4. Bölüm

3. BÖLÜM: VELİAHT TÖRENİ

Siyavuş
syavus

 

 

3. BÖLÜM: VELİAHT TÖRENİ

 

 

~En büyük hata, sanmaktır...~

 

“Hatun anne? Neler oluyor böyle?” Berk, ağabeyi Kutlu Giray’ın uzun boyundan ötürü başını kaldırıp kızgın gözlerine baktı. “Hiçbir şey olmuyor ağabey, Hançer işte. Her zamanki halleri.” Ama onun her zamanki hallerini tek bilen kendisiydi. Dışarıya karşı dik başlı sivri sözlü olsada asla Berk’i incitmek için böyle sözler söylemezdi. Ağabeyi anlayışla başını salladı.

Ağabeyi hep mülayim ve sakin olan taraftı. Ağabeyini bu huyu sayesinde daha çok severdi. Az sonra içeri cıvıltılı sesiyle Uldız girdi. Dört yaşında küçücük bir kızdı. İki erkeğin tek kız kardeşiydi. Önce sıkı sıkı Kutlu’ya sarıldı. Kutlu Giray, kız kardeşini sevgiyle kucakladıktan sonra Uldız yerinde duramayıp kucağından yere atladı.

Ayaklarını neşeyle yere vurup Berk’in yanına oturdu, sıcak bakışlarını iki ağabeyi arasında gezdirip başını Berk’in omzuna koydu. Neşeyle konuşan küçük kızı ilgiyle dinleyip muhabbet eden ağabeylerinin aksine anneleri orada değilmiş gibi donuk bir ifadeyle pencereden dışarıyı izliyordu.

Gözlerine çöken kara bulutlar evlatlarının üzerine çöksün istemiyordu. Yarın, çok kritik bir gündü. Dua etmeliydi ki Kağan Börü Giray, veliaht olarak Berk’i en kötü ihtimalle Kutlu Giray’ı seçsin. Aksi halde kocası... Aldığı pusuladan bu yana ciddi bir ikilemdeydi. Bu ikilemin sebebi, kocasının pis işler çevirdiğini düşünmesindendi.

Kocası çok kindardı ve bir o kadar da içkiye meraklıydı. Ucu bucağı olmayan şarapları, ne olduğunu bilmediği bitkileri tüketmesi içine büyük bir korku düşürüyordu. Tek ümidi evlatları ve onların sayesinde elde edeceği güçtü.

Pencereden gördüğü Giray Hanlığı toprakları ardındaki toprakları düşledi. İşte em çok da o topraklar içine korku salıyordu. Bulundukları kara parçasında beş büyük devlet hüküm sürüyordu. Bunlardan ilki Giray Hanlığı idi. Başkenti olan Girayhan’a yakın başkente sahip diğer devlet Balamiz Hanlığı idi. Bir diğeri ise Bankiz Hanlığı idi.

Bu iki Hanlık tek devlet ve aynı soya sahipti. Lakin çıkan savaş sonucunda aralarında paylaştıkları topraklarını ayrı ayrı yönetme kararları almışlardı. Aralarındaki tek fark, iki ayrı hanlığın kendi vergi ve ordu sistemi olmasıydı. Bu da onları ve ailelerini güvende tutuyordu.

Bir çiçeğin poleni etrafını çeviren yapraklar gibi başkentlerini yakın tutan bu devletlerden karakter ve ilişki bakımında uzak olanı hiç şüphesiz Kuzey Hanlığı idi. Kuzey boylarını da içine alan yer yer kargaşanın hakim olduğu bu devletin tam karşısındaysa Yakut Hanlığı vardı. En yakın başkent uzaklığı bu iki devlet arasındayken tüm bu hanlıklardan bir okyanus mesafesi kadar uzaklıkta bulunan son devlet, Kızıl Kum Hanlığı varlık gösteriyordu.

Aralarında büyük bir okyanus vardı lakin kuvvetli gemilerle bu mesafeyi rahatlıkla aşabiliyorlardı. Bir çöl ülkesi olan bu diyar herkesten daha sıcak kanlı ve refah içinde denilebilirdi. Zira neredeyse tek geçim kaynağı olan ticarette kolay kolay kargaşa çıkmıyordu. Bunu çoğu kez başka liman ve şehirlerde yaşıyorlardı.

Ama Ergün Hatun asıl önemli olan soruyu soramamıştı kimseye. Kağan Börü Giray neden bir veliaht tayin etme gereksinimi duymuştu? Oğlunu bir muhafız gibi yıllardır yetiştiriyordu adeta ama ne ona ne de oğluna güvenmiyordu. Kalbi korkuyla çarpıyordu. Tek dileği yıllardır saraydan uzakta yaşayan kocasının döndüğünde bir şeyler yapmamasıydı.

Bahçede bir hareketlilik fark etti. Hançer odasına gitmek yerine eline aldığı ok ve yayla kapı nöbetçilerini bunaltıyordu. Ona karşı bastıramadığı öfkesiyle homurdandığında Berk ayağa kalkıp pencereye geldi. Annesinin baktığı yeri gördüğü gibi hızla aşağıya indi. “Alp! Ava giderim derim sana, ne anlamazsın?”

“Kusura bakma Hançer ama Kağanımızın emri vardır. Burda kalacaksınız.” Hançer yeniden itiraz etmek isterken Berk’in sesiyle sustu. “Yürek?” Hançer arkasını dönemedi. Başını yere eğip ayaklarına baktı. Berk yürüyüp yanına geldi. Alpe bakıp ne olduğunu sordu. Alp ona olanları anlattığında Berk burukça gülümsedi.

“Ava gitme şimdilik. Senin derdin ok atmak değil mi zaten? Gel, beraber ok atalım.” Berk ilerlemeye başlayınca Hançer de arkasından gitmeye başladı. Utandığı için yüzüne bakamıyordu, bunu bilen Berk kolunu omzuna sardı. O anda Hançer anında adını söyledi.

“Efendim Yürek?” Hançer’in kalbi cız etti. Gözleri pişmanlıkla yüzüne tırmanırken Berk gayet umursamaz davranıyordu. “Ok mu atacaksın benimle?” diye yineledi. Berk de başını sallamakla yetindi. O an dönüp gözlerine baktı, Hançer ne olursa olsun ondan daha çok üzülüyordu.

Ah içine düşen o yanma hissi... Gözlerini ilk çeken Berk oldu. Yetmedi, omuzlarını indirip kaldırarak yürümeye devam etti.

Saray bahçesindeki alpe ok ve yay getirmesini istedi. Alpler eşyaları yerli yerine koyarken Hançer bir kez daha adını söyledi. Berk bu sefer getirilen okla ilgilendiği için yüzüne bakmadan cevap verdi. “Efendim Yürek?” Yürek... Ona hep Yürek diyor olması bile onu sevmesine ve yaptığı her şey için özür dilemesine sebep oluyordu. Ama Hançer, özür bilmezdi. Sivri bir yapısı vardı.

Onum yerine dikkatle yayı gerip hızını ayarlamaya çalışan Berk’e, “Senden çok büyük bir Kağan olur.” Diye bir iltifatta bulundu. Berk çektiği yayı durdurup şaşkınlıkla Hançer’e baktı. Hançer bin pişman bir şekilde yeniden ayaklarına bakmaya başladı. Bu sözle onu nasıl mutlu ettiğini biliyordu ama pişmanlığı ağır basıyordu işte.

Berk yayını bırakıp yanına yaklaştı. Başını iki parmağı ile kaldırınca kendisine suçluluk duyan bir çift ela gözü gördü. Onun da yüreğini sevindirmek asli göreviydi. “Biz beraber büyük Kağanlar olacağız Yürek. Sen ve ben beraber.” Hançer kaşlarını çattı. “Ama bir tahtta iki Kağan olmaz ki?” Berk başını iki yana salladı.

“Sen hatunum olursan, benim kağanım olursun. Doğuyu sen yönetirken Batıyı da ben yönetirim. Bu sayede iki Kağan bir ülkeyi kolaylıkla yönetir.” Berk’in gözlerindeki parıltı küçük kalbini sıcacık etmişti. Kızaran yanakları ile gözlerini kaçırdı. Berk muzipliğini konuşturdu.

“Ne o Yürek Giray? Sana benden başkası yâr olur mu sanırdın yoksa? Dur hele, bak sen yoksa senin gönlün olmaz mı bana?” Hançer kocaman açtığı gözlerini gözlerine çevirdi. Ne diyeceğini bilemedi ki? Ortalarında havaya kalkan bir yayla bakışmaları sendeledi.

Berk yayını gösterdi. “Madem kararsızsın, o halde at okunu. Eğer attığın oku tam ortasından isabetler kırarsam benimle Kağan olursun anlaştık mı?” Hançer elindeki yayını havaya kaldırıp gülümsedi. “Dikkat et Berk Giray! Okunun hedefi şaşmasın. Sonra sadece ben Kağan olursam üzülürsün.” Berk, emin bir gülüşle ilk sırayı ona verdi.

Hançer Giray, yayını havaya kaldırıp sadağından bir oku arasına koydu. Oku iyice kavrayınca geriye doğru elini çekmeye başladı. Tek gözünü kısıp diğerini kapattı. Hedefini tam ortadan vuracağına inanıyordu. Emin olduğu o anda her şeyi izleyen Kağan Börü Giray kendinden emin bir şekilde kızını izliyordu.

Ve Hançer, oku serbest bıraktığında hedef tam ortasından vurulmuştu. Berk ve hiç görmedikleri Kağan Börü gururla gülümsedi. Sıra kendisine gelince yayını iyice esnetti. Sadağından okunu çekip yerine koydu. İçindeki heyecan gururuna dokunuyordu. Yapabilirdi! Oku tam ortasından delebilirdi! Yürek, onun Kağan’ı olabilirdi. Beraber olabilir, onu hiç üzmemelerini sağlayabilirdi. Yürek, güzel güler, güzel bakar, güzel sarılırdı...

Eli gittikçe daha çok titrer olmuştu. Oku bırakmakta hala şüphe ediyordu. Kağan Börü, bilge bir edayla başını iki yana salladı. Kızına olan bu bağlılığı içini rahatlatmaktan ziyade geriyordu. Derin nefesler aldı Berk. Tam bırakacaktı ki, ağabeyinin sesi ile bıraktığı yay sallanarak apayrı bir yere saplandı. Kağan Börü Giray kısık bir kahkaha attı.

Kutlu Giray, yavaşça onlara yaklaştı. “Ne o Giray torunları, büyükleriniz olmadan ok mu atarsınız?” Berk gergince nefes verdi. Hançer’e baktığında kendisine bıyık altından gülümsediğini gördü. Kaşlarını çatarak bu sefer ağabeyine baktı.

“He ağabey, ama vakitsiz geldin.” Kutlu Giray güldü. “Yarışa mı denk geldim? Kazanan ne alıyordu peki? At mı?” İkili birbirlerine bakarken Kağan Börü Giray, esef dolu bir gülümseme ile kapısındaki nöbetçi alpi çağırdı.” Bana Berk Giray’ı getir.”

Kutlu şaşırmıştı , demek ki iddiaları çetindi. Boş vererek Berk’in ok ve yayını aldı. “O halde ben vurayım bu oku tam ortasından.” Diye bir meydan okuma da ondan geldi. Ama Berk hızla kendini öne attı. “OLMAZ!” Kutlu kaş çatarak baktı karındaşına. “Neden olmaya delikanlı kardeşim? Oku tam ortadan vurmakta ne ola ki?” ondan asla beklenmeyen bir hınzırlıkla gülümsedi.

Kutlu Giray, en büyükleriydi. Yaşı hepsinden büyüktü ama birazcık durağan bir gençti. Gözünde taht yahut saray yoktu. Ama yeri gelince içindeki savaşçının gücü ele geçirmesi tüm aileyi şaşkınlığa sürükleyebiliyordu. Annesi ve babası onu vasıfsız olarak görse de kardeşleri ve Hançer asla öyle görmüyordu.

Berk Hançer’e doğru döndü. Kendine safi bir masumlukla bakıyordu. Onun bu bakışları her seferinde içini yakar olmuştu. Aceleci gözlerle ağabeyine döndü. “Sen ona atma, ben şimdi onu sökerim yerine ben bir tane atayım da öyle başlasın yarış.” Der demez arkasını dönüp oku ordan söküp çıkardı. Geri dönüyordu ki alpin biri Kağan Börü Giray’ın kendisini huzura çağırdığını söyledi. Berk başıyla onaylayıp gitmeye hazırlanırken son kez Hançer’e baktı.

Büyük ela gözleri onunla buluşunca yumuşacık olmuştu. O an Berk çok kortu, ondan ayrı kalmaktan. Onsuz bir yaşamdan. Kaşlarını çatmadan önce ona başıyla bir selam verip karşılığını kibar bir baş selamıyla alarak içeriye yöneldi. Yürürken aklına saçları takılmıştı. O kahverengi saçları yine dağınıktı ama Berk onu yine düzeltirdi ki? Hep yapardı, yapacaktı! Ondan ayrı kalmanın düşüncesi bile onu her gördüğünde olduğu gibi içini yakıyordu ki?

Hızlı adımlarla o koridorda giderken Hançer, Kutlu ile akşama kadar ok atıp güldü. Sonra yanlarına Uldız geldi. Uldız Hançer’i çok severdi. Saçlarına bayılırdı. Ama yaşı küçük olduğu ve ilgi ve şefkate düşkün olduğu için ağabeyi Kutlu ile zaman geçirirdi. Üçü akşam olana değin beraber vakit geçirirken Berk ile Kağan odasından hiç çıkmadı.

Kağan Börü’nün Berk’e olan ilgisi ve ona olan güveni herkes tarafından hoş karşılansada akıllara Hançer’in ne olacağı sorusu geldiği vakit akan sular duruyordu.

Yarın büyük gündü. Bu sebeple herkes hazırlık yapıyordu. Bu yüzden gün içerisinde saraya birçok ulak girdi çıktı. Kutlu ikisini de akşama kadar birbirlerini eğlediler. Uldız ve Hançer hiç gülmediği kadar güldü. Berk ve Börü Giray’ın ne yaptığını, yıllardır süren amca yeğen ilişkilerini kimse umursamadı.

Yarın büyük gün olmasına rağmen sarayda ölüm sessizliği vardı. Kadınlar etrafta koştururken kimse birbirine dönüp bir daha bakmıyordu. Kutlu, bir ara nefes nefese kalarak sırtını duvara yasladı. Hançer’de onu taklit etti. Kutlu aklına bir şey takılmış gibi rahatsızca kıpırdandı.

“Hançer, Berk’i sabah neden üzdün?” dedi. Hançer suçlulukla ayaklarına bakmaya başladı. Kutlu elbette konuşmasını beklemiyordu. “Bak, o sana diğerleri gibi davranmıyor. Seni herkesten çok seviyor. Onu üzdüğün her an sana seni affetmiş gibi davranabilir ama kırılan kalbini onardığını söyleyemem küçük dostum. “

Hançer kaşlarını çatarak ona döndü. “Annenizin beni her gördüğü yerde beni azarlaması, küçük düşürmeye çalışmasını görmezden gelemem! Eğer o da annesine destek çıkmasaydı ben ona kızmazdım.” Kutlu elini uzatıp dağılan saçlarını usulca yüzünden çekti. Bakışları merhamet doluydu.

“Küçük kuzenim, amcamın güzel kızı. Bizim annemizin oluşu senin için bir tehdit olmamalı. Herkesin bu dünyada bir eksiği olabilir. Senin annen yok ama seni her şeyden çok seven ve koruyan bir baban var, baksana? Ama bizim bir tek annemiz var. Babamız bize babalık dahi yapmıyor Hançer. Bir gün bizi tek kalemde silecek kadar bizden nefret ediyor. Lakin biz, amcamızın gölgesinde kızıyla beraber yaşamayı dert etmiyoruz.”

Hançer, bu şekilde hiç düşünmemişti ki? Kutlu, ona çok büyük bilgiler veriyordu. “Baksana, bir hatamız var. Koca hanedanda büyük bir hatamız var ve saray hiçbirimizin yüzüne bakmıyor... Bunun ne kadar zor olduğunu bilemezsin... “ kısa bir sessizlik oldu aralarında. Ardından Kutlu anlatmaya devam etti.

“Halamız küçüklüğünde seni oğlundan asla ayırmadı. Hep sana o baktı. Lakin kocası ile arası düzelince seni yeniden bırakmak zorunda kaldı. Senin ardında her şeye rağmen baban ve halamız var, Hançer. Bizim bu sarayda sadece annemiz var. Bırak bu kadar kavgacı olmayı. Kimsenin hayatı kolay değil.” Hançer başını yavaşça salladı. Gözleri donuktu. Halasını işte bu yüzden unutamıyordu.

Ona annelik yapan o kadın, şimdilerde ne saraya uğrardı ne de onu ve ailesini görmeye gelirdi. Annesizlik en büyük eksiğiyken onu kolayca bırakmasını hazmedemiyordu. Az önce saray bakıcısının söylediği o sözler canını çok yakmıştı. Bu yüzden annesinin mezarına kolay kolay gidemezdi. Kimse katili olduğu kişiyi kolay kolay görmeye gidemezdi...

Hançer odasına çekildiğinde yatağına geçip ayaklarını karnına çekti. Bir müddet öylece durdu, her gece boğazına bir ağrı çöker o ağrı nefesini zorlar daha sonrasında da ağlardı. O anlarda en fazla annesini ve kendisinden uzak duran babasını düşünürdü. Ve ne zaman ağlayışı artardı o zaman Berk içeriye girer ve gözyaşlarını silerek onu teselli ederdi.

Ama kendine bugün söz verdi. Bugün ne güzel gülmüştü, yapmayacaktı bunu kendine. Hem Berk’e bunu yapmaya hakkı yoktu. Onu çok üzdüğünü bakışlarından anlayabiliyordu. Yerinden doğrulup geceliğini giydi. Saçları yine karma karışıktı. Karışmasın diye saray bakıcısı ona börk takmak isterdi ama o börk hiç takmazdı.

Yalnızlık, karanlık gibi öyle bir üzerine çökmüştü ki gözlerinden damlalar sessizce dökülüvermişti. Berk’in kırdığı kalbi ve ona karşı takındığı zaman zaman acımasız tavırlar canını sıkıyordu. Buna kendisi de şaşırmıştı. Karanlık geceler, karanlık odalar ve özlem...

Yerine tekrar oturduğunda bu sefer hiçbir şey düşünmemeye çabaladı. Kapı tıklatıldığında içeriye giren kişiyi bugün beklemiyordu. Sesli ağlamamıştı ki? Berk, üzerinde kaftanı olmadan sadece bir içliği ve pantolonu ile gelmişti. O da uyumaya hazırlanıyordu. Ama yüzünde gözünde yaralar vardı. Korku ile ona bakarken aklından bir sürü ihtimal geçiyordu.

Kağan Börü Giray onu dövmüş müydü? Yoksa babası mı dövmüştü? Kutlu’nun sözleri geldi aklına. Onların babası çok kötüydü. Amcası hakikaten pisliğin tekiydi. Hançer yatakta yana kayarken Berk elini yastığa vurdu bir iki kez. Hançer bunun uyu demek olduğunu bildiğinden reddetti. Çok kötü görünüyordu uyuyamazdı!

“Saçlarım darmadağın.” diye savunma yaptı. Berk tebessüm ederek ayağa kalktı. Tebessümünde acı vardı. Kendine değil başkasına merhamet vardı. Merhametini en çok Hançer’e gösterirdi. Karanlıktan rahatsız olmuş gibi üç mum yaktı. Gözleri acıyınca birini söndürdü. Mumların az uzağında olan tarağı da alıp tekrar yatağa geldi. “O halde uzat bakalım saçlarını, tarayalım güzelce. “ dedi bugün neden ağladığını sormadan.

Hançer, alt dudağını eksik dişleriyle ısırarak arkasını döndü. Saçlarını geriye ittiğinde tarak hareket ediyor mu etmiyor mu anlamıyordu bile. Berk’in sıklaşan nefeslerini duyuyordu. Ayakta durmaya mecali dahi yoktu... “Neden sana bunu yaptı baban Berk?” Berk, gülümseyen bir ses çıkardı. Tarağı en dolaşık saçlardan ustalıkla kurtardı.

“ Neden Yürek? Sen söyle, neden sessizce ağlıyorsun?” Hançer elleriyle oynamaya başladı. Onu geçiştirmesi hiç yapmadığı bir şeydi. Sesi titrercesine çıktı. “Çünkü sen her gece gelip benimle beraber üzüntülerim geçene kadar beklerdin. Bu sefer başarırım sandım, gelmezsin sandım. Tek başıma kazanırım sandım.”

Berk tarağı kulağının yanından indirdi. “Uyuduğun her gece yanında beklerim ben. Tüm üzüntünü geçirene kadar seninle kalabilirim. Sen gelmeme ihtimalimi düşünme.” Hançer gülümserken bir anda yüzü düştü.

“ Ama ben iyileşirken sen hiç üzüntülerini bana anlatmıyorsun. Ve bir gün gideceğini biliyorum. Yabgu olursan bir gün o zaman çok ayrı kalırız. Uykularıma yetişemezsin. Üzüldüğünü dahi bilemem ki?” Berk taramayı bırakıp omzunun üstünden yüzünü yandan görecek kadar eğildi. “Ölürsem belki ama yaşadığım her anda ben seni görmeye gelirim Hançer. Şimdi uyu, yarın çok zor bir gün olacak.”

Hançer içine düşen kıvılcımla hiddetlendi. “Annen, veliahtlığımı elimden almak istiyor. Babamın benden başka kimseye bunu vermeyeceğini akledemiyor!” Berk derin bir nefes verdi. Bu konular kadar nefret ettiği başka bir şey daha yoktu. Ve Hançer, yine burdan saldırıyordu. Uzaklaşarak tarağı kaldırdı.

“Hançer... Kimsenin sözü seni harekete geçirmesin. Sen ne diyorsan herkes bunu böyle kabul etmek zorunda zaten. Kağan kızı sensin. Korkma, ne ben ne ağabeyim senin yerini almayacağız. Anneme kızıp herkese saldırıyorsun yapma böyle. “

Hançer hareketlenip tam tersi döndü. Kaşlarında dalgalanma vardı. “Ama sen varsın Berk! Olmuyor, yapamıyorum. Kendime varis benim diyorum ama sana baktığımda benden çok sen hakediyorsun gibime geliyor. Ama sen üstüne alınmıyorsun bile bu konuları. Ben doğru yapıp yapmadığımı da anlamıyorum! Neden? Neden geri çekiliyorsun!” Berk omuzlarını kavrayarak gözlerine baktı. Morarma üzere olan yanağı ve kanayan dudağındaki o yara Hançer’in gözlerini doldurdu.

“Hayattan alabileceğim hiçbir tat yok çünkü. Hak etsem dahi isteğim yok. Ben seni bir taht için asla üzüp kırmam Yürek.“ Hançer elini kaldırıp moraran yerlere dokunmak isterken Berk hızla geri çekildi. “Bana kızgınsın değil mi? Sana çok zarar veriyorum? Baksana, seni babandan bile koruyamıyorum Berk...”

Berk, dalan gözlerini başka yana çevirdi. Bu hususta konuşmaktan nefret ediyordu. Zamanla kırgınlıkları geçerdi elbet. Hançer’de büyür ve hata yapmazdı artık. Dalan gözlerini yerden kaldırıp Hançer’in gözlerine dokundurdu. Zoraki bir neşeyle gülümsedi.

“Sana ne kadar kırılsam da bir şekilde bunu atlatıyorum. Takılma sen bu detaylara. Üzülme artık. Hem ben sana ne dedim? Biz beraber Kağan olacağız. Senin Kağan varisi seçilmen benim için onur verici. Ben de senin askerin olurum. Senin için savaşırım. Ama sana karşı asla savaşmam Yürek .“ Hançer, inanmasa da gülümsedi. Gülüşleri artık ikisinin de yaralıydı. “Bence o kadar emin olma, ikinci Kağan olmak için hala oku yaramadın?” Berk sıkıntıyla oflayarak derhal ayağa kalktı.

Elini yastığa vurdu. “Derhal uyu Yürek. Bana bu bahsi bir daha açarsan bozuşuruz.” Hançer kıkır kıkır gülerek yerine geçti. Berk mumları söndürmedi. Kapıya doğru ilerlerken son kez arkasına baktı. “ İyi geceler Kağan Hançer Giray. “ Hançer büyük bir gülümsemeyle karşılık verdi. “İyi geceler Kağan Berk Giray. “ Berk, sızlayan her uzvuna rağmen gülümseyip odasına girdi.

 

***

Sabah tüm saray tek sıra halinde dizilmiş, gelen misafirleri ağırlamak için hazır konumda dikiliyordu. Saray kapısı koyu kahverengiydi. İki yana açılan geniş kanatları misafirleri toprak bir yola ilerletti.

Etrafları çiçeklerle süslü olan bu yolun solunda seyislerin ilgilendiği ahırlar ve acil durumlar için bağlı duran süvari atları bulunuyordu. Yolun sağ tarafında içi neredeyse boşalmış bir harem vardı. Her pencerenin yola dönük olduğu, dördüncü kattan sonrası kocaman surlarla çevrili şehir duvarlarını görmekteydi.

Sarayın kendi surları da haremden bağımsız, yolun tam karşısında duran asıl saraydan başlıyordu yükselmeye. Hançer ve Berk, oraya çıkıp birbirine öğrendikleri destanları anlatmayı çok severdi. Sarayın dördüncü katı, surların savunması ile ilgili malzemelerle doluydu. Yer altından o kata çıkan samanlıkla bağlantılı bir yol mevcuttu.

Günlerdir sessizce süren hazırlıklar ve süslenme sonucunda saray her anlamda Veliaht Töreni’ne hazırdı. Ve sarayın kahve kapıları gürültüyle iki yana açıldı. Gelen misafirleri Kağan Börü Giray’ın komutanı, Uruz karşılayacaktı.

O dönemin ihtişamlı saray arabaları, art arda dizilmiş ihtişamlı krallar ve veliahtlarını sarayın avlusunu doldurmuştu. İlk önce Balamiz Hanlığı Kralı, Kral Freud ve oğlu Prens George içeriye girdi. Onlardan sezinlenen bu gergin ve sinsi hava alışık olduğu bir durumdu. Öylesine tekinsiz ve ürpertici...

Baba ve oğlu birbirini öldürmek ister gibi sinsi, dik ve bağımsız adımlarla içeriye girerken bir diğer soyluya döndü. Bankiz Kralı, Kral Petro ve biricik prensesi Loura. Uruz buna şaşırdı. Bu adamın bir oğlu vardı lakin neden onunla değil de kızıyla gelmişti?

Loura, bakışları ile ben bir veliahtım derken önden giden Veliaht George’a yanakları kızararak bakmıştı. Babası ise tam tersi, ne kızına ne de önde gidenlere karşı bir sempati besleyebiliyordu.

Onlar henüz içeriye girmişti ki, Kuzey buzullarının sınır devletlerinden olan Yakut Hanlığı’nın Kralı, Kral Yakut Virart ve oğlu Yakut Berk saray bahçesinden içeriye girdi. Uruz, baba oğula bakarken esas mutluluk ve gururu onlarda tattı. Katıksız ve karşılıksız bir sevgi... Hepsi yan yana durunca Uruz onlara bir selam verdi.

“Kağan Börü Giray, yapacağı Veliaht Tören’i için siz sayın kral ve kral vekillerini içeriye çağırmaktadır.” Hepsi baş selamı verip içeriye girmişti ki kapılar tekrardan açıldı. Girayhan kapısından iki kral aynı anda içeriye girmişti. Onların çok uzaktan geleceklerini biliyorlardı ama gelmeme ihtimalleri daha fazlaydı.

Saray eşrafı bunu beklemediği için şaşkındı. Uruz, omuzlarını dikleştirip gelen misafirlere döndü. Kağan Börü Giray onlara saygı ve hizmette kusur bulunulmaması konusunda uyarmıştı. Atından inen ilk kişi, Kuzey Hanlığı’nın oy birliğiyle seçtiği hem Kral hem de veliaht olan henüz on yedi yaşındaki Kuzey Ragnar’dı.

Genç yaşına rağmen erken olgunlaşmış yüz hatları ile nefes kesici bir yakışıklılığa sahipti. Uzun boyu ve kendinden emin efendi yürüyüşü buranın kendi sarayı olduğunu hissettirmişti adeta Uruz’a.

Herhangi bir kapalı arabada gelmemişti. Onca yolu at üstünde gelmişti. Saray onun bu ihtişamlı girişini ve tek kişilik asaletini hayranlıkla izlemeden edememişti. Elbette tüm kralların askerleri de onlarla geliyordu ama krallarının asaletini gölgelememek adına geriden geliyor ve kapı dışında kalıyorlardı. Ragnar’ın yaşı oldukça gençti. Tam yüz yıl sonra tahta çıkan ilk genç Kral’dı.

Derin ve duygusuz gözleri onun zor bir hayatının olduğunu haykırıyordu adeta. Uruz’un yanından geçip giderken, son olarak da tüm bu krallıkların pek bir uzağında kalan, bir çöl krallığı gelmişti saraya. Pek ağır yürüyen bu ikili en garip konuklar olmuştu.

Kızıl Kum Hanlığı Kralı Şah Ahuramazda ve kızı Şah Bengü büyük bir dikkat ve yavaşlıkla içeriye girmişlerdi. Kral, bir elini havaya kaldırıp kızının elini avuçlarının içine almış, ona yolu tanıta tanıta aheste aheste ilerliyordu.

Şah Bengü, beyaz renk gözleriyle ileriye bakanken, adının hakkını verircesine bir kadın hükümdar, prenses kadar yüce ve mükemmel görünüyordu. Şah Ahuramazda onu gururla yanında tutuyordu. Attığı adımlarla onda bir farklılık olduğu su götürmez bir gerçeğe dönüşmüştü. En farklı veliaht ve konuk oydu şüphesiz.

Uruz ve hizmetçiler şaşkınlık dalgası yaşarken Şah Bengü, ileriyi görür mü görmez mi bilinmez ama bir anda yüzü değişti. Nefesi dengesizleşince dudakları aralandı. Tam o anda attığı adım tökezleyince Kral Ahuramazda homurtulu bir panikle iki kolunu da tutup yere doğru bükülen bedenine dayanak oldu.

Kuzey Ragnar, duyduğu gürültüden ötürü kaşlarını çatarak arkasını dönünce orda bulunan herkes gibi oluşan gariplikleri hızlıca fark edivermişti. Şah Bengü, babasına tutunurken sanki karşısını görebilirmiş gibi dikkatle ileriye bakıyordu.

Kuzey Ragnar kafa karışıklığını çatılan kaşları altına saklayarak önüne döndü ve garip bir hisle ona gösterilen salona giriş yaptı. Herkes bu garip kral ve kızını değişik duygularla saray odasına uğurlarken, o kızın eksikliğine rağmen neden burda olduğunu sorgulamaya başlamışlardı.

Kör bir varis mi olurdu? Hem de bu varisi babası çok sevecek? İnanılır gibi değildi. Tüm konuklar içeri alındığında Kuzey Ragnar ve Şah Ahuramazda ile kızını da karşılayan Ergün Hatun büyük bir kibirle hepsini Kağan Börü Giray’ın taht odasına almıştı. Bu kibir Ahuramazda’nın dikkatinden kaçmamış aksine ona zevk vermişti. Ergün Hatun ise kime bulaştığını bilmeksizin hareketlerine devam etmişti.

Tüm bu olan biteni balkondan izleyen Hançer, burnundan derin ve sık nefesler alıp veriyordu. Prens George, Prenses Laura, Genç Kral Kuzey Ragnar, Yakut Berk ve Şah Bengü onda derin bir boşluk yaratmıştı. İçindeki o gürültü öyle baskındı ki eli yeni bilenmiş kılıcındaydı. Her an birinin üstüne atlayacakmış gibi görünüyordu. Burda oluşuna, burda beklemek zorunda olmasına ve burda oluşuna sebep olan herkesten nefret ediyordu!

Çünkü dün geceden itibaren varislikten emin değildi!

Onların karşısına çıkmak istese de bunun sonunda üzülecek olduğunu pek ala biliyordu. Çünkü hepsi ama hepsi iyi yahut kötü bir şekilde babalarının veliahtıydı! Ve şu sıralarda aklını meşgul eden tek şey Berk ile arasında geçen veliaht meselesiydi.

Sabah olduğunda hala odasındaydı üstelik üzerini giyememişti. Arkasına yaslanıp derin nefesler alıyordu. Üşüyordu, titriyordu, hırslanıyordu, üzülüyordu. Bunun sebebiyse dün akşam Berk ile arasında geçen konuşmaydı. İçinde dönen bir ses ona yapması gerekeni haykırıyordu adeta.

Yatağında defalarca döndükten sonra içindeki mücadele hırsı ve azmiyle ayağa kalkmış, bugün giymesi elzem olan kıyafetini yatağa bırakmış, ama sonra nedendir bilinmez ona içli içli ve kaygılı bakmaya başlayıvermişti. Lakin o ses, öyle kuvvetli ve tutarlı sorular soruyordu ki, Hançer o an yere diz üstü yıkılıp kulaklarını tıkamak zorunda kalmıştı.

“ İçimdeki bu ses neden aramıza giren bu yarışta onun haklı olduğunu ve kazanmayı hak ettiğini söylüyor!”

En büyük fedakarlık, sevgidir.”

Seçtiği elbise, zümrüt yeşili bir veliaht nişanıydı. Bu renk, ancak bu tür törenlerde kurulun evvelden uygun gördüğü yahut açık ara önde olan adaya giydirilirdi. Elbette son karar Kağan’ın olduğu için belki de en güçlü rakip onu boşuna da giymiş olabilirdi.

Hızla giyinip sabahın ilk ışıklarıyla Berk’in odasına dalınca onu giyinirken gördü. Berk’i, zümrüt yeşili bir kaftan ve kurt postu giyerken görmüştü. Bu demek oluyordu ki, bugün onunla rakipti.

Berk, kurulun gözdesi ve kendisinin de en büyük rakibi oluvermişti. Erkekler bu tür postları giydiğinde diğer adaydan daha üstün olduğunu tüm hanedana ilan ederdi. Oysa, onlar arasında ne zaman bir yarış başlamıştı da Berk bir post giymişti? Hiç mi, tüm zorluklarını ve yıkımlarına şahit olduğu Hançer’i düşünmemişti?!

 

“En büyük hata, tutarsızlıktır.”

 

“Anne, bu post benim hakkım değil derim anlamıyor musun?” O anda Hançer, oğluna cevap veren Ergün Hatun’un katı sesiyle bunu kendi rızası ile yapmadığını anladı. Kalbi heyecanla çırpınmaya başladı.

“Ne olursa olsun Berk, bunu bugün giyeceksin!” Odaya girdiğini kimseye belli etmeden gerisin geri dönmüştü. Bu yaptıkları tamamen hataydı! Kendisine yapılan bir zulümdü. O, bu dünyada en sevdiği insan olan Berk ile yarışacak mıydı? Ama... Şimdi, Berk’i veliaht seçerlerse, ona ne kalırdı? Veliaht veliahtı mi?! Aklı karışmış, üstündeki kaftana bakıyordu.

İğrenerek üzerindeki zümrüt yeşili kaftan ve üzerine işlenen altın sarısı dantel çiçek işlemeli elbiseye bakarken bir veliaht veliahtı olacağını hiç düşünmedi. Çünkü, bu aptal bir düşünceydi. Düşünmeye bile değmeyecekti!

Babasının çocuğu o olmasına rağmen Berk’ten rakip olarak hazırlanması istenmişti. Hançer, kaşlarını daha çok çatarken Ergün Hatun’u Berk’in yanından çıkarken gördü. Kaşları bir kılıç gibi kavislenen Hançer, ellerini bel oyuğuna yerleştirip arkasında bağladı. Onu alıp saray odasına götürecek kimsesinin olmayışınaysa bir kenara attı. Bir Atabeyi bile yoktu!

Ayaklarını iki yana açıp, çatık kaşları ile ona soğuk soğuk gülümseyen Ergün Hatun’a bakıyordu. Evvelden samimi zannettiği bu bakışlar artık onun için hiçbir şeydi. En sevdiği insanın annesi de onun için yoktu artık. Ergün Hatun merdiveni nihayet bitirince kıvrak bir şekilde karşısına doğru adımladı. Hançer ona karşılık, birkaç adım atıp durdu. Birbirlerine karşı öyle korkutucu bakıyorlardı ki ikisi adeta birer kurt olup birbirine saldırmak ister gibiydi.

Hançer, onu gözleriyle yerken birkaç adımda onu geçti ve merdivenlerden aşağı bir Hatun gibi indi. Ona hiçbir şey söylemeyecekti! Elbette o zümrüt yeşili elbiseyi giymişti! “Seni, bir başına aşağıya inerken görmek çok güzel yavrum. Fazla ayak altında dolaşma çünkü bugün, büyükler kendi aralarında senin kaderini çizecek.” Ergün Hatun, ondaki bu dik başlılığı ve cesareti her daim öfkeyle karşılamıştı.

Henüz on yaşında bir kızdı ona göre Hançer Giray. Ama bilmediği bir şey vardı ki o da Hançer ne isterse o olurdu. İstediğinin dışında hiçbir şey olmazdı. Sözleri duymazdan gelerek, içindeki yıkımı gizleyerek emin adımlarıyla aşağıya inmeye koyuldu. Ergün Hatun, derin nefes aldı ardından tüm öfkesini sineye çekip biricik evladını almak için odaya girdi.

Hançer, o gittikten sonra merdivenleri daha yavaş daha korkakça indi. Pek bir zaman harcadı merdivenlerde. Nihayet, ikinci kattaki taht odasına doğru adımladı. Kapı muhafızları onu görünce kılıçlarını çekip göğüslerine bastırarak selam durdular. O an Hançer’in aklında bir ışık yandı. Buradaki herkes, onun veliaht olacağını düşünüyor olmalıydı.

Sabahki Ergün Hatun olayından sonra aslında herkesin ikiyüzlü bir yalancı olduğuna hükmetmesi hiçte zor olmamıştı. Öyle yahut böyle herkes onun yerini tanımalıydı! Gözü kararırken kimseyi görmemeye başladı. O halde, babasına da burada olduğunu kanıtlamalıydı. Yanındaki muhafaza döndü. “Adımı bağır! Herkes bugün benim adımı duysun.”

“En büyük hata kibirdir.”

Ergün Hatun, Berk’in zümrüt yeşili kaftanlarla görünce bayılacak kadar sevinmişti. Onun elini büyük bir gururla tutup sıktıktan sonra, Berk önde kendisi arkada aşağıya indiler.

İşte tam o esnada, duyduğu isimle gökyüzünün yarılıp başına düştüğünü zannetti Ergün Hatun. “ Veliahtımız Hançer Giray!” kapının büyük bir gürültüyle açılması ile herkes kapıya doğru döndü. O an, tüm krallar ve veliahtlar kapının eşiğinden geçen elleri arkasında bağlı, başı dimdik, koyu yeşiller içindeki uzunca boylu en genç veliahta bakınca gözlerinin kamaştığını hissetmişlerdi. Hançer, bir yıldız gibi parlayarak akılları başlardan aldı.

Beline asılı kılıcı ve önünde usta işçilerin elinden çıkmış orta boy hançeri adeta ondan bir parçaymış gibi duruyordu. Kağan Börü Giray, gözlerine ulaşmayan lakin nefeslerinden anlaşılacak kadar hem gururlanmış hem de şaşırmıştı. Gözleriyle kızını takip ederken karşısında ona kafa tutan karısını görmüştü.

Ona olan bitmek bilmeyen sevdası kalbinde oynaşırken kızını içindeki yangından uzak tutmak için duruşunu düzeltti. Ama yine de her halükarda gördüğü Hatun’unun, ona verdiği en değerli şeydi kızı.

Hançer Giray, büyük bir özgüven ve asaletle babasının karşısına geçti. Elini yumruk yaparak sol göğsünün üstüne vurdu. Başını hafifçe aşağı eğip yeniden kaldırdı. Babası, onu gözlerindeki gurur ve ciddiyetle karşılarken yanını işaret etti. Çünkü Börü Giray, bu yaptığıyla kızını tartmış da oluyordu. Zira, en kuvvetli veliaht aklını en hızlı kullanan olmuştur. Hançer içine dolan umut ve gururla veliaht için ayrılan o tahta doğru adımladı.

Tahtın önüne gelince yüzünü konuklara doğru döndü. Kaftanını arkaya doğru savurdu ve yerine oturdu. Herkes, dikkatle ona bakıyordu. Ve en güçlü veliaht adayı hepsinin huzurundaydı. Kimse başka birini beklemiyordu. Oysa Hançer için her şey yeni başlıyordu. Saygı dolu sessizlik içinde Hançer, çenesini hafif kaldırarak veliahtlara hitaben konuştu. “Hepiniz, düzenlediğimiz törenimize hoş geldiniz! Ben, baş veliaht, Kağan Börü Giray’ın kızı, Hançer Giray! ”

Krallar ve veliahtları birer birer başlarını sallarken Kağan Börü başını Hançer’e doğru çevirmemek için zor duruyordu. Börü’nün yanındaki komutanlar ve devlet görevlileri dimdik karşılarına bakıyordu. Orada oldukları sürece de sesleri solukları çıkmayacaktı.

Onunla ne kadar gurur duyduğunu nasıl anlatmalıydı? Ama her şeyden önce ona anlatması gereken bir şey vardı. Ve zaman daralıyordu. Kağan Börü Giray başını kızına tam çevirmişti ki kapı vurulunca Berk Giray’ın kızarmış bir yüzle onlara doğru geldiğini gördüler.

Elbette arkasında Atabeyi ile. Hançer, bocalasa da geri durmadı. Ne bekliyordu ki? Bu karşılaşma elbet olacaktı ve olması da pek bir mühim olmuştu. İçine oturan bu kasvet bir kalksın gerisini hallederdi. Onlar da birer konuk gibi geniş masanın kolon tarafına yerleşince Hançer, Berk’in ona bakan gözlerini gördü. Gözlerinin yeşilinde bir sükunet vardı. Derin bir kırgınlık... Hançer, bundan hoşlanmasa da şuanda bununla ilgilenmeyecekti.

Kağan Börü Giray, içeriye girenleri görünce öfkeden patlamamak için zor durdu. Ergün Hatun’a buraya gelmemesini söylememiş miydi? Bu nasıl bir gafletti! Dua etmeliydi ki kızı şu anda ve daha sonrasında herhangi bir delilik yapmasın! Aksi halde bunu Ergün’ün yanıma koymazdı. O, veliaht adayı değildi! Kağan Börü Giray için Berk Giray üstün yetenekli bir komutan adayıydı!

Bunu annesine ve atabeyi olacak adama daha ne kadar anlatması gerekiyordu? Üstelik Berk’in Atabeyi olan bu sinsi adamla görmesi gereken pek büyük bir hesap vardı. Yeğenini ve kızını bu adamdan uzak tutacak, uzak diyarlardan gelecek olan Alemdar Bey’in himayesine verecekti. Ama evvela daralan zamanından ötürü kızıyla konuşmalıydı. Kağan Börü Giray elini yumruk yapıp sıkarken Hançer, her şeyden habersiz önüne döndüğünde ona en yakın kişiyle göz göze geldi.

Bu esnada Balamiz Hanlığı Kralı Kral Freud Kağan Börü Giray ile sahte bir samimiyetle konuşmaya başlamıştı. Hançer, kulağı konuşulanlarda olsa da gördüğünün göz olduğundan emin değildi. Onlar, Kızıl Kum Hanlığı Kralı ve kızıydı. Ama bu kızda bir şeyler vardı. Gözleri beyaz ve mavi arasında bir renkteydi. Hançer, o gözünün gördüğünü ona hafiften gülümsemesiyle anlamıştı aslında. Ama nasıl olabilirdi ki böyle bir şey?

Hançer ona asalet dolu bir baş selamı verince bu hareketini görmediğiniyse yüreğinde duyduğu üzüntüyle anlamış oldu. O halde sürekli tebessüm ediyordu ki az önceki gülüşü tamamen bir tesadüf eseriydi. Başını garip olduğu için ondan çevirirken diğer tarafında onun tam karşısında oturan ve pek bir aykırı davranışları olduğunu sezdiği Kuzey Ragnar’a çevirdi. Anlık göz göze geldi ama bu pek bir kısa sürdü. Çünkü Ragnar’ın gözleri pek bir farklı olan Şah Bengü’nün gözlerine ve yüzüne bakıyordu.

Başını ondan ve onun soğukluğundan çekince gözleri biriyle karşı karşıya geldi. Fazlasıyla kinci, fazlasıyla öfkeli ve alaycı o gözler Prens George’tan başkası değildi. Hançer ona aynı bakışlarla karşılık verirken yaşıt olduklarını gördü. Yoksa da bir yaş diye düşündü. Babasının gür sesini duymasıyla o şeytansı duruş ve bakışlara sahip kindar çocuktan gözlerini çevirdi.

Diğer bir veliaht olan Yakut Berk’e baktığında onu Berk Giray’a hafif de olsa benzer bulmuştu, ona pek bakamadan gözlerini çevirdi. Çünkü ayaküstü konuşmalar bitmişti.

“Hepiniz, Topraklarıma ve düzenlediğimiz törenimize hoşgeldiniz! Sizi buraya çağırma nedenim bugünün kralları ile geleceğin kralları ve kraliçeleri arasında bir bağ kurmaktır. Umarım bugün burdan tüm veliahtlar büyük bir bağla ayrılır.” Kuzey Ragnar’ın gözü o an, Hançer’in üzerine kilitlendi.

Ukala ve soğuk bir gülüş tek taraflı, yanağından yukarıya süzüldü. Zararlı değildi ama Hançer için her gülüş alay ve rekabet içeriyordu. Hançer, onun gibi bir karşılık verirken en çok o kraldan hoşlandığını düşündü. Hafife alınmak bu hayattaki en nefret ettiği şeydi ama o, bir rekabet istediğini belli ediyordu. Derken Kuzey Ragnar, Kağan Börü Giray’a döndü.

Usulca ayağa kalktığında, Hançer için bazı şeyler baştan ayağa değişkenlik göstermişti. Gür ve benzersiz bir nezaketle Kağan Börü Giray’la konuştu. “Ben, karşımda gerçek bir veliaht görürsem bugün buraya hoş gelmiş olurum Kağan Giray. “ herkes ufak bir uğultuyla neler olduğunu anlamaya çalışırken Kağan Giray öfkesini sineye çekmekte güçlük çekmişti.

Ama Kuzey Ragnar’ın susmaya niyeti yoktu. Derdi, Hançer ile uğraşmaktı. “Yoksa, hala iki kişinin arasında mısınız? Bunu seçerken niçin bu kadar zorlanıyorsunuz, anlamadım doğrusunu konuşmak gerekirse. Yoksa size düşman olan kardeşinizin oğlunu veliaht olarak seçmek mi sizi korkutuyor da veliahtlığı küçük kızınıza veriyorsunuz?” Kağan Giray için hayatının en büyük sınavı işte az önce başlamıştı.

Hançer, en zayıf noktasından tutulmuştu. Babasının hala bir şeyler söylememiş olması, yenilir yutulur şey değildi. Börü Giray, Ragnar’a başıyla bir işaret yaptı ve onun gibi o da ayağa kalktı. Sesi nazik çıkmakta pek bir zorlanıyordu. “Doğru, iki kişi arasında seçim yaparken zorlanıyorum ama her kral için çocuğu onun önceliği olur öyle değil mi? Ayrıca veliaht seçiminde en doğru kararı vereceğimi söylemeliyim. Herkes ait olduğu yerde. Merak buyurmayın.”

Korktuğu ikilik patlak vermişti, kahretsin ki! Ne diyecekti? Küçük kızı olması gücüne gitmiyordu ama güç, güç ve büyüklük Berk’teydi. Berk’i içeriye sokan kadınla adamı öldürmek istiyordu! Bu kargaşaya son vermesi gerekiyordu. Hançer, kendisine bakan Kral Freud ve Petro’nun gülüşlerini onur ve gurur paralayıcı buldu. Babasını kurtarmak zorunda hissediyordu. Duyduğu bu sözle beraber hiddetle ayağa kalktı.

Bakışlarını canını bu kadar yakacağını düşünmediği Ragnar’a ardından da Berk Giray’a çevirdi. Bir yerde özür bir yerde savaş vardı. Kağan Börü Giray, Hançer’in konuşmasına izin vermeden hızla atıldı. “ Asıl veliaht, birazdan yapılacak seçimle belirlenecek ve benim yanımda en doğru kişi zaten oturuyor.

Ragnar, sinsi bir baş işaretiyle Kağan’a karşı selam verip yerine otururken tüm krallar ortada bir karmaşa olduğunu gördüğü ve onları bunun hakkında aydınlattığı için Ragnar’a minnettarca baktılar.

Hançer, babasından önce yerine oturunca içeriye masayı donatmak için görevlendirilen aşçılar girdi. Hançer başını o kadınlara değil Berk’e doğru çevirdiğinde ondaki hayal kırıklığını eliyle tutup burnuyla koklayabilirdi adeta. Başını yanlış yaptığını anlatırcasına iki yana salladı. Ve Hançer Ragnar’ın oyununa gelmişti! Berk’in derdi taht değildi. Ve Hançer bunu kabul edemiyordu. Nasıl bir erkek tahtı istemezdi ki?

Başını ondan utanarak çevirirken ona hala gülümseyerek bakan Şah kızına döndü. Aslında başı bir ona bir de Ragnar’a dönüp bunu yapıyor da diyebiliriz. Kulakları kızarır gibi oldu. Daha önce hiç böyle bir şey izlememişti. Dağılan dikkatinden sonra Prens George’a doğru döndü.

Ondaki bu şeytani kahkaha içindeki onuruna ve gururuna dokunmuştu. Prenses Loura da tıpkı onun gibi davranıyordu. Onu şuanda pataklatabilir ve bu masadan atabilirdi. Önüne konan etle beraber dikkati yeniden dağıldı. Etine uzanacakken Ragnar’dan bir öksürük sesi duyuldu.

Hançer ona dönüp bakarken çoğu kişinin yemeye başladığını gördü ama o, Ragnar’ın gülüşü ve alaylı göz süzüşlerini görmek dahi istemiyordu.

Ragnar, ona dudaklarını oynatarak sessizce “Mahvolacaksın.” Dedi ve yemeğine devam etti ama Hançer bunun altından kalkmasını pek ala bilirdi. O da dudaklarını oynatarak, “Sen önüne bak, seni mahvedecek şey tam karşında.” Kaşları ile Şah Bengü’yü gösterdi.

Ragnar, gözlerini hızla Şah Bengü’ye çevirdi. Ona bakışları asla kendisine olan bakışları gibi değildi ve Ragnar’ın ademelmasının hareketlenmesini gördüğünde gururla önüne döndü. Bu onu afallatmak ve çenesini kapalı tutmasını sağlamak için sağlam bir kozdu.

Ragnar, Bengü’ye bakarken onun bulutları andıran gözlerinde yansımasını gördü. Elindeki çatal hafif bir şekilde masaya düşerken Şah Bengü ona dönüp, kızaran yanakları ile kaçamak bir gülüş bahşetmişti. Ve Ragnar, yutkunmak nedir bilemeyecek hale gelmişti.

Hançer, Berk’e dönüp baktığında onun bir ezilmiş gibi en arkalarda önüne konan yemeklerle nasıl oyalandığına şahit oldu. Oysa o, Hançer ağzına yemek koymadan yemek yemeyen, uyumadan önce onu kontrol eden, ayak ucuna oturup ona gün boyunca destanlar anlatan tek kişiydi.

Ağladığı zaman, başını omzuna koyup saçlarını okşayandı. Börk takmasına karışmayan laf etmeyen tek kişiydi. İçten içe saçlarını seven ama sırf onu öfkelendirmek için sızlanan tek kişiydi. Anılar, gözünün önünden bir ok misali geçerken tükürüğünü yutamaz hale gelmişti.

Ne hissediyordu Berk? En değer verdiği kişinin onu ezmeye çalıştığını mı? Beslediği karganın gözünü oyduğunu mu? En ufak şeyde onu silen biri olduğunu mu? Saçlarını gece gizlice izlediği kızın onu saçlarıyla boğduğunu falan mı? Elleri titrerken onun hala yemek yemediğini gördü. Çünkü kendisi yemek yememişti!

Hızla ayağa kalktı. Tüm gözler ona dönünce bir açıklama yaptı. “Ben, burda babam Kağan Börü Giray’ın bir evladı olmaktan ziyade bir veliaht naibi olarak bulunuyorum. Burda babamın yanında bulunmam gerekiyordu lakin sadece bir evlat olduğum için. Başka anlamlar çıkarmayın. Şimdi, burdan çekilip bunu benden çok hak eden kuzenime vermem gerektiğini, burada onun oturup, bakışlarınıza onun karşılık vermesi gerektiğine hükmediyorum.”

Herkes şaşkınlık içinde ona bakarken Hançer kalktı ve masanın arkasında bir yerde oturan Berk’in yanına geldi. Kağan Börü Giray sarayın üstünde şimşekler çakıyor gibi hissetmişti. Hayır, planladığı her şey yerle yeksan olmuştu! Hançer, dudaklarını kemirirken nasıl konuşma yapacağını şuanda asla bilmiyordu. O, yemek yedikleri masayı görmüyordu bile. Onu böyle tahtın en ucuna çıkardığını yıllar geçse de asla unutamayacaktı.

Berk, değer verdiği bir insandı. Ona bunu yapamazdı. Hançer, onu harcayamayacak kadar çok seviyordu. Ama o bunu bilmese de olurdu. Zira her yanlış, yapmaktan vazgeçildiği müddetçe affedilmeye layıktı. Berk elindeki tabağı yerine koyarken şaşkındı. Çünkü, ondan böyle bir şeyi asla ummuyordu. “ Yürek? Sen ne yapıyorsun?” diye sordu.

Kolonun tam arkasında sadece ikisi kalmıştı. Diğerleri onları göremiyordu. Hançer, bakışlarını ondan kaçırırken içindeki huzursuzluğu dindirecek bir soru sordu.

“Beni hala seviyor musun, beni affedebilir misin?” Berk afallayarak yüzüne baktı ama Hançer ciddiydi. “Yani şimdi değil. Daha sonra demek istedim.” Berk, sustu. Gözlerine bakarken az önceki gibi değildi. Aksine dağılmıştı. Başını aşağı yukarı salladı. “Ben seni neden affetmeyeyim Hançer? Sen ne yapıyorsun ki? Ama bunu yapmamalıydın, bu ağır bir sonuç barındırıyor...”

Berk, elini havaya kaldırıp börk takmadığı için etrafa salınan saçlarından bir tutamını alıp omzunun gerisine bıraktı. Bu ikisi arasında bir yemin gibiydi adeta, sessiz ve sonsuza dek süreninden...

Berk, ona bakarken bir yandan da yürüyordu. Masaya doğru yaklaşınca önüne döndü. Hançer onun kalktığı sandalyeye kendisi oturdu. Berk’in Atabeyi ona kızgın bir şekilde baksa da oda yanında durmayıp doğruca Berk’in yanına gitmişti. Şimdi masa yeni misafiri ile ilgileniyordu. Kağan Börü Giray öldürücü gözlerle Berk ile Hançer’e bakarken her şeyin bir düş olmasını diledi. Onun veliahtı böylesi bir ahmaklığı yapmış olamazdı!

Derken Ragnar’ın sesini duydu. “O halde, asıl veliaht sizsiniz?” dedi Berk’e gözlerini dikerek. Berk, pek bir çekindiği ve saygı duyduğu amcasına baktı. Onun sert ve ifadesiz yüzünün onay anlamında bir işaret vermeyişi ile suskunluk dibe vurdu. Ama bir ses masanın en sonundan yankılandı. “Evet!” Hançer, babasının gözlerinin içine bakıp söylediğini bu seferde Ragnar’a doğru dönüp söyledi. “Evet!”

Kağan Börü Giray, iki eli de yumruk olmuş bir şekilde masada otururken Berk, “Ben, Berk Giray!” diyerek salona adını duyurdu. Adına veliaht rütbesini eklememesi büyük bir ateşti. Herkes kendi kaderini, kendi yazmış oldu. Hançer başını yere eğerken kalbini sıkan o duygudan ötürü gözlerini sıkıca kapattı. İçine neden kötü şeyler doğuyordu ki? Neden babasının gözlerine baktığı her an, sanki onu öldürüyormuşçasına acı çekiyordu. İçinden defalarca şu sözleri tekrar etti.

“O, Berk! Kendine gel! Sen ona kıyamazsın. O senden daha büyük ve senden daha yetenekli! O hak etti.” Gözlerini bir müddet sonra açtığında ona bakan George ile karşı karşıya geldi. Tüm hırsı ve öfkesi artık onun üzerine dönmüştü.

Onu sevmekten vazgeçmişti. Kimse, Kağan’ın tek kelime etmediği bir veliaht seçme töreninden sonra bu meseleyi irdelememişti zira hepsi yüzlerinde bir gülümsemeyle yemeklerine dönmüş bir müddet sonra da bitirildiğinde belli politik konular hakkında konuşmaya başlamışlardı. Atabey Gürkan Bey, veliahtlar için bir bahçe turu düzenlendiğini belirtip hepsini dışarıya buyur etti.

Hançer Giray en önden hırçın adımlarla giderken tüm veliahtlar, birer birer dışarıya çıktı. Şah Bengü, Yakut Berk’in elini nezaket ama memnuniyetsizlikle tutarken başıyla etrafı izlemeye çabalar gibi duruyordu. Görmeyen gözler, neyi görmeyi beklerdi ki? George, elleri özel dikilmiş beyaz ve altın işlemeli üniforması içinde kimseyi takmadan etrafta dolaşıyordu.

Yüzünü buruşturarak her çiçeği alıyor sonra onları parçalayıp yere atıyordu. Hançer, babasının dikkat edilmesini istediği çiçek bahçesine gelindiğinde onu ordan uzak durması için uyardı. “Oraya girmemen gerek. Orası bir Kağan malıdır, Prens George! “ George iddialı bakışlarını Hançer’e çevirince birkaç adımda yanına geldi. Berk Giray, onları dikkatle izlerken George’dan hiç hazzetmediğinin farkına varmıştı.

Hançer, sakin kalmaya daha fazla kendini zorlamadı. “Sen ne bakıyorsun öyle dik dik? “ George onun bu diklenişi karşısında kahkaha attı. “Senin gibi bir hilekarı daha ne diye idam etmezler? Şimdide kendini affettirmek için mi bu çiçek bahçesine koruyorsun?” Hançer ellerini sıkarken onun sözleriyle adeta köpürüyordu. Dişlerini sıktı. “Haddini bil, Prens! Benimle doğru konuş!” George, onun bu sınırı kolay aşılabilinen öfkesini kullanmak için derhal çiçek bahçesine koştu.

Ayağıyla oraları tekmelerken Hançer Giray ise bir panter gibi atılıp onu belinden yakaladığı gibi yana savurdu. Yere düşen George öfkeyle ayağa kalkıp kılıcını çekti. Hançer, etrafa dağılan çiçeklere öfkeyle bakarken kendisi de kılıcını çekti. George üzerine doğru koşarken o da hiç durmadı, ilk hamleyle birlikte burun buruna geldiler.

Çok tehlikeli birkaç dakikanın ardından aynı anda geri çekildiler. İkisi de hırsla solurken Hançer pis bir gülüşle bir kez daha kılıcını sallayıp ona yaklaştı. Birkaç saniye elindeki kılıcı eğilir gibi olunca George zafer dolu bir gülüşle gözlerine baktı. O esnada Hançer de ona aynı gülümseme ile karşılık verdi ve kılıcını havaya doğru ittirip sürtünen kılıcını kurtararak geriye çekildi. Tam o anda da ayağına bir tekme savurdu... George acıyla inlerken bu sefer Hançer saldırdı.

George güçlükle kılıcını kaldırırken onu elinden kaydırınca kılıcını düşürdü. Hançer bunu fırsat bilirken kendi kılıcını hızla yere atıp üstüne çıktı. Ellerini birbirine geçirip tek yumruk haline getirdi ve George’un yüzüne art arda dört adet yumruk attı. Yumruk atarken öfkeyle bağırıyordu. “Orası, benim için özel bir yerdi! Orası babamın hatıralarıydı! Oraya dokunmayacaktın!” tüm hırsını alırcasına vururken ellerini çözdü ve ona sağlı sollu yumruklar savurmaya başladı.

Berk, öfke ve gurur içinde gidip gelirken ona yaklaşamadığını fark etti. Zira kolundan tutan Atabeyi Gürkan Bey onu yanında tutuyordu. Adeta bir güreş izler gibi bakıyordu meydana. Hançer, karnına birkaç yumruk yese de George’dan vazgeçmiyordu.

Onu öldürmek istiyordu! Bir anda eli ayağına gitti ve ordan çıkardığı hançerini hızla havaya kaldırdı. Tam o esnada, beline saran kuvvetli bir kol onu yukarı çekti. Hançer, George’un üstüne gitmek için aşağıya doğru kuvvet uygularken kulağına değen ses ve karnını dolduran kollarla olduğu yerde kalakaldı.

“Sakin ol, Arslan Veliaht. Öfkene hayran kalsam da şuan bunu bitirmen gerek!” Bu Kuzey Ragnar’dı! Hançer, başını arkasına doğru çevirirken onun gözleriyle karşı karşıya geldi. Ordaki uyarı ve tehdidi görse de asıl sorun babasının ona bakıyor oluşuydu. Hem bahçeye hem de George’a olan bakışı hiç tekin değildi. ”Sana takılmak hoşuma gidiyor ama unutma Hançer, bu yaptığın bir aptallıktı. Veliahtlığı asla ama asla vermemen gerekiyordu. Çok hızlı davranıp düşmanının seni aldatmasına müsaade ettin. Hadi git, ve herkesten özür dile.”

Hançer Ragnar’ın kollarından kurtuldu ve yere indi. Hançer bir rüyadan uyanır gibi George’a baktığında onun burnu ve ağzının kanlar içinde kaldığını ve yer yer yüzünde çamurların olduğunu gördü. Ama bahçe... orası haraptı.

Burnundan solur hale gelmişti yeniden. Tüm bedeni alev alev yanıyordu. Ragnar, ona gözleriyle emirler veriyordu. Berk çatık kaşları ile bir Ragnar’a ve bir de Hançer’e bakıyordu. Ve onun dediğini yaptı. Babasına döndü.

“Ona, bizim için elzem olan şeylere zarar vermesinin bedelini ödettim Kağan Börü Giray. Bizim için kıymetli olan...” Kağan Börü Giray elini ileriye uzattı ama o el, George tarafından tutulunca Hançer arkasına dahi bakmadan saraya doğru adımladı. Yaptığının farkında ama yapamadıklarından dertliydi!

George ayağa kalkıp babasının yanına gidince olan biteni şaşkınlıkla izleyen diğer veliahtlar da kendi babalarının yanına gitti. Ama Şah Bengü, bir an hareket edemeyince Kuzey Ragnar, çekingence onun yanına geldi. Elini ileriye uzattığında, “Bana tutunun Şah Bengü. Sizi babanıza götüreceğim.” Dedi tok sesiyle. Aralarında hayli mesafe olan babasını görebilir gibi Şah Bengü o tarafa baktı. Dudaklarında acılı bir gülüş belirirken Ragnar’a doğru döndü.

Onun her saniyesini izleyen Ragnar yutkunurken, bir anda sesini merak etti. Oysa yüzü kadar mükemmel bir şey yoktu, neden gözleri görmüyordu ki? Ragnar, yaklaşan pamuk bedene bakarken duyduğu sesle tutunduğu kınını bıraktı. “Siz, beni bir özgürlüğe kavuşturduğunuzu mu sanıyorsunuz?”

Ragnar, kaşlarını çatıp yere sertçe bakarken, çene kemikleri geriliyordu. O an, öne doğru uzanan pamuk elle çatılan kaşları dalgalandı. “Lütfen, benden gözlerinizi kaçırmayın. Bari siz...” Ragnar, başını kaldırıp gözlerine tüm cesaretiyle baktı ama neden bu kadar korkak davranıyordu?

Anlam veremedi kendine. Ama o ses, bir kez daha ve bir kez daha kulakları olduğunu ona hatırlattı. “Bari siz, beni bir sonsuzluğa mahkum etmeyin.” Ragnar’ın kalbi garip bir şekilde sızlarken bu genç kıza karşı içten içe değişmeye başladığını hissetti. Kaşları çatılıp endişeyle dalgalanınca itinayla gözlerine bakarak konuştu. “Özgürlük yok mudur, sonsuzlukta?” diye sordu.

Şah Bengü, başını iki yana salladı. O anda ikisinin de elleri havada ama bir türlü birbirine dokunamıyordu. Tatlı bir gülüşle ona baktı Şah Bengü. “Bilmem? Ben, özgürlük değil aydınlık istiyorum şimdilik. Sizden bunun bilincinde olmanızı isterim.” Derken Ragnar’ın uzattığı eline elini bıraktı. Ragnar, hızla elini tutup avcunda sararken heyecanla soludu. Elleri bir pamuktu, bir güneşti, bir nehirdi. Adeta elinden akmayı ve ısıtmayı bekliyor gibiydi!

Ragnar, onun ellerine nazaran kendi elinin o anda ne kadar sert ve kaba olduğunu düşündü. Ve Şah Bengü kısa, tatlı çenesiyle ona bir gülüş bahşetti. “Bu güne dek, eline dokunduğum en sıcak insansınız. Oysa ben, elimin sıcak olduğunu düşünürdüm.” Ragnar, aklından geçenlerin tam tersini duymanın şaşkınlığı ve mutluluğu ile elini daha çok kavrayıp ona doğru bir adım daha attı.

Kendisi Kuzey Hanlığı Kralıydı. Onlar kadar hiçbir insan soğuk olamazdı. Söyledikleri bir zıtlığı barındırıyordu. Ama güzel bir zıtlık, diye düşündü. Fark etmediği defalarca adımdan sadece bir tane daha attı.

“Aydınlığı bulduğunuzda, özgür olacağınıza inanıyor musunuz?” diye sordu onun sıcak ellerinde akıp giden parmaklarının tadını çıkarırken. Ragnar, cevap beklerken kendini hiç bu kadar farklı hissetmemişti. Zamana hükmedebilmeyi sadece onun ve kendisinin olduğu şu anda sonsuza kadar kalabilmeyi isterdi.

Şah Bengü, elini sıcak avucunda hareket ettirdi. “ Benim, ya aydınlık dediğim yol asıl tutsaklığım olacak ya da bana özgürlüğü vadedecek. Bu tamamen yoluma bağlı. Sizce, -elini sıcak avucunda yine hareket ettirdi. Ve Ragnar sancıyan kalbiyle bunu bilinçsiz bir şekilde yapmasını diledi- şuanda elimi tutan eliniz, beni özgür mü kılıyor yoksa esir mi ediyor?”

Ragnar, bir denizin ortasında tek mürettebatlı bir kadırgada olduğunu düşündü. Sallanıyor, korkuyor ve müdahale edemiyordu. Uyanır gibi silkindi ve “Bilmiyorum.” Dedi. Şah Bengü’nün bulutlu gözleri kısılıp yüzü düşerken elini bir anda geri çekti. Ragnar elini ileriye daha çok uzatıp elini tutmaya çalışırken, “Sizi kıracak bir şey mi dedim yoksa?” dedi. Şah Bengü, ona alınmış bir şekilde baktı. Pamuk rengi teni pembeleşmişti.

“Size, tek bir şey açıklayacağım Kral Hazretleri. Tutsaklık, bazen bir kurdeleyle bazen bir çiçekle bazen bir elle bazense gözle olur. Siz beni aydınlığa giden yolda yürütmeyi düşünmelisiniz. Oysa siz benim için sadece tutsaklığımı düşündüğünüz için cevap veremediniz... Görmeyen gözlerimin tutsağı, elimi tutan sizin tutsağınız, yürümeye zorlandığım yolun tutsağı, hapsedildiğim sarayın tutsağı gördünüz beni.”

Şah Bengü, dudağını gergince ısırırken önünü göremeden adım atmaya çalıştı ama eteğine basıp da sendeleyince Ragnar onun bir kolunu tutup diğer koluyla belini sararken içinde bir gemi kazanı kaynıyor gibi hissediyordu. Az önceki sözlerin derinliğine kendini kaptırırken son söylediği saray tutsaklığı, işte bu söz, asla beklediği bir durum değildi.

Herkes George ile öyle alakadardı ki onları gören ve dinleyen kimse yoktu. Ragnar, ilk defa böyle bir şeyler hissediyorken yardım etmek istediği kişinin böylesine uzak bir coğrafyayla oluşunun yüzüne bir tokat gibi çarpması ile afalladı. Yüzünü Bengü’nün yüzüne doğru yaklaştırdı. “Bana her şeyi anlatabilirsin. Seni o cehennemden kurtarabilirim. “ Şah Bengü ona inançla baktı. “Benim için bir özgürlük planı kurma. Sen tutsaklığından kurtul bana yeter. Kalbinin inancı bana ulaşır. “

Ragnar, yüzüne yakından bakarken göğsü hızla inip kalkıyordu. “Peki ya geç kalırsam? Peki ya sen başaramazsan?” dedi korku dolu gözlerle onu görmediğini bildiği gözlerine bakarken.

Şah Bengü alnını onun çenesine yaslarken çektiği tüm acıları birer ağırlık torbası gibi aralarına koydu. Ragnar, saçlarından yayılan kokuyla gözlerini kapattı ve bir anda onunla aynı rüyanın içine dalmış gibi bir hisle dolup taştı. Şah Bengü, boynuna çarpan sesiyle son defa dudaklarını araladı.

“Bugüne kadar kaldın zaten. Sen gelirsen ben başarırım...”

 

       ***

Hançer saraya deli dolu bir öfkeyle girerken nefesleri kor gibi akıyordu içine. Odasına doğru çıkarken Ergün Hatun’un ona attığı sinsi ve oyunbaz bakışlara delirmiş bir öfkeyle karşılık verdi ve yumruk yaptığı eliyle koridor boyunca tüm değerli eşyaları yere devirdi.

Dinmeyen öfkesini kendisine çevirirken doğruca odasına girdi. Üstündeki kaftanı yırtarcasına attı. Kendine normal kıyafetler seçtikten sonra avucuna sakladığı çiçeği usulca açtı. Onun kokusunu içine çekti sonra giydiği elbiseleriyle kendini yatağa attı.

Sessizce ama en çok da yaptığı hata yüzünden çıldırmış gibi ağlıyordu. Ne babasıyla ne de bir başkasıyla ile konuşmak istiyordu. Başını yastığa koyduğunda hıncından yüzüne vurmaya başladı. Sessizce ve öfkeli. Vakit, yavaş yavaş akmaya başladı. Gece devrilecekti ama o hala ağlıyordu. Gözleri daha fazla dayanamamış gibi usulca kapandı. Son kez kendine ağladığını hatırlatarak kısa ve korkunç bir uykuya daldı.

 

***

İki atlı, birbirine dayana dayana, alınlarından akan terlerle çöl gibi kurak dudaklarla ha gayret diye diye nihayet bir nehre yaklaştılar. Hançer Giray gelen atlılara ciddiyetle bakarken bir anda onların yüzüstü suya düştüklerini gördü. Kılıcını kınıyla beraber çıkarıp hançerini ağzına alarak doğruca suya daldı. Su, öylesine karanlık ve ürperticiydi ki bir an yüzmeyi bırakıp iki tarafına bakındı.

Burda ne adamlar vardı ne de canlı. İlerlemekten vazgeçip doğruca suyun üstüne doğru yüzmeye başladı. Ama suyun üstünde gördüğü aydınlığa asla yaklaşamadı. Yüzdükçe yüzüyor, hatta delicesine su altında nefes bile alıyordu ama yok, yine de suyun sonuna gelemiyordu. Hançer nefes almasına rağmen garip bir şekilde nefessizlik çekiyor, çırpınıyordu.

Panikleyerek aşağıya baktığında adamların orada olduğunu gördü. Bir onlara bir de kurtuluşuna baktı. İçinde kabaran öfkeye yenik düştü ve adamlara doğru yüzmeye başladı. Üstündekiler, delik deşik olurken adamların akıntı yüzünden savrulmaları işini daha da zora sokuyordu. Ama bir sorun vardı. O adamlar, onlar...

Babası ve amcasıydı!

Hançer, ürkekleşerek canhıraş kulaç atmaya başladı. Babası bir ölü gibi sürüklenirken amcası Hançer Giray ile aynı olan gözlerindeki tehlikeli zafer parıltısı ile ondan uzağa doğru, korkusuzca ilerliyordu. O ilerledikçe babası yüzü gözü kanayarak nereden belirdiğini bilmediği taşlara çarpıyordu.

Ve amcası gözlerinin içine bakarak bunu defalarca yapıyordu. Hançer içinde kabaran öfkeyle hançerini eline aldı ve kalbi nefessizlikle çarpa çarpa doğruca amcasına doğru ilerledi.

İçinden KATİL sesleri yükselip de kulağını sağır ederken Hançer bir nefeslik kadar kısa bir sürede amcasına ulaşmıştı. İki aynı karakter ve hırsa sahip insan bir araya gelirken babası karanlık, dibi görünmeyen suya doğru batmaya başladı. Hançer, “Hayır!” diye bağırırken boğazına dolanan kırbaçla elindeki hançeri de babası gibi dibe doğru düşmeye başladı ve o hançer babasının tam göğsüne saplandı.

Asla nefes alamayan Hançer, çırpınıyor çırpındıkça da kendisini babasının yanına atmak için hareket ettiriyordu. Tüm gücüyle boğazına dolanan kırbacı parmaklarıyla aralamaya çabalarken kulağına değen sesle bir anda amcası da babası da yok oldu. Hançeri elinde bir kılıç, bir taşın üstünde oturmuş bekliyordu. Üstü başı kuru ve saçları açıktı. Hançer dehşetle doğrulurken Ulu Bilge’nin önünde durduğunu gördü.

Onun şeytani gözlerini kısarak kendisine doğru gelmesi ile birkaç adım geri gitmeye başladı. Hançer dik durmaya çabalayarak, “Yaklaşma! Canını almak istemiyorum!” diye bağırdığında adam durmak yerine hızla üstüne koşup onu suda boğmaya başladı.

Kılıcını sağlam tutamayıp yere düşürdüğünde de kılıcın Berk’in boynunu kestiğini görerek dehşet içinde çığlık atmaya başladı. Boğuluyordu. Gözleri karardığı anda Hançer gökyüzündeki parıltılar eşliğinde oradan kurtuldu. Kendine gelmeye çabalarken babasının yanında olduğunu fark etti.

Babası buradaydı, canlı kanlı ve en önemlisi her zamanki gibi korkusuzdu. Hançer ona bakarken göğsü hızla inip kalkıyordu. Mahcup bir şekilde başını yere eğince , babasının parmaklarını çenesinde hissetmesiyle başını kaldırdı. Babası uzandı, yanağına, tam da gamze çukuruna sıcacık bir öpücük bıraktı. Hançer, zonklayan boğazından içeri kaçan sesini normal çıkması için yükseltti.

“Bana kızgın değil misin baba?” Kağan Börü Giray başını hayır anlamında iki yana salladı. Hançer şaşırdı. “Peki ama neden? Seni, kararsızlık çeken basiretsiz biri gibi gösterdim. Emirlerine uyamadım, bir prensi dövdüm. Seni herkesin ortasında terk ettim. Baba, Veliaht kararına saygı duymadım. Sen bana gerçekten kızmadın mı?” Kağan Börü Giray, yüzünde büyük adamlara has sabırlı bir gülüşle kızına doğru uzandı ve diğer yanağını da öptü.

Sıcak öpücüğü ile beraber Hançer’de rahatladı. Geri çekilince de muzip bir şekilde kendisine şaşkınca bakan kızıyla konuştu. “Ne diyebilirim ki? Senin adını ben koydum, huyunu da adın biçti.” Hançer büyük bir umutla babasına yaklaştı. Babası her zamanki tahtında oturuyordu. Kısa bir an dahi olsa ona sarılmayı istedi ama cesaret edemedi.

“Yani veliahtlığından çekildiğim için hiç mi kızmadın?” Babası başını iki yana salladı. “Tabiki de Hayır! Orada kendini öyle bir yere çıkardın ki Hançer... Sen cümle insanları ardına toplayacak kadar kudretli biri olduğunu gösterdin. Taht hırsında olmadığını gösterdin...Ben, sadece geleceğin için endişeliyim kızım. Senin gibi birini aralarında nasıl harcayacaklarını bildiğim için onlara kızgınım. Sen bugün bana, bir şeyleri geç de olsa görmemi sağladın. Ama şimdi gidiyorum, annenin yanına. Sana iyi bakamadığımı söyleyip ondan azar işitmek istiyorum Hançer. ” Hançer mutluluk ve karmaşa içinde kalırken babasının ellerini tuttu.

“Baba! Ben de geleyim baba! Annemi bir kez dahi olsa görmek istiyorum! Bana nasıl biri olduğunu anlattın ya şimdi görmek istiyorum.” Kağan Giray o an ilk defa Hançer için gözyaşı döktü. Elleriyle yanaklarını tuttu. “Ben gerçekten pişmanım Hançer. Üzüntüm gaflete sebep oldu. Ama şunu unutma, ben gönüllüyüm bu gidişe. Seni geride bırakacak kadar bencil bir baba olduğum için beni affet...” Bu neden gerçek gibi hissettiriyordu? Hançer babasının alnına kondurduğu sıcacık ve üzgün öpücükle ağlamaya başladı. Bu da mı gerçek değildi?

İki dik başlı yıkılmaz karaktere sahip baba kız, uzunca bir süre ağladılar. Kağan Giray’ın ağladığı nadir olsa da oluyordu. O da insandı. Hançer ellerini tutup babasının göz yaşlarını silecekken babası bir anda ayağa kalktı. Tüm sıcaklığı ve baba merhameti yok oldu.

Eski duygusuz adama dönüşürken zaman yokmuş gibi bağırıyordu. “Uyan Hançer! Uyan! “ Hançer, elini kılıcına atarken neler olduğunu anlamaya çabalıyordu. Hiçbir şey göremedikçe babası aksi gibi bağırıp duruyordu. “Kalk uyan Hançer! Daldığın bataklıktan çık!”

Hançer kılıcını öfkeyle yere attı. İlk defa babasına öfkeyle bağırdı. “Hayır! Sana ilk defa dokunabilmişken seni ilk defa doya doya kalbime sokmuşken uzağa gidemem. Sensiz gerçek dünyadan bıktım ben baba! Hadi geri gel, sana sarılmak istiyorum. Yürek olmak istiyorum... “ Kağan Giray onun daha önce hiç duymadığı bir öfkeyle haykırdı. “Veliahtım olarak sana gerçek dünyaya dönmeni emrediyorum! Halanı bul, kuzenini bul! Sır yakındır onları bul!”

   

 

   ***

Kapısı dehşetli bir gürültüyle açılınca gün yeni yeni aydınlığa kavuşmuştu. Saçı başı dağılmış bir şekilde yatağından kalktı Hançer. Tüm bedeni terden sırılsıklamdı. Boğazı yanıyor, kalbi bir elin içinde sıkılıyor gibi kıvranıp acı çekiyordu. Sesle birlikte kapısına bakınca ilk defa böyle birini görüyordu burada.

Alemdar Bey, koca çelikten yapılma gibi duran cüssesiyle hızla Hançer’in yanına geldi ve onu kaldırıp kucağına aldı. “Neler oluyor?” Hançer, ne olduğunu anlamadan cüsseli savaşçının dedikleriyle şoka uğramaktan gecikmedi.

“Zamanımız yok. “ Hançer onu havada tutan adama yumruklar atmaya başlayınca bir açıklama beklediğini göstermişti. Bey zar zor soluklanıp yüzünü ondan korudu. “Amcan, Kılıç Giray, acımasız bir karar verdi. “ dedi. Sözleri anlamayan Hançer uslu durmaya karar kıldı.

Alemdar Bey’de bundan fırsat görüp anlatmaya devam etti. “Bu yolun ardında kalacak, çalkanacak olan son evladı korumaktır niyetim. Seni amcanın ve şeytanın ittifakına yem olmayasın diye götürürüm.” Alemdar Bey sustuğunda bir cümle daha kurdu ama bunu sadece kendisi anladı.

“Şu saatten sonra onu ancak kendi kanı temizler.” Alemdar Bey, vicdan azabı ve korku ile küçük yüzü güçlü eliyle tutup kendisine baktırdı. Hançer korkmuş bir şekilde hareketsiz iri gözlerine bakar haldeydi.

Savaşçı onun şokta olduğunu ve zeki olduğunu biliyordu. “ Bak küçük Melike, benimle güvendesin. Şimdi gideceğiz. Obada dahi olsak, olacak olanların intikamını elbet alacağız. Orda sana kimse ilişemez. Boy beyleri şimdilik bizi korur, hepsi obaya geliyor. Kimse seni bizim elimizden alamaz. Hadi, kılıcını kuşan ve benimle birlikle yola koyul. Korkma, çünkü bir Giray asla korkmaz.”

Hançer bir bebek gibi ağlamak istiyordu. Az önce babasının sevgisi ve yakınlığı nerde şimdiki bu yaşadığı kargaşa neredeydi! Berk neredeydi, Kutlu ağabeyi neredeydi, Uldız ne yapıyordu? Endişe içinde bunları düşünürken alplerin bağrışma sesleri gelmeye başlamıştı. Zaman yoktu!

Alemdar Bey, gözlerine güç verircesine bakıyordu. İstemeye istemeye Hançer’i kendine getirmişti.

Amcası... Bir yılana derisini soydurup o deriyi ona parayla sattıracak kadar gözü dönmüş bir asiydi. Babasının tahtını bir an bile olsun gözü götürmezdi. Babası ona haddini bildirmek için bir savaş açmış olmalıydı. Bu yüzden de onu obaya gönderiyor olabilirdi. Aksini düşünmek dahi istemiyordu. Babası her şeyi yoluna koyacaktı, ona güveni tamdı.

Gözlerine delicesine ve sertçe bakan bu adama güvenmesi gerektiğini söyleyen içgüdülerine kulak verdi. Başını aşağı yukarı sallarken tüm hevesinin ve güzel duyguların kursağına dolandığını hissediyordu. Yere inince az ötesindeki sandıktan kılıcını alırken gözü börküne çarptı. Kaşlarını yeniden çattı. Kılıcını kınına takarken bu orta yaşlı savaşçıya döndü.

“Peki ne oluyor? Kılıç Giray ne yaptı da ben gitmek zorundayım? Berk Giray’a ne olacak? Bu saray, babam nerde?!” kılıcını çoktan takmış adamın karşısında durarak ona dikleniyordu. Alemdar Bey, başını kapısından dışarıya çevirip tekrar önüne döndü. Acele etmelilerdi!. Gür ve kararlı sesi, üzüntüden bir parça taşıyarak Hançer’in sonsuza dek kalbini kırdı.

 

 

“Baban... Geride kalmak zorunda kızım.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 25.02.2025 23:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...