7. Bölüm

6.BÖLÜM: RUHUN KEFARETİ

Siyavuş
syavus

6. BÖLÜM : RUHUN KEFARETİ

~Yarım kalmak diye bir şey yokmuş, bizi tamamlayan her şey ayan beyan ortadaymış. ~

 

Giray Hanlığı: 7 yıl sonra

Yıkım tam da istenilen düzeydeydi ama birinin aklı çok başka şeyler düşünüyordu. Vezir Baycu, eli çenesinde ileri geri gidip geliyordu. Karşısındaki adamın herkesi büyüleyen kötülüğü başarıdan sonra yok olup gitmiş, adeta elini eteğini her işten çekmişti. İçinde büyüyen karanlığa daha fazla direnemedi.

“Kağan’ım! On bir yıldır Hançer Giray yaşıyor. Oynadığınız oyunla ona türlü türlü tuzaklar kurduk ama hala yaşıyor! Onu ,bir tek onu öldüremediniz... Niçin? Sizden di-“ sertçe elini kaldırarak vezirini susturdu Kılıç Giray. “Kees! Bana biir bardaak daha içki verr!” Vezir Baycu, öfkeyle hizmetliyi çağırdı. Şarap bardağı dolarken başını dik tutmaya çalıştı.

Şarabın parlak madenlerden olmuş olmasına büyük özen göstermişti. “Kağan’ım, Hançer Giray o ahmak Alemdar ve yandaşları sayesinde yaşıyor. Gözümüzün önünde yıllardır obada yaşıyor! Alıp işini bitirmemize neden izin vermiyorsunuz?” Kağan Giray kısılan gözleri ile tehlikeli bir şekilde baktı.

“Oo, kendi elleriyle bana gelecekk. Daha fazla onu kovalamayacağım!” eliyle genç kızları çağırmasını işaret etti.

Vezir bu tür saçmalıklara daha ne kadar göz yumacak merak etmiyordu. Bir düşman, savunmasızken üstelik çocukken çok rahat öldürülebilirdi ama şimdi o düşman semiz bir kaplan gibi yetişmişti!

Belkide şuanda o şeytani kız planlar yapıyordu, bu sarayı ve Kağan’ı öldürmek için gün sayıyordu! Bu kadar boşta kalmak gelecekleri için bir tehlike arz ediyordu. Odasına gidip derhal müttefik olabilecek devletlere mektuplar yazdı. Belki Hançer bilmeyecekti ama Vezir Baycu, devlet içinde devlet olup gelecekteki tüm yollarını tıkayacaktı.

Hançer bugün yirmi iki yaşında intikam arzusu ile yanan bir hatun ise bu onun suçuydu. Bir kere daha onu kuytu kenarlarda sıkıştırıp öldürmeyi deneyebilirdi ama Kılıç Giray, onun ölüme yani ayaklarına gelmesini uygun buluyordu. Zorlukla ayakta duran devlet ve Kılıç’ın, artık bir dostun eliyle doğrulması gerekiyordu.

Gök Tanrı onlara yardım ederse Baycu, Kılıç öldükten sonra kendi evlatları bile başa geçirebilirdi! Onlara zamanı gelince çağıracaktı.

 

 

***

Gökçe sırt üstü yattığı yerden gökyüzüne uzanan ağaçları izliyordu. Göğsüne çektiği her nefes içini heyecanla dolduruyordu. Elini yanağına koydu. Sanki, az önce onu öpmüş gibi mutlu hissediyordu. Oysa sadece kavgaları uzamasın diye Aslantaş yanağını sıkıp az ötede Yiğitcan ile ot toplamaya gitmişti.

Acaba daha ne kadar bu şekilde hissedecekti? Çocukluğundan beri kalbi bir tek ona titrerdi, yanakları o ne zaman yakınında olsa ısınır nefessiz kalırmış gibi titrerdi. Her anı her şeyi ayrı güzeldi Aslantaş’ın, değil yaşattığı duygular güzel olmayacaktı!

Sırtını yerden kaldırıp oturunca seslerin buraya doğru geldiğini işitti. Heyecan içine dolunca ayağa kalkıp sanki ağaçta bir şey varmış gibi bakmaya başladı. Az sonra ikili buraya doğru geldiğinde mecburen onlara doğru dönmek zorunda kalmıştı.

Aslantaş, Yiğitcan ile hararetli bir şekilde konuşuyordu. Yanlarına geldiklerinde Aslantaş sanki bunu her zaman yapıyormuş gibi bir alışkanlıkla elini omzuma attı. Gökçe onun dibine istemsizce girince gözlerini kaçırdı.

Yiğitcan, “Bildiklerin yanlış demiyorum ama o otu kaynaştırma ve hastalara içirirsem kan kusmayacaklarını bilemem çünkü otlar hem tehlikeli hem de şifalıdır. “ Aslantaş başını sabır çekerek gökyüzüne kaldırdı. “İyi, ne halin varsa gör Yiğitcan. Bizi de sırf bu ot yüzden buraya getirdin ya daha başka bir şey demek istemiyorum.”

Gökçe, kaşlarını çatarak Aslantaş’ın omzundan sıyrıldı. Elini, Yiğitcan’ın yüreğini onarmak istercesine omzuna koydu. “Cılız Şifacı, merak etme. Sen ne yaparsan yap o bir şekilde şifaya dönüşür. Onun böyle dediğine bakma. Sayende birkaç bir şey öğreniyor “ Yiğitcan sessizce yere bakmaya devam etti.

Ama Aslantaş’ın susmaya niyeti yoktu. Gökçe’nin kolunu tutup başını yüzüne doğru eğdi. “Her zaman kavga etmemize sen sebep oluyorsun. Çocukluğundan beri tut diyorum şu dilini ama yok!” Gökçe hayal kırıklığı ile kolunu elinden çekti. Bu sefer yüzüne doğru yaklaşan oydu.

“Ben de çocukluğumdan beri her şeyin suçunu bana atmandan bıktım! Senin karşında artık bir kız çocuğu yok!” Aslantaş’ın yüzünde iğneleyici bir ifade vardı. Gökçe’nin canını bu yakmadı. Az sonra yaptığı hareket yaktı.

Aslantaş, elini kuşağından belli olan hafif çıkık göbeğine bastırıp çimdikledi. Kalbi ve eti acırken hangisini öne süreceğini bilemeden bağırdı. “Acıdı! Hayvan herif!” Aslantaş eline vurulmasını umursamadı. Ellerini beline koyup ileri geri sallandı.

“İşte karşımda hiç büyümeyen o kız çocuğu. Çok mu acıdı canın? Öpeyim de geçsin mi?” Gökçe hırsla onun kalbinin üstüne vurdu ve gözlerine dolan yaşları saklamak için arkasını dönüp hızla atların olduğu yere doğru yürüdü.

Yiğitcan gözlerini devirip dere kenarına oturdu ve otun resmini çizmeye başladı. Gökçe içinden söylenirken tekrar Aslantaş’ın sesini duydu. “Beni şikayet mi edeceksin? Gökçe, büyü artık.” Gülerek söylediği sözüne cevap vermedi.

Atına biteceği sırada atının iplerini tutan o olamadı. Arkasından duyduğu seste bu sefer pişkinlik yoktu. “Tamam tamam, gitme. Affet hadi.” Gökçe gözlerine bakıp bağırdı. “Canımı acıt sonra da affet, de! Ben de salağım hemen affederim değil mi?” Aslantaş ipi eline bir tur bağlayıp bir adım öne çıktı.

“Kıyamazsın ki? Gökçe biz hep böyleyiz bunu inkar edemezsin ama?” Gökçe onun koca cüssesine baktı. Doğruydu, onunla her anı birlikte geçirmişti. O böyle boylu poslu yakışıklı bir erkek olurken de gözünün önündeydi. Ve hep bu şekilde kavga ederlerdi.

“Edemem ama sana bana karşı düzgün davran demekten dilimde tüy bitti! Canımı kolayca acıtıyorsun, bana bağırıyorsun, üzüyorsun ama sonra da sana kıyamayacağımı affetmemi bekliyorsun. Sen çocuk kaldın ama ben artık bir kadınım!”

Aslantaş, onu ilk defa görmesini istediği şekilde ona baktı. Yanaklarından fışkıran sağlığa, ceylan gözlerinden parıldayan vahşiliğe ve bedeninden doğan genç kadınlığa içi titreyerek baktı. Çocukluğunun kızıl afeti, başının belası ne ara bu kadar güzel olmuştu ki?

Bakışlarını, merakla bakan gözlerine çevirdiğinde Gökçe zaferle gülümsedi. Bu gülümsemeyi bile ilk defa görüyor gibi hissediyordu. O, şu ana kadar kör müydü yani? Elini yavaşça uzatıp yanağına bastırdığında Gökçe onun titrediğini hissetti. Ve belkide ilk defa karşılıklı aynı duyguları paylaştıklarını hissetti.

Aslantaş, sanki elinden kaçıp gidecekmiş gibi ona doğru bir adım daha atıp yanağını avucuna bastırdı. Gökçe, usul usul mutluluğa adımlıyordu. Aslantaş, az öncesine kadar hiçbir şeyi görmüyordu. Ama şu anda onu bağışlayan tarafı ağır gelmişti.

Aslantaş yutkunurken gözlerini gözlerinden çekemiyordu. “Affet olur mu? Ben, hiç farkında değilim. Hem bana şimdi ne oldu onu da bilmiyorum. “ Gökçe’yi tutup göğsüne bastırdığında sanki onu bir kıyımdan kurtarmış gibi rahatlamıştı. Gökçe afallasa da sırtına kollarını dolayıp ona sarılmayı seçti. Az sonra duyduğu sesle içindeki huzur paramparça olmuştu.

“ Ama yine senin yüzünden bu haldeyim. Bana zarar vermekten ne zaman kurtulacaksın?” Gökçe hızla onun kollarına vururken Aslantaş gülüyordu. “Her gün bambaşka birisine dönüşüyorsun!” Gökçe karın boşluğuna vurduğunda iki büklüm yere eğildi. Gökçe sırtına sırtına vururken kendini bir anda havada buldu.

Çığlık atarak çırpınıyordu ama Aslantaş oralı olmuyordu. “İndir beni, indirene! Aslantaş seni öldüreceğim!” Aslantaş belinden yakaladığı kızı gıdıklarken göbeğine laf etmekten de geri durmuyordu. “Ekmek mi var orada ne? Hadi çıkar da yiyeyim ha? Baksana, hamur gibi. Çocukken yoğurduğun hamur gibi aynı.”

Gökçe şimdi hem gülüyor hem dalga geçiyordu. “Sen illaki o hamura yüzünü batırırdın. Kaşın kirpiklerin hep hamur olurdu. Ana sorsan yine benim suçum değil mi?” Aslantaş kahkaha atıp onu tasdikledi. “Evet, sen ona hem güzel hem de oyuncak gibi dokunursan bende öyle yaparım! Hem, bana gülmen de en çok beni güldürür. Annem beni dövmek için ayağa kalktığında beni sadece sen kurtarırdın. “

Son sözüyle ikisi de durdu. Aslantaş onu yere indirdi. Şimdi ikiside yüz yüze ve durgun duruyordu. Aralarındaki bir duvar aşılması bekliyordu ama hala zamanı değildi. Gökçe gözlerini kaçırıp ayağıyla toprağı eşeledi. “Senin oyunlarına alet olmak ceza çekmeme sebep olsa da senin güldüğün her şeye izin veririm.”

Aslantaş gözlerindeki yoğun hisleri ne yapacağını bilemeden beklerken yabancı bir ses aralarına girdi. Bir atlı onlara doğru geliyordu. Bu Timurtaş’ın sağ koluydu ve sözleri üçününde dikkatini çekti.

“Hançer Hatun, sarayı basmak için alplerini topladı. Beyim tez ona yetişip engel olmanızı ister.”

 

 

***

Yirmi iki yaşındaydı, büyük bir rüya gördü. Onu sevip de bırakan herkesle mücadele ediyor ve kendisi kazanıyordu. Babası, Berk, Kutlu, Ilduz, annesi, peçeli sevdası, Ptifordy... Elleri arkadan bağlanarak bir uçurumun dibine getirilmişti. Ama o uçurumdan bir kartal misali atlayıp süzülünce kendisine savaşma emrinin verildiğini anlamış bulunuyordu. O günden beri, sevdikleriyle değil de nefret ettikleri ile bir savaş kazanması gerektiğinin farkına varmıştı.

Sevdiği insanlarla yaşamadığı, güzel nice anılar biriktirirken ilk defa hayallerinden ve hedeflerinden, intikamından bahsetmişti. O an ilk büyük planın kurdu. Dostları, alpleri ve obası olarak kalbi üç güzel alana ayrıldı. Bundan hiç şikayetçi de olmadı. Aksine, o güne değin bu sevgi ve dostluk neden hayatında yoktu bunu sorgular oldu.

Atabey Alemdar, ona beyliği verdi. Obanın beyi olurken, bir yandan hala aklını kurcalayan Kurt Kağanlığı hakkında ikilem yaşıyordu. Kalbi doğru olmadığı zamanlarda kendisini bırakacak, iyiliklerle dolu olduğu vakit peşinden ayrılmayacak Ata Kurtları hayal ederek çıldırıyordu.

Ama kararını vermişti. Gerekirse Kurt Kağan olur, elini taşın altına koyardı. İntikam için yapacaktı! Bir meclis açtığında elinde pusatı sırtında kurt postu vardı. Ne kadar zaman alacağını bilmediği bir intikam planı vardı. Bunun içinse güç devşirmek gerektiği için göreve uygun herkesi yerine gönderdi ve planını defahatle gözden geçirdi.

Kendi menfaatlerini gözetecek ve kargaşalığı önleyecek kadar sıkı bir yönetimi ele almıştı. Bu yıl, Ptifordy’nin obaya dönüş yılı olacaktı. Hançer onunla uzun yıllar muhabbet etti. Onu, lanetli olmadığına ve iyi şeylerin onu da bulabileceğine nihayet inandırdı. Kendisini onardığı ve büyüttüğü gibi.

Yedi yıldır diken üstünde gibi yaşadı hayatını ama artık meyvesini alma zamanıydı. Yirmi bir yaşındaydı Hançer. On yıldır obada ve son günlerde patlak verecek her şeyden habersiz bir şekilde plan yapıyordu.

Ona Hançer Hatun dediler. Asıl adı Yürek’ti. “Hançer” ismini babası vermişti. Ona bu bedbaht dünyanın tarihini tam göğsünden “hançerleyecek” olan bir han gibi görmüştü. Geleceğim demişti ona. Ama geçirdiği hiçbir zor ve kötü güne şahit olamadı. Küçük yaşına rağmen bu yolda yetişmiş , subaşılardan , komutan ve çaşıtlardan dersler almış, ilmi siyaseti en ince ayrıntısına kadar öğrenmiş kendini bu günlere getirmişti.

Yıllar babasının ölümünden sonra onu en dipten başlamaya mahkum bıraktı. Aldığı tüm dersleri gizliden yapmak ve gücünü hep bir adım gerisinden getirmek zorunda kalmıştı. Tüm bu süreç eğitimini bir nebze kolaylaştırmıştı. Ek olarak son birkaç aydır bey postuna oturması ile de yönetim adına tecrübesizliğinin önüne geçmişti. Şimdi üstündeki tozları silkelemiş ayağa çok güçlü kalkmıştı.

“Nasılsın Berk?” Titreyen sesini temizledi. Mezarın olduğu alan öylesine sessizdi ki burda duranın aklına toprak altındakinin konuşacağı daha imkan dahilindeydi. “Olmuyor, gülüşlerim sahte, mutluluklarım yarım, sevgim öksüz. Niye gittin Berk? İddiayı sen kazansaydın da sonsuza kadar beraber olsaydık keşke, söyle neden gittin...” gözlerinin yaşını çekinmeden mezara akıttı.

“Senden bana miras kalan hiçbir şey yok söyle ben nasıl dayanırım buna? Rüyalarımda yoksun, hasretin çöktüğünde sahipsiz kalıyorum!” boğazına çökenlerle ağıda karşı direnmek istedi. Derin nefesleri birazdan ağlayacak gibi titreşiyordu.

“Ama tüm bunlar senin elinde değildi, biliyorum. Hem ben niçin geldim biliyor musun Berk? Dünyayı yıkacak kadar büyümüşüm ama hala senin yerine kimseyi koyamayacak kadar zayıfmışım. Bunun için geldim.” Uzanıp başını toprağa yasaldı. “Deniyorum, denemeye de devam edeceğim.” Cümlesi ihtiras doluydu. Dudaklarını toprağa yaslayıp derin ama yaralı bir öpücük bıraktı.

“Senden başkasını sevmeyi, deniyorum ve sana ulaşana kadar da deneyeceğim.” Hayır, acı bir gülüş belirdi dudağında. O hiçbir zamanda ve bedende geri gelmeyecekti... Hakikat ne zamandan beri öldürücü bir hal almıştı? Göğsü sarsıla sarsıla ağlamaya başladı tam da o anda.

“Saçlarımı tarayamıyorum, gördüğüm gözleri senden başkasına benzetemiyorum, hançerimi değil kılıcımı daha iyi kullanıyorum Berk! Biliyordun belki, söyleyemediğim onca şeyi sen çok iyi biliyordun. Seni çok seviyordum, bundan geceleri uyuyamazdım. Saçlarımda kokun ve ellerin olmadan uyuyamazdım. Ben, senden küçüktüm belki bu yüzden beni hoş görürdün ama sana yemin ederim büyüseydik beraber, senden başkasını gözlerim görmezdi. “ Acı hıçkırışı derinden gelip toprağa aktı.

“Şimdi seni görmeyen gözlerim seni başkalarında aramakla cezalandırılıyor.” Göğsünün yıllar öncesinden kalma kapanan ama içten içe hala kanayan yarasını Berk alsın diye kendini toprağa daha sert bastırıyordu. Anılar, unutulmaz birer lanetti suçlu olana. Hançer, amcasının pis siyasetini evvelden anlayabilseydi o veliaht töreninde ne kuzenini ne de babasını yok ederdi.

Berk’i son nefesine kadar korurdu. Ama Berk’e veliahtlığı verdiğinde babasına sarayın kurallarınca baş kaldırmış ve töresizlik etmişti.. Hançer babasının kendisinden asla vazgeçmeyeceğini bilmiyordu, babasının aslında onu koruduğunu bilemediğinden Berk için makamı ve tahtı terk etmişti. Babası aslında bir hanedanı bir devleti kızı aracılığıyla ayakta tutuyordu. Ama Hançer de dahil olmak üzere kimse bunu anlayamamıştı. Artık her ley için çok geçti.

Herkes çok ağır bedeller ödemişti. Bu yaptığıyla da en büyük bedeli Hançer ödemiş, amcası olacak şeytana isyanın kapılarını elleriyle açmıştı. Bir hanedanı elleriyle gömmüştü. Sade cesetleri değil kendi kalbini de uzun yıllar toprağa gömmüştü.

Onu ayağa kaldırmak için ondan daha çok çaba sarf eden arkadaşları olana değin diri diri ölmekten başka bir şey yapmamıştı Hançer Giray. Yıllar ona çok şey anlatmıştı. Pişman olarak ölmektense pişman edip ölmeyi gözüne sokmuş aklına yatırmıştı. O günden beri, yıllarca susmuş olan Hançer bir aydınlanmayla ayağa kaldırılmıştı. Çocukken içini bürüyen duyguları genç bir kız olduğunda da devam edegelmişti.

Yıllardır hem intikam hem de dostluk ateşi içinde yeniden kalbini hisseder olmuştu. Kılıcını eline almış, hançerini kavramış intikamımı yoluna önder bilmişti. Kalbi rotasını ararken Berk’i gördüğü kaç göz varsa hepsinin peşinde koşmuştu. En son gerçekten Berk’i bulduğunu düşündüğü kişiyle bir münasebet geliştirmişti ki o da aslı gibi onu terk etmişti.

“Senden sonra, yansımaların da benzerlerin de bana acımadan beni terk ediyor. Söylesene Berk, ben sana yaptıklarımın bedelini böyle mi ödeyeceğim?” Ayak sesleri ona yaklaştı ama umursamadı. Omzuna dokunan elle başını dakikalar sonra arkaya çevirdi. Debret az önce Berk’i kendisine hatırlatanları söylerken onlardan birinin alpleri arasında olduğunu yeni anlamış bir edayla gözlerinin içine bakıyordu.

“O kim bilmiyorum ama sana kötü hissettireceksem uzaklara gidebilirim. Gidebilirim ama o zaman seni iyi edemeyiz. İyi olman gerek artık Hançer. Etrafına yalan gülüşler değil de gerçek bakışlar atma zamanın geldi.” Debret’in sıcak avucundaki hisle sarsıldı. Bakışları titrerken gururu başkalarının yanında ağlamasına göz yummamıştı. Ayağa kalkıp atına doğru yöneldi.

Babasına son kez sarılamadan Berk’e ise son kez veda edemeden bu hayatı olduğu kadarıyla yaşayacaktı. Değişmesini kimse ondan beklememeliydi!

Sabahın kör soğuğunda ve sessizliğinde böylesi bir keder ancak bu kadar acı yaşanabilirdi. Debret, Berk’in mezarına kederle baktı. Onun yerini doldurmak bir yana ona benziyor olmak içini yakmıştı. Hançer arkasına bakmadan atıyla obaya doğru koşturdu. Ne yüzsüz insanlar ne renksiz ruhlar hayatta bir şekilde kalırken neden en güzel insanlar ilk gidenler oluyordu? Gidenin yerine geçenler bu yüzden en çok harcananlar olurdu.

***

Güneş, etrafı adamakıllı ısıtınca kuşlar kendinden geçercesine Giray obası etrafında uçmaya başladı. Bir kuş gökyüzünde keyifle kanat çırptı. Bir kaz sürüsü obanın avcıları tarafından zevkle okla yere düşürüldü. Sürüler sağım için arka tarafa ilerletilirken koyunların bazılarına binen küçük çocuklar şen şakrak kahkahalar savurdu.

Genç kızlar, korkuyla dere kenarına çamaşır yıkamaya indi. Bir kervan daha yola koyuldu, bir çocuk daha ilk nefesini ağlayarak aldı. Yani hayat, kendini kahraman ilan etmeyen insanlarla da yaşanılıyordu. Ruh ve kararlar ancak, bireysel bir şekilde yaşanırdı.

Tüm bunlar olurken Hançer sıkıntı dolu otağına geçti. Oba bunca güzel anlara rağmen yine de derin bir sessizliğe bürünmüştü. Buna şu birkaç seferdir başlarına gelen can sıkıcı hadiseler sebepti. Herkes kendini darda gibi hissediyordu. Hiç de haksız değillerdi oysa. Çünkü, biri çıkıp da kendini Kağan ilan edeli birkaç yıl oluyordu. Değişen düzen insanların kanlarına bile sirayet etmişti adeta. Öyle kansız öyle haysiyetsizlerdi...

Obasının ahvalinden haberdar olan ama kendini toparlayamayan Hançer Giray, çadırın örtüsüne duygusuz ve boş bakışlarla bakıyordu. Başını postun tahta korkuluklarına yaslamış, öylece çadırı köşe bucak izliyordu. Uzun bacaklarını ileriye uzattı.

Tıpkı bir ölü gibiydi. Ölü bile ona az gelirdi düşüncelere daldığı vakit. Çadır, zifiri bir sessizlikteydi karanlıktan ziyade. Dışarısı öyle değildi ve bu onu hiç etkilemiyordu. Hala sessiz ve hala boş duruyordu bir put gibi.

Elinde hala okuduğu bir kitabın satırlarını defalarca okuyordu. Çadırın kapısından destur sesi yükselince Hançer bunun Timurtaş olduğunu anladı. Kitabı kapatıp kenarı koydu ve ellerini göğsünde kavuşturup ayaklarını düzeltti.

Sonra çizme sesi içeriden yankılandı ve Timurtaş önünde kaygılı ve üstünden başından akan gerginlikle sert bir selama durdu. Hançer, ona konuşmasını işaret etti. “Beyhatun ’um! Size ahaliden acı bir tanrı selamı getirdim.” Hançer, istifini bozmadan sakince bakışlarını Timurtaş'a çevirdi. Askeri Timurtaş, son sözlerini söylerken kendisinin neler düşündüğünü anlamak istiyordu. Ona bakan genç adama eliyle devam etmesi için bir işaret verdi.

“Beyhatun ’um, amacım sizi hesap ettiğiniz gelecek hususunda oyalamak değil. Son günlerde obaya sahipsiz oklar atılmış. Sürüler, birkaç tarla uzağa gidemez hale gelmiş. Alpler, hareketsiz olmaktan şikâyetçi. “ derin nefes alan adam kaygılı ve çekimser bakışlarını yüzünde dolaştırdı. Bu ikilemi dikkat çekince mecburen devam etti. “Son olarak da, genç kızlar. Çamaşır yıkamaya çıkarken, zorluk gibi yani sıkıntıdan da fazla şeyler oldu birkaçına...”

Hançer, çatılan kaşları ve ölüm fısıltısını andıran gözlerini Timurtaş’ın üstüne dikerken bir diğer taraftan da dişleriyle alt dudağının içini yolmaya başladı. “Devam et, Timurtaş...” dedi kıyamet çığlığı gibi bir sesle.

Timurtaş, başını yere eğerken nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Verilen emirle anlatmaya kaldığı yerden devam etti. “Genç kızlardan birkaçı obadan uzakta kalan su yollarında zora düşmüş... Girayhan askerleri tarafından basılmışlar... Orada alplerimizden de kaybettiğimiz oldu. Vardığımda kimse yoktu. Bulduğumuz bedenlerin üstlerine senin için ölüm fermanı çıktığını ve öldürüleceğine dair bölük pörçük yazılar yazmışlar. Kanla...“

Hançer kılıcını çekip eline aldı. Timurtaş atıldı. “Hemen örtbas ettim. Aileleri yaylağa çıkarttım. Bu haber duyulursa halkın öfkesi, yoluna set olur. İntikamımıza bir zarar gelmemesi için çabalıyorum bundan şüphen olmasın. “

Hançer’in öfkesi sisli bir okyanusa benziyordu. Bir anda köpürse birkaç saniye sonra anlaşılmazdı. Timurtaş sustu ve başını yere eğerek Beyhatun ‘unun önünden çekildi ve yanına adımladı. Sağ eli sağ dizinde, sol elinde de kılıcı hırsla sıkarak karşısına bakıyordu. Kimse aklında ne var ne hesaplıyor bilemezdi. Sürgün diyarı, onun kadim obası... Acının ve dehşetin yuvası...

Eğer bu haber duyulursa yahut kötüye kullanılırsa Hançer’in ve obanın geleceği tehlikeye düşecekti. Son on yıldır herkes göç ediyor, herkes acı çekiyordu. Mutlu bir insan yoktu. Giray ile Yakut arasındaki devlet sınırı olan Batı Dağlarını ele geçiren Kara Ozan ve ordusu tüm dünyayı tehlikeye sokuyordu. Doğu da paramparçaydı lakin bunu toparlayan kişi Ural Bey’di. Doğu hiç Hançer’in tarafını tutmadığı için en azından birlik adına laf söz etmiyordu.

Hançer’in içinden yükselen hoşnutsuz sesler başına ağrı veriyordu. Genç adam, sessizliğindeki kini ve nefreti yudumluyordu. Beyhatun ’unun en çok yalnız kaldığı anlar böyle anlardı işte. Timurtaş bunu bildiği için Hançer’i sessizliğinde de yalnız bırakmamaya çalışıyordu.

Bunu kalbi de istiyordu, yıllar önce bir başkasına meyleden ama şimdi karşısındaki kıza meyleden kalbi... “Sen bunları düşünme. İntikam almadan rahat yüzü görmeyeceğime ant içerim!” Derin bir sessizlikle başları önlerine düştü. Orada tek nefes alan, kapının arkasındaki subaşıydı. İtaatkar ve sessiz.

Elbet, o da insanlar gibi mutlu ve geleceğe inançla bakmak isterdi ama bugünden sonra hayatında toyluğuna dair ne varsa hepsini yok etmişti. Kan ve ölümle yeni bir erginlik dönemi yazacaktı! Timurtaş gözlerinde yanan ateşi görünce cesarete kapıldı.

“Balamiz Hanlığı için düşündüğün nedir? Ad vermesek dahi bütün bunlar onların başının altında çıkıyor. Biliyorsun.” Hançer bir tahta parçası kadar hareketsiz ve cansızdı. Başını aşağı yukarı salladı neden sonra hızla ayağa kalktı. Timurtaş onun ne yapmak istediğini anlamamıştı.

Geniş ve güçlü adımlarla kapıyı açıp çıktı. “Alpleri topla, atları çıkar, haydi !” dedi kapıda duran subaşına karşı en buyurgan ve sabırsız sesiyle. “Buyruk senindir Hançer Hatun!” dedi subaşı ve birkaç dakikanın içinde meydana doluşan nizami alplerin ayak sesleri işitildi. Hançer, deli rüzgarlar gibi otağıdan dışarı fırlarken baş alplerden biri atını hemen önüne çekerek yuları eline teslim etti.

Bu işte sadece Balamiz devletinin olmadığını biliyordu. Bir şeyler planlanıyordu ve Hançer bunun neresinde olduğunu kestirmese de onları yenecek kadar hızlı olması gerektiğini biliyordu.

Arkasını döndü. Timurtaş ile göz göze geldi. Sesi fısıldar gibi çıktı. “O ailelere intikamlarını alacağımı söyle. Kendilerini başıboş bilmesinler. Arkalarında ben varım.” Timurtaş inanamaz bir gözle ona baktı. Sesi heyecanla kaplanmıştı. “Ne yani, şimdi meydanlara döneceksin?” Hançer, dudağında tembel bir gülümseme ile ona baktı.

“Ben, hiç çekilmemiştim.” Timurtaş, elini göğsüne vururken ona gurur dolu bakışlarını atıp kolunu uzattı. Hançer, kalın kolunu koluyla kavrayıp tokalaşırken yıllardır beklediği fırsatın ayağına gelmesinden hoşnuttu. Bugün o nazarında başında sorumlu kişinin sadece kendisinin olmadığını düşünüyordu.

Bu sebeple yıllardır öldü diye saklandığı ve nihayet ortaya çıkması gerektiği obasına derin düşüncelere dalarak baktı. Bunca insan dışarıya tek bir laf bile taşımamıştı yıllarca. Ona bir daha zarar vermesinler diye obayı senelerce korudular. Ki elbette birçok düşmanı adı gibi onun ölmediğini bilse de kanıt bulamaz haldeydi. Büyük bir fedakarlık örneği sergileyen obasına şimdi gidip de arkasını mı dönecekti?

Onların intikamını ve kendisinin intikamını alacaktı!

Belkide artık kim olduğundan çok yapacaklarına odaklanması daha iyi olacaktı. Çektiği onca acıyı bu yolda unutabilirdi belkide? Sert ve hırslı bakışlarını meydana toplanan alplerinde gezdirdi. Hırs tüm vücudunu sarmıştı ve tek istediği artık savaştı. Kulağını tıkadığı her şey, yazdığı kitabındaki sözleri değiştirmesine neden olmuştu.

Artık, savaş vaktiydi.

Hançer için daha dün gibi acısı taze olan o gün... Henüz bir devlet adamı olmasa da kiminle düşmanlık kuracağını pek ala biliyordu. Balamizler... Onları buraya kim sokuyordu? Tabiki de amcası! Şimdilerde bir zavallıdan başka bir şey olmayan amcası!

Sırf onunla uğraşması için yeni müttefiklerinden destek almaktan çekinmemesi hayli cesaretliceydi. Aklında hala yıllar önce Ulu Bey’in söylediği savaş ile alakalı zaman ve yer merakı vardı. Ama artık bunu merak etmiyordu. Çünkü, bu bir savaş değildi. Bu artık bir var oluş sorunuydu.

Ortada bir adaletsizlik ve alçaklık vardı. Onu ilk defa bu kadar öfkeli gören askerler birer ikişer yutkunmuştu. Ondan öyle bir korkuyorlardı ki o istemezse kimse yemek yiyip uyuyamazdı. Zafiyet göstermekten ölümüne korkarlardı.

Hançer’i bu hale getiren de babasından kalma prensipleriydi. Sesindeki emir veren ton asla başarısızlık ve mandacılık kabul etmeyen bir komutanı andırıyordu. Bu sebeple babasının bir küçük kopyası olmayı asla reddetmiyordu.

Baştaki Kağan’ın yaptığı şey belliydi. Töreyi çiğniyordu ve hala da baştaydı. Bu bile Hançer ile aynı safta durmalarına yeterdi. Üstelik böyle bir hanedan üyesine mandacılığı kabul ettirmeye çalışmak eşittir başarısızlıktı. GİRAY HANLIĞI , üstlerindeki gökyüzünün gittiği yere kadar toprakların olduğu ulu devlet... şimdilerde eski şan ve şöhretini ayaklar altına almıştı.

Düşmanı oldukları devlet ile Kağan Giray, toprakları koruma anlaşması yapmıştı. Bu bir basiretsizlikti. Bu bir acziyetti. Baştakiler böylelikle sözde dış tehlikelere karşı onlar tarafından korunacaklarını ve barışı elde tuttuklarını ileri sürüyordu. Ama gerçekleri Hançer görüyordu. Ve bu hareketleri Hançer’i saklandığı delikten çıkarmaya yememişti.

Hançer haberi aldığı andan beri herkesten habersiz saraya sızma harekatı düzenliyordu. Ama lanet olsun ki o sarayı nasıl korudularsa kendi adamları bile bugünkü kullanacağı yolu dahi güçlükle bulmuştu. Saraya girme yasağı olan Hançer, tam on yıldır adeta bir suçlu ve hain gibi saraya sokulmuyordu o da meydana getirdiği yaptırımlar ve yer yer çıkardığı isyanlarla otoritesini gösteriyordu. On yıl ve oba baskınından evvel...

O günden hala çıkamasa da çok iyi bir hesapçıydı. Sindirildiğini düşündürecek kadar uzun bir süre susmuştu. Yani en azından herkes öyle biliyordu.

Atının üstüne çıkıp meydanı taradı. Elini alplerin üzerinde gezdirerek bölümlere ayrılmalarını sağladı. Herkes akıp giden saniyelerle bir şeylerin farkına varıyordu. Bağlılık gösteren alpler, devleti karşılarına almıştı. Vur dediğini vurur, git dediği her yere gidebilirlerdi. Cesareti ve kendinden asla taviz vermeyen asil hareketleri onu herkesten ve her şeyden farklı kılıyordu.

Subaşına döndü. Hepsi onu ilk defa bu kadar atak ve seri görüyordu. “Alplerin sayısını azalt, ambar inşasına gidecekleri ayarla subaşı.”

“Buyruk senindir , Hançer Hatun!” Subaşı, alpler ve beyler çok heyecanlıydı ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama komutanları biliyordu. Kuralsızlık onların kaderiydi. Bir yasağı delecekti! Alenen bir başkaldırı ve isyandı bu. Gözle görünen yeni ve en büyük başkaldırı.

Bir oyun kuruyordu, bu sefer tek yönlü gibi görünse de kendi içinde çok karmaşık ve dikkat gerektiriciydi. İşin sonunda o korkulu gelecek vardı ve bu gelecek için var gücüyle çabalayacaktı. Çünkü o korkulacak ve korunması mutlak biriydi. En azından birilerini yeniden yaşatacaktı.

Bazı kahramanlar, ölmenin de bir görev olduğunu bilir ve buna göre yaşardı. Savaşta onun alacağı dört tane intikam vardı ve o görevini kısa süre erteleyecekti. O intikamını aldıktan sonra ölecekti.

İntikamının adı: Baba, oğullar ve kızdı.

Eğer, çıktığı bu yolda başarılı olursa, ölü bir hanedanı ayağa kaldıracaktı! Ona bu kalp ağrısını, yalnızlığı yaşatandan intikam alacaktı. Onlardan kendi babasının ölümünü engelleyemeyişi ve sevdiği o üç çocuğun ölümüne ferman çıkartmasının intikamını alacaktı! Kendisinden sonraki nesli ancak böyle ayakta tutabilirdi.

Hançer Hatun, son derece kararlı ve hazırdı . Zırhından kılıcının kabzasına kadar beyaz teninin tersine siyahlara bürünmüştü. Artık bu iş için her ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Kadife gibi beyaz tenini saran siyah zırhın altında son derece vahşi bir kaplanı andırıyordu . Başını gökyüzüne doğru çevirerek havayı içine doldurdu . Özgürlük ve bağımsızlığını satan herkese tekrar kinlenmişti.

Zırhın sıkıştırdığı vücuduna inat yükselen göğsü, içindeki havayla bayram etti. Alp, kalkış borusunu öttürdü. O kalın ve yankılı ses kulağına geldikçe belli belirsiz bir tebessüm yayıldı dudaklarına ve gökten inen bir şahin gibi kavisli, keskin, can alıcı bakışlarını tekrar meydanda gezdirdi.

O gün bugündür, güzel bedeni sürekli darp izleri ve kılıç kesikleri görmüş, ela gözleri uykuya hasret kalmış, kadife elleri kan görmüştü fakat yine de yıkılmayıp ayakta kalarak devleti eline alacağı gün için gece yatmamış gündüz oturmamıştır.

Bu deli cevval Hatun, son derece güzel olması ile obasının dilinde bir masal gibi dolaşır dururdu. Hiçbirine verecek bir karşılığı yoktu. Sevilmeyi o kadar aramıyordu. Sevdiklerini korumak da pek bir elzemdi. O, yol açtığı yıkımın farkındaydı. Ve yol açacaklarının da. Bu sebeple ona tutunmalarının arkasındaki sebebin sevgi yahut aşk olmasından çok hırs ve inanç olmasını tercih ederdi.

Pekâla biliyorlardı ki bir Hanlığı yıkacak olan o lanet gerçek olmuştu. Giray Hanlığı, üç günün içinde hiçbir veliahtı kalmamış bir şekilde yeni bir güne uyanmıştı. Bağlı oldukları yazılı ve sözlü kuralların tekine dahi uymamışlardı. Kan tüm diyarı boğmuştu. Tüm küçük melik ve melikeler bir haftanın içinde öldürülmüştü. Hal böyle olduğunda Kağan tekliğini ilan etmeliydi ve devleti başka devletlerin varlığı ile bütünlemeliydi. Ama bu planlarını da bozmuştu. Biri vardı ki, ona kimse dokunamamış planları yok etmişti yeni baştan.

O kişi, Hançer Giray’dı. Hayatını yaşayacağı tüm zulüm karşısında yeniden kazanmalıydı. Onunda yapacağı tek bir şey kalıyordu. Genç ve tecrübesiz bir varisin yok sayılmayacağını aksine yok saydığını gösterecek yapacağı tek bir şey kalıyordu:

Saçlarını açmak...

Eli, saçlarına usulca gitmişti. Titreyen parmaklarına emir veriyor ama o parmaklar söz dinlemez bir hale bürünüyordu. O artık bu hanlığın parlayan son güneşiydi. Bahtını da tahtını da usulca açtı. Gece siyahı uzun dalgalı saçları vardı lakin bunlara bakan ve sevdiğini söyleyen bir Berk olmadıktan sonra hiçbir anlamı yok gibiydi. Sanki Berk'i her gördüğünde saçları biraz daha uzar gibi gelirdi Hançer’e.

Yok sayılmayacağını yok saydığını cümle cihana duyurmuştu.

Eline aldığı makası acımadan vurdu tutamlarına, kısacık kalmıştı nihayetinde. Hiçbir gittiği yerde başını kapatmaz, her yere tüm varlığı ve özgüveni ile giderdi. Gözünün önünden geçip giden şu kısa ve acı kokan hayatı burnunun direğinden ciğerlerine koşarak indi. Meydana doluşan halkın uğultuları kesik kesik kulağına ulaşıyordu. Onlar için diken üstünde denilebilirdi.

Kulaklarını bir kurt gibi kullanarak bir şeyler sezinlemeye başladı, Hançer Hatun. Nasıl bir yetenekti ki karşısındaki ormanda gezinen çaşıtlarının yaydığı kokuya ve seslerine dek bilebiliyordu! Basit birkaç duyumdan sonra rahatlamış ve mutlu olmuş gibi gözlerini kapattı. Pürüzsüz yüzüne kocaman bir huzur yerleşti .

Herkes onun bu gizemli halini seyre dalmıştı. Meydanda çıt çıkmıyor garip bir itaat halindeydiler. Şuanda onları neyin beklediğini bilmeden öylece gelecek buyruğa teslim olmuşlardı.

Gözlerinden okunan mis gibi huzur ile subaşına döndü. Gözleri sabahın ilk ışıkları ile sarhoş edici bir güzellikte ve masumlukta bakıyordu. Bu bakış subaşının tökezlemesine sebep oldu. Nasıl bu kadar güzel ve masum bir bakışa sahip olabilirdi? Sessizliği arttıkça herkesin de gerginliği hat safhaya çıkmıştı. Bir anda atının dizginlerini sertçe çekip atı şaha kaldırdı.

“İntikamınızı alacağım!”

Adeta gökten inen bir kartal gibi asil, görkemli ve tehlikeliydi. Hareketleri ve at kullanışı tamamen aykırı ve hırs doluydu. At kendi etrafında iki kere dönerek sabırsızlığını belli edercesine hareketlendi.

“Alpler, ilk olarak ambar inşasına bakılacak. Tegin’in uygun gördüğü tüm alpler orada çalışacak! Bir grupsa Balamiz İpek Yolu karakollarına hasar verecek. Ama merak etmesinler, onlara en yakın zamanda tekrar geleceğimizi söyleyin.”

Bakışları Timurtaş ‘a değdi ve ela gözleri ikaz edercesine kısıldı. Daha sonra atını dehleyerek ardında çağlayan bir dereyi andıran alpleri önderliğinde obadan son sürat ayrıldı. Timurtaş ardında kalan sessiz obaya şöyle bir göz gezdirdi. Meydana bıraktığı etkileri takdire şayandı.

Halk sevinçle cıvıldamaya gözü yaşlılarsa gururla omuzlarını dikleştirdi. Hançer halkına halkı da ona çok benziyordu bu halleriyle.

Rüzgar, pürüzsüz yüzünü yalayarak saçlarını havalandırıyor , birazdan arşa uçacakmış gibi dört nala atını saraya sürüyordu. Pelerini at üzerinde geriye doğru uçuyordu. Bu haliyle fazlasıyla destansı bir kadın olarak görünüyordu. Timurtaş’a inanıyor ve ona obayı teslim ediyordu. Atabeyinden sonra obayı bir tek ona emanet edebilirdi. Obanın dış kapısından son sürat çıktı. Çatallı yolu hiç sarsılmadan geçtiler.

Tüm alpler obadan çıkmış uzunca bir kuyruk oluşturmuşlardı. Hepsi tek sıra halinde en önden giden Hançer Hatun’u takip ediyordu. Hançer, atını daha da şahlandırıp iştahlandırarak hırslanmasını sağlıyordu, atta kendini bir yarışta zannedercesine daha çok koşuyordu. Büyük bir yol ayrımına kadar böyle koşmaya devam ettiler, Hançer ve Aktolga.

Saraya dönen yolun bakımlı ağaçları gözüne çarpınca sol elini yumruk yaparak ardındaki seli durdurdu. Alpler hızla durup ondan gelecek emre boyun eğdi. “Şimdi, saraya giderim. Sizlerde subaşı ile birlikte tam dediğim mevkide ambar temelini atacaksınız. Olur da bir aksilik çıkar görev tehlikeye düşer vur emri verilmiştir!”

“Buyruk senindir Hançer Hatun!”

“Diğerleri! Sizler de karakolları istediğiniz gibi yağma edin. En başta da ocağına ateş düşen ailelere yardım edin. Yağmalarınız ile gençleri ateşleyin. Ordum için her şeyin kusursuz olmasını istiyorum.”

“Buyruk senindir Hançer Giray!”

Ormanlık alanın ortasında koca bir uğultu kulakları doldurmuştu. Dolu yüreklerin anlamlı, gür sedaları idi çıkan ses. Herkes diğer yol ayrımına gitmişken Hançer kuşağına sıkıştırdığı siyah maskeyi yüzüne gerdi. Sadece gözleri görünecek şekilde tüm yüzünü örttü.

Bu işi yaparken biri tarafından izlendiği hissi pek bir ağır basmıştı. Başını çevirip arkasına bakınca oradan sadece bir kurdun geçtiğini gördü. Bu ona çok ters gelmişti. Bir kişi vardı ve nicedir kendisini izlediğini düşünüyordu. Can sıkıcı olsa da zararsız olduğunu anladığı günden beri bu durumla ilgilenmez oldu.

“Gerçek yüzünü bana gösterene kadar beni izlemeye devam et. Sana vereceğim bir açığı bekliyorsan ,ki ben açık vermem, bunu çok bekleyeceksin.”

Hançer başını iki yana sallayarak önüne döndü ve eskisinden de hızlı ama nara atmadan saraya doğru atını sürmeye başladı. Hızla çıkan nefesine karışan at sesleri ile kulaklarını arkasına odakladı. Saraya giden yol hem engebeli hem düz iki yoldan oluşuyordu. Bundan dolayı o engebeli yol pek tenha olurdu. Hançer bulduğu gizli yola burdan ulaşacaktı.

Şayet bugün burda böyle bir tehlikeye girdiğini dostları görseydi onu deliye çevirirlerdi. Dua ediyordu ki hepsi görevdeydi. Atının üstüne bedenini bastırarak gizlenirken burnuna belli kokular çalınmaya başlamıştı. Dikkat kesildiğindeyse seslerin takipte olduğunu fark etti.

Gelenler vardı ve onlar bir değil tam üç kişiydi. Kılıcını havaya kaldırıp arkasını kollarken aralarındaki mesafeyi koruyor oluşları gizlenerek takip ettiklerini belli ediyordu. Hançer Aktolga’yı ustaca geri döndürdü ve şaha kaldırıp arka ayakları üzerinde ileriye yürüttü . Düşme tehlikesine rağmen yaptığı bu hareket ardındakileri bozguna uğratmıştı. Ardından gelen atlılar onun bu ani duruşu ile durakaldılar.

Hançer, rüzgardan savrulan saçlarını geriye doğru atarak atlılara baktı.

“Delirdin mi sen ! Sana kaç kez böyle at durduramazsın dedim?” En öne çıkan heybetiyle dağları kıskandıracak bir adam , hilal gibi uzattığı bıyıkları ve kara kıvrık kirpikli gözlerindeki öfkeyle ormanı inletiyordu. Kemikli ve sivri yapıya sahip yüz hatları epey öfkeli biri olduğunu ifade ediyordu.

“Belli ki biz ona hiçbir şey öğretemiyoruz, Aslantaş. Baksana yanına kimseyi almamış. O Kağan, seni öldürsün diye mi tüm bu çaban?” diyen bir kadın sinekli beyaz atını öne doğru çekerken çatık kalın kaşlarının ardından ona doğru geliyordu. Bir Kuzeyli kadınıydı bu kadın. Atıyla cümle civarlara hükmeden bir tipi vardı. Yıkılmaz bir dağ ve vazgeçilmez bir komutan... Gökçe.

Bir de yanlarında onlardan alakası olmayan cılız bir herif göze çarpıyordu. Kekeleyip konuşmaya başlamıştı. “Ben, yani Hançer gayet haklı. Doğru düşünmüş tek gitse daha iyi ayrıca tek olmak büyük bir manevra kabiliyeti demektir. Onun her şeye bir planı vardır, ona güvenin.” Herkes gözlerini belertip konuşan adama bakarken Hançer gülümser bir ifade ile konuşan bu sıska, boynundan aşırdığı beyaz çantası olan adama bakıp teşekkür belirtti.

Adam çok zayıf ve sağlıksız görünüyordu. Onun veba taşıdığına yemin edebilirlerdi yaş aldıkça. Bakışlarını sık sık kaçırıyordu, onu tanımasalar daha önceden bir köle olduğunu düşünürlerdi. “Sen sus , Yiğitcan!” diye bağırdı Gökçe.

“Gökçe doğru söylüyor Yiğitcan, sana konuş denilince konuş!” diye gürledi Aslantaş. Aşırı kalın, adamı tutsa nefessiz bırakacak gibi iri duran kollarını birbirine bağlarken sert ve merhametsiz suratını daha da gererek cevap beklemeye başladı. Hançer , başını iki yana sallayarak gözlerini kapadı. Bu üçlü yine formundaydı.

Aslantaş ile Gökçe kavgacı ve dediğim dedik iki baskın karakterdi. Biri Kuzeyli diğeri ise Yukarı Giray Hanlıydı. İki farklı insanı yine de bir çatı altından tutabildiğine çok seviniyordu. Onlara inat sinsice kıvrılan dudaklarındaki gülümseme ile Yiğitcan’a baktı. Bu ikisini asla yanına tercih etmezdi.

O halde her şeyin tam tersini yapmalıydı. “Haklısın, sizleri tehlikeye atamazdım. Sizi ne kadar sevdiğimi de en iyi siz bilirsiniz bence. Gidişim bu yüzdendi.“ dedi. Sözleriyle Gökçe sırıtırken Hançer tekinsiz bakıyordu. Aslantaş şaşkınca elalarını izledi. “ Seni tanımasam bal kaymağız diyeceğim ha!“

Hançer gür bir kahkaha atmıştı. Üçlü onun kafayı sıyırıp sıyırmadığını düşünüyordu artık. Nihayet kendini dizginleyebilen Hançer söze girmeyi başardı. ”Balız kaymağız ama şu da var ki orda bana yapılacak muameleyi kimsenin görmesini istemiyorum. Bir kan akacaksa da o benim kanım olmalı bir sorun varsa bunu bir tek benim çözmem gerek.”

Aslantaş ve Gökçe kaşlarını çatarak atlarını onun yanına çektiler. “Ne demek bu ? Biz gelmeyecek miyiz şimdi!” diye gürledi Gökçe. Hançer gözlerini silip aşını salladı.

“Doğru duydun, gelmiyorsunuz!” Aslantaş daha da celallenip “Hayır efendim, geleceğiz. Seni onların arasında asla bırakmayız.” dedi bir adım daha ilerleyerek. Hançer haklı oluşunu bir kere daha kanıtlamıştı, gülerek atının dizginlerini sertçe çekti ve gözleri ile Yiğitcan’a gel işareti yaptı. Gökçe öfkeden deli olmuş bir vaziyette elini yüzüne götürdü. Aslantaş ise sinirden terliyordu.

“Ne demek bu?” diye araya girdi Aslantaş dişlerini sıkarak. Hançer, “Olay şu,” dedi gülüşü ile Yiğitcan’ın yanına gelmesini izleyerek . “Çıldırmışsın sen!” diye girdi araya Gökçe. Hançer konuşmak için sıra beklemeliydi anlaşılan. “Evet asıl olay da şu, “ derken Hançer, “İzin vermiyorum dedim sana !” diye bağırdı Aslantaş. Hemen ardından lafa Gökçe Hatun atladı.

“Bırak Aslantaş, ne hali varsa görsün. Bakalım o cılız şifacı ile ne yapacak sarayda? Gidebilirsin.” Ters etki yapacağını uman Gökçe , hareketlenip gitmek üzere olan Hançer’i yolundan dönmemiş bir halde görünce hata yaptığını anladı.

“Senin aklına uyanda kabahat , bende sanıyorum durduracak bir şeyler dizecek!” diye bağırdı Aslantaş Gökçe ‘ye. “Çok biliyorsan sen atılsaydın, inadını bilmez gibi konuşma!” Hançer ikilinin kavgasını sahte bir hayretle izledi ardından zafer dolu bir gülümsemeyle saray yolunda at koşturdu. Süslü biçimlerde kesilen ağaçlar, rengarenk ekilmiş her çeşit çiçek ve koca koca duvarlarla çevrilmiş saray girişi yolunda bir anda atından inip sarayın orman yoluna doğru girdi.

Eğilerek adeta bir katil gibi surların en dibine kadar koştu. Onun özgürlüğü yoksa kimsenin olamazdı. Arkasındakini beklemeden koştu, nihayet vardığında derin bir nefes aldı ve surun üstüne tırmanmaya başladı. Yiğitcan ona ağzı açık bakarken Hançer’in onu neden yanında getirdiğini şimdi çok net anlamıştı.

O bunları asla yapamaz, diğerleri gözü karalık yapıp arkasından gidebilirdi.

Hançer, surun yarısına kadar geldikten sonra bir aralığa yerleştirilmiş üç adet taşı gördü. Onları alıp surun arkasına doğru fırlattı. Başını surun sıcak taşına yasladığında yanından akıp giden bir karaltı gördü. Siyah halata tutunup yukarıya doğru bir dakikada tırmandı. Surun gözetleme noktasında bir açık vardı. Askerler gizli gizli şarap almak için bu kör noktayı ayrı bir değerlendiriyordu.

Bundan kimsenin haberi yoktu. Kendisinden başka. Gözetlemenin oradan aşağıya samanlığa doğru indi. Halatı oradaki pencereden aşağıya doğru sarkıtıp kuvvetlice bağlarken buna bir daha ihtiyacı olacağını biliyordu. Yeni dinin tapınağının altı su gideri için boşluktu. Avucunun içi gibi bildiği sarayda emin ve sesiz adımlarla hedefine ilerledi.

İçerilere girdikçe yollardaki kan birikintileri geceleri rüyalarına giriyordu , sarayın vicdanı nasıl bu kadar rahattı? Ahali şimdiden bölük bölük olmuştu, kimi tarikatlara kimi ne olduğu belirsiz insanlarla anlaşarak dağa çıkmış yağmacılık ile birbirini eziyordu. Ve en kötüsü bunların hiçbiri sarayın kulaklarına çalınmıyordu.

Burada zevke, şatafata , eğlenceye ,içkiye, şerbete düşmüşlerdi.

İnsanlar, kızılcık şerbeti içmeden kan kusuyordu, bu insanlar buralarda nasıl rahat bir uyku çekiyordu?

Devlet yöneticileri rahatlık, eğlence ve oyunlar ile günlerini geçirirken , sınır boylarında nice obalar aileler konacak yer yiyecek ekmek bulamıyordu. Küçücük çocukların, kadın, kızların , beli bükülmüş yaşlıların çektiklerini bu saray hiç mi duymuyordu! Geçen gün kapısına gelen bir aile yüzüne tükürmekten beter sözler söylemişti.

“Ailem ve daha niceleri Balamiz zulmünden bu diyarlara göçtü, sade kuru canımızla değil nice davar ve at sürüleri ile beraber. Ne bir han verirsiniz ne de konup aş pişirebileceğimiz bir yurt ihsan edersiniz. Bu mudur sizin beyliğiniz, sultanlığınız! Geçen gün başı boş Balamiz atlı süvarileri obaya daldı. Nice canlar , evlatlar yetti! Nerde sizin devletiniz!!!” Gördüğü şatafatlı mekanın aklına getirdiği tek şey bir oba beyinin söylediği bu sözler olmuştu.

Gönlündeki yanan ateşi harlayan bu saraya öfkeyle baktı, çatılan kavisli kaşları altında kararan gözlerini içerileri görmek ister gibi kıstı . O içerisinde daha nice dalaverelerin döndüğünü bir defa bulaşanın ölüsünün çıktığını bildiği saray elbet dize gelecekti. Ne çok istiyordu bunu.

Hesap vermez, asi , korkusuz ve ciddi adımlarla divanın toplandığı odaya doğru adımlıyordu. Sık sık ardına bakıyordu ama asıl tehlike kapı nöbetçileriydi. Onları da aşacaktı zira bu sarayı temelden sarsacak yegane kişi ve tek varis Hançer Giray’dı!

Kapı nöbetçileri, ellerindeki kağıtlardan avuçlarına bir şeyler döküyor ve ardından onu ağızlarına atıp birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Bu Hançer için paha biçilemez bir şeydi. Askerlerin bir sonraki ellerini ağızlarına götürme faslını sükunetle bekledi. Ve işte o an gelmişti.

İleriye bir yılan gibi atıldı ve iki nöbetçininde nefesi boyunlarından akan kanla kesilivermişti. Onları düşmeden yere yatırdı ve içeriye giden o koridoru dinledi. Evet kimse yoktu ve sessizdi. Eğilerek yine koridoru geçti. Sola döndüğünde gülümsemişti, artık hedefine bir adım kadar bir mesafe kalmıştı. Adımını atıp divan denilen kapıyı tüm gücüyle kırarcasına tekmeyle açtı. İçerideki şaşkınlık nidaları artarken o girdi içeriye:

Siyahlar içinde, tek görünen yeri gözleri olan ve bugün buraya bir ihtilal yapmak üzere gelen Hançer Giray! Çifte kılıçlarını hızla havaya kaldırdı. Birini önüne siper etti diğerini de onun çaprazında tutarak içerideki üstünlüğünü eline aldı.

Kağan Giray, kölesinin önüne serdiği küçük bez parçasını kaldırmasını izlerken küçümser bir tavırla kapıya baktı. Onun kim olduğunu elbette anlamıştı! “Yürek Giray,“ dedi sanki onu her gün anıyormuş gibi. “Girayoğuşları beyi. Safa getirdin(!)” Ela gözleri saf kin akıtan Kağan Giray, koca cüssesini yavaşça tahtından gevşetti. Yanındaki köleleri eliyle dışarıya kışkışladı. Hançer son derecede soğuk ve hafife alınmayacak kadar ağır bir sesle yüzündeki maskeyi asla kaldırmadan bağırmaya başladı.

“Ne kadara sattın devletinin ve milletinin istikbalini , Kağan Giray!” Ağzından lav fışkırıyordu. Kağan Giray, iğrenç bir şekilde gülmeye başlamıştı . Bu sarayda çok değişik içkiler dolaşıyordu , aksi halde böyle aptal oluşlarının başka bir açıklaması olamazdı.

Kağan Giray başını başka tarafa doğru çevirdi. “Benim kimseye vereceğim bir hesap yok, Küçük Şeytan!” Hançer ona tiksinir gibi yüzünü buruşturdu. “Sen zaten hesabını veremeyeceğin şeyleri yaparak şu anda en büyük hatayı yaptın, zavallı!” Ardından sesini yükseltti. “Kağan şahıs Giray, intikam istiyorum! Artık karşındayım ve kartları açık oynamaya geldim!”

Gözlerinde çok net bir kinle kararlılık, patlamaya hazır bir volkan vardı. Kağan Giray , küçümsediği yeğeninin öfkeden değişen yüzüyle oturduğu yerde kaskatı kesildi. Öfkeden titreyen bir sesle boğazından konuşmaya başladı.

Çünkü biliyordu Hançer ölmezdi!

“Hadsiz, Yürek Giray! Burnunu hep seninle alakadar olmayan şeylere batırıp duruyorsun! İşte sen küçükken de böyleydin! Ölmeni dilerdim ama şansını kaybettin!” dedi. Hançer, tek görünen yeri olan gözlerini kısarak bir adım öne attı. “Tehlikeli ve serttin! Tıpkı benim gibi. Ama tebrik etmeliyim ki sonunu beklediğimden de hızlı getirdin.” Alaylı gülüşünü duydu. Hançer kaşlarını çatmış anlamayan bir ifadeyle ona baktı. “Ne demek istiyorsun sen?” Yaşlı Kağan, ona aldatıcı bir şekilde baktı.

“Sen, kim olduğunu sanıyorsun? Sen Kağan Börü Giray’ın kızı olduğunu mu sanıyorsun? Şu haline bak! Baban asla elinden kaptırdığı bir makam için saray basmaz! Asla yenildiği meydana geri gelmez! Sen, hiçbir zaman onun kızı olamadın. O, benden nefret etse de benim ona hazırladığım ölümü gördüğü halde töreyi çiğneyip beni öldürtmedi. Çünkü istese de istemese de benim kağanlığımı kabul etmişti!”

Sözleriyle Hançer’in beyni adeta uyuşuyordu. ”Sen, ilk defa benim elimden süt içtin. İlk defa benim verdiğim etten yemek yedin, babanın değil! Seni, bugün yaşatan benim, ondandır bana benzemen! Seni kendime benzeten de yine benim. Yanılıyor muyum?” Hançer elindeki kılıçları taşıyamaz hale gelmişti. İnkar ederek başını hırsla iki yana sallıyordu.

“Yalansa yalan de, Veliaht! Bana yalansa yalan de. Hadi, inkar et bana benzemediğini? Saçların benimkilerle aynı renk. Gözlerinin her bir rengi tamamen ben. Boyun, yürüyüşün aklın ve hırsın!.. Sen, gerçekten kim olduğunu sanıyorsun ha? Sen, bugün kendinle savaştığını göremiyor musun?” Kağan Giray başını iki yana salladı.

“Seni de o gün öldürmem gerekti.” Yaşlı yüzünde küçümser bir bakışla onu baştan ayağa süzdü. “Babanı öldürdüğüm o gün bana bilmeden yardım ettiğin o anda en başta senin nefesini kesmeliydim. Çocuklarımınsa ölümünü senden sonraya koymalıydım.” dedi hırsla. Hunharca bir zafer kahkahası patlatarak tahtın koltuk kısmına eliyle neşeli tıkırtılarla vurdu.

Hançer, delirmiş gibi bir hışımla çektiği kılıçlarını ileriye savurdu. Kağan Giray gevşek gevşek konuştuğu ağzını kapatmak zorunda kalmıştı. Çünkü kılıç şuan şah damarına çok yakındı. Etrafta yarı çıplak köleler dışında kimse yoktu. Hançer, öfkesiyle kendini kaybetmiş, beynini neredeyse hissetmiyordu.

Yaptığı hainlikleri biliyordu ama babasını, amcasının öldürdüğünden emin olmak istemiyordu. Daha doğrusu, babasının yerine geçenin bunu yaptığını bilse de hep bir inkarı vardı. Tüm nefret ve kimine rağmen hala bir umutla susmuştu.

Ela gözlerinden okunan acımasızlık şuanda bu sarayı kan gölüne çevirecek derecede yoğundu. “Bana bu kadarını yapmadığını söyle, Giray Bey!! Ruhunu şeytana satmadığını söyle!!!”

Kağan Giray zafer kazanmış bir eda ile buruşuk suratını kırıştırarak süslü yüzüklerin dolu olduğu parmaklarını şıklattı. “Sen de, Veliaht. Sen de o ruhunu tıpkı benim tahtım için yaptığım şekilde kara şeytana satacaksın. Kadınca...” Hançer kılıcıyla boynuna bir hamle edecekken tahtın ve duvarların arkasından çıkan yüzü gözü kapalı onlarca asker, Hançer’in etrafını sarmaya ve mızrak, kılıç ve daha bir sürü kesici aleti vücudunun en hayati noktalarına bastırmaya başladılar.

Köşeye sıkıştırılan bir kurdun öfkesi ile birer ikişer , askerlerle boğuşmaya başlayan Hançer, önüne gelen tüm askerler yere serilse de yine ayağa kalkıp etrafına etten duvar örüyordu. Kan akıtmadan yere sermesi bile bu saraya gösterdiği en büyük lütuftu. Kendi etrafında dönerken kılıç savuruyor ama hiçbiri durmuyordu. Ellerinde kırbaçlar onu bağlamak için can atıyordu. Kağan Giray, acımasız ve içkili bir sarhoş gibi hareket ediyordu. Sallana sallana yanı başına gelerek küçümseyici gözlerle ona meydan okudu.

Hançer ileriye atıldığı her adımda biraz daha kılıçların boynuna batmasını engelleyemedi. Kağan Giray elini havaya kaldırıp ona vuracakken kapı nöbetçisi içeriye dalarak nefes nefese af diledi.

Hançer daldığı öfke nöbetinden bir anda sıyrıldı çünkü bu askerin yüzünden okunanlar hiç hayra alamet şeylerin olduğunu söylemiyordu. Bu saray zaten iyi şeylere şahit olmuyordu ki!

Etrafını saran askerlerden son bir hamleyle uzaklaşmak istedi lakin çekilmediler. Hançer’in yüreğine düşen ateş, korkusunu ve endişesini arttırıyordu. “Geçen gün başı boş Balamiz atlı süvarileri obaya daldı. Nice canlar , evlatlar yetti! Nerde sizin devletiniz!!!”

Giray Han , eğlencesi bozulduğu için öfkelenmişti . “Ne var !” diye bağırdı askere. Asker göz ucuyla Hançer’e baktı ama onu daha çok bir haine benzetti zira yüzü kapalı birini tek bakışta asla çıkaramazdı. Çekingen ve korkmuş bir şekilde ağzından tek bir kelime dahi çıkaramıyordu . Hançer içini saran panik dalgası içinde konuştu.

“Konuş asker, ne oldu ne bu hal de çabuk.” Hançer ılımlı çıkmasını beklediği sesinin endişe ile yoğunlaşmasına engel olamadı . Asker şaşkınlıkla konuşana bakarken ne haddine diye düşünmeden edememişti. Kağan Giray’a döndü.

“Han’ım, bağışlayın efendim bölüyorum! Size bir haber getirdim. Bağışlayın, dostumuz Balamiz Hanlık’ı vaktinden evvel topraklarımıza girmiş...”Hançer’in kaşları duyduğu isim ile birlikte hızla çatılmıştı. Başını sola yatırdı ,gözlerini kısarak askere baktı. Ne demek, vaktinden evvel? Ne demek girdi?

Asker başını güç bela havaya kaldırıp bir Hanlığı baştan ayağa değişime sürükleyen o malum sözleri söyledi. “Kağanım, Balamiz Hanlığı Doğu Obalarına girmiş... Maalesef henüz sağ kalan birine ulaşamadık.” Hançer başına şimşek düşmüş gibi ileriye atıldı. Başından da hızla kara maskeyi çıkardı. Hem kendi toprağını satıyor hem de içinde yaşayanlara can güvenliği sağlamıyordu öyle mi?!

“Ne demek, sağ yok?” Göz bebekleri olağanüstü bir şekilde büyümüş şokla askere bakıyordu. Doğu Obalarından sonrası demek Uyguri Madenleri demekti. Balamizler sırf madenlere ulaşmak için acele etmişti!

Etrafını saran askerler pis pis gülerek birbirlerine bakmaya başladılar. Onunla eğleniyorlardı. Vatan toprağını satan bir avuç şerefsiz utanmadan onunla eğleniyordu öyle mi? Onların bir anlık gafletlerinden yararlanan Hançer, etrafını saran askerleri çevik bir hareketle geçerek askerin yanına gitti.

“Ne zaman , ne zaman olmuş bu?” dedi elleri ile askerin yakasını tutup ileri geri sarsarken . Asker önce karşısındaki bu kadına baktı sonra da Kağan Giray’a. Ve o an anlamaması için aptal olması gerekti. Bu Girayoğuşları Beyi Hançer Giray’dı! O buradaydı ve gizlice girmişti.

Yaşadığına dair çok efsane vardı ve şuan burdaysa herkesi güzelce kandırmıştı ya da o öyle sanmıştı... Asker her zaman yaşadığı korkunun kat be katını yaşıyordu. Dili lal olmuş gibi başını öne eğmiş tek kelime etmiyordu. “Konuş derim sana asker , dilini mi yuttun!”

Asker kekeleyerek konuşmaya çalıştı. “Sabah olduğuna dair gözcülerden haber var efendim.” Hançer askere kocaman bir tokat atıp onu yere serdi. Asker hızla ayağa kalkıp kendini toparladı. “Gözcüler, ne ederdi o sırada ! Cevap ver , o hatta on iki gözcü vardı!”

Geçen gün gelen beyin şikayeti üzerine oraya gözcü birlik temin etmişti. Hem Uyguri Madenlerini hem de dostu Ptifordy’nin canını bu şekilde koruyacaktı. Asker kızaran yanağına ağrıyan çenesine rağmen hızla konuşmaya başladı. “Efendim o anda çoğu...” asker devamını getirince başına geleceklerden ötürü susmayı tercih etti.

Hançer bir aslanın acı kükreyişini anımsatacak derecede yaralı bir şekilde bağırmaya başladı. Elleri ile askeri yeniden tutup sarstı ve kapıya doğru itti onu.

Hançer buradan bilgi elde edemeyeceğini düşündükçe aklının kontrolünü kaybetti ve bugüne dek nadir görülen bir şekilde öfke krizi geçirmeye başladı. Hızlı adımlarla odada gidip gelmeye başladı. Gözleri beyninde kurduğu bin bir ihtimalin etrafında dönerken aklına gelen şey yüzünden zorla da olsa durmak zorunda kaldı. Derin nefesler alırken kalbi çok zorlanıyordu. Gözlerini açıp kapatırken askerlerin birer ikişer silahlarıyla etrafını sardıklarını gördü.

Artık eskisinden daha acımasızdı bu gözler. Bunu anlasalar iyi olacaktı. Kağan Giray, acımasız ve vurdumduymaz bir şekilde gözlerinin içine baka baka tahta oturdu. İki parmağını havaya kaldırdı ve askerlere o komutu verdi. “Eğlencemiz yarım kalmasın o halde, yakalayın.” Hançer buraya bir meydan okuma için gelmişti. Yıllarca başarmaya çabaladığı sızma harekatını başarmış ardından intikam ateşini onların pis canlarına dokunduracaktı ama gel gör ki nelerle karşılaşmıştı!

Ağzından gelen metalik tadı, tahtın önüne doğru tükürüp ağzını sildi. Ve artık ölümün hayat bulmuş halindeki gözleri usulca kurbanlarına doğru tırmandı. Kimsenin tahmin edemeyeceği bir hızda kılıçlarını kurbanlarına doğru yuvarlaklar çize çize savurdu. Öndekiler yıkılırken arkadakilere fırsat vermeden divan denen yerden çıktı.

Geldiği tüm koridoru giderken az önceki cesetlerle bağlantı kurmuş olacak ki yeni gelen nöbetçiler arkasından koşmaya başladı. Onlar da Hançer’in çifte kılıçlarından nasibini almıştı. Sarayın idare kısmından çıkarken arkasından onlarca asker koşuyordu. Kahretsin ki koridorlar çok dardı!

İkinci kata indiğinde onun gibi siyah giyinmiş birinin yan koridordan çıktığını gördü. Kılıcını boynuna doğru sallarken adam onun kılıcıyla kendi kılıcını havada çapraz karşıladı. Hançer gerisin geri kılıcını çekerken siyah giyinimli, ona doğru “Hemen gitmek istiyorsan oyalanma! Bu taraftan gel.” dedi.

Hançer, neyle karşılaştığını ilk birkaç saniye anlamamıştı. Ama şuanda arkasında yüze yakın asker vardı ve geri dönüşünü kolaylaştırması gerekiyordu. Siyah giyinimli, ki artık onun bir erkek olduğunu anlamıştı, arkada kendisi olacak şekilde ilerlerken hızla bir duvarın gizli kapısından onu içeri aldı .

Adam, eline aldığı meşale ile yolu aydınlatırken, “Nereye?” diye sordu. Hançer de “Samanlık.” diye cevap verdi. Karanlıkla aydınlık arasında on dakika kadar yürüdüğünde Hançer, bu adamın kim olduğunu bilmese de ondan iyi bir his alıyordu. En azından buna değer diye düşündü.

Nihayet bir kapıya vardığında adam kapıyı açtı ve geri çekildi. Hançer gördüğüne inanamadı. Burası direkt sarayın dışıydı. Dönüp adama bakacak oldu ama meşaleyi söndüren adam birkaç adım geride duruyordu. Hançer ona, “Sana samanlık demiştim.” diye karşılık verdi. Bir yandan da dışarıya çıkmayı ihmal etmedi. Adam, karanlıkta kendisini fark etmesini sağlayacak bir şekilde gülüverdi. “Önemli değil, bir dahakine kalsın o halat.”

Sözüyle duraladı. Halatla buraya çıktığını nasıl biliyordu? Hançer, adamın kendisini izlediğini anladığında her şey için çok geçti. Adam kapıyı kapatmış ve yok olmuştu. Nasıl bu kadar dikkatsizlik etmişti, ah Tanrım!

Hançer, çalılıkların arasında Yiğitcan’ ı bulmak için yürürken onu attan indikleri yerde gördü. Ona yaklaştıkça, gözlerinde kendisine karşı bir hayranlık parıltısı görüyordu. Bunu umursamadı. Eline atının iplerini aldı. Üstüne bir akrobat gibi tek kolla çıktı. Ama atla beraber yol almadı. İpler elinde önüne dalgın dalgın bakıyordu.

Yiğitcan, düşünceli duruşu karşısında kötü bir şeyler mi var diye düşünüp durdu. En sonunda dayanamadı. “Her şey yolunda mı Giray?” Dostları sinirlenmediği yahut başına bir bela açmadığı müddetçe ona hanedanın namıyla seslenmezdi. Ve gördüğü kadın için çok şey değişmiş gibiydi. Öyle bir dağılmıştı ki ifadesi korkuyla sorusunu yeniledi.

Hançer, atının kendi etrafında dönüşüyle arkaya dönüp geri önüne döndü. Yiğitcan omzuna astığı çantasını gergince tuttu. Bir şey olduysa sonrasını öğrenebilirdi en azından? “Şimdi ne yapacaksın peki?” Hançer de ilk defa bu şekilde düşündü. Yaşananların hezimeti içindeyken bir an ne yapması gerektiğini düşünememişti. Basitçe omzunu indirip kaldırdı. Aklına gelen ilk şey savaşı bu denli kahpece başlatanlara karşılık vermekti.

“Yapılacak bir şey kaldı, tüm bu aptal düzene karşı.” Yiğitcan, nedir diye başını sallarken aslında onun ne yapmak istediğini az buçuk anlamıştı. Hızla atlarını sarayın kuytu köşesinden çevirdiler. Hançer dağılmış, Yiğitcan tedirgindi. Uzunca atla yolculuk yaptıklarında, “Alp getirmemi ister misin Hançer? Tek başımıza gidiyoruz bu doğru değil. Gözcü birlikleri fazla uzakta değil “ değil diyerek bir hakikate değinmişti Yiğitcan.

Hançer onun sözlerini on beş dakika kadar duymazdan geldi. Uçsuz bucaksız bozkırda nereye gideceğini çok da emin olmadan ilerledi. Düşüncelere dalarken karşıdan tozu kaldırarak onlara doğru koşturan bir gurup gördü. Onların Uğru olduğunu derhal anladı.

Yağmacı haysiyetsizlerden olan bu gruba karşı derin bir öfke beslerdi obalılar. Onun buraya geldiğini gördükleri için gelmişlerdi. Canları kan istiyordu o halde.

Hançer kılıcını havaya çektiğinde Yiğitcan panik halindeydi. “Sana destek birlik alalım demiştim!” Hançer ona dönüp baktı. “Git getir o zaman, hadi.” diyerek onu şaşkına çevirdi. Hançer ciddi olmasa da onun hemen gitmesini de beklemiyordu. Sadece gülmekle yetindi dostuna.

Eğer altından kalkamayacağını bilmese ona kızmaya hakkı olabilirdi. Ama Hançer’in sabah beraber çıktığı alplerin uzaktan takip etmeleri işine geliyordu. Onları uyarıp harekete geçirmesi kısa da sürebilir uzun da... Şans.

Kılıcını ufuktaki guruba doğru kaldırırken birden fazla okun önlerini kestiğini izledi. Oklar yere saplandığında Hançer şaşırmıştı. “Bu kadar hızlı mı getirdin lan?” diye Yiğitcan’a şaşırmamış değildi. Ama sonra okun geldiği yere dönünce ordan yüzü siyah peçeyle örtülmüş bir adamın kendisine doğru yalınkılıç geldiğini görmesi şaşkınlığını artırmıştı.

Onu az önce gördüğünü biliyordu. O sarayda kendisine yardım edendi! “Yine mi sen?” diyerek atıyla onlara doğru gelen gruba karşı tetikte durdu. Adam nefes nefese kalmıştı. Ama güldüğünü anlayabiliyordu. Sanki bilerek susuyor gibi bir şeydi. Nefesiyle gülüyordu adeta! Ne kadar da öfkelendirici bir hareketti böyle! Sanki onun sesini merak ediyordu!

Onu, delicesine bir fikirle birkaç yıl önce sevdiği ismini dahi öğrenemediği sevdasına benzetti. Sadece bir an... O olabilir miydi? Kaşları gözlerine yıkılarak düşüncelerine küfretti. Etrafında gördüğü her insanı o sanmaktan, o sandıklarını da Berk’e benzetmekten bıkıp usanmıştı!

Adam iri cüssesi ve kudretli adımlarıyla ona doğru adımladı. “Yine değil hep ben!” diyerek sadağından bir oku çekip ona en yakın uğrunun boğazına çekip bıraktı. Adam atından düşerken diğerleri de oklarına sarılıp üzerlerine ok atmaya başladı. Ama okları atanları nerden geldiğini bilmediği oklar yere çoktan sermişti.

Hançer ona yaklaşan adamın uzattığı elini çatılan kaşları altından izledi. Bu ondan çekindiği için değildi. “Sen ne tür bir adamsın?!” diyerek elini ondan uzak tutarak atını şahlandırdı. Toz ve kanın birbirine girdiği alanda görünmez yardımcılar ve bir yardımcı Hançer’e eşlik ediyordu.

Kılıcını hırsla kaldırıp karşısında hamle yapan düşmanına indirirken kıvrak hareketleri yüzünden eli boşa düşmüştü. O anda daha çok sinirlenmişti. Diğer kılıcını tek bir anlık düşünce gücüyle derhal boğazına indirdi. Adamın çırpınan kanlı bedeni atından düştüğünde ormandan gelen at sesleri ile Yiğitcan’ın geldiğini anlaması kısa sürmüştü. Daha başını çevirip yüzüne bakacaktı ki adam onu tutup hızla yere yatırmıştı.

Elindeki kılıçlarını parmaklarını eklem yerlerinden çıkartarak yere düşürtmüştü. Hançer çıkan parmakları yüzünden bağırırken adam üstünlüğü ele geçirmişti. Şimdi adamın elindeydi. Siyah peçeyle örtülmüş ışıltılı elaya çalan gözlü yüze bakınca Hançer’in tek bir pişmanlığı vardı o da bu adama güvenmekti.

Yiğitcan’ın adını haykıran sesiyle adam gözlerini gözlerinden çekip hareketlendi ve kendi kuşağına sıkıştırdığı bir şeyi alıp Hançer’in zırhının içine yerleştirdi. Olayları anlamaya çalışan Hançer, üzerinden kalkan adamdan sonra derhal ayağa kalktı ve göğsündeki şeyi sızlayan parmakları ile avuçlayıp dışarıya çıkardı. Lanet olsun parmaklarını kullanamıyordu.

Derin inlemelerle çığlığını tutarak parmaklarını bileklerini kullanmaya gayret ederek yerine taktı. Gözlerinden acıyla damlayan yaşları yok etti derhal. O kağıda dikkatini verdi. Bu bir pusulaydı. İçinde de yazılar yazıyordu. Kağıdı açıp baktığında yazılan şeylerden ötürü donup kaldı. Güçlükle başını karşısına kaldırınca adamın bir ata atlayıp onlarca adamla uzaklaştığını gördü.

Yiğitcan yanında birlikten birkaç alple gelmişti ama Hançer bunu hiç görmüyordu. Yiğitcan’dan önce burda bir birlik varmış ki zaten! Onunla tekrar ne zaman yüzleşecekti ah işte bunu bilemiyordu. Bin bir çabayla kağıtta yazanları okudu.

 

 

Doğu Obalarını basan kişi, General Grey’dir. Babanı öldüren sadece Kağan Giray değil. Babanı öldürmesine yardım edenler arasında Balamiz ve Bankiz Kralları da var. Kuzeyliler bu kışı rahat geçirmek için büyük bir müttefik arayışı içinde, yerini bul... Savaş büyüyor, Ulu Bilge gelecekle ilgili sana söylediği o sözleri boşuna söylemedi! Önlemini al. Bir veba gibi her tarafın sarılıyor.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 08.03.2025 14:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...