
GİRİŞ: TANRI ZAMANI YARATTIĞINDA
~Yetişemiyorum, zaman nazlı bir varlık. Hiçbir şeye benzemiyor...~
Gökyüzüne doğru uzanan ulu dağların yeşille maviyi en güzel yansıttığı andı bu vakit. Yoğun sis güneşin yettiği tüm vadiyi, dağları, bozkırı ele geçiriyordu. Yeni yeşeren toprak, yağmurdan sonra pek bir huzurluydu. Zor gelirdi yağmur buralara ama gelince de çok güzel gelirdi. Günün son yemeklerini yiyen ve çoktan doyup eğlenceye dalan kuşlar artık ara veriyordu.
Cins cins kuş, ağaç dallarına yaptığı yuvalarına gerek taklalar atarak gerek gösteri yaparcasına dalarak uçuyordu. Kurtlar, yeşilin sisle örtündüğü kutlu tepeciklerde, altlarına serilmiş yeşil sonsuzluğa bakıyordu.
Doğanlar, şahinler, baykuşlar ve daha niceleri kendi gökyüzünde hüküm sürerken bu kurtlar tüm dünyaya tepeden bakıyordu. Yılkılar, onlardan çok uzakta sürülerini korurken diğer tarafta sıçan ailesi nemle dolan havanın keyfini çıkarıyordu.
Ovanın ağaçlarla yer yer kaplı olduğu yerden yükselen sesler, koşum takımlarını kuşanan atların musikisi vakti meraka sokmuştu. Kurtlar istifini bozmadan kısık gözleriyle kalkık çeneleriyle seslerin görüntüye dönmesini bekledi.
Derken en önde bir atlı göründü, bu atlının ardından kırk kadar adamı peşinden koşturan bir kudret vardı. Kurtlar ovayı bir top halinde yaran bu insanlara baktıklarında bugünün her günkü gibi olmayacağını hissetmişlerdi.
Sarı saçları belik belik, mavi çekik gözlerinde cesur bakışları olan, sert yüz hatlarına sahip bir atı tek oturuşta yiyebilecek kadar yiğit bir bey vardı önde. Ardına kattığı kırk kadar yiğit ile atlarını dolu dizgin koşturuyorlardı. Arkasından gelen atlılardan biri yanına yaklaşarak ona seslendi.
“Kuman Han! Kuman Han derim, dur artık!” Kuman Han durmadı. Duramazdı. Hırsla çattığı kaşları, sivrilen çenesi, kabaran kolları öfkeden deliye dönmüş birini tasvir ediyordu. Yokuşa doğru davrandıkları yolda atlar kuvvete gelerek coştu. Arkadan gelen atlı, kırk adama dönüp bakarak sıkkın bir nefes bıraktı. “Alplerimizi bu kadar yormamızın bize bir faydası yok!” dedi nefes nefese.
Yer yer canlanan çalıların at yolunu çevrelediği yolda yeni yeşeren bozkıra nazaran daha yüksek tek tük ağacın olduğu düzlüğe çıktılar. Arkalarında uzun ve gri bir sis vardı. Kuman Han, alpinin sözlerinin içinde meydana getirdiği sarsıntıdan dolayı ileriye sabitlediği bakışlarını ona çevirdi ve düz yerde atını sertçe durdurdu.
Arkasındakilerse bir anda durmasından ötürü etrafa dağılarak durdu. Kuman Han bağırdı. “Ya benimle kalır bu yolda yürürsünüz ya da sonsuza değin Karaca Hanlığı’nın kölesi olursunuz!” diye kükredi hiddetle.
Alplerden kara kaşlı kara gözlü yağız bir delikanlı öne çıktı. “Kuman, bize böyle dersin de sen ne edeceksin? Karaca Hanlığı’nın ne zalim olduğunu bilirsin. Gücü de ortada. Var olan büyük devletlerin yanında küçükleri tutunamaz.” Az önce ona seslenip duran kişi, Torun öne çıktı bu sefer. Alpler yavaş yavaş etraflarını çeviriyordu.
“Bak dostum... Şunca yıllık kan kardeşiyiz ama bir günden bir güne böyle hiddetlendiğini görmüş değilim. Bizi bile gözün görmez oldu. Karacalılara mı kızdın yine de böylesin yoksa dayılarına mı kızdın bilmeyiz.”
Kuman, ayak değiştiren atının dizginlerini çekiştirerek çevreye göz gezdirdi. İçinde birikenleri alplerine döndü ve haykırdı. “Biz, yıllardır onların zulmü altında ezilirken hep öğretilen neyse onu yaptık! Susun dendi, karşı gelmeyin dendi, boyun eğin dendi! Bunlar yiğit kişilerin yapacağı şeyler mi ha? İtiraf edin hadi!”
Kırk yiğit, başlarını öne eğdi. Torun, Kuman’ın omzunu tuttu. “Tüm bu aptal şeyleri biz de biliyoruz dostum. Bizlere yıllarca kaldıramayacağımız vergileri yüklediler. Kadınlarımızı saraylarında cariyelik yapsın diye kaçırdılar. Çocuklarımız küçük yaşta orduya alınıp türlü eziyetlere maruz bırakıldı. Evet, bizde memnun değiliz dostum... Ama söylesene, ne yapalım? “
Kuman Han, omuzlarını dikleştirdi. Geniş yapılı sırtı göğsünü şişirdiği gibi yaymışçasına esnedi. Sert bakan gök gözleri ovayı izledi. Başını usulca yana yatırıp nefesini verdi.
“ Artık karşılık vereceğiz. On yedi boy var bu topraklarda. Büyük bir ticaret yolu ve bir aylık uzaklıkta verimli topraklar var. Kimleri yanımıza alabilirsek kârdır diyeceğiz. Azdan az çoktan çok gider. Daha da durmayacağım. Yağmalar, kargaşa hatta savaş çıkaracağım!” Torun ve alpler dikleşerek silkelendiler. Çenelerini sıkıp çekik gözlerini Kuman Han’a sabitlediler.
“Sonuna kadar arkanda olacağız!” diye bağırdı Torun. Ardından diğer alpler gür sesleriyle bağırdı.
“Sen iste yeter ki bire bin hesap soralım!”
Kuman Han onlara gururla baktı ardından devam etti. “Ben, Giray Ata oğlu Kuman Han! Babamın bu fikri benim için bir ışıktır. Babamın hep dediği gibi, ’ Bozkırda ışığı takip eden yolunu kaybetmez!’ Ben babamın izinden gideceğim. Işığını bana devredip gitti. Ben de kuracağım devlete Girayoğuşları diyeceğim. Giray ailesinin devleti var olacak.”
Kırk alpi ve Kuman Han, on yedi beylikten sadece dört tanesiyle bu yolda anlaşabilmişti. Karaca Hanlığı, Kuman Han ve askerleri tarafından yirmi yıl boyunca savaştıkları en büyük düşman olmuştu. Kuman, önemli ticaret yollarını yağmalıyor daha sonrada ele geçiriyordu. Dört adet benliğin sayısı yirmi yılın sonunda ona yükselmişti. Artık istediği kadar askeri vardı.
Karaca Hanlığı’nın en yakın müttefiki Dahnek Hanlığı, şüphesiz en çok yara alan olmuştu. Gerek kuzeye yakınlığı olsun, gerek savaşmak yerine var olan barışı korumak istemesi olsun yirmi yılda ondan çok şey götürmüştü. Kuman Han, altmış beş yaşına girdiğinde mücadelesinin kırkıncı yılına girmişti.
Dahnek Hanlığı, Karaca Hanlığı’ndan on sene evvel yıkılmıştı. Yerine Zodyak adındaki bir kavim liderinin kurduğu Yakut adını verdiği bir devlet kurulmuştu. Hiç şüphesiz ki Kuman ve ordusu geçen kırk yılda birçok müttefik, toprak ve zenginlik elde etmişti. Bunların başında yeni devlet Yakut geliyordu. Ondan alabildiği kadar toprak alıp hükümdarlığını genişletmişti.
Karaca Hanlığı ise kendi içinde iki hanedana bölünmüş ayakta kalmaya çabalıyordu. Doğudaki toprağına kral, oğlu Bankiz’i batıdakine de oğlu Balamiz’ atamıştı. Bu iki kardeşin birbirinden güçlü zekası ilk başta Kuman ve ayağa kaldırdığı beş yıllık devletini, Girayoğuşlarını, zorlamıştı.
Müttefik olduğu beylikler ve başa gelen devlet adamları büyük bir ikileme düşmüştü. Doğan fikir ayrılıkları, başa geçme hırsını doğurmuş ve hiç istenmeyen bir iç savaş patlak vermişti. Kuman Han, bu cendereden ancak ve ancak oğlu Bahadır Giray ile çıkabilmişti.
Bahadır Giray, sert mizacı ve savaşın içinden geldiği için üzerinde büyüyen sorumluluk bilinci sayesinde sorun çıkaranları acımadan öldürmüş bu sırada babasına Bankiz ve Balamiz’i birbirine düşürecek onlarca bilgi getirmişti. İç savaşı durdurup dışarıya tekrar yöneldikleri vakit Kuman Han için ömür, tükenmeye başlamıştı.
Oğlu Bahadır, hem içte hem de dışarıda türlü badireler atlatırken savaş üstüne savaş gören Ulu Kuman Han üç yılını döşeğinde yatarak geçirmiş ve tahtını oğlu Bahadır Giray’a bırakmıştı. Bu esnada Balamiz ve Bankizler ne olursa olsun yine de birleşmiş ve bir ordu çıkararak savaş istemişti.
Bahadır, henüz elli yaşına yeni girmiş bir taze Han olarak ilk savaşına çıkmıştı. Savaş günler sürmüş kazanansa yılların demirbaşı Bahadır Giray olmuştu. Bu esnada saraydaki hanedan kavgası önü alınamaz hale gelmişti.
Bahadır en büyük evlat ve en kıdemli komutan olarak başa geçmesine karşın amca oğulları, kardeşleri bundan hiç memnun değildi. Koca Girayoğuşları o kadar büyük sınırlara varmıştı ki babasının nihayet arzu ettiği Karaca Hanlığı’nın yıkılışını görmüştü. Ama bu başarılara rağmen ailesi Kuman Han’ın vasiyetine karşı gelip Bahadır’a savaş açtı.
Bahadır, sülalesindeki bu ayrılmadan en az hasarı almasını istediği ne varsa kaybetti. Kendi karısı dahi, oğlu Doğan Giray’ın başa geçmesini destekleyenlere kulak asmış ve kendi savaş çadırlarına çekilmişlerdi. Bahadır Giray, altmış yaşına geldiği vakit Girayoğuşları büyük bir gerileme dönemine girmişti. İç savaş ve erkeklerin birbirini öldürmeye başlaması hanedan için ciddi bir risk haline gelmişti.
Bahadır Giray, kardeş kanı dökülmesin diye aman dileyen her kardeşini, akrabasını affetmişti ta ki bir gece ansızın çadırında boğazı kesilip öldürülene kadar...
Oğlu Doğan Giray, otuz beş yaşında kardeşleri arasında en sivri zekalı olandı. Çıkan iç savaş sonunda çok kan akıtmış nihayet yaşlı babasını önünden kaldırıp tahta geçmişti. Geçtiği gün de ailesinden kara deftere yazdığı herkesi tek tek öldürmüştü. Parçalanan Karaca Hanlığı’nın yerine torunlarının kurduğu yönetimleri tek tek barışa çağırdı. Sadece devletleri değildi. Kendini göstermek isteyen diğer beylikleri de çağırdı.
Yakut Hanlığı, Bankiz Hanlığı, Balamiz Hanlığı, Kuzey Hanlığı, Kızıl Kum Hanlığı, Kasırga Boyu, Kara Orman Boyu, Ural Beyliği, İdük Prensliği, Çoğalmaz Boyu...
Doğan Giray, atalarından aldığı toprakları ticaret yolu bakımından genişletmeye başladı. Ailesinde meydana gelen sorunları kanla çözer olması onun adını, “Kanlı Doğan” yapmıştı bu da barış ve savaşta büyük bir getiri sağlamıştı. Doğan Giray’ın üç oğlu beş kızı dünyaya gelmişti. Giray ailesinin son kırk yılda doğup büyüyen erkeklerinin çoğunun ölmesi bir sorun teşkil ediyordu.
En büyük oğlu, Börü Giray bu devleti hak edendi. Bağışlayıcı, zeki, cesur ve akıllıydı. Güzel yüzü göz doldururdu. İkinci oğlu Kılıç Giray ise kıskançlığını ve ticari zekasını babasından almış ürkütücü oğluydu. Son oğlu Yabgucu ise en uysal ve barışçıl olanıydı.
Kızları arasındaysa Kılıç Giray’ın gözdesi Adar Hatun yer alıyordu. Diğer kız kardeşlerse boylara boy katmaya uzak diyarlara gelin gitmişti. Tabi bu uzak diyarlara gitmelerinde babalarının büyük payı vardı.
Kılıç Giray, Kurucu Oba’yı, Giray obasına göz kulak olurken Börü Giray’sa dedesi Bahadır Giray’ın öğretileri, babasının siyaseti doğrultusunda elinde kan damlayan kılıcı ile savaştan savaşa nefes almaksızın koşuşturuyordu. Ona verilen hiçbir görevde yarım kalır mı korkusu olmazdı.
Lakin Kılıç Giray, geride kalma korkusu yüzünden sürekli bir şeylere karışır, onun ayağına fiske atardı. Bunları her ne kadar bilsede Börü Giray, ikilik kargaşa olmasın diye susmayı tercih etmişti. Babası, devletlerle çok yakın davranan biri olduğu için iç sürtüşmeleri Börü Giray’ın dengelemesini isterdi.
Börü Giray, yaşlı amcaları ve ailesinin sayılı saygın erkeklerinin aklına da danışırken kardeşlerinin ateşini de üzerine almıştı. Doğan Giray, oğullarını ve ordusunu toplayıp son seferine çıkarken Börü’nün aklı artık kendisinde değildi.
Yıllardır kalbinin dilediği aşktan savaşlar sebebiyle uzak kalıyor, her geçen gün özlemden bitap düşüyordu. Basit bir beyin olağanüstü kızıydı o. Bir bakış bir nefes kadar görmüş, denk gelişlerle içine serpilen hisler katmerlenmiş bugüne gelmişti.
Lakin buna rağmen Ural Boyu’na karşı çıktıkları savaşta sevdiği kadının ailesini görmek kadar canını hiçbir şey yakmamıştı. Onların tarafsız olduğunu biliyordu. Koca bir yalandı! Börü Giray, en önde savaşırken kardeşi Yabgucu’yu, onun kardeşlerinden biri alt etmişti.
Kalbine, hiç acımadan bir veliahtın kalbine kılıcını saplamıştı... Börü, kılıcından paçalarına kadar kan içinde kalıncaya kadar meydanda vuruştu. Unutamıyordu, kardeşini onun kardeşi öldürmüştü! Kalbindeki aşk kanıyordu. O aşk, sonsuza dek ağlayacaktı.
Mutluluk görmeyeceklerdi hiçbir zaman çünkü Börü Giray, tüm kararlılığı ile kardeşine kıyanın başını yerinden koparmıştı. Üzerine sıçrayan kan, tükürük, kir, toprak birer nişanesiydi intikamının...
Düşen başın yanına çömeldiği vakit gir bir sesin adını haykırdığını duydu. Bu, aşık olduğu kadınla başını kopardığı adamın babası Ural Bey’in ta kendisiydi. Ağzından fırlayan tükürüklerle adını bağırıyordu. Sanki adını ne kadar sert söylerse onu o kadar kolay öldürebilirmiş gibi...
Börü Giray, eliyle yanağındaki kanları silip kan damlayan kılıcını havaya kaldırdı. Bağırdı. “Kısasa kısas Ural Bey! Cana can!” Ural Bey ona doğru koşan bir askeri öldürürken hiç iyi değildi. Öfkeden ölür de öldürürdü de. Ural Bey haykırdı.
“Senden canını alacağım Börü! Bunları yanına koymayalım! Senin soyunu ben kurutacağım!” Börü henüz hiç çocuk sahibi olmamıştı. Aksi gibi, Kılıç Giray’ın çocuğu vardı. Adını Kutlu Giray koymuştu. Adeta tahtın yönü bana döndü dercesine.
Börü Giray, onu umursamadı. Arkasını dönüp kargaşayı, savaşın en yoğun yerinde gökyüzüne döndü. Elini kalbine koyup dudaklarını sıktı.
“Kayıplarım, varlığımdan daha kıymetliyken canımın bir manası kalır mı? Ey Gök Tanrı ! Üzerime yağan kan ve gözyaşından ben alacağım tüm dersleri aldım. Benden sonrasına, diz çökerim ki acı...”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |