

Ay hala dimdik dururken gökyüzünde, ilk uyanan Bahar oldu. Yan döndüğü vakit ablasının yıllardır soğuk kalan karanlık yastığına baktı. Yalı ne kadar artarsa artsın, boynunu kısan ürkek kız olmaktan geri kalmayacaktı. Göğsünde uyuduğu, annesinden çok üstünde emeği olan birinin acı ayrılığı üç yıl geçse de azalmıyordu.
Alışmak. Sahi, neydi? Acıyı duymazdan gelmek mi yoksa unutmak mı? Başını güm diye yün yastığına bıraktı. Babasının hayal kırıklığı, abisinin öfkesi ve ablasının herkesten uzaklaşması her şeyi çıkmaza sürüklemişti. Ailelerini, yıllar yılı emekle sevgiyle örülen ocaklarını çökertmişti son olay. Saçını üfürerek gözünün önünden çekti ve diğer yanında uyuyan ablasına döndü.
Mahzunlaşan kara gözlerine tepelerinden süzülen ayın ışığı düştü. Ayçiçek’in gidişi ablasını ulaşılmaz biri yapmıştı. Kardeşlerinin kalplerinde yeşeren bir çiçekti Bahar, sevgiyle ilgiyle ışıldardı. Ama şimdi onu ne gören ne de bağrına basan vardı... “Keşke hiç ayrılmasaydık...”
Bahar’ı daha fazla uyku tutmadı. Geceliğini çıkarıp pantolonunu giydi. Üstüne kalın bir gömlek ve zırh geçirdi. Ağırlaşmıştı ama yılın bu zamanlarında ne savaş ne de tehlike olurdu. Börkünü de taktıktan sonra dışarı çıktı. Ay ışığı gölgeleri tatlı bir edayla aydınlatıyorken obayı dolaşmaya başladı. Yer yer homurdanan atları, yeni doğmuş oğlağını kaybeden keçilerin melemesini, uykusunda kaşınan köpeklerin hırıltısını duydu.
Her şey, bir zamanlar anlamlı ve güzeldi. Şimdi tüm bu zenginliğin içinde hiçlik yaşıyordu. Ahıra yaklaştı. Beyaz lekesi simsiyah bedeninde parıldayan bir atı usulca sevmeye başladı. Bu kadar karanlığın içinde bir umut misali lekesinde takılı kaldı bakışları. Görünmezliğin içindeki tek güzellik, aydınlık... “Keşke, ben de bir şeylere müdahale edecek kadar kudretli olsaydım... İşte o zaman, kimse kimseyle savaşmak zorunda kalmazdı.”
Bir fikir usulca doğmaya başladı zihninde. Buna o da şaşırdı. Eli atın üstünde durdu ve kendi kendine mırıldanarak meydana açılan ara yola girdi. Karanlık ona o kadar cazip gelmeye başladı ki! Tam bu esnada sesler duydu. Bir başka uyuyamayan vardı demek ki.
Ural Bey’i az ötede alplerini hizaya çekerken gördü. Babası da uyuyamıyordu. Ona kızan ve acıyan tarafı ile ateşli bir savaşa tutuşmadan kararını verdi. Aklına gelen şeyi er ya da geç başaracaktı. Kendini toparlayarak yanına gittiğinde Ural’ın sevgi dolu gözlerini göremedi. Ablası gittiği günden beri babası kızlarına hep bu şekilde bakıyordu işte: Sert ve merhametsiz. Alpleri eliyle uzaklaştırdığında onu baştan ayağa süzdü.
“Sende hiç şüphesiz ona benziyorsun. Aynı hamurdansınız.” Ayçiçek’in gidişinin yükü kız kardeşlere pay edilmişti. Güvensizliğin zehirli dili aralarında söylenmeyen, acı dolu sözler doğuruyordu. Aldığı yeni kararla dik duran asi başını ilk defa babasına indirdi. Bakışlarını yere dikip öylece durdu. Konuşsun istedi, bir şeyler sorsun istedi. Ama ne diyecekti ki?
Babası ile ne tür bir bağı kalmıştı ki? Ablasına içten içe kızdı. Onları neden böylesi bir çıkmaza sürüklemişti ki? Ne vardı ki o Kral’ın oğlu ile evlenmişti? Aşk da neymiş ki? Babasının izinden gidebilecek kadar yiğit bir kız olsaydı zaten abilerinin kanını çiğneyip o katille evlenir miydi? Kara gözleri alev topuna dönmüştü.
Babasına da öfkesi büyüdü. Bu kadar katı kuralları olmak zorunda mıydı? Girme denilen savaşa girmeseydi be ağabeyinden sonsuza değin ayrılacaktı ne de ablası bir kefaret ödemek zorunda kalacaktı. Babasının kim bilir daha nice suçları vardı...
Bir hınçla babasının gözlerine baktı ve kayıp ailelerini gördü. Paramparça olan ailelerini... Ural’ın kurmak için kendini feda ettiği aile bağı artık yoktu. Dili yanmıştı ya daha diyecek lafı yoktu zaten. Hayatta tutmak, güzel yaşamak için eksilen bir adamın öfkesiydi Ural Bey’in donuk bakışları.
O esnada bir ses aralarında yankılandı. “Bu kadar erken bir zamanda ne için ayaktasınız?” Ve Ural’ın donuk bakışları hayatından çıkarmayı bir türlü beceremediği ağabeyine döndü. Aslında oydu değil mi? Ural’ın iradesini ve gücünü bir hastalık gibi alan!
Bahar’ın gözleri alev topuna dönmüştü. Hayatta tek bir suçlu yoktu, değil mi?
20 YIL ÖNCE
Zamanın hançeri, perdeyi ikiye böldüğünde bir zamanlar genç, sesinde ateş duruşunda dağ olan Ural Alp omuzlarını kaldırıp derin bir nefes çekti. Uzun boyu, açık teni ile gözlere bir şölendi adeta. Gür bir sesi ve sert adımları vardı. Omuzlarını indirip kaldırması bile heybetini hissetmelerini sağlıyordu. Yüzüne çarpan nazlı rüzgar tam keyfini yerine getirmişti ki gür bir ses adını bağırdı.
Nefesini koyverip oraya doğru adımlamaya başladı. “Hadi, Ural! Bu sefer yağmada arkaya kalmak istemezsin değil mi?” Ural, kemikli çenesini saran ince sakallarını kaşıdı. Bir kaşını kaldırıp gözünü kıstı. Dalgacı arkadaşları gülmekten geri durmadı.
O zaman inci nedir bilmeyen insanlar için onun gözleri yalnızca bir gümüştü. Muzip bakışları dostlarını ve soğuk bakışlı abisini süzdü. “Merak etmeyin, ben illaki alacağımı alırım. “ Arkadaşları at üstünde bir kahkaha patlatıverdi. Biriyle omzunu tokuşturdu. Abisiyle göz göze gelince ona sadece bakmakla yetindi. Bayındır’ın en çekilmez huyu, karşıdaki konuşmadan konuşmazdı. Pek burnu havadardı. Atının yularını çekip onları geride bırakınca Ural’ın gülümseyen dudakları yavaşça dondu.
Bayındır en önde yağma birliğiyle konuşmaya başlayınca Ural, arkadaşlarının ne dediğini duymaz oldu. Nazlı rüzgarın kokusu değişmişti artık. Kan kokuyordu. Göğsüne çöreklenen huzursuzluğu yok sayıp tüm heybetiyle atını abisinin arkasına çekti. Kalın sesiyle ortalığı inleten Bayındır elini her kaldırışında Ural hareketsizce eline bakıyordu.
“Gideceğiz ve acımayacağız! Son beş senedir oraya herhangi bir yağma olmadı. Sonra sıra bizim sınır obaya gelecek. Hepiniz de biliyorsunuz ki bu işler sırasıyla olur. Bugün sen birini talan edersin yarın da o seni talan eder. Ve ağzını açamazsın.” Bu sözler abisinin gözlerine bakarak söylenmesi dışında bir anlam ifade etmiyordu.
Her anlamda ucu açık bir cümleydi bu. Ural’ın elleri karıncalandı. Yağma birliği, şimdi Bayındır’ın emriyle obanın uzağında bir Irk köyüne at koşturuyordu. Ural, kendinden emin sözlerinin tam aksine birlikten de dostlarından da geride geliyordu. “Kuvvetli bir tehdit miydi bu yoksa bir harekat planı mıydı?” aklını ciddi anlamda karıştırmıştı sözler.
Hatta öyle geriden gelmeye başladı ki, onlar ancak karşıki tepeyi aşıp görünmez olduktan sonra yola koyulabilmişti. Atını bir kez bile koşturmadan ilerledi. Dostları neyse ki onu fark etmeyecek kadar altın ve kanla gözlerini boyamıştı. Son tepenin üstüne gelip de her yandan yükselen çığlıkları duyunca tüyleri diken diken oldu. Atı durmaksızın onu ilerletirken gördüğü kan ve gözyaşından içi ürperdi. Isınmak istedi, onu ısıtması gereken bir yer olmalıydı! Sağa sola bakınırken birlikten biri, bir kadın ona küpü vermediği için gücünden faydalanıp onu yerde tekmeleye başladı.
Bu tür şeyler hep olan şeylerdi oysaki. Sırasıyla yapılırdı. Geçinmeye destekti. Birinin boğazından çaldığın lokma senin insanının karnını doyururdu. Bunu yadırgamıyordu, yadırgadı yeni bir şeyler vardı artık. Ne olduğunu hissedemiyordu, dili dönmüyordu.
Gözlerini uçsuz bucaksız gökyüzüne çevirdi. Bembeyaz bulutların altında sadece bir insan olduğunu hissetti. Şimşek çaksa ölecekti, yağmur yağsa ıslanacak ve hasta olacaktı. Gücü yoktu kudretli doğaya karşı. Ama insanlara karşı gücü vardı, gözleri köye dönünce bunu bir daha anladı.
Gözleri yerde acıyla kıvranan o kadına değdi. Onu kurtarabilirdi, o adama ceza verebilirdi, bu yağmayı durdurabilirdi. Atıyla o kadına yaklaştığını ancak gözlerinin rengini seçtiği an anladı. Ela gözüne bulaşan kanı görmek nefesini kesmişti adeta. Kendini ayağa kaldırmak için verdiği mücadeleyi, kaslarını sıkarak izliyordu. Kadın, tek bir yardım bile istemeden dizleri üstüne çöktü.
Ural’ın karnı yanmaya başladı. Kadın saçını gözlerinin önünden çekti. İnlemesini kemiklerinde hissetti. Kadın bir elini içini çeke çeke karnına bastırdı ve ağlamaya başladı. “Senin yüzünden...” dedi paramparça bir sesle. Ural’ın asi kanı kabardı, kaşlarını çatıp yerinde dikleşti. Kendine yüklenen tarafı bu söze anında içerleyip öfkelendi.
“Ne diyorsun Hatun?” Ama çabası nafileydi. Kadın onu duymuyordu. Bir süre sonra hıçkırıyordu artık. Eli karnını sıkıca tutuyordu ama yerdeki kan birikintisi her şeyin bittiğini resmediyordu. Ne kadar da garipti, bazı sonların renkleri vardı. Bazen bir toz bulutu, bazen bir gökyüzü, bazen bir nazlı rüzgar ve bazen de sadece kan sizin sonunuzu renklendirirdi.
“Bu belayı sen sardın başıma...”diye inledi kadın. Sonra aniden öne doğru eğilip öğürünce atı huysuzlandı. Kan ve savaş isteyen atı, ölüme çok duyarsızdı. Bu Ural’ın kan birikintisinde saplı kalmasına sebep oldu. Alıştırılmak, gerçeği görememekti değil mi? Kurtarmaya gücü vardı ama savaşmaya da arzusu vardı.
Narin el, tersiyle ağzını sildi, kan iyice bulaştı. Göz yaşı damladı kanına. “Beni sen öldürdün baba... Ne bu ailem ne de doğacak bebeğim bizi birbirimizden koparmayacaktı!” öfkeyle bağırmaya başladı kadın artık. Ural’ın nefesi kesildi bu güç karşısında.
“ Kötüyü de belayı da senin çevren başıma açtı. Görmedin! Beni korumadın! Gözün asıl kötüyü görmedi! Sen, bana inanmak yerine düşmanlarının sözüne itimat ettin!” Titremeye başlayan bedenini artık tek eliyle yıkılmaktan koruyordu. Ve gücü yavaş yavaş çekildi. Usulca kendini toprağa bıraktı. Ve sonsuza değin kızgın kaldı.
Yağmacı birlik Bayındır eşliğinde köyü boşaltırken orada öylece gece karanlığına değin bekledi. Kadının bomboş bakan gözlerini, taş gibi olan bedenini ve siyahlaşan kanını izledi. Ölürken bile yüzünden silinmeyen öfkesini izledi. Sanki saçlarına dokunsa eline vuracakmış gibiydi.
Güç bela üzerine doğan ay eşliğinde obasına geri döndü. Tehdit. Ölüm. Kan. Pişmanlık. Özgürlük. Savaş. Barış. Çok şey geçiyordu aklından. Kardeşlik. Acı. Masumiyet.
Ural’ın o günden sonra ağzını bıçak açmadı. Bayındır ondaki bu suskunluğu görmezden geldi. O olaydan bir yıl sonra amcaları obaları birledi. Oysaki babaları gayet dinç ve kudretli bir adamdı. Ama amcaları kısas istiyordu. Eskiden kapanmayan hesapları güya kapatma derindeydi. Ural’a içten içe birini hatırlatıyordu ve şiddetle buna karşı çıkarken Bayındır sessizliğini ustaca korudu. Amcaları obada adeta kaplan kesilmişti. Sözlerinin dışına çıkan kim olursa olsun kellesi uçuruluyordu.
Yağma, ticaret ve savaş için tek karar mercii amcaları ve adamları olunca Ural’ın hiddeti katlanarak büyüdü. Çünkü babaları hayatta ve güçlüyken amcasının böylesine onu yok sayarak obasına çöreklenmesi adeta bir hiçe saymaydı! Babasının sessizliği onu yakıp kavuruyordu. Boyun eğmesi için bir sebep görmüyordu.
Öyle ki ilk defa o gün, Bayındır’ı karşısına alıp konuştu. Ağabeyi amcasının saldırgan ve boyun eğmez tavırları karşısında sessiz ama bir o kadar da kendinden emindi. “Bizim olana bizden daha çok sahip çıkması akıl alır gibi değil!” Kendi etrafında bir tur attıktan sonra sert gözlerini abisine dikti.
Lakin Bayındır postunda gayet rahattı. “Buna karışma hakkın yok. Üstelemenin de manası yok.” Soğuk bakışlarıyla gitmesini işaret edince Ural omuzlarını dikleştirip öfkeyle fısıldadı.
“Ne oldu bilmiyorum ama bu sessizliğin aklıma fena şeyler getiriyor. “ Bayındır hiddetle ayağa kalkıp burun buruna geldi. “Söyle de bilelim bakalım!” omzundan itekledi kardeşini.
“Sen daha iyi bilirsin!” diye karşılık verince de yumruk yumruğa ciddi bir kavgaya tutuştular. Amcaları gelip onları ayırmış ve Ural’a bir sürgün vermişti. Birkaç ay buralarda olmayacaktı. Bu daha sonra Ural’ın işine gelmişti. İşte o günden sonrasını şu şekilde özetleyelim:
Sürgün günlerinin ardından düzeni bozarak, obadan ilk ayrılan olarak kınanacak Ural, emrindeki alpler ve çadırlarla kendi yöresini kurmaya karar verdi. Onu bu yolda çok satan oldu. Kimi gelirim dedi de çadırını oynatmadı kimi de dostum dedi de dostluğa sığmayacak şeyleri davalamaya başladı. Tüm bu çalkantılı süreç on sekiz ay sürdü. Ama aşk da bir o kadar ansızın geldi. Onlara yol gösteren bir kadına vuruldu Ural.
Artık, yaradılışından beri sessizmiş sanılacak kadar suskun olan Ural’ın çenesini açmakla başlamıştı bu aşk. Daha sonrasında gülümsemesini sağlamış ve nihayet hayatının yaşanabilir olduğuna dair inancını geri kazandırmıştı. Ama meğer bu hatunun da yüreğinde bir acı varmış.
Genç kız olduğuna dair alameti görememişlerdi. Annesi bunu bazılarına onlar da kendi bazılarına anlatarak bunu halka yaymış. Bu da halkın diline çabucak düşmesine sebep olmuş. Genç kız kendine inanan, yiğit biriydi. Okta, yayda ve atta onu erler dahi geçemezdi. Obasının incisiydi adeta. Ama o inciye çamur bulaşmıştı.
Nice nice insanlar gururunu hiçe saymıştı. Ama yılmayan genç kız adı gibi ceylanlarla koşup eğlendiği yine bir gezintide denk gelmişti Ural ve kervanına. İçten içe yerleşen o aşağılanma hissi, Ural ile arasında tek taraflı bir engel oluşturmuştu. Ural, daha önce hiçbir şey için bu kadar savaşma arzusu duymamıştı.
Yöresini kurarken genç kızı hep bir tepenin ardından onu izlerken yakalıyordu. Gören göze, giden içine sığınıp onu bir gün ormanda sıkıştırdı. Ne güzel bir gündü o gün. Ural aşkına teslim olmuş Ceylan ise su gibi sessiz onu dinliyordu. Obalarına dönen gençlerin geleceğini Ceylan’ın ağabeyi şekillendirdi.
Bu işin oluru vardı. Lakin, acı gerçek bilinmeliydi. Ural bu bilgiyi kendisi hariç kimseye bildirmedi. Öyle güzel bir aşkla evlendi ki Ceylan ile ne onda aranan kusur ne de yılların acısı kalıverdi olduğu yerde.
İlk hamileliği evliliklerinin üçüncü ayında oldu. Bir kızları oldu. İsmini Ayçiçek koydular. İkinci çocuklarınaysa Tuğra ismini koydular. Daha beş yaşındayken kendini gösteren heybeti Ural’ın kanına nehir boşaltılıyormuş hissi bırakıyordu. Sonra bir kızı daha oldu Ceylan ile Ural’ın. Günbala.
Mizacı itibariyle hep sessiz ve soğuk bir çocuk olmuştu. Günbala’nın yoldaşı da çok gecikmedi. Gökalp. Yaramaz mı yaramaz bir çocuktu. Onu gören yüreğine koyar ama bir kere açıldı mı ondan uzaklaşmak için türlü türlü yol ararlardı. Yaramaz mı yaramaz, deli mi deli bir çocuktu. Ve son olarak o doğdu.
En küçükleri ve tüm hayatı demlenmiş haliyle yaşayacak olan Bahar. Abla ve abilerinin peşinde, sevgileri için kendini paralayan narin bir kız, küçük çocuk. Hep de çocuk olacak o evlat, Bahar. Tüm kardeşler bir arada sevgi ve birlik içinde babalarının sıcacık göğsünde destanlar dinleyerek büyüyordu.
İşte Ural’ın yöresine güneş böyle doğmuştu. Ural, geçmişindeki kötü anıları birer birer unutmuştu. Evlatları, düzenini kurduğu obası, geliştirdiği ticareti ve edindiği yeni dostluklarla gelişen bağlar Ural’ı bambaşka bir adam yapmıştı. Güç ve kuvvetin timsali oydu artık. Otağında hatunu, ocağında aşı ve kucağında evlatları ile kocaman sıcak bir aile sahibiydi genç Ural.
Ama ne var ki, eskiler tekerrür edinceye kadar her şey çok güzeldi. Bayındır’ın gölgesi otağına vurduğu vakit kanlı ela gözler aklına geliverdi. Ruhundan kopagelen bir çığlık yönünü Ayçiçek’ine çevirmesine sebep oldu. Bunu niçin yaptığını bilmiyordu. Herhalde yıllar öncesinde katıldığı bir yağmada gördüğü o kadının gözleri onu etkilemişti. Çünkü o kadınla Ayçiçek’in o gözleri tıpatıp aynıydı...
Sırf bu anı yüzünden Bahadır’ı burdan uzak tutacaktı. Bayındır Bey, ardında yöresinin çadırları ile yanına vardı. Onu ikna etmekten çok mecbur kılacak bir dolu laf konuştu Bayındır. Ural, babasının akıbetini biliyordu. Çıkan ikilik savaşında her nedense bir gün yatağında ölü bulunmuştu. O gün kararını vermişti işte, eski obasıyla iletişimi olmayacak evlatlarını bu işe bulaştırmayacaktı.
Lakin canına korkan bir o değilmiş ki Bayındır bugün burdaydı.
***
Ural, geçmişe dalan gözlerini güç bela Bahar’a çevirdi. Bayındır’ın çaldığı evlat sevgisini gösteremedi ona. Bahar, sıkıca yumduğu ellerini her iki yanında sabitlemişti. Babası gözünü ondqn çekip eski canlılığını kaybeden obasına şöyle bir göz gezdirdi. Bahar’a göre yıllardır sessizliğini bozacak doğru anı kollamaktan başka bir şey yapamıyordu. Bahar o gün kalan tek sığınağı olan ağabeyine gitti. Alpleri dere kenarında eğitiyordu.
Onu da uyku tutmamıştı. Sökmek üzere olan şafağa baktı. Eskiden gecelerden dost olmazdı. Eskiden, uyunurdu. Yer yer homurdanılırdı. Ama sıcacık yorgana sarılıp uyunurdu işte. Kimse içinden atamadığı derdi kederi atmak için çabalamazdı. Aile bunu önlerdi. Şimdi o da yoktu.
Şimdi, ne uyku ne de geceler ablası gittiği günden beri katlanılırdı. Öfke doğmuştu kalbinde küçük Bahar’ın. Teker teker yürekleri işgal eden sinsi bir his. Abisi onu görünce alnına bir öpücük bıraktı. Bir an tüm karanlıklar dağıldı. Bahar’ın yüreği aydınlandı.
“Sen geç hele şöyle, işim bitince oturalım.” Nazlı bir edayla omuzlarını kaldırıp bir köşeye oturdu. Gökalp alpleri dereden kütüklerle yürütmeyi bitirdikten sonra ter içinde yanına oturdu. Gökalp gittikçe ağabeyi Tuğra’ya benziyordu. Şayet yaşasaydı her şey daha güzel olabilirdi. Gökalp yaramazsa Bahar konuşkandı, Ayçiçek maharetli, Günbala soğuk, Tuğra ise dengeydi. Eski sıcak ailesini acıyla andı.
Ayçiçek gözünü dahi kırpmadan abisini öldüren o adamın yanında nasıl duruyordu? Ondan öyle çok şey öğrenmişti ki... Derin bir ah çekerek düşüncelerinden uzaklaşmaya çalıştı. Gökalp şakalarından ter akarken Bahar, Ayçiçek’ten öğrendiği gibi ona nasıl olduğunu yorulup yorulmadığını sordu. Çünkü o kardeşlerine hep bunu sorardı.
Gökalp ise kısa cevaplar verdi. Çünkü Tuğra öyle yapardı. İkisi de yaşatmaya çabaladıkları ritüellerle sustular. Burunları sızlamaya başladı. Gözleri yanmaya, kursakları acıyla kıvranmaya başladı. Ayçiçek ve Tuğra vardı işte akıllarında. Gökalp, acısını hareketle atmak için aceleyle ayağa kalktı. Bahar burnunu derince çekti, gözünü akmayan yaşına rağmen sildi.
Bu hareket sınıra ulaşmasını sağlamıştı. İşaret parmağını serçe Bahar’ın yüzüne çevirdi. “Sakın, sakın bana onu hatırladığını söyleme! Bitti anladın mı?!”
Tuğra sonsuza değin sevilip hatırlanmaya layık görülürken Ayçiçek gömülmeye mahkumdu. Bu düşüncenin korkunçluğu ile sarsıldı Bahar ve ağlamaya başladı. Kendi içinde yükselen öfkesini kolayca unuturdu ama ailesi böyle dememeliydi. “Abi...” dedi acı içinde. "Yapma!”
Gökalp kulaklarını yırtarcasına kapadı. Sanki binlerce arı vardı da içinde orayı talan ediyorlardı. Ama Bahar susmadı. “Abi, Tuğra’yı değil ablamı unutuyorum... Asıl ölen kişinin yüzü unutulmaz mıydı?” Gökalp sinirle yerdeki kütüğe vurdu. Gökalp "Bende!” dememek için bir kere daha kütüğe vurdu. Ama bu Bahar’ı daha çok ağlattı.
“ Ya abi, bir bebeği olursa? Biz onu da mı göremeyeceğiz? Ben neden sevdiğim insanlardan ayrı kalmak zorunda kalıyorum!“ sonsuza değin yabancı olmak kadar korkunç ne vardı? Bu sözle kan beynine sıçrayan Gökalp bağırdı. “Onu gördüğüm yerde öldüreceğim!” korku ile ayağa kalktı Bahar.
“Bunu yapmayacaksın! Sen, ailemize kıyamazsın?” Bahar, çenesini sağına yatırıp alttan alttan abisine baktı. Ama Gökalp’in gözleri alev alev bir şekilde yüzüne yaklaştı. “İzle ve gör o zaman Bahar! Onları bu dünyadan sileceğim!” Ve Bahar, ilk defa abisinden korktu. “Abi!” için için ağlamaya başladı. “Tuğra abi...” diye hıçkırarak ağlaması tamamen daha güçlü birine sığınmak içindi. Tuğra abisine sarılırdı o en çok...
Gökalp, tüm adımlarını geri alıp onu omzundan tuttuğu gibi arkasına savurdu. Bahar yere sertçe düştü. “Git ve ağlamayı kes Bahar! Kes ağlamayı!”
Bahar ağlamayı kesmedi. Aslına bakılırsa göz yaşları hiç dinmedi ama artık karanlıkta hiçbir şey görünmez olmuştu.
***
Deli gibi adımlar atıyordu. Yönünü bilmeden sertçe adımlar atarak gidiyordu. Obada hep aynı sessizlik mevcuttu, hiç yabancı olmayan bu sessizlik Gökalp’i her zamanki gibi kederlendirdi. Tanıdık hislerden nefret ediyordu. Bahar’ı da incitmişti, kendinden nefret ediyordu. Okunu ve yayını alıp ahıra yürüdü. Deli deli bakan gözleri kuruyan otları izliyordu. Günün bu anlarında ablası hep, amcası ve kuzenlerine inat obayı teftiş ederdi. Hatta herkese yardım eder, hal hatır sorardı.
Günün en sevdiği anı , Gökalp’in kılıç talimi için çadırın önünde yarı çıplak çalışmasıydı. Ona hep ondan daha iri olduğunu, onu yenebileceğini söyleyen Gökalp ablası ile amansız bir güreşe başlar sonrasında kazanırdı. Ablası ile tokalaştığı vakit yürürler ve Gökalp bir anda, üstünde bir güç bile hissedemeden kendini yerde bulurdu.
Yerden ona attığı şaşkın bakışlarını ablasının yarım gülüşü karşılardı. Gökalp bir kez daha güreş için bağırır çağırır ama ablası onu asla dinlemezdi. ” Yenilen alp de güreşe doymazmış!” der ve amcası hatunları ile konuşmaya başlardı. O anlarda onu izleyen biri vardı ki Gökalp ondan ölesiye nefret ederdi.
Kıskanç biriydi Gökalp, ve ablasına ilgi duyan adamları görmek hele de onlardan uyarı almak damarına basmakla eş değerdi. Amcasının oğlu Tunç’un ablasına dönen avcı gözlerini hatırlayınca hiddetlendi. O beş para etmez adamdan nefret ediyordu.
Obalarına sığınıp bir de baş olmak için verdikleri çabayı görmek genç adamın midesini alt üst etmeye yetiyordu. Ablasına yaklaşmasın diye ne kadar da çaba sarf etmişti o günlerde... Yer yer çıkan ateşli kavgalar ve dikleşmeler yerini gergin bir ortama bırakıyordu. Ablası işte tam o günlerde çok kötü olurdu. Yani, ablası gitmekte haklıydı değil mi? Muhtemel son o değil miydi bu?
Börü olmasaydı o şerefsizle evlenmeyecek miydi Ayçiçek? Gökalp buna dayanabilir miydi? Aklının yine ablasıyla meşgul olduğunu fark edince çaresizlikle otlara tekmeyi bastı. Ter basan şakaklarını ovup koşmaya başladı. Atına atlayıp dört nala obadan çıktı. Onu hatırlatan her şeyden uzak durmak istiyordu.
Börü denen o adam aklına geldikçe öldürmeye meyilli zalim tarafı susmak bilmiyordu. Bir şey yapmalıydı. Kendi çapında büyük bir şey olmalıydı! Ama ne? Ablasının canını yakacak bir şeyler yapmalıydı. Bir süre düşündü. Sonrasında hin tarafını susturamadı, doğruca Girayhan’a gitti. Babası bu yaptığını duysa muhakkak ona ceza verirdi. Ama bir şeyi teyit etmesi gerekiyordu.
Tunç’un yanındaki adamla beraber yaptığı yıllar önceki hararetli konuşmayı hatırladı. “Ona bir zavallı gibi davranıyorlar! Bir katilin eline obamızın en güzel ve maharetli kızını verdiniz! Şimdi yarın öbür gün onun ölmeyeceğini ne biliyorsunuz?” Gökalp sinirle yerinde dikleşmişti o gün.
Tunç’a bakmadan yanındaki adama konuşmuştu. O sinsi bakışları, o her şeyi anlatmaya hevesli ikiyüzlü sıfatın sahibini yıllar sonra tüm gerçekliğiyle görecekti.
“Sular bu kadar bulanıkken ne demeye bulandırmaya geldiniz! Ağzınızdaki her neyse söyleyin ve defolun gidin!” Tuğra, Ural ve Börü Giray arasında geçen savaşta Börü tarafından öldürülmüştü. O günün çok kaybı olduğu gibi iki ailede iki oğul kaybetmişti.
Ama Ural’ın hayalini kurduğu büyük ve güçlü aile düzeni bir anda yok olmuştu. Ölen sadece oğlu değildi. Yıllarca kurulan hayaller, umutlar, sevinçler, gelecek ve tarih de ölmüştü. Dağ gibi Tuğra ölmüştü! Ayçiçek bir barış anlaşmasına kurban gitmişti! Ural bir daha asla evlatlarını bir arada göremedi.
Zavallı Ceylan ise aklını kaybetmişti. O eski inançlı, kudretli bir zamanların yıldızı sönüvermişti. Artık, “Deli” bir karısı vardı. Ural’ın aklı da kalbi de işte böyle yerinden sökülmüştü.
Savaş tüm caniliğiyle devam ederken süre uzadıkça uzadı. Tunç ve Bayındır’ın aklına uydukça saha da battılar. Kayıplar olduğu kadar menfaatler de hasar alıyordu. Börü Giray, tam da o gün bir teklifle gelmişti. Ayçiçek ve Börü Giray barış için evlenecekti.
Ve koca diyar biliyordu artık Börü’nün Ayçiçek’e aşkını. Şiddetle karşı çıkan Ural Bey, ölümü göze alıyordu da kızını vermek istemiyordu. Hiçbir şeyden haberdar olmadığını elbette Börü ve Ayçiçek’ten başka kimse bilmiyordu.
Lakin bir gün kızının her şeye rağmen onu almaya gelen ata bindiğini görünce kendini hepten sert bir kabuğa bağlamıştı. Tüm bağlar, ilmek ilmek işlediği yuva dağılmıştı. Suskunluğu o gün başlamıştı Ural Bey’in. Ve Bayındır ile oğullarının söz hakkını ele geçirmesi.
Gökalp'in hiddetle bağırması karşısında Tunç o gün söz sahibi alplerin önünde gördüğü muameleyi sineye güç bela çekmişti. Arkasına yaslanıp kollarını göğsünde bağladı. “Dememiz o ki, ortada kirlenmiş bir itibar var. Bunu ortadan kaldırmamız gerek. Yoksa onlar, yarın doğurtacakları o veletleri büyütüp size hançer olarak doğrultacak siz de öldürülen kızınıza değil şerefinize ağlayacaksınız!“ demişti.
Ural Bey hiddette oğlunu ardında bıraktı. “Onlar bir canımı alarak beni alt ettiklerini sandılar. Sonra sözde barış diye de kızımı aldılar. Karşı çıkmadım! Ama eğer ki böyle bir şey olursa onlara da doğacak olan tüm hanedanın evlatlarına gün yüzü göstermem!” Hala kızına kıyamayan o yanına sığınıyordu tüm kalbiyle.
Sinsi yüzlü tanınmayan adamın yüzü aydınlanmıştı. O anda kimse onun bir ittifak kurmaya çalıştığını anlamamıştı. “Bizim de emelimiz o. Gün yüzü görmemeleri. “ dedi puslu bir sesle. Gökalp kendini adeta kaybetmişti. Ablasını ve doğacak tüm çocuklarını öldürmek... Sevgiyi yeşerdiği yerden koparmak...
Konuşmanın devamında babası vardı sadece artık. Ama o da sadece dinliyordu. O gün bu gündür Gökalp, hep babasının konuşmasını bekledi. Neler yapabileceklerini planlamak istedi ama Ural Bey değişiyordu. Kılık kıyafette olduğu kadar karakter olarak da değişiyordu. Sık sık bir mağaraya gittiğini biliyordu mesela. Ya da su ile bir şeyler yaptığını. Kılık değiştirip ormanlarda gezdiğini...
Gökalp, büyüdükçe susmak zorunda kaldı. İki kardeş acısına yordu tüm bu bocalayışını. Zaman zaman olacak olanların önüne geçemeyişi ile delirdi, kendini yaraladı ama sonuçta burdaydı. Hiçbir şeyi değiştiremiyordu. Olacak olanların hepsi sırasıyla yaşanıyordu. Yıllar önce öldürmekle yaşatmak arasındaki uçurumda gezerken şimdi kararını vermiş gibiydi. Atıyla nihayet geldiği yeri izledi. İşlek şehir meydanına baktı.
“Yiğit Börü ’nün “ kudreti ticarete yön veriyordu. Tahta geçer geçmez maharetini göstermişti. Bu da herkesi mesut ediyordu. Ama Uraloğulları Beyliği bundan bir hayli yoksundu. Sahi onlar neden böylesine batıyorlardı? Saraya bakan bir yükselti aradı ve nihayet buldu. Tahtadan kasalar vardı orada. Yer yer bezler koydu yükselmesi için, tahta kasaları birbirine geçirdi ve üstüne çıktı. Nihayet uzakta ama görebildiği sarayın beyaz ve gri taşlarına nefretle baktı.
Ablası o sarayda bile değildi. Bir obada, sefiller gibi yaşıyordu. Görmemişti hayır, Tunç öyle söylemişti. Gözleri hala ablasının üstündeydi ama bunu bile ortadan kaldıramıyordu. Sadağından çektiği okla aşağıdan seslerin geldiğini duydu. Damarına dolan güçle yayı çekti. Birileri kasaya vurdu ama umursamadı. Tek gözünü kısarak açık olan pencereden içeriye son gücüyle okunu saldı.
Kalabalık bağırıp çağırmaya başlayınca ok nereye değdi kime girdi görmedi bile. Aşağıya indi ve onlara vurmaya başladı. Bir anda karışan çarşı, satıcıların da birbirine girmesiyle çağladı. Gökalp sevindi. Huzuru bozulmuştu Girayhan’ın. Ama yanağına inen yumruğu son anda savuşturabildi. Bu oydu. Börü’nün ta kendisiydi. Kılıcını çekmek için bir an bile düşünmedi ama etraftan artık ses soluk çıkmaz olmuştu.
Sağına soluna bakınca ortada kimsenin kalmadığını gördü. Tek biri vardı orda:
Ablası. Ve onu koruyan Börü.
Gözleri anında doldu. Kıpkırmızı olan yüzü sıkıca tuttuğu kılıcını ne kadar sıktığını kanıtlıyordu. Dudaklarını öylesine birbirine bastırıyordu ki konuşurken ne dediğini anlayamadılar. “Seni hain! Seni aşağılık!”
Ayçiçek’in duyduğu acının rengi de kırmızıydı. Börü Giray ona doğru savrulan kılıcı, kendi kılıcıyla ustalıkla ama Ayçiçek’i koruyarak savuşturdu. Börü’nün sırtı Ayçiçek’in göğsüne çok yakındı. Ayçiçek duyulmayacak kadar düşük bir sesle, “Acıtmadan...” dedi. Börü Giray başıyla onu anladığını işaret etti.
Gökalp gözünü bürüyen hırsa kurban gidiyordu. Börü sükunetle konuşmaya çabaladı. “Ne için geldiğini söylemezsen öfkene kurban olacaksın.”
Çapraz savurduğu kılıcını Börü, bu sefer hançeriyle savuşturdu. Gökalp, tiz bir kahkaha attı. “Önce ağabeyimi öldürdün, sonra da ablamı alıp cehennemine getirdin! Öfkeme kurban olmaman için sebebe ihtiyacın yok!” Kılıcını savurup bir kez daha Börü ’nün duvarına saldırdı.
Nefes nefese ve ter dolu bir savaş başlamıştı. Ayçiçek, Börü’nün siperliğine daha fazla dayanamadı ve öne atıldı. “Dur!” Gökalp ayaklarının titrediğini göstermemek için gözünü Börü’den ayırmadı.
Ama Ayçiçek devam etti. Bir adım daha ve bir adım daha. Börü, kabzasını fazla sıktığı için kızaran elini yan tutup önüne engel diye uzattı. Ayçiçek titreyen parmakları ve buz gibi eliyle elini aşağı itti ve Gökalp’in tam karşısına geçti. Körük gibi havalanan göğsünü gerdi Gökalp. Heyecan ve özlemle inip kalkan göğsünü...
Ayçiçek yüzünü acelesizce inceledi. Sonra bedenini, hasretle her bir detayını inceledi. Gökalp, yüreğine dolan huzurla çatışmaya başladı. Ablasının kanlanan ela gözlerine bakmak hiç olmadığı kadar iyi gelmişti... İki kardeşin yıllar sonra buluşan gözlerine acı doğdu. Ölüler dirildi. Bir damla yaş aynı anda yanaklarına süzüldü. Gökalp hırsla silerken Ayçiçek yol almasına izin verdi.
Bir başını omzuna doğru eğmiş sanki karşısında bir bebek varmış gibi bakıyordu. “Dinle Gökalp, sen en çok beni dinlersin canım...” Kulaklarını hızla kapadı Gökalp. “Sus! Sen bir hainsin! Sus!” Börü, şişen göğsünü usulca indirdi. Ayçiçek ile göz göze gelince de geri geri yürüdü. Temkinli ve tok adımlarla. Göz göze gelemedi iki kardeş ama büyük olan kararlıydı konuşmaya.
Usulca bir nefes alıp bıraktı. “ Her şey kısasa kısas yapıldığı vakit başladı Gökalp. Bizim kardeşimiz ve ailemiz bir savaş başlattığında olacakları görmeliydi lakin onlar başlarına gelenlerden yine kendilerini değil de karşıyı sorumlu tuttular. Olacak iş değildi.” Gökalp sinirle bir kahkaha attı.
“Ne demezsin, hatta kendi hayatımızı savunduğumuz için suçlu da biziz değil mi! Senin kafan yerinde mi? Tıpkı onlara benzemişsin!” Tiksinen sözlerinin ardından okunu yayına taktı. “Buraya bir çocuk doğurduğun vakit senin de ölünü bize verecekler! Değer mi ha, değer mi?” Kollarını hiddetle sallamaya başladı.
“Daha fazla aşağılanmak yetmedi mi abla! O veletler büyüdüğü vakit bizi yok etmek için durmayacak bile! Sen o günleri görmeyeceksin bile! Senin de bizim de şerefimizi kirletip bu kötü oyunu devam ettirecekler! ”
Ayçiçek’in kalbinde bir yer acıyla titredi. Ve bir gafletle Börü’nün gözlerine baktı. Güç bela alınan bir evlilik kararını sarsan derin bir çıkmazdı bu bakış. “ Beni gerçekten de öldürür müsün?” diyen bir bakış. Börü Giray, yüzünde eğreti duran bir hayretle kalakaldı. Ayçiçek’in kızaran yüzünü izlemeye başladı. Güven zedelenmişti ya bir kere. Gökalp, işte bu bakıştan çok şey anladı. Koca bir kahkaha attı ve tam o anda da okunu yayına takıp tüm gözü karalığıyla oku serbest bıraktı.
Gökalp ise çenesini havaya kaldırıp keskin bir konuşma yaptı. “Ailemizi ve bu topraklara yeni bir savaş açılmaması için ölmen gerekiyor. Senin doğuracağın çocuklardan gelecek ihanete karnımız tok!”
Börü’nün acı iniltisini tüm çarşı duydu. Ayçiçek kocaman olan gözleriyle Börü’ye baktı, yer ayakları altından çekiliyormuş gibi hissederek sendeledi. Elini boğazına götürdü. Çığlık atmak istiyordu. Delicesine yardım dilenmek istiyordu.
Az önce Börü, hissettirmeden adım adım ona yaklaşmıştı. Kırgın olsa da ona gelmekten kendini alamamıştı. Ve Gökalp’in attığı oku fark edip sırtını ona siper etmişti. Sağ göğsünün üstüne saplanan ok değildi Börü’nün canını yakan.
“Beni, gerçekten de öldürür müsün?” bakışıydı. Evet, yıllar sonra okun yarası geçecekti ama Börü’nün kalbine atılan o hançer yarası hiç geçmeyecekti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |