyle açıldı. “Günaydın oğlum!” Başımı sallayıp yanındaki sandalyeye oturdum. Petro’nun gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Sesleri duymadıkları belliydi.
“ Görmeyeli değişmişsin. “ Gözlerine bakmakta buldum çözümü. O da bana daha fazla bakamayıp Virart’a döndü. Kral Virart her gün daha da sevinçli geliyordu gözüme. “Evet dostum. Artık maliyeyi devralacak kadar değişti. “ gözlerimi kısarak Virart’a döndüm. “Az önce sana ve bana iftira atan devrik maliyeciyi ve yamağını zindana attım. Çevremizde o kadar fazla işe yaramaz var ki sabrım tükendi. “ Kral Petro bir ıslık çaldığında Virart’ın gözleri gururla ışıldadı.
“Ne yapmış da onu zindana attın Berk?” Diyen Petro’yu duymazdan geldim. İkimizde ama Virart’ın sorgulamaması beni daha da şüpheye düşürmüştü. “Nasıl olduğunu sormayacağım. Senin bu günlere gelmen için ne çok sabrettim bilemezsin.” Yüzümü masaya doğru çevirdim. “Bana sakın karışma, baba.” Sözlerimi hatırladığını biliyordum. Bana gerçekten de karışmayacağını da. Virart’ın ellerini elimde hissedince derince yutkundum. “Senin emrin üstüne tek söz etmem. Yaptıkları bir değil, iki değildi. Sen yapmasaydın ben yapardım. Muhafızdan olan biteni öğrenirim. “ Başımı salladığımda içeriye muhafız başı geldi. Üçümüze selam verip yönünü Virart’a çevirdi.
“Kralım, veliahtımızın emri üzerine Koral ve Tümer’i zindana attım. Yaptıkları saygısızlık dolayısıyla zincirle dövülecekler. Başka bir emriniz var mı?” Bakışları bana döndü. Gözleriyle bana selam verdiği vakit ona selam verdim ve elimle kapıyı işaret ettim. Hükmedenin kim olduğunu artık çok iyi biliyordu. Gözlerindeki cesaret kırılmıştı. Dışarıya çıktığı vakit Virart’ın konuşmasıyla ona döndüm. “Birazdan sana bir misafir getireceğim. Ama önce yemek yiyelim.”
Hiçbir şey demeden yemeğe başladım. Düşünmekten her ne kadar başım ağırsa da duramazdım. Vardığım yeri iyi korumalıydım. Ve bunun için Virart’ın ellerinin gölgesi üstümde iyi bir etki bırakıyordu. Beni, Yakut Berk gibi korumasız bırakmayacaktı. Ve ben de ona asla benzemeyecektim. Ne var ne yok iştahla yedikten sonra sessiz sofrada tadımı kaçıran bir olay gerçekleşti. Loura, üzerine aldığı kibir pelerinini giyinip sofraya gelmişti. Yakut Berk’in kız kardeşlerini aşağılaması ve bana karşı olan ilgili gözlerini hatırlamak hızla sofradan kalkmama neden oldu.
Virart’a döndüm. “Ben önden aşağı inmek isterim. Buradaki herkesten daralmaya başladım.” Kral Petro’nun gözleri beni yemek ister gibi baksa da bunu umursamadım. Aşağıya indiğimde meydanın benim için düzenlendiğini gördüm. Amcamın bana öğrettiği her şey dün gibi aklımdaydı. Bunun üzerine Atalar ve Uruz’un emeği de eklenince kendimi eskisinden daha yürekli görür oldum. Bugün burda olmam Gök Tanrı’nın lütfuydu. Akrabam bile olmayan biriyle benzemek ve onun yerine geçerek güç sahibi olmak aklımın ucundan dahi geçmezdi. Ama izler, takip edeni zafere götürüyordu.
Zor olanı başarmış, burda durmaya çabalıyor ve gelecekteki intikamım için kendime koza örüyordum. Her şey, ailem ve Yürek için... İntikamımı almayı her şeyden çok istiyordum.
“Sayın Yakut!” duyduğum sesle arkama döndüm, bana ok ve kılıç uzatan askere baktım. “Bunlar sizin efendim.” Oklar sadaklarında değildi ve uçlarında hafif yamukluklar vardı. Kılıcın kabzasındaki yeşil yakut taşı gördüğümde bir tek onu beğenip aldım. “Onların uçlarını sivriltip düzeltin! Sadağa koymadan da getirme. Çocuğa mı veriyorsun bunları!”
Asker mahcupça selam verdi ve hızla gözden kayboldu. Bunların hiçbirini ben babamdan görmedim. Bana amcam öğretti, onla sonsuza kadar gurur duyacaktım. Bahçeyi uzun uzun dolaşmaya başladım. Başından sonuna kadar geniş bir ahır bulunuyordu. Çiçekler ve asmalar ahırdan uzakta boylu boyunca yayılmıştı. Ailedeki kızlar için rahatça oturmaları için yeşil otlar ekmişlerdi. Yanına da gölgelik yapmışlardı. Gölgeliklerin orda renk renk ve boy boy masalar vardı.
Bir kadın küçük ama seri adımlarla bana doğru yaklaştı. Elinde bir bardak su tutuyordu. Bakışları önde bardağı uzattığı vakit suya şüpheyle baktım. Elini tutup bardağı ağzına doğru yaklaştırdım. Korkak bakışları yüzümü turladı. “E- efendim...” dediğinde kaşlarım daha da çok çatıldı. “Önce sen bakacaksın tadına!” Bana şaşkınca bakmaya başladığında ısrar edecektim ki duyduğum sesle duraladım.
“Nerde görülmüş bir veliahtın sudan şüphe duyduğu?” Hızla arkama döndüğümde bana doğru gelen Ragnar ile yüzüme hoş bir gülüş yerleşti. Kollarını iki yana açtığı vakit bende ona adımlamaya başladım. “Bana şüphe duymayı aşılayanlar utanmasın mı?” genelde ifadesiz duran suratında ender görünen gülüşü ile kollarını omuzlarıma koydu. “Desene, onlar bir kahraman yarattı?” Omzuna vurduğumda gülüşü ağır bir tavra büründü.
“Etrafını öylesine ürkütmüş ve şaşırtmışsın ki kimse sana uzun uzun bakamıyor.” Çevreye attığı ağır ve irdeleyen bakışlarını takip ettim. Bu birkaç yılda değişmişti. Eskisi gibi yüz hatları çocuksu değildi. Savaştan yorulmuş bir komutanın hırkasını giymiş gibiydi. Söylediklerine döndüğümde ilk günlerimin hiç de öyle olmadığını bilmiyordu. Gözlerim bıkkınlıkla kapandı. “Daha birkaç gündür burdayım ve uğraştığım şeyler öyle pis ki inan bundan fazlasını yapmak için tutuşuyorum.” Ellerini çekip kemerini oturttu. Ağır gözlerini üzerimde gezdirdi, adeta gir komutan gibi. Ve ben rahatsız olmadım. “Bu kadar sivri olmak da küpüne zarar verir. İçteki yılanlarla teker teker uğraşmak her zaman daha kolaydır. Azar azar kuyruklarına bas.” Kıstığı gözlerine uzunca baktım. Fazla konuşmayarak anlaşmak böyleydi. O anda içimde biriken şeyleri hızlıca ona sormaya başladım.
“Kara Ozan’ı tanıyor musun?” aniden sorduğum soruyla şaşkınlığı arttı. Kaşlarını kaldırıp indirdi. Dudaklarını büküp yüzünü buruşturdu. “O kim ki? Tanrı aşkına, lütfen sadece kendine odaklan. Bu boka batmadan karşıya geç!” Başımı havaya kaldırıp nefeslendim. “Ben burdan bambaşka işler çıkacağını düşünüyorum Ragnar. Kimse masum değil ve ben, bildiklerimin yanına ne katabilirsem onun derdindeyim. “
Ragnar, ihtiyatla etrafı üstünkörü izledi. “Bugün burda sana bir meydan kuruyorlar ama urganı boynuna görünenin arkasındakiler dolar. Şüpheci olman çok iyi. Elinden geldiği kadar kendin ol, bilmediğin her konuda ona haber yolla. Riske girme.” Bilmediğim her şeyi öğrenmek için Yakut Berk’in fikrini alıyordum zaten. Az sonra Kral Petro ve Virart aşağıya indi. Sözde kız kardeşlerim de arkalarındaki yerlerini aldılar.
Az ötede ise bana çekingen ama sinir olan gözlerle bakan Loura’yı gördüm. Virart’ın devlet adamları ve askerlerinden hatrı sayılır olanlar ayarlanan sandalyelere oturdu. Virart elindeki şarabı kalabalığa doğru kaldırıp tam ortalarında duran bize sundu. “Bugün, biricik oğlumun mükemmel dönüşümünü kutlamak için toplandık! Sizlere Kuzey Hanlığı Kralı, Kral Ragnar’ı takdim ediyorum! Bugün oğlumun bu özel gününde onunla mücadele edecek.”
Gözlerim Ragnar’ın çelik gibi yüzüne döndü. Bir anda göz göze geldik ve bana hınzırca bir gülüşle arkasını döndü. Kılıcını çıkarıp bana bana doğru tekrar döndü. Ellerini kaldırıp gür sesiyle meydanı inletti. “O halde, gel Berk! Er meydanı seni bekliyor!” O bunu uzun zamandır bekliyordu değil mi?
Zevkle kılıcımı çektiğimde başlamamız için bir işaret verildi. Bana doğru kılıcını savurduğunda yana kaçtım ve anında havaya kaldırdığı kılıcını kılıcımla tam havada karşıladım. Birbirine çarpan kılıçların ince sesi dişlerimi sıkmama sebep olurken Ragnar benden birkaç yaş büyük olmanın cüsse avantajına sığındı ve üzerime var gücüyle eğilmeye başladı. Belim istemsizce geriye doğru eğilirken ağrı hissetmeye başladım.
Evet, Ragnar tıpkı o günkü gibiydi. Altuğ’un babasını öldürüp yere serdiği günkü gibi... Sır küpü aynı zamanda ruhsuz... Arkamdan tezahüratlar yükseliyordu. Lakin Ragnar ustaca dikkatini koruyordu. “Hadi oğlum!” diye bağırdı Yakut Virart.
“Bitir bu işi!” dedi saraydan bir rütbeli.
“Az daha dayan!” dedi küçük kız kardeş.
“Yüce Ragnar! “ bu elbette onun askerlerindendi.
Dişlerimi acıyla sıkarken gözlerinde kendimi gördüm. Orada yenilirsem bana kötü şeyler yapacak birini gördüm. Kılıcımı birbirlerine oturduğu yerinden sıyırdım ve kabzasına doğru tiz bir ses çıkararak indirdim. Gücümü tekrar toparladığım gibi onu tüm cüssemi kullanarak geriye savurdum. Ayaklarını sürünerek durduğunda şeytani sırıtışı gururla yer değiştirdi.
Ona doğru bu sefer saldıran bendim. Sağdan soldan düzenli vurduğum kılıçlarımı her seferinde ustaca savuşturdu. Başına doğru vurmak istediğimde bu sefer aynı şekilde oyununa düşeceğini bildiğimden kılıcımı hızla sıyırıp tuzağından kaçtım.
Bana savurduğu kılıcı karın bölgemde tuttum. Kılıcımla kılıcını aşağıya eğip yüzüne kafa attım. Arkamdan yükselen çığlıklar, alkışlar ve tezahüratlar yine dikkatimi dağıttı. Ragnar o anda afallamadı bile, çünkü kılıcını benden önce hareket ettirdi, beni karnıma attığı tekmeyle uzaklaştırdı. Yere diz vurup kılıcımı yere sapladığımda nefesim kesilmişti.
Yanıma geldi. Kılıcını benim gibi yapıp yüzüme doğru eğildi. “Bu kadar mı gücün? Bu mu senin vazgeçtiğin geçmişine sadakatin?” fısıldayarak söylediği sözlerle ağzımdaki kanı tükürüp ayağa kalktım. Son gücümü kullanırcasına savaşmaya başladığımda sağlı sollu kılıçlarımla artık onun da nefesi tökezler olmuştu. Kılıcını göğüs hizamda savuşturup kendi etrafımda yarım tur döndüm ve başımın üstünden geleceğini bildiğim kılıcını durdurdum. Sırtım ona dönük kaldım.
Ondan darbe almayacağımı biliyordum. Ama kulağıma yaklaşıp söylediği sözlerle ayaklarım yere çivilendi adeta. “Hançer çok güzel kız olmuş... Nasıl güzel boylanmıştır şimdi... Narin elleri, sıcacık gözleri, incecik beli...” öylesine zoruma gitti ve kanıma dokundu ki onun yerine bir düşman görmeye başladım.
Beni ittiği an geri dönüp yakasına yapıştım. “Seni burda lime lime ederim! Parçalarını onun ayaklarının dibine atarım! Onun hayalini dahi kurdurtmam sana!” O anda herkes yanımıza gelmeye kalktı ama Ragnar onları bir el işaretiyle durdurdu. Bana acımasız bir şekilde bakıyordu tıpkı ona baktığım gibi.
“Uzaktan korumak işte böyle bir şey Berk! Ne olduğu belirsiz herifin teki alır heybesine de ruhun duymaz! Savaşta biri sana bunları söylese ahanda,” kılıcı karnıma yasladı. Sivri ucu kıyafetlerim olmasa çoktan batmış ve az da olsa kanatmıştı. “senin ciğerini deşer! Zaafların olmalı ama onları kendine pranga yapma! “ geri çekildiğinde söylediklerinin oyundan ibaret olmasıyla rahatlasam da yüzüne tüm öfkemle bir yumruk almaktan geri durmadım.
Herkesten korku dolu bir ses çıksa da Ragnar gülüyordu. “Ne gülüyorsun!” dediğimde bana aynı şekilde gülümsedi. “Senin bana yumruk atman beni tahtımdan etmez. Burdaki herkes bilir ki ben sana büyüklük ederim. Sense küçüklük. Yenilmedin ama kazanmadın da.” Elimi kaldırıp Virart’a doğru döndük.
“Kral Virart! Oğlunun bileği de öfkesi de berk! Berk yürekli bir adam yetiştiriyorsun kıymetini bil!” Kral Virart elbette sevinçle bu durumu karşılamıştı. Nefes nefeseydim. Sabahki rüyanın etkisindeydim. Herkes alkış yaparken sırada oklar vardı. Kendime gelmek için başımı iki yana salladım ve saçlarım alnıma düştü. Bunca yorgunluğun üstüne ok atmak savaşmakla eş değerdi. Ellerim duyduklarımın ardından sinirle titriyordu ama sakin durmaya çalışıyordum.
Az önce azarladığım asker sadağa koyduğu oklarımı getirdi. Ragnar kendi oklarını çoktan ayarlamıştı . Göz göze geldiğimizde, “Bu sefer büyüklük yok Berk.” dedi ve memnuniyetle kabul ettim. İlk oku tam ortadan atarak isabet ettirdi. Üzerimdeki emeği, desteği ve gölgesi yeterdi. Büyüklük yapması da beni üzmez kızdırmazdı. Tezahüratlar yükseliyordu. Sora bana geldiğinde tek atışta kendi hedefimi tam ortadan vurdum.
Bir süre daha ok atışlarımız devam ederken bir kadın çığlığı yükseldi ve Ragnar ıskaladı. Arkama hızla döndüğümde sarayın en tepesinde kız kardeşim vardı. Onların oynadığım bu oyunda zarar görmemesi gerekiyordu! Aklıma Yakut Berk ve saf kalbi geldi. Bu kız şimdi oraya nasıl çıkmıştı?! Aklımı kaçırmak üzereydim. Geçmişimde yaşadığım şey başıma yine mi gelecekti! “Dur!” diyerek bağırdığımda siyahlar içinde biri arkasından göründü.
Bana döndü ve ben ilk defa ne yapacağımı bilemedim. “Zaaflarını kendine pranga yapma!” İçimde yükselen sesle omuzlarımı dikleştirdim. Bana bakarken korkak biri görmemeliydi. “Kimsin sen!” dediğimde öylece bana baktı. Gözlerim askerlere değdiğinde yukarı çıkmaları için daha fazla beklemediler.
“Sakın bir şey yapayım deme!” nefesim kesilircesine bağırdım. “Ona dokunma!” Yanımdaki Kral Virart titremeye başladı, “Kızım!..” dediğindeyse Virart’ın korku dolu haykırmasıyla kara kıyafetli en tepeden aşağıya bir anda onu itti. Öylece kalakaldım. Buradakiler bağırıp çağırırken o da arkasından atladı. Çığlık sesi ve süzülen elbisesi ile yangındaymışım gibi bedenim yanmaya başladı. Ve o an... İkisi de ağır bir sesle yere düştüler. Boğazım yırtılırcasına bağırdım. “Hayır!”
Tüm kalabalık oraya koştuğumuzda hızla güzel kızın bedenine baktım. Ne olurdu yaşasaydı? Ama hayır... Ölmüştü... Gözlerim kandan tanınmayacak hale gelen, Hançer’e benzettiğim küçük kızın yüzünde gezindi. Benim yüzümden... Ragnar’ın sözleri kulaklarımda çınladı. Zaafların olmalı ama onları kendine pranga yapma!
Bunu ona yapan ancak ve ancak kuyruğuna bastıklarımdı ve ben onların kim olduğunu biliyordum! Ama onun minik kanlı bedenine bakarken tek yapabildiğim herkes gibi göz yaşı dökmek oldu...
***
Tüm sarayda göz yaşı vardı. Bir güzel kız çocuğunun ölümü sarayı özellikle Virart’ı göz yaşına boğmuştu. O, çok güzel bir kızdı. Tatlı ve Hançer gibi nazlıydı... İlk önce ona kanım ısınmıştı. Bana bakan güzel yeşil gözlerine sevgimi ekmekte geç kalmıştım... Ona kız kardeşim demek için geç kalmıştım. Ona bunu yapanlardan hesap sormak için zindana koşuyordum. Yalnız değildim bugün ve eğer Ragnar yanımda olmasaydı kesinlikle aklımı kaçırabilirdim.
Merdivenleri atlayarak indiğimde bana yetişmeye özen gösteriyordu. “Zindanın kapısını aç!” diye bağırdığımda kapı hızla açıldı ve Ragnar arkamdan içeriye girdi. Gözlerim hızla Tümer’i buldu. Onu yattığı yerden kaldırdığım gibi duvara çarptım. “Konuş lan! Konuş! Kara Ozan mı istedi bunu yapmanızı!” Var gücümle boğazını sıkıyordum ve benden yaşça büyük olmasına rağmen altımda kıvranıyordu. Tümer’in gözleri yaşardı ama gülümsüyordu. “Hediyemizi ... Beğendin mi... Onun adamı olursan şayet... Herkes yaşar.”
Konunun Ragnar’ın dikkatini çektiği Koral’ın yakasına yapışmasından belliydi. “Konuş. Canını almak en basiti. “ Koral ona bakarken oldukça gergindi. “Bunu size ne için söyleyecek mişiz?” Ragnar onun en hayati noktasına kılıcını çekip bastırdığında dilini çözmüştü. Tümer’i sarsıp bağırdım. “Konuşun!”
Koral denen herifin bağırarak anlatmasıyla canının yandığını anladım. “Biz. Onun emrindeyiz ama buraya geldiğimizin öncesinde böyle bir emir almadık. Yani bize kimse bunu yapın demedi. Ben zaten görevden alındım! Kral Ragnar’ın geleceğini bilmiyorduk. “ Ragnar biraz daha bastırdığında sesi renksizdi.
“Yani içerde birçoğu var öyle mi? Bunların saraya geldiği yer neresi?” Koral hızla başını salladı. Tümer’in karnına art arda yumruklar atınca nefesi kesildi ama bu onu konuşmaya teşvik etmiş sayılırdı. “Bu adamlar çok basit olur... Yani, ya hırsızdır ya da Kıyı’dandırlar. Çalışan olarak içeriye girerler. Yüksek rütbeden adamı yoktur.”
“Veliaht meselesi ne o zaman? Hançer Giray bu işin neresinde?” diye bağırdığımda ikisi de benim bambaşka bir yüzümü görüyordu. Koral korkuyla bağırarak cevapladı. “O da Hançer’i öldürmek isteyen basit bir çete lideri! Ama Yakut’un görüp görebileceği en azılı düşmanı. Hançer Giray’ın, Kara Ozan’ın varlığından haberi bile yok! Ama o istiyor ki büyük bir veliaht onun safında olsun, inan ben başkasını bilmiyorum. ” Ragnar onu yere attığında kılıcının kanını üzerine sildi. “Burda işimiz kalmadı Berk. Üç beş paraya adam satandan fazla bir şey çıkmaz.” Tümer’i tek yumrukla yere sevdikten sonra dışarıya çıktım.
Kapıdaki nöbetçiye dönüp, “Bırak acı içinde gebersinler!” deyip zindandan çıktık. Ragnar kolumu tutup beni durdurdu. “Güçlü kal, her yanın hain dolu. Hay ben böyle işin... “
“Ne oldu?”
“Ne zaman senin olduğun saraya gelsem illaki bir şeyler dönüyor!” yüzüm dondu, duygularım dondu. Hakikaten de öyleydi... Omzuma vurdu. “Üzül diye demedim. Kendimin farkında ol, dikkatli davran ve üzülme...”
Gözlerimin önüne ailemin kanlı bedenleri geldi. Uldız da bir anda gözlerimin önünde ölmüştü. Kalbim titreyerek kırılıyordu sanki. O gün, aileme ağlayan kimse yoktu. Bugünse tüm gözyaşları o kız içindi... Kimsesiz kalmak işte bu yüzden en zoruydu...
***
Kara Ozan, yanına bir yandaş olarak Hançer’i seçerken aslında neye kinlendiğini bilmesem de kendisi gibi kindar ve ölüme kafa tutacak birini yanında tutmak istiyordu. Bundan Hançer’in haberinin olmaması doğru da olabilirdi. Hançer en çok arzuladığı acıyı ve ateşi bünyesinde taşıyordu. Aklına girdiği an bir kıyamet başlayacaktır. Hançer’in her şeyden uzak ve bilgisiz kalması imkansız olsa da bunu engellemem gerekiyordu.
Kendi içimde konuşup durduğum mesele asıl savaşımı verdiğim bu sarayda utanmama sebep oluyordu. Yaşadığım vicdan azabıyla güç bela Virart’ın olduğu kata çıktım. Gözleri yaşlı bir şekilde Kral Petro ile oturuyordu. Öylesine sıkışmıştım ve bunalmıştım ki kaçmak istiyordum. Ama bugün, bu acılı adamı bırakmak içimden gelmemişti... Kan çanağına dönen gözleri beni gördüğü an ayağa kalktı ve bana sıkıca sarıldı. Hıçkırarak ağlayışı yıllar önceki kendimi görmeme sebep oldu...
Kollarım sırtını gür bir edayla sardı. Sırtına peş peşe vurdum ve ondan hızla ayrıldım. “Dik durmalısın, bunun ardındakileri bulacağım. Bana sadece vakit ver...” Omuzları sarsılarak yerine geçti. Yumruklarımı sıkıca kapadım ve odasından çıktım. Burda durmamalıydım. Bu ağıtları duymamalıydım... Kendimi herkesi geride bırakarak atıma attım ve saraydan uzaklaştım. Vakit akşama doğru geliyordu. Hayli yol ilerlemiştim ve tüm yollarım ona çıkmıştı. Turuncu rengin mavi dereyle birleştiği, yeşil ağaçların gölgelik ettiği serin taşlara doğru adımladım.
Yüzümü kuşağımdaki bezle kapadım. Ve evet... Oradaydı. Bir süre uzaktan koyu kahverengi saçlarına düşen güneşi izledim. İnce ellerini, uzayan boyunu... Bir peri gibiydi. Mengülperi... Varlığımı hissettiği an bana doğru döndü. Gözlerimden akan yorgunluğu gördü. Hızla ayağa kalktı. Kollarımı açtığımda bana sıkıca sarıldı. O da ben de çok yorulmuştuk.
O fark etmeden yüzümü saçlarına bastırırken burnumu çıkardım. O aile gibi kokuyordu. Ailem gibi... Sırtımı saran ellerinin gölgesi yeterdi bir ömür savaşmaya. Başını geri çekeceği an hızla burnumu kapadım. Gözleri bana hüzünle bakıyordu. Ellerini bezin üzerinden yanağıma yasladı. “Çok mu kötüydü?” diye sordu. Hiçbir şey bildiği yoktu. Sadece bana bakması yetmişti işte... Gözlerimi yavaşça açıp kapattım. Derince yutkundu. “ Senin için ne yapabilirim?”
Başımı yüzüne doğru eğdim. Gözleri gözlerime hayranlıkla bakıyordu ya bu bile yeterdi. “ Sadece bana böyle bak yeter. Ne dert kalır ne de tasa.” Ellerini yanaklarımdan omuzlarıma indirdi. Hızla yükselip alnımın ortasına bir öpücük bıraktı. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken benden kaçmaya yeltendi ama hızla belinden tuttum.
Kuş gibi kaçmaya çabalıyordu. “Sen az önce ne yaptın?” dediğimde aslında bir daha yapması için her şeyimi verirdim. Gözlerini kızaran yanakları gibi benden kaçırdı. Omuzlarını indirip kaldırınca aşina olduğum ve delirdiğim nazlı hallerine dönmüştü. “Yüzün kapalı. Başka ne yapmamı isterdin?” Kahkaha attığımda bana hayretle bakıyordu. Omzuma üst üste vurdu. “Sen çok adisin!” dediğinde gülüşümü güç bela toparladım. “Ben şimdi, yavuklun mu oldum?” diye sorunca da bu sefer o kahkaha attı.
Ama o gülerken bana sıkıca sarılmayı seçti. Başını yüreğime yaslayınca uzunca bir müddet ona sarılı kaldım. O yüreğimin sesini dinledi ben nefeslerini... Başını kaldırıp buğulu elalarını gösterdi. “Yine gideceksin.” Bakışlarımı kaçırdım. “Bir dahakine yüzünü gösterecek misin?” Bakışlarım aynı kalırken çeneme uzanmak istedi ama ben peçeyi çekecek sandım ve bileğini kavradım.
Hayal kırıklığı ve öfke doluydu gözleri. “Bırak elimi!” elini kurtarıp geri çekildi. “Senin bu saklanmaların yüzünden sevgimi gösteremiyorum! Seni sevdiğimi de saklamak zorunda kalıyorum! İçimi kapkara bir kasvet alıyor senin yüzünden!” Ellerimi iki yanıma açtım ve omuzlarımı kaldırıp indirdim. Benim canımın yangısı ondan daha aşağıda değildi! “İnan bana Yürek, kapkara olan bir sen değilsin.”
“Göster o zaman yüzünü!”
“Gösteremem!”
“Bir korkaksın! Beni her türlü görüyorsun ve hep hatırlayabiliyorsun ama ben senin gözlerinden başka hiçbir şey hatırlamıyorum... “ Anılardan dem vuruyordu değil mi? Ben onun neredeyse hiçbir yaşını kaçırmazken o beni on üç yaşımdayken gömmüştü... Bir ayrılık bir hatıralar bir de ölüm... Beni affetmesi için bu üç imkansızı dize getirmeliydim... Taşlara doğru ilerledim. Oturmak ile oturmamak arasında kalmıştım. Ona döndüm. Bana bakıyordu. “Yürek... Benim ne içimi ne de yüzümü açacak halim var... Gün gelince sende her şeyi öğrenirsin. Evet, yine gideceğim ama seni yine göreceğim.”
“Sana inanmam için bana bir neden ver o zaman?” O anda aklıma gerçekten hiçbir şey gelmedi. Öylece gözlerine baktım. “Ben sebepsiz bir adamım. Başka sunacağım hiçbir şey yok.” Yüzü düştü. Ama gitmedi. Hızla geldi ve bana bir daha sarıldı. “Neden gitmek yerine sarıldın ki?” Bu hiç beklemediğim bir hareketti. Bu şekilde beni daha çok öldürüyordu...
Yine omuzlarını indirip kaldırınca bu sefer bezin üzerinden saçlarını öpüp kokladım. “Çünkü sevdiğim herkesle her an ayrılma ihtimalim var. Kimseye diyemiyorum dikkatli ol, ölme diye. Çünkü günün birinde ölecekler... Arkadaş ediniyorum ama onları sevmekten korkuyorum... “ gözlerim yandı. Pişmanlıkla dudaklarımı ısırmıştım. Oysa ben de öyle değil miydim?“Adımı öğrenmek ister misin?” diye aramızdaki kırgınlığı kapadım. Hevesle başını kaldırdı. Işıl ışıl gözlerle başını salladı. Güldüm ve burnunu sıkıştırdım.
“Ben Kara Yürek’im. İşte sana bu yeter, ha?” Canı sıkılsa da başını el mecbur salladı. Boynunu soluna doğru eğdiğinde içim erimeye başladı. Onu sıkıca sardığımda bir süre rüzgarın sesini ve güzel kokusunu kokladım. “ Korkma, bir tek beni sevmekten korkma. Ne zaman yalnız hissedersen bil ki senin için bir adım önde olacağım.“
Başını sallayıp kaldırdı. İçimde biriken seviyle yanaklarını avuçladığımda nazlı hir kıkırtı çıkardı. “Ama bir dahakine adını söyleyeceksin, Kara’m.” İçimin coşkusu ellerimin titremesine neden oldu. Yüzünü kendime çektiğimde, “Gözlerini kapat.” dedim.
Heyecandan delicesine nefes alıyordu. Hızla dediğimi yaptı. Ona yaklaştığımda önce sağ yanağına sonra da sol yanağına bir öpücük kondurdum. Gözlerini açmayacağına olan inancımdan ötürü yanaklarına her yaklaşmamda yüzümdeki peçeyi indirip onu öyle öpmüştüm. Hızla gözlerini açtı ama utancından uzunca bakamadı.
Gözlerindeki parıltıyı izlemekten daha güzel ne vardı ki? “Bir gün, açarsın değil mi?” diyerek kaş altından baktığında tüm teslimiyetimle başımı salladım. “Senin için.” dediğimde gözünden bir damla yaş geldi. Vakit akşama dönmek üzereydi ve güneş batmıştı neredeyse. Ayağa kalktım. “Hadi, seni götüreyim yapacak işim var.” Ayağa kalktı benim gibi. Elimi tuttu. “Hadi gidelim.” İkimiz de kendi atlarımıza bindik. Muzır bir gülüşle bana döndü. “Yarışa var mısın?” Peçemi gözlerimin altına doğru iyice çekiştirdim. “Yarışalım Bey Kızı! Kaybedince ağlamak yok.”
Burnunu havaya kaldırıp gülümsedi. “Benim kaybettiğimi kolay kolay göremezsin Kara Yürek! Haydi! Arkada kalma!” atlarımızı obaya kadar deliler gibi koşturduk. Lakin Hançer’in dediği kadar vardı. O çok iyi Ata biliyordu. Henüz kimseyle kolay kolay arkadaşlık yapmıyordu ama birkaç kişi ona çok iyi geliyordu. Bunun haberlerini alıyordum. Onun mutluluğu mutluluğumdu. Mutlu bir şekilde obanın az ötesinde durduk. Hançer zaferle elini havaya kaldırdı. “Ben kazandım!” Alnıma yapışan saç tellerimi geriye doğru yapıştırdım.
“Bu sefer şanslıydın Hançer Giray! Gelecek sefere acımam bilesin.” Huzurla gözleri az ötemizdeki oba yoluna döndü. “Oraya sensiz dönmek çok kötü. Sana, sen gelmezsen ulaşamıyorum bile.” Son sözlerine doğru kısılan sesiyle atımın ayak değiştirmesi bir oldu. Acı bir gülüşle bana döndü. “Biliyorum, acelen var. Biliyorum.” Hayır, acelem yoktu! Ah Hançer ah! Atını tırısa geçirip ilerlemeye başladı.
Ben de ne çok isterdim atalarımın yaşadığı bu görklü obada yaşamayı. Ben de çok isterdim ailemi canı gönülden sevip savunacak bir gücün sırtımı okşamasını... Ben de isterdim babam bir kahraman ve ben de bir veliaht olmayı ama hiç biri değilim...
Gidiyordu elimden bir şey gelmiyordu ! Atını hızlandırdığı an tek çareyi bağırmakta buldum. “Geri geleceğim! Senin için!” atını sözleriyle daha da hızlandırdı ama rüzgar bana onun sesini getirdi. “O zamana kadar beklerim...” Bir müddet orada kaldım. Geri dönmesi için mi? Tabikide hayır. Karanlık çöktüğü vakit hayatıma çöreklenen her şey tekrardan önüme döküldü.
Atımı amcamı sakladığım mağaraya doğru sürdüm. Karanlık beni gizlese de yine temkinli davranıyordum. Nihayet ateşi mağaraya taşıyan Kurt Ata’yı gördüm. Beni gördüğü gibi yanıma geldi. Sıkıca sarıldıktan sonra merakla sorular sormaya başladı. “Hala gelip gidebiliyorsan bu iyiye işaret? Orada neler oluyor?”
“Önce içeriye bir gireyim, amcamı göreyim. Her şeyi baştan sona anlatırım.” Kurt Ata ısrar etmedi. İçeriye girdiğimde ilk önce hareketsiz yatan bedenini gördüm. Sadece basit nefesler alıyordu. Ne yemek yiyebiliyordu ne de su içebiliyordu... Yıllardır bu şekildeydi ama bunun olması imkansızdı. Ne Atalar ne de ben bir türlü bunu nasıl yok edeceğimizi bulamamıştık. Ta ki bir gün, Yağmur Ata her şeyi olağan akışına bırakmamız gerektiğini söyleyene kadar bunu yana yakıla düşünmeye devam ediyordum.
O günden beri sadece başında bekliyorduk. “Amca...” sesim boğulunca derin bir nefes aldım. Ama sonra ne diyeceğimi düşündüm. Ama bir anda aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Hançer büyüdü... Çok güzel gülüyor...” göz yaşlarım akmaması gereken yerde yine kendini göstermişti. Hızla ayağa kalktım ve dışarıya çıktım. Bir süre gökyüzüne bakıp durulmaya çabaladım. Ardımdan gelen ayak sesleri ile oraya döndüm. Yakut Berk, Altuğ ve Atalar buradaydı. Gözlerim Uruz’u aradı ama sonra bize kalan tek miras olan orduya göz kulak olmaya gitme ihtimalini düşündüm.
“Hiç bana bakmayın, orada demirbaş olmak zor oldu ama başardım.” Yakut Berk’in gözleri yere indi. Altuğ, omzuna vurup gülümsedi. “Sana bir şey demek istiyoruz.” İlk önce Yakut Berk’i izledim. Gülümseyen bir ifadeyle ben de omzuna vurdum. “Bakıyorum da benzerliğimiz azalmış yavaş yavaş.” Birkaç günde ne kadar değiştiğini elbette o anlayamazdı. Ama olan ortadaydı.
Hevesle başını salladı. Altuğ’a baktı. “Onun sayesinde.” Minnettar ifadesi ile Altuğ ona gülümsedi. “Bir şey yapmadım ki? İçinde bir cevher varmış.” Altuğ ile gülüşünce Berk hızla bana döndü. “Ben, obanıza gitmek istiyorum. Orada belki sana bir yardımım olur?” Bir süre düşünsem de bunun Hançer’in adımlarından daha hızlı haberdar olmak için iyi bir yöntem olacağını hissediyordum. Sonuçta her şeyini Alemdar Bey’e anlatmayabilirdi. Bunu kullanmak da bana düşerdi.
Yönümü Atabey’ime döndüm. “Kılıç Giray... Ne yapıyor?” aslında cevabı gayet de biliyordum... “Hançer ile alakalı sürekli tehditler savuruyor. Senin yaşadığının farkında. Ve seni ortaya çıkarmak için Hançer’i yem yapacak. Ne yapmak istersin?” gözlerim Berk’e değdi. “Adını değiştir. Gittiği her yeri Alemdar Bey’e ilet. Araları da unutma. Onu takip edeceksin. Bu tehditlerinin sonu için bir şeyler yapacağım.”
Kimse nasıl yapacağımı ya da ne yapacağımı sormadı. Onları ne zaman gitme konusunda serbest bırakıp saraya doğru yola çıktım. Gece karanlığı tehlike arz etsede korku hissetmiyordum. İntikamımı alana kadar Yakut sarayında hayatta kalmalıydım. Zira benim ailemin intikamı yerde kalmaz.
Bu sefer her zaman gittiğim saray yolundan başka bir yol tercih ettim. Yakın zamanda Virart bana asker atardı ve yalnız gezmem hayal olabilirdi. Ne kadar tanımak için sık sık gezsem de unutmamak için daha çok çabalıyordum. Az ötemde bir ateş gördüm. Daha sessiz ilerlemeye başladığımda konuşmaları duymaya başlamıştım. Sesleri net duymaya başlayınca bir karanlık alana geçtim.
“Sarayda bizleri arıyor. Ama iyi saklanıyoruz. Kara Ozan’a yüklüyor bu ölümü. Nihayet iz bulamadığı gibi bir şeye de müdahale edemiyor. ”Bir diğeri konuşanı onayladı. “Çok doğru. Yakın zamanda Efendi Raye, en büyük kız kardeşi için saraya gelecek. O zaman tamamen dikkatini dağıtacağız. Kıyı, her zaman bizim yuvamız olarak kalacak. Yüce Ozan var olsun!”
Hepsi bir ağızdan bağırdı. İçeceklerini içtiler. Boğuk birkaç şarkı söyledikten sonra bir anda susmaları ile karanlığa iyice gömüldüm. Ayak sesleri, toparlanmalar bir birini takip etti. İçlerinden hiç konuşmayan biri fısıldamaya başladı. “Efendi Raye, birazdan gemisiyle iskeleye yaklaşır. Hepimiz konağının arkasında olalım. Hadi, hızlanın!” dediğinde birbirine iple bağlanmış maşalardan başka bir şey görmüyordum. Ellerim hangi ara yumruk olmuştu bilmiyordum. Onlar apar topar ayrıldıkları an atıma binip dört nala saraya girdim.
Herkes sessizliğe gömülmüştü. Ses soluk yoktu. Efendi Raye dedikleri adam gelecekse bir urganı boynumuza dolamaya geliyor olmalıydı. Ellerim titrerken seyis atı elimden aldı. Ama ben eşikten içeriye giremedim. Yakut Berk’e kız kardeşinin öldüğünü söylemek bir yana daha başka ölümlerin de sebebi olup söyleyememek ayaklarıma pranga vuruyordu.
Derin bir nefes alıp içeriye girdim. Odama girdiğimde orada Tora’yı göz yaşları içinde beni beklerken gördüm. Kara Ozan... Şayet oğluysan ve bunca kötülüğü sırf annen yok diye yapıyorsan, bil ki annen şuanda yok olmak üzere... “Oğlum!” ağlayarak bana doğru koştu. Ona sarılmaktan ve susmasını beklemekten başka hiçbir şey yapamıyordum zira ben, teselli edilmek ve etmek nedir bilmezdim... “Onun yüzünden, değil mi?” hıçkırarak devam etti. “Evlat değil, kara taş mı doğurdum ben oğlum...” Sustum. Çünkü bazen en büyük yalan, birini avutmaktır.
Tora gittiğinde kendimi yatağıma sırt üstü attım. Yaşadıklarım üst üste binmeye başlamıştı. Sarayda yas vardı. Bense bir savaştaydım. Ne zaman patlak verecek bilmediğim bir savaşta...
***
Sabah gözlerimi güç bela açtığımda sesler duydum. Kapımın önünde bir o yana bir bu yana koşanların ayak sesleri ile doğruldum. Elimi yüzümü yıkadım. Üzerimi değiştirdim. Uzun saçlarımı en tepeden başlayarak ördüm. Zümrüt taşlı keskin kılıcımı kınına soktuğumda kapım tıklatıldı. “Gel!”
İçeriye on yaşlarında bir kız çocuğu girdi. Üzerindeki önlükten temizlikçi olduğu belliydi. Gözleri yerden kalkmıyordu. “Söyle bakalım küçük kız?” ellerini açıp kapattı. Heyecandan konuşamıyor gibiydi. Kekeler bir şekilde başını sallayarak konuştu. İleri geri sağlanması ise şaşırdığım bir hareketti. “Bugün, önemli, bir misafir, var. Kral Virart, sizi, bilgilendireyim, diye beni gönderdi.” Onu anlıyordum. Odama giren adamlar yahut devlet görevlilerinden hoşlanmadığımı söyleyince bana hizmetçilerle haber yolluyordu. “Kimmiş bu misafir?” aynı şekilde öne arkaya sallanarak cevap verdi.
“Kaptan Raye, efendim.” Kaşlarım hızla çatıldı. Bu kadar yakın bir zamanda geleceğini bilmiyordum. Hızla eğilip kızın omuzlarını tuttum. Bana şaşkınlıkla büyüyen gözlerini çevirdi. Bunu umursamadım. “Beni hemen ablam Anima’nın odasına götür.“ Anima, Yakut Berk’in ondan üç yaş büyük ablasıyla ve sarayda ondan büyük kız yoktu.
Küçük kız buna şaşırsa da ona henüz odalarını ezberlemediğimi söyleyemezdim. Beni doğruca bir üst kattaki son odaya götürdü. Ona teşekkür dahi edemeden gitti. Ben de kapısını çaldım. Anima, Yakut’un söylediklerine göre ona çok düşkünmüş. Tüm o kötü süreci beraber geçirseler de yaşadığı şeyin sadece şiddet olduğunu biliyordu. İçeriden gel, emriyle içeriye girdim.
Beni gördüğüne hem sevinmiş hem de öfkelenmişti. Omuzlarını kaldırıp arkasını döndü. “Sen buraya gelir miydin? Ne gerek vardı gelmene?” odasına birkaç adım daha attım. Dediği şeyleri dinlemeden direkt konuya girdim. “Evet de.” Bana dönen şaşkın bakışları ne demek istediğimi anlamaya yönelikti. “Evet de, diyorum Anima. Evet de, Kaptan Raye’ye. Seni görmek için geliyor.”
Sıktığı dişleriyle üzerime hışımla yürüdü. “Sen artık aklını kaçırdın! Ne demek bu böyle? Sana ne oldu böyle Berk! Bu sen değilsin! Benim kardeşim, bana sıkıca sarılır ve özür diler ama sen! Bu, eski kardeşim değil...” Eliyle akmak üzere olan yaşını sildi. “Senden bir özür beklerdim! Kardeşimiz öldü ama sen çözümü uzaklaşmakta buldun! Sen onu çok severdin çok!”
Arkasını dönüp hayret edercesine bağırmaya devam etti. “Geçmiş karşıma, “Evet de!” diyor! Yok efendim! Ben bu haldeyken hiçbir şeye evet demem!” Ona doğru usulca yaklaştım. Sesimi olanca şekilde kıstım. “Anima... Bak. Bir kere söyleyeceğim ve hızla uygulanacaksın anladın mı?” sinirle dönünce yüz ifademden bir şeylerin tersine gittiğini anlamıştı.
“Bak Anima... Kardeşimizin ölümünün suçlularından biri buraya gelen. Eğer ona evet, dersen akşama oraya gittiğimizde hepsinin kellesini alabilirim. Ama bana yardımın gerek! Geleceğimiz ve can güvenliğini için.” Bozulan suratını toparlayamadan konuşmama devam ettim. “Sıra ya sende ya da bende ! Diğer kardeşlerimiziyse ölü bil ölü! Bana yardımın gerek. Dün bu yüzden gittim. Ne düşünüyorsun tahmin ediyorum ama abla...”
Gözünden bir damla yaş aktı. “Bana bir tek sen arka çıkabilirsin.” Bir süre penceresinden dışarıya doğru gözleri daldı. Hareketsizdi . O kararını verirken kapısı çaldı. Onu da hazırlanması için dışarıdan bir muhafız bilgilendirdiğinde zamanımızın daraldığını gördü. Ellerini iki yana salladı. “Ben şimdi.. Tam olarak ne yapmam lazım?” elimi omzuna koydum. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
“Her zamanki gibi asil dur. Seninle konuşmak istediği vakit her şey yolunda gibi davran. Hatta sevmiş, etkilenmiş gibi.”
“BEN Mİ!”
“EVET!”
Bir süre gözlerime baktı sonra o gözlerinde kararlılığın ışıkları yandı. “Kardeşim için!” dediğinde onun gibi dik durdum. “Ailemiz için!” Ama benim bir ailem kalmadı...
Aşağıya indiğimizde Raye’nin yanık tenini izledim. Kısa saçları arasındaki belli belirsiz izleri izledim. Koluma giren Anima’nın gerginliği onu görünce daha da arttı. Ama kolumla elini sıkıştırınca uyarısını aldı. Raye, denizcilere özgü yeşil kıyafeti ile bize doğru adımladı. Bana uzattığı yanık tenli elini sıkıca kavradım.
Yakut Berk’in geçmişiyle alakalı adını duymamıştım lakin ona o pisliği yapanlar arasındaysa canını almaktan asla çekinmeyecektim! Beni memnuniyetle süzdü ve hayranlık dolu gözlerle Anima’ya baktı. İçimden yükselen öfkeyle onu bir adım arkama çektim. Bu Raye denen adamın gözünden kaçmadı. Kral Virart, dünkü acı olaydan sonra dimdik ayakta duruyordu. Herkese ben güçlüyüm, yıkılmam diyor... “Hadi o halde, yemeğe geçelim.” Ama ne yemek yiyecek iştahı vardı ne de yüzü...
Sofraya oturduğumda açıkçası benimde iştahım yoktu. Derin hür nefes alıp karşımdaki eti kavradım. Isırıyordum ki, bana bakan bir çift garip gözle karşılaştım. Çenemi sıkmaktan dişlerim ağırmaya başlamıştı. Raye’nin bu tavrı ile eti bir kenara koydum. “Söyle bakalım, kız kardeşimi kendine uygun görmendeki sebep ne? Bir Kral misin? Vezir?” bozulan ifadesini öksürerek geçiştirdi.
“Ben, denizciyim. Kıyı’da dört gemim ve beş yüzü aşkın kölem var. Kölelerimin hepsi Kızıl Kum ’un en işlek köleleri. Kıyı’dan biraz uzakta bir şatom var. Eminim ki o da isterse orada bir kraliçe olarak yaşar.” Anima’nın gözleri önüne bir perde çekmek istedim o anda. Anima’dan ses gelmeyince bunun benden korktuğuna hükmetmiş olmalı ki imayla sırıttı.
“Sen hiç böyle sert değildin Berk? Ne oldu sana böyle?” Gözlerimi kısarak ona doğru eğildim. “Benim daha sert olduğumu görmedin, Raye.” Lanet olsun ki Raye hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tek güvencem onun sözleriydi ve o lanet çenesinden adam gibi sözler dökülmüyordu. Arkama yaslandığımda Kral Virart bana en kıymetlisine bakarcasına bakıyordu. Onun boşluğunu doldurman hoşuna gidiyor.
Yemeğime kimse yokmuşçasına devam ettim. Öyleki Virart’ın oyununa bende dahil oldum. “Şehrin yollarında bozulmalar olmuş, baba. Ahalinin arabaları toprağı eşeliyor.” Başını kederle salladı. “Doğru söylüyorsun. En kısa zamanda bir duyuru çıkarmalıyız. “ Bu sefer de Anima’ya döndüm. “Senin bugün önemli işlerin var mı?” Al al yanakları bana birer elma gibi görünmüştü. Sık ve üst üste geçmiş siyah kirpikleri yumuşacık şekilde açılıp kapandı. “Hayır canım. Bugün dilerse misafirimiz ile Kıyı’yı gezebiliriz.”
Anima çok zeki... Gülüşümle kısılan gözlerime muzipçe baktı ve önüne dönüp yemeğine devam etti. Az sonra sofra sessizce terk edildi. Birer bardak şarap geldiğinde arkama genişçe yaslandım. Avımı iyice kendime çekmiştim. Çenemle işaret edip kendisine yönelik konuşmaya başladım. “Kara Kum, şu sıralar çok değişti. Köleler daha önce hiç görülmeyen bir şekilde arttı. Sende fırsatını kaçırmamışsın sanırım?”
Şarabını için kafasını salladı. “Evet, köleler çok karlı bir iş. Onları istediğin kadar denizde çalıştır. Hiçbir şey diyemezler. Bir kırbaç ve bir de işkence her şeyi çözüyor.” Elimle dizime vurdum. “O halde bizi de oraya götür. Bakalım söylediğin kadar iyi mi? Hem, “ gözlerimiz aynı anda Anima’ya döndü. “Onun da seninle gelmeye gönlü var.” Gözlerim Kral Virart’ı gördü, yorgun bir edayla göz açıp kapadı.
Üçümüz ve bir sürü askerimle Kıyı denen ve benim hiç görmediğim yere doğru yola çıktık. Tepelerin arasından yılan gibi süzülen ırmakları, yemyeşil dağların geride kalmıştı. Artık görünen ilk şey büyük büyük kara bulutlar olmuştu. Yaklaştıkça başımızın üstünü kaplamışlardı. Uzun uzun kahverengi direkler görüş açıma girdi ve yüksek bir tepenin üzerinden Kıyı’yı izledim.
İskeleden girenler ve çıkanların birbirleriyle iç içe girdiği, yük taşıyan kölelerin arkalarından gelen aylak efendiler, yerlerde sürünen birkaç dilenci, oradakilere birkaç para fazladan kazanmak için kazık atanlar ve daha nicesi... Burası, herkesin çöplüğüydü, özgürce öttükleri...
O tepeden indiğimizde halk bizi yerlere yatarak selamladı. Hepsinin gözü Anima’nın üzerindeydi. Beni tanıyan var mıydı emin dahi değildim ama yine de değiştiğimin haberini sağır bile duymuştur. Kaldı ki, burda ölümünü bekleyenler vardı... Raye, bir kral edasıyla en önde ilerlerken asıl kralın ben olduğumu anlayan halk adeta onu boş veriyordu.
Adımı bağırmaya başladıkları anda askerlerim ikimizin etrafını sardı. Raye’yi hala takip ettiğimiz için ancak çöplüğünü görebilmiştim. Üç katlıydı, her katında balkonu ve üçer penceresi vardı. Denizden gelen rüzgara karşı arkasını dönüktü. Atlarımızdan inip konağına doğru adımlarken baş muhafızım yanıma yaklaştı.
“Oraya gidildiğinde etrafı izlemek senin görevin.”
“Emredersiniz efendim!”
“Orası, dünkü cinayeti yapanların merkezi. Bir yangın çıkar ve gerisini bana bırak.”
“Anlaştığımız gibi.” Elini sertçe göğsüne bastırdı. Ona gerçekten güvenebilir miydim bunu görecektik. Konağa girdiğimde etrafı hiç incelemedim. Pencereye yaklaşıp askerlerimi kontrol ettim. Hepsi, etrafa yerleşmişti ve muhafız başı gözünü insanların üzerinden asla çekmiyordu.
“Hep böyle insanları kontrol eder miydin? Oysa sen hiç bunlara karışmazsın?” Ona doğru yan döndüğümde Anima’ya bir bardak şarap verdiğini gördüm. Sırıtarak Anima’ya baktı. “İçiniz güzeller güzeli Anima... Size yaraşır bir içkidir.” Gözlerim hızla Anima’nın gözlerine döndü ve kesin bir dille içmemesini söyledim. Bakışlarını benden tekrar ona çevirdi ve utangaç bir edayla saçını kulağının ardına aldı.
“Bana daha önce hiç böyle konuşan biri olmamıştı...” Yüzümü buruşturarak bir sandalyesine oturdum. “E? Böyle oturacak mısınız? Kalkın da gezin. Ben burdayım.” Raye, imayla gülümseyerek doğruldu. “Sen, tüm yolculuğa boyunca kız kardeşini yanından ayırmayan, üstüne üstlük de-“
“Çene yapma Raye! Seni tanımaya çabalıyorum.”
“Bu seferki gelişim diğerlerinden farklı bir amaca hizmet etti. O sebeple bunu farklı karşılamanı anlıyorum Berk.” Çenemi sertçe sıkıp dizlerime vurarak ayaklandım. “İçerisi karanlık! Bu ne böyle? Amacına hizmet etmekten öte mezar gibi?” Anima’ya döndü. “Benimle çevreyi gezmek ister misiniz?” Anima uzattığı elini kibarca kavrayıp ayağa kalktı. “Tabikide.”
Kapıya doğru yürüyordu ki elimi önlerine doğru uzattım. “Eğer bir şey olursa, onu doğruca bana getiriyorsun.” Gözlerini Anima’ya çevirerek gülümsedi. “O, en çok benim yanımda mutlu olur...” dedi. Dışarıya çıktıklarında pencereye bakan ilk askere onları işaret ettim ve on kadarı hemen görünür bir şekilde peşlerinden ilerlemeye başladı.
Tabak ve bardak sesi gelen konakta beni yalnız bırakmayacağını çok iyi biliyordum. Bu yüzden günün akşama dönmesini bekledim. Baş muhafızım usulca hareketlenmeye başladı. Bana doğru baktı. Gözlerimi açıp kapadım ve eşya satanların oraları dolaşmaya başladı. Akşam karanlığı sebebiyle ellerde artan meşalelerden onun da elinde vardı. Az ötede kumaşçılara uğradı. O anda bir kavga başladı.
Kavga esnasında ateşler yükselmeye başladı. Ateş nemli ortamda çok hızlı büyümüştü. Diğer alanlara sıçradığı vakit, düşündüğüm kimsenin canı değildi! Ben... Neden onlara acıyamamıştım? Aklımda tek bir kişi vardı o da Anima’ydı. Ateşler ve kalabalık coştuğu vakit konaktan çıktım. Oraya gitmek yerine tam arkayı dolandım. Beni takip eden on beş kadar askerim ile oradan uzaklaşıyor gibi bir izlenim veriyorduk. Bu da iyi bir fırsattı.
Konağın arkasında tek katlı bir yapı vardı. Yosun tutan duvarları, ıslık çalan denize yüzünü dönmüş, geriye dönemeyen bir evsiz gibi yıkık ve kimsesizdi... Askerlerim ellerinde kılıçla kapıyı devirip açtığında içerideki dört kişi ellerinde kılıç duvara sırt dayamıştı. Bu beni zevke getirmişti. Ellerim kaşınmıştı. Askerlerim öne atılarak onlarla savaşmaya başladı. Altta kalmamaya çabalayan kokuşmuşlar, kıvraklığımıza yenilip diz çökmüştü.
Elimdeki kuru kılıcımı yere dikleyip boylarına geldim. Gözlerim hepsinin üstünde sakin ve ürkütücü bir şekilde gezindi. Hafifçe öksürdüm. “Hanginiz bana kardeşimin kanına giren piçin adını verir?” hepsi birbirine bakınca inlerine geldiğimi anlamıştım. Kılıcımı indirip kaldırdım. “Bir daha diyorum! Bunu yapan, kim!”
“Ne kadar da meraklıymışsın da sen?” gözlerimi sinirle yumup açtım. Hazır ol, Anima elinde esir. Ters bir hareket etme. Ayağa kalkıp ona doğru döndüm. Anima hırpalanmamıştı ama boğazına oturan kol yüzünden korkuyordu. O kol boynunu kırabilirdi. Ona bakmayıp Raye’ye döndüm. “Yediğin haltları anlamayacağımı mı sandın?” Bakışları ilk defa sertleşti. Yerdeki adamlara baktı. “Hanginiz öttünüz!”
İçeriye girdi ve kapıyı arkasından kapadı. Etrafındaki köleleri ile sayıca da üstündü. Ellerim kılıcımı sıkıca kavradı. Önce kız! Ne olursa olsun... Onu, bunu bildiğin halde piçle yalnız bıraktın. “Hadi, söyle bakalım. Teslim oluyor musun yoksa ablanı öldüreyim mi? Ya da dur!” bir anda yüzünde hain bir gülüş peyda oldu. “Saraydaki Kral mı ölse acaba? Hem ölürse yerine geçer at koşturursun özgürce. Ha?” Gözlerim Anima’ya değdi. Gözü kararmıştı.
Kendi canın, kendi elinde... Onu sen sarsarsan ben yıkarım! Gözlerimi açıp kapattım. “Endişe etme abla. Bugün biri hesap verecek ve sonra buradan çıkacağız.” Kapının dışından ayak sesleri, çığlıklar, ağlamalar, hıçkırmalar yükseliyordu. Nemli Kıyı’yı yakmış mıydık yani? Kapı sertçe vurulunca arkalarında kalan pencereden onlarca ok atıldı. Oklar, tek tek saplanırken Raye’nin sırtına gelen ok sersemlemesine sebep oldu.
Tam o anda Anima, sırtına aldığı adamı sırtına alıp havada takla attırarak tam önüme yığdı. Çıkan kılıçlar havada sertçe çarpışırken Anima’yı belinden kavradığım gibi kendime çektim. Başını omzuma yaslayıp nefeslendi. Az sonra içeriye giren baş muhafızım ve askerlerimle içeriyi sardık. Çoğu ölen adamlardan birkaçı tutuklandı. Raye’nin sırtına batan oku umursamadan onu yan çevirdim. “Konuş bela, konuş! Kara Ozan’ın bizden istediği ne? Neden her tarafı birbirine katıyor?”
Başta Kıyı olmaz üzere, sarayımızda gerçekleşen o vehim olay ve dahası dinlediğim o hainlerin konuşmalarından sonra işler çığırından çıkmıştı. Bulaştığım çukurdan pişmanlık duysam da adımı hangi kisve altında olursa olsun yüceltmek en büyük sorumluluğumdu. Bana bakan iğrenç gözlerine karşılık gülümsedim. Raye’nin sırtından giren ok onu ciddi anlamda sarsmıştı. Ağzından ve burnundan ince bir çizgi halinde dökülen kan, ölümünün yakın olduğunu söylüyordu. Gözlerini baygınca açıp kan bulaşan dişlerini yaladı. “O, sizin içinizde... Sizden tek isteği ailesini yok eden bu toprakları kanla sulamak.” Hafifçe öksürdü.
“Ondan ailesini alan bu toprağı yakıp yıkacak... Ve siz ona asla ulaşamayacaksınız çünkü o uzun yıllar sürecek bir uykuya daldı.” Burnundan aniden boşalan kanla titredi. Ama son söyleyeceği çok önemliymiş gibi bağırarak anlatmaya devam etti. “Sana son iki hediyesi var! Umarız beğenirsin!”
Yerde öyle bir debelendi ki her yanından çıkan kandan ötürü birkaç adım geriye gittim. Dikkatimi çeken şey, Yakut oklarından biriyle vurulmamış olmasıydı ki bu her şeyi açıklıyordu. Baş muhafızım cesetlerle alakadar olurken midemin bulantısından uzaklaşmak için Anima’yı tutup dışarı çıkardım. Üstümüzdeki gri bulutların arasında siyah dumanlar da yerini almıştı.
Kıyı olağan dışı bir kargaşaya teslim olmuştu. İnsanlar yangından ötürü burada olan bitene yeteri kadar hakim değildi ama an be an kaybettikleri onları yeteri kadar kahrediyor gibiydi. Anima’ya bir göğüslük taktım. O yabancı okun sahipleri hala burada bir yerde olabilirdi.
“Sana son iki hediyesi var...” Anima’nın tekrar ettiği cümleyle nefesimi bıraktım. Eğilip omuzlarını kavradım. “Bana bak, bugün burda ne olduysa unutuyorsun anladın mı?” bakışlarımı kaçırmak zorunda kalışım, tamamen mahcubiyettendi. “Evet...” Başımı sallayıp dilimi dudaklarımda gezdirdim. “Ayrıca, saraya gidince göreceğin her şeye de hazırlıklı ol.”
Gözleri kocaman açıldı. “Neden? Ailemize bir şey mi olacak? Berk! Ne demek istiyorsun? Daha kız kardeşimizin ölümünü atlatmadık! “ kafanı hızlı hızlı sallarken onu sakinleştirmeye çalışıyordum. “Dur dur dur! Bir şey olacağından değil. İçimizdeki hainleri topluca öldürdük ama bu demek değil ki onlardan biri daha orda olmasın? Bunu kastettim.” Titreyen elleriyle ellerimi tuttu. “Yalvarırım kimseye bir şey olmasın, yalvarırım! Annemin ölümünden sonra sarayı ayakta tutan son şey sen ve babam! Yalvarırım...”
Onu sıkıca sarılarak durdurdum. Eğer benim yüzümden ailesinden birine daha bir şey olursa kanlı kılıcımı çekmek için geri durmayacağım... Az sonra Anima yatışınca askerlerimizin hepsi yanımızdaki yerini aldı. İnsanlar yangın iyice azalırken bizi de fark etmeye başladılar. Kalabalık merak ve öfkeyle bizi izliyordu. Orada yaşanan her şeyi tahmin edebilirlerdi. Kıyı denen yerin tepeye doğru açılan sarı topraklı yoluna vardığım vakit atımı geri çevirdim. Halk, bizden hem uzakta hem de merakla yakın duruyordu.
Elimi kabzama atıp sırtımı dikleştirdim. “Ben, Yakut Hanlığı Veliahtı Yakut Berk!” gür sesimde bana tek yabancı olmayan şey adımdı. “Sarayımın içine girerek, hanedanımda kan akıtanlara sesleniyorum! Sizi, bu çöplükte önce yakar sonra da külünüzü aha şu denize dökerim! Bu bir ilk! Savaş isteyen çulsuza, çevirecek okum da yayım da kılıcım da var! Haddini bilen yaşamayı hak eder! Bu da son sözüm.”
Atımı arka ayakları üstüne kaldırıp indirdim. Kendi etrafında bir kez dönen atımla geldiğimiz tüm yolu gerisin geri döndük. Anima korkuyla sessizleşmişti. Onu anlayabiliyordum zira ben de içimde değişik bir korku hissediyordum. Yeşil tepeleri ve boz bulutları arkamda bırakıp sarayımızın yoluna vardığımızda içime çektiğim havada farklı bir şey vardı.
Elimi kalbime yasladığımda korktuğumun başıma gelmesini an be an gördüm. Sarayda bir o yana bir bu yana koşuşturan askerler, kadınlar ve demir kalkanlarla korunan kız kardeşlerim... Atımdan hızla inip kalan yolu panikle koşmaya başladım. Avluya ayak bastığımda gördüğüm şey, Yüzbaşı Yuloşa’nın kederli yüzüydü. Önünde diz çöktüğü cesede doğru adımladığımda Anima’nın çığlığı ortalığı bir birine kattı.
Dizlerim aynı anda yere çöktü. Omuzlarım hiç bu kadar düşmemişti. Taşıyamamıştım. Sorumluluklarımı taşıyamamak, en kötüsü bambaşka bir aileyi kana bulamak en son istediğim şeydi.. Gözümden bir damla, bu birkaç günün içinde bana sevgisini gösteren, beklentisinin olduğunu hissettiren, inanan Kral Virart için akıyordu.
Omuzlarımın çöküklüğünü düzeltmeme sebep olan tek şey, Yüzbaşı’nın omzuma vuran eli ve söyledikleriydi. “Taht, sana kaldı Berk...” Bu, yeryüzü üstünde duymak istediğim son şeydi... yüzüme dolan acı gülüş ve akan yaşlarla bana uzattığı kanlı pusulaya baktım. Burdan bile okuyabiliyordum yazanları.
“İyiliğimi bir daha unutma. Rahatsız edilmekten nefret ederim...”
KARA OZAN
***
“Sen kimsin? Bana git efendini çağır!” diyen sinirli Ural’ın gözü hiçbir şey görmüyordu. Zaten az önce adamından öğrendikleri yüzünden öfkeden deliye dönmüştü! Şimdi buraya doğru bir adım atmak için gelmişti. Ona bakan karanlık adamın duruşu ile şüphelendi. “Bana efendini çağır!” diye tekrar bağırınca karşısındakinin havaya kalkan eline baktı. “Benim adım Kara Ozan. “ dediğinde teyit etmesine gerek kalmamıştı.
“Ben, Ural Beyliğinden, Ural Bey. Seninle bir mesele hakkında konuşmaya geldim.” Kara Ozan onu dinlerken tahtına oturdu. Ona gerekeni yapması için işaret verdi. Ve Kara Ozan, sabırla dinlemeye başladı. Az sonda konuşulacak her şey bitince Ural Bey sinirle konuştu. “Tüm bunları sana anlattığıma beni pişman etme sakın. Aksi takdirde yolunu biliyorum.”
“ Eksik anlattığın bir şey var mı bilmem?” güçlü tehditkar sesi karşısında Ural Bey, omuzlarını iyice gerdi. Tok tuttuğu sesiyle postuna iyice yayıldı. Kara Ozan, ondan hiç hazzetmemişti. “Hayır. Ama bilmediğin bir şey var. Şayet o, Berk Giray ise bu yaptığını kan farkı gözetmeksizin sana ödetir. Seni bir pare ateşle kül eder. “ Kara Ozan’ın hiç açmadığı siyah peçeli yüzü kimse görmese de kibirle aydınlandı.
“Düşmanlarımız bir olduktan sonra ve sen de döneklik yapmadıktan sonra o tahta ha Yakut Berk ha Berk Giray geçsin. Alacağım intikam değişmez. Sen Hançer’i ben Berk’i yok ettikten sonra ganimeti usulca bölüşürüz.” Elini havaya kaldırıp dur, işareti yaptı. “Ha, arada Hançer’e de karışmama umarım laf etmezsin. Ben de Berk’e karışmana söz etmem...”
Ural Bey’in ağzı kulaklarına varmıştı. “Hiç merak etme. Sen, dinlen. Ben ilk ateşi çadırlarına atacağım.” Kara Ozan, üzerindeki siyah zırhına ve pençesine yakışan bir şekilde ayağa kalktı. Yüzünü gören kimse yoktu. Ama yakın bir zamanda yüzünü açacaktı ve buna alışırken başına çok büyük bir şey gelecekti...
Dik duruşuna ek sesi vardı bir tek ve o seste öylesine tok ve güçlüydü ki, duyanın ayakları titretmeye yetiyordu. Berk Giray'dan büyüktü. Hem de yaşça. Ama cüssesi ne kadar büyürse büyüsün yaşından hep genç göstermiştir. Uzunca zihninin puslarında dolaşıyordu tam bu esnada. Bir anda Ural’a döndü, “Sen, Berk Giray’ın yaşadığını kimden öğrendin?” dedi. Ural elbette rahattı. “İçlerine sızan askerlerim sayesinde.” Elini kara kabzalı kılıcına attı. İçten içe çürüyen bir ordu mu? Başını aşağı yukarı sallayıp çıktı.
Ural Bey, çadırına döndüğünde ağzı kulaklarına varıyordu. Hızla Vezir Baycu’ya bir pusula yazdı. Artık istediğini alacaktı.
“(...) Hançer’in ölüsünün o obadan çıkması için yeteri kadar bekledik. En geç iki güne orada bir kıyım istiyorum.”
***
Gözüme bir damla uyku girmiyordu. Az önce toprağa koyduğum Kral Virart’ın bedeninin hissiyatı hala ellerimdeydi. Yıllar önce ailemi gömerken hissettiğim el titremem yine baş göstermişti. İntikam hırsımla zindana attırdığım o iki pisliği tüm sarayın ve ahaliden temsilcilerin önünde sallandırdım. Yetmedi, benim için yapmayı erteledikleri tacı kimsenin lütfu olmadan kendi başıma kendim takmıştım.
Yapmam gereken tek şey vardı o da bunca insanın güvenini yere düşürmemekti... Yatağımda iki yana dönüp duruyordum, daha doğrusu içimde bitmek bilmeyen öfkeyi atmaya çabalıyordum. Hançer’e ulaşmam lazımdı. Kara Ozan’ın inini başına yıkmam gerekiyordu. Ama devlet adamları o kadar çok yük bindiriyordu ki omuzlarıma, içleri boş ama ağırdı.
Bu da benim ne yapmam gerektiğini anlayamama sebep oluyor. Şimdi, Kara Ozan, Kıyı ve sarayın içine yerleşen bu pireleri nasıl ayıklayacaktım? Tora’nın göz yaşları aklıma gelince hızla doğruldum. Yaralı bir anne, doğrular için büyük fedakarlıklar yapar.
Ptifordy... Onu bulmak her şeyi çözebilirdi.
***
“Emin misin Kurt Ata? İçerideki komutan sana bu haberi ne karşılığında verdi ki?” Onların yanına gelmiştim. İstişare ettiğim konuların ardından ne ara tartışmaya başladım bilmiyorum... Yine de bana sabırla yaklaşıp gözlerini açıp kapattı. Kurt Ata, her anlamda erdemli bir beydi. “Beni hala anlamıyorsun! Sakin ol ve dediklerimi can kulağı ile dinle. Hançer’e bir pusu atacaklar. Elbette Kılıç’ın bunu kabul etmesinde seni ortaya çıkarma amacı yatıyor. Bir taşla iki kuş vuracaklar. Ama bu kararı aldığı kişinin Ural adında bir tüccar bey olduğunu söyledi. Saraya sık sık gelir gidermiş.” Gözleri, kim olduğunu anladın dercesine bakıyordu ve haklıydı. O kim biliyordum.
Gözlerim yerinden çıkacakmışçasına açıldı. Börü Giray’ın bana anlattığı o geçmiş, o puslu havayı dün gibi hatırlıyordum. Hançer’in annesi, tüccar bir beyin kızıydı. Ama tüccar bey kolay şişirilen biriymiş. Hatta bu sebeple dedemizin döneminde henüz onlar birer alpken bir savaş çıkmış. Bu savaşta Ayçiçek Hatun’un da Börü Giray’ın da kardeşleri birbirlerinin kılıçlarında can vermiş.
Bu savaştan sonra Ural Bey’in obası diz çökmüş ama içine kimse girmeyi istemezmiş. Kavga, hain oyunlar bulaşmak istedikleri en son şeymiş. O günler aradaki bağı kurmak için Ayçiçek Hatun ile amcam evlenmiş. Lakin bu evlilik de öyle kanlı öyle kavgalı olmuş ki, Ural Bey kızını silmiş. Başka bir yurda göç edip gözden ve akıllardan uzak kalmışlar.
Hançer’e bunlar hiçbir zaman anlatılmadı. Çünkü onun bilmesi demek, üzülmesi ve hesap sorması demekti. Kurt Ata beni düşüncelerimden kopardı. “ Kurucu Oba’ya bir teklif gitmiş. Sizin cenazelerinize karşı, yönetme yetkisini istemişler. Alemdar, hiçbir şeyden haberdar değilken bunu şiddetle reddetti. Savaşmayı seçti. Seninle olanları da anlattığımda isabetli bir karar verdi. Ural’ın adı çok sık anılmasa da mide bulandırmaya yetiyor. “
Başımı başka tarafa çevirdim. “Çok bekler!” Ellerimle iki kaşımın ortasını sıkıp bıraktım. Yakut Berk ile çok kötü bir yüzleşmeden sonra hala ayakta olmam şaşırtıyordu. Yıkılmıştı ama, şaşırmadı. Hatta hemen kabul etti. Ona ağlamasını söylediysem de tek damla göz yaşı dökmedi aksine obaya geri döndü. Sanki onları ben öldürmüştüm de ona yaptığım iyilikler karşılığında susuyormuş gibi aptal bir kurmacaya inandım.
Saçlarımı çekiştirip nefesimi verdim. “ Kara Ozan’ın uyku zamanıymış. Tam bu anda da bana, Ptifordy adında biri lazım. Kara Ozan’ın inini darmaduman etmem için en gerekli olan şey o!” Kara Ozan’ın yerini bulursa işte o zaman Kral Virart’ın ve kız kardeşin intikamını almış olurdum. “Onlara göz dağı vermek her şeyden daha önemli. Ben devletliyim o ise çapulcularla iş tutan bir sefil.” Kurt Ata, keyifle güldü. “O halde çok doğru kişiye geldin. Hatun Kurucu Obası’da. Elinle koymuş gibi buldun ha? Ama önce o mu değil mi bir bakarız.”
Kendine has kıldığımız tok bir sesle güldü. Elini dizine vurup arkasına yaslandı. “Hayır! Zaman yok. Ural’ın bahsettiği pusu ne zaman atılacak bilmem ama önlem alın. Uruz’a söyleyin, asker getirsin.” Benim kaybetmeye yüzüm de cesaretim de kalmamıştı.
“Sen, yetişebilecek misin?” Gözlerim mağarada oyalandı. Öfke ve üzüntüyü beraber kucaklamaya alışıyordum... Yetişememek mi? Hayır, bu sefer olmayacak! “Her ne olursa olsun akşama orada olacağım. “
***
OBA BASKINI BERK
Ben, hiçbir zaman ona tam zamanında yetişemeyeceğimi Hançer’i kanlar içinde kucağıma alıp otağıya geçirdiğimde anlamıştım. Geri dön... Geri dön... Geri dön... Bu savaşta kalan olmak istemiyorum, Yürek’im... Öylece giden olma.. Kimse yardım etmiyordu. Bu sefer, öldü... Başaramadın... Ellerimin kırılası titremesi geçmiyordu! Çevreme savurduğum tehditler bir işe yaramıyordu!
Derken biri kalabalığı deldi. Bu o olabilir miydi? Endişeyle Yürek’in elini daha çok sıktım. Kara saçları kara pelerini üstüne dağılmış, yeşil gözleri endişe ile büyümüş bir hatundu. Buram buram ölümdü ve o an onu tanımıştım. Nefesleri hızlanırken genç kadın yere diz vurdu. Ellerini Hançer’in göğüs kafesine yaslayarak bir şeyler mırıldanmaya başladı.
Bir süre ne dediğini anlamaya çalıştım. Nefessiz Yürek’in göğsüne bir çeşit büyü aktarırken kendisine yeni lanetlerin kapısını açtığını hayretle izledim. Genç kadın her seferinde, “EVET!” cevabını veriyordu neye cevap verdiğini tahmin edemiyordum. Yeniden kalbini hissedene değin her laneti evet diyerek kabul etti. Lakin o an öyle bir şey oldu ki, genç kadın korku dolu gözlerini Alemdar’ın üstüne dikti. Dudakları hala belli belirsiz kıpırdarken sakin kalmaya çalışıyordum. Genç kadın her ne hissettiyse bu sefer bana döndü.
Sanki daha öncesinde tanışmış gibi bana bakıyordu. Şaşkınlıkla dolu yüzü gerildi. “Zamanı gelmiş?” diyen kadına doğru yaklaştım. “Ne demek bu?” Yeşil gözleri koyulaştı. “Ölümünü biriyle bağlamışlar. Ama bu ölen kişinin kötü birine yüklediği bir lanet mevcut.” Kaşlarımı çattım. “Yani! Yaşayacak mı onu söyle bana ! Diğeri çok oldu öleli zira!”
Doğruydu... Börü Giray... Amcamın üzerindeki lanetin düğümü kızının ruhuna atılmıştı. Birinden biri ölürse şayet, diğeri de ölecekti... Yıllarca aradığımız şifa kızının ölümünde mi yatıyordu? Amcam... Onu her ne kadar sevip özlesem de kızının ölümüne asla dayanmazdı, biliyorum. Değil mi ki o, karısına ulaşmak için ölümü arzuluyordu? Yürek’in için, candan geç Berk! Ptifordy’nin bunu yok edemez miydi?!
Genç kadın gözlerini kapatıp açtı, alnına süzülen terini sildi ve bakışları keskinleşti. “Yaşayacak ama diğeri ölecek!” Gerçekleri duymak beynimde yıldırımlar çaktırdı. Amcam ölecek, Yürek yaşayacaktı...Ellerim yumruk olup yeri dövmeye başladı. Göğsüm köz gibi yanarken güç bela başımı salladım. Ve genç kadın yarım bıraktığı işini devam ettirdi.
Sözlerinin artık ne anlama geldiğini biliyordum. Genç kadın baktığı yüzlere tekrar odaklandığında yüzünü hızla Hançer’in yüzüne çevirdi. Ruhuna yol gösterirken gözlerinden düşen damlaları gizledi. “Lanetli bir silah, ölümsüzü bile yok eder.” diye mırıldandı acıyla. Bu çabanın bir sonuç vermesini dileyerek Hançer’in hareketsiz elini kavradım. “Sen benim her şeyim oldun, bir yere gidemezsin... Geç gelsem de sen kal...”
O anda, Altuğ’u düşündüm. Herkesi aynı anda düşünmek ne kadar zordu. Umarım, amcam canını bırakırken orada olmazdı... Boşuna bu eziyetler çekilmiyordu! En zor kararı veriyordum! Amcamı feda edip Hançer’i yaşatıyordum! Uyanmalıydı!
Göz yaşlarımı kapatan peçeye rağmen uzanıp avucunun içine küçük bir öpücük bıraktım. “Yalvarırım... Yaşa ki, sensiz kalmayayım... Ailem yeteri kadar yarım...” Kulağına fısıldadım. “Sakın ölme Ak Yürek...”
O anda Ptifordy kalbe ulaştı! Son lanet de göründüğünden Ptifordy’nin yüzünde güller açtı. Yüzünde büyük bir gülümsemeyle, “EVET!” dedi. O an, ellerimin altındaki soğuk beden ısınmaya, akmayan kan akmaya ve morarmış dudaklar pembeleşmeye başlamıştı.
Bir arkadaşı “Yaşıyor!” dedi. Az ötemde iki kadın birbirine sevinçle sarıldı. Ama sesini çıkaramayan tek kişi vardı. Alemdar Bey, nefesini tutmuştu. “O artık, yaşıyor mu?” Sorduğu soru Hançer’i kapsıyor gibiydi ama aslında onu değil, ölümle özgür kalan özgür ruha bunu soruyordu. Göz göze geldiğimizde başımı salladım. Amcam, artık yoktu...
Hançer’in yaşaması için özgürleşen ruha... Amcama, sonsuza değin minnettar kalacaktım... Güç bela Hançer’den ayrılıp yanına geldim. Yüzlerimizde acı bir tebessüm vardı. Onunki aşikar ama benimki bir sır... Kazandığım umutla tekrar şifacılara tekrar seslendim.
Bu sefer daha hızlı gelen şifacılar hayretle yerde nefes alan Hançer'e bakar olmuştu. Buraya bir başkasının yarası için gelmişken bir ölünün ölümü yenip tekrar nefes almaya başlamasını asla beklemiyorlardı. Genç kadın, ellerini sıcaklaşan bedenden çekti. Akışı hızlanan kandan ötürü şifacılara tekrar etti. “Hançeri çıkarmamız gerek. Yarasına sıcak su getirin, ateşi harlayın. Dağlayacağız!”
Hançer’in göğsü yıllar sonra bir kez daha dağlanmıştı. Bu ona ikinci kez yaşatılan ağır bir acıydı... Yanan etin kokusu etrafı sardığında kimse iğrenmedi, ses çıkarmadı... Ama ben sessizce, içim dışıma çıkana değin bağırdım. Ağladım. Sustum.
Dağlanan yara yüzünden tekrar uykuya dalan Hançer belkide günlerce uyuyacak ve asla eskisi gibi olmayacaktı. Alemdar Bey, ıslak gözleriyle tek bir an bile başından ayrılmayacaktı. Bu yüzden, acı gerçekliğime geri dönmeye karar verip çıktım.
Dışarıya çıktığımda herkesin bakışları üstümdeydi. Arkamdan bir hareketlilik sezdim. Yüzümü yere eğdiğimde yanıma gelen genç kadın, bilge bir edayla güldü. Karanlık gökte öyle bir kimsesizlik vardı ki, titrememek elde değildi. “Aradığını bulmak, bulup da kaçırmak üzeresin. Zaman daralıyor.” Bana doğru döndü. Gözlerinde bir hayat yoktu. Ona kimse hayat veremezdi... “Ben, Ptifordy. Sanırım beni arıyorsun.”
Arkamızda kalan Hançer’i işaret etti. “Kahramanlık yapacağım diye yola çıktığını görüyorum. Lakin, yolun yanlış. Dön, yoksa seni affetmez.” Tavsiyesine gülmeden edemedim. Başımı iki yana salladım. “Ben, kahramanı olmaya gelmedim. Hasretliğim olduğu için geldim.” Ptifordy esneyerek başını gökyüzüne kaldırdı ve bir müddet orayı izledi. “Senin gönlün ona hasret o da sana... Onun yıllar sonra değer verdiği ilk kişi olmayı başardın. Hoş, yıllardır bunu bir kişi bile yapamadı. Onunla arandaki güçlü bağ sayesinde şu anda hayatta.”
Sözleri bildiğim şeyleri söylemesinden de öte başka bir şeye şaşırmama sebep oldu. “Ne demek bu?” Ptifordy omuzlarını kaldırdı. “Ben, bir celladım. Bir ruhbazım. Sen ise bir veliahtsın. Bu zümrüt yeşili gözlerin seni ele vermez mi sandın? Yakut Hanlığı nereye burası nereye? Oynadığın kumarı görüyorum genç adam. Ona senin kadar değer veriyorum. Ne zaman bir şeyler istersen yanındayım. Ama bunu yardım için anlama. Hançer için bir şey istediğinde yanındayım ancak sana yardımcı olduğumu sanma sakın, kimseye sebepsiz yere iyilik yapmam. ”
İma ettiği laflarla alacağım cevabı almıştım. Hançer’in canını geri getiren birine de elbette güvenmeyi seçecektim. “Kara Ozan... Onun inini bana söyle.” Gözleri çok basit bir şeyi dile getirir gibi açılıp kapandı. “Batı dağlarında. Oraya sindi. Yakut ve Girayhan’ın doğal sınırına kondu. Tüm çapulcular orada emrinde.” Başımı aldığım bu mükemmel cevapla bir veliahtta uygun olarak eğdim.
Bu hareketimi hak eden tek insandı. Hareketlenmek üzereyken, “Nasıl bir şey düşünüyorsun?” dediğinde gözlerim önce çadıra sonra da meşaleye değdi... Az ötede yanan çadırların çıkardığı seslerle dişlerim kamaştı. Omuzlarımı onun gibi basit bir şeymişçesine indirip kaldırdım. “Yakarak.” Yaktığım her yerde canlı çıkaracağım tek kişi döşeğinde uyuyordu.
Tam gidiyordum ki, tekrar ona döndüm. “Senden bir şey isteyeceğim.” Gözlerini yumup güldü. “Sen çok zeki ve bir o kadar da kötü birisin.” Gülmedim. Aksine sinirlenerek ona yaklaştım. “Onu, bana beni de ona mühürle. Şu günden sonra onun ölmesi gibi bir kıyamete göz yumamam.”
Bana uzun uzun baktı. Kirpikleri titredi. “Onu, bu kadar çok mu seviyorsun?” Ona cevap vermedim. Çünkü, o ölecek olsa dahi ona canımı verir yaşamasını sağlardım. Ve ne olursa olsun canını verecek kişi her zaman ben olurdum.
Sonra doğruca Uruz’un sakladığı ordumuza ilerledim.
***
“Herkes, yerinde mi Uruz?” elini göğsüne bastırdı. “Emrettiğiniz gibi Han’ım! Batı dağlarının rüzgara arkasını döndüğü yerden başlayarak iki bin asker bir halka halinde etraflarını çevirdi. “ Gözlerim simsiyah tepenin üzerinden ateşlerin yandığı o leş yuvasını izliyordum. Bugün, her şeyin intikamını alıyordum. Elimi havaya kaldırdım ve indirdim. Uruz, kısık ama keskin bir sesle emri verdi.
“Ateş yak! Orman yak!” Kısa bir süre içinde ilk ateş huzmeleri ağaçları bir canavar olup yuttu. Artan alevler tüm ormanı yakmaya başladı. Kara dumanlar üzerimize dolarken bunu umursamadım. Bağıranlar, çığlık atıp ağlayanlar ve kaçmaya çalışanları ellerim titremeden izledim. Öldürmek bana daha önce hiç bu kadar güzel gelmemişti...
Askerlerim, kaçmaya çabalayanları ya ateşlere atıyor ya da oracıkta onları öldürüyordu. Tam merkezdeki bir yapıdan simsiyah giyinmiş yanan biri dışarı çıktı. Nereye baktığını görmüyordum ama varlığımı hissettiğini biliyordum. “Savaş, öyle olmaz. Yaşattıkların ateş olup seni de yakmadan ölmek yok!” Askerlerimle geri çekilirken son duyduklarım kan, çığlık ve zaferdi.
***
“Son yenilgim sensin amca...” Bedenini çukura yerleştirip üzerine toprak attım. “Daha da acı olmayacak. Daha da göz yaşı olmayacak.” Atalar, Altuğ ve Uruz sırasıyla üzerine toprak attı. “Elimden gelen buydu. Nasıl ki sen canını kızın için veriyorsan ben de altında kalmam amca...” toprağını iyice yükselttik. Yağmur Ata, adı gibi akan yaşlarını siliyordu. Onu daha önce hiç bu kadar üzgün görmedim. Onu daha önce hiç bu kadar yok olmuş görmedim.
O, ağlamak için bana sarıldı. Benden destek aldı. Herkes, benim için Gök Tanrı’dan güç diledi. Ben, herkesin sırtını yasladığı, yıkılmaya lüksü olmayan o kişi olmuştum. Ben şimdi, Kağan olmuştum. Susan, hesap yapan, uyuyamayan, mutlu olmak için gün sayan ama bir türlü mutlu olamayan o kişiydim... Başımı gökyüzüne çevirdiğimde atalarımın bana baktığını hissettim. Elleri hep sırtımdaydı.
Ama bir hataları vardı. Onlar çok kan akıtarak kendilerini yok etmişlerdi. Aile içinde onarılmayacak şeylere sebep olmuş, kanayan parmağı kesmek suretiyle ağır yaralar almışlardı. Amcam, ailemizdeki hataları söylerken bana onlar gibi olma, demişti. Bana merhametli ol, her şeyin bir hal çözümü olur, derdi. Ama hayır, ben seçimimi yapmıştım. Amcam gibi merhametli olmayacak atalarım gibi de zalim olmayacaktım.
Ondan sonraki dört yılda da ben, asla eski ben olmayacaktım...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |