14. Bölüm

14. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻BİR SEVMEK HASTALIĞI

Şeyma Yıldız KOÇ
syildiz_koc

Merhaba değerli dostlarım. Alina ile Barbaros arasındaki aşk her geçen gün biraz daha harlanıyor. Bizi heyecan dolu günler bekliyor. ☺️ Sezon finalini iki bölüm sonra vermeyi düşünüyorum. Ama nasıl sezon finali yapacağıma karar veremedim. Bunun için bu haftadan itibaren çalışmalara başlayacağım. ☺️

İkinci kitabın adını instagramdan duyuracağım. Yine alt ad olur muhtemelen. Sembolümüz ise 🦋 olacak. Sebebini instagram dan paylaşmıştım. ☺️

Bilenler bilirler. Beni desteklemek için instagram hesabıma davetlisiniz. Yorumlarınızı bekliyorum.

 

 

Medya: Yana yana ( Cihan Murteza)

 

 

 

Barbaros'un Kaleminden

Uğruna gözümüzü bile kırpmadan harcayacağımız ve harcanmayı kabulleneceğimiz ideallerimiz olurdu. Vatan sevdası benim için bu ideallerin başında gelirdi. Bu millete çok şey borçluydum. Burada doğmuş, burada doymuş ve vatanım uğruna canımı feda edebileceğim bir işe girişmiştim. Bu yolda başıma gelebilecek her şeyi çok önceden göze almıştım. Sakatlanmak, ölmek, esir düşmek... Hiçbiri inandığım yoldan beni döndürecek kadar kıymetli değildi. İdeallerim her şeyin önündeydi.

Hazel annemden sonra kendimi adamayı planladığım tek değerli kadındı. Bir zamanlar onu seviyor, evleneceğimiz günleri hevesle bekliyordum. Zaman onu bile yüreğimde silikleştirmişti. Ama bende bıraktığı hatıra öyle kıymetliydi ki onu ölüme sürükleyen ve vatanımı bölmeye çalışan o adamı mahvetmek için and içmiştim. Bu dünyaya ikimizden biri fazlaydı. Ya beni bitirecekti ya da ben onu! Bundan başka bir çare düşünemiyordum.

Kürşat beni sarsmadan Alina'nın açıp genişlettiği çekyata bıraktı. Biraz sonra bir işi bahane ederek çekip gidecekti. Nihayet göçmen kızıyla yalnız kalabilmiştik. Hana kreşte olmalıydı. Yalnız olacağımız için halimden memnun sayılırdım. Ayağa kalkmadan kafamdakileri gerçekleştirmeli ve olabilecek en iyi şekilde Vladimir'in maskesini düşürmek için şansımı denemeliydim. Gözlerim kapalıydı. Yüzümde envai çeşit yara vardı. Onu göremesem de gözlerinin acıyla üzerimde dolaştığını, nemli bakışlarının yüzümün her bir santiminde hüzünle mekik dokuduğunu biliyordum. Ecza dolabına geçip pansuman aletleriyle yanımda yerini aldı. Gözlerimi araladım. Kalbime öyle yaralayıcı bir hançer saplanmıştı ki omzumdaki izden çok onun acısı bir şeyleri talan edip tüketmişti.

Yeşil gözleri gözlerime değdiğinde harelerindeki yosunlar beyazlarındaki kırmızı damarlara isyan eder gibi göz bebeklerime mıhlandı. Çok ağlamıştı. Biliyordum bu görüntüyü! Hazel'i kaybettiğim günlerde ben de kırmızı bir burun ve kanlanmış gözlerle avare avare dolaşıp duruyordum. Yüreğime çöreklenip kalan şey sadece sevdiğim kadını kaybetmiş olmak değildi. Duygularımın arasına sızan intikam ve vicdan azabı o günlerde beni hiç olmadığım birine dönüştürmüştür.

Sırtıma baskı uygulayarak yattığım yerden hafifçe doğrulmamı sağladı. Uyku uyanıklık arası bir halde gibi görünüyordum. Aslında fazlasıyla zihnim açıktı. Çantadan çıkardığı tentürdiyot ile yarama pansuman yaptı. Uzun saçlarını örmemiş omzunun üzerinden göğsüne doğru bırakmıştı. Yüzüne bakmaya gözlerinin derinliklerinde kaybolmaya dermanım yoktu. Cesaretim de... Onun yüzüne baktığımda yosun harelerine düşüyor, çıkık elmacık kemiklerine ve kıvrak kirpiklerine ruhen asılıp kalıyordum. İşte o zaman geldiğinde zihnimde ne aldığım eğitimler kalıyordu ne de amacına kitlenmiş duygusuz beynim. Sadece o vardı hatıralarıma düşen karelerde. Onu ilk gördüğüm günkü zerafeti ve kırgın bakışları. Elini öpmek için uzandığımda dudaklarıma değen o hoş kokuyu asla unutamazdım. Aynı kadın şimdi karşımda kağıt üstünde de olsa karım olarak duruyordu. Üstelik günden güne bana çekildiğini, aşık olduğunu hissedebiliyordum. Hazel'in ölümüne sebep olan kadın bana vurgundu. Kendisini ilk yanlışın da hapse atmak için pusu kuran adama sevdalı olduğunu bile bilmiyordu. Belki de biliyordu. Başka türlü bu kaçışların nasıl bir anlamı olabilirdi ki?

Pansuman işini tamamladığında yarayı sarmak için sargı bezini çıkardı. Elleri soğuktu. Bedenime her dokunduğunda küçük bir irkilmenin beni almasına engel olamıyordum. Sargı bezini kolumun altından geçirmek için beni biraz daha kendine yaklaştırır yaklaştırmaz başımı yıllardır birlikteymişiz gibi teklifsizce göğsünün üzerine bıraktım. Soluk alışverişinin ve inip kalkan göğsünün birkaç saniye duraksadığını fark ettim. Ellerinin ısındığını nefesinin titrek bir şekilde ciğerlerini terk ettiğini hissedebiliyordum. Göğüs kafesinin başladığı noktaya kısa sakallarımın varlığını önemsemeden yüzümü hafifçe sürttüm. Çenesi alnıma değiyordu. Aynı duygunun ikimizi de ele geçirmek için pusuya yattığını bile bile gözlerimi kapatıp bu anın tadını çıkarmaktan geri durmadım.

Kendini toparlayıp saniyeler içinde sargı işlemini bitirdi ve başımı çekyatın kırlentine bıraktı. Kürşat yüzümü fena benzetmişti. Yaşadığımız şeyin inandırıcı olabilmesi için bedenimde bıraktığı acıların tamamına sabretmiş ve hedefime kitlenmiştim. İnce zarif parmakları elindeki pamukla yüzümün yaralı kısımlarında hassas bir şekilde dolaştı. Gözlerimi açamıyordum. Bir korku sarmıştı içimi. Onda kendimi görmekten çekiniyordum. Yalanlarımı dürüst sevdasının çırılçıplak bırakmasından delicesine ürküyordum. Bu büyük bir hataydı.

İşim bittiğinde uyudumdan emin olmak ister gibi yüzüme dikkatli dikkatli bakmıştı. Pansumanı yaparken canım ne kadar yanarsa yansın sesimi çıkarmamış, yüzümün mimiklerinin kontrolümün dışında oyunumu ele vermemesi için çabalamıştım.

Ne olduğunu bile anlayamadan önce saç tutamları ardından da zarif, kemikli yüzü göğsümün üzerini buldu. Kalbim divane gibi hızlanmış, kaslarım mezarına yeni kavuşan soğuk bir cesedinki gibi kaskatı kesilmişti. Tüm duyularımın köreldiğini hissettim. Hislerimi belli etmemek kalp atışlarını dinlerken çok zordu. Kirpikleri göğsümde gıdıklanma hissi oluşturdu. Gözlerini acı çekiyor gibi sımsıkı yumduğunu kirpik bitimindeki kırışıklıklardan anlıyordum.

"Seni seviyorum!" Sesi öyle cılız öyle dokunaklı çıkmıştı ki kalbimin bam teli benden bağımsız sızlayıp tüm hücrelerime zehrini akıttı. Amacıma ulaşmıştım. Bu görev bana verildiği günden bu yana en çok istediğim şey bu kadının bana aşık olmasıydı. Ve beklediğimden çok daha kısa sürede emelime ulaşmıştım. Sevinemiyordum. Bir ağlama hissi kursağımda dört nala dolaşıyordu. Ellerim belini kavrayıp onu sarmalamak için yandı kavruldu. Onlara engel olan yegane şey gururumdu. Çünkü biliyordum beni buna sevk eden arzulardan başkası değildi.

"Yanıyorsun!"dedi telaşla doğrulurken. Nemli bakışlarını elinin tersiyle silip titreyen beni ayağa kaldırmaya çalıştı. Normal şartlar altında bu pek mümkün olmasa da ona bu hamlesinde destek olmaktan vazgeçmedim. "Duş alman gerekecek. Bu ateş çok fazla!" Tebeşir tozu işe yaramıştı. Ama ne yalan söyleyeyim bu kadarını ben de tahmin etmemiştim. Bana destek olarak çıplak ayakla koyu renk kare kesim mermerin üzerinde sürükler gibi banyoya yöneltmişti. Duvarlar fayans kaplıydı. Çiçek desenleri ve ince çizgiler tuvalette gördüğümle aynıydı. Sarı ışık veren ampulün tuşuna basar basmaz gözlerim aydınlıktan etkilenip daha da kısıldı. Burnuma mis gibi bir şampuan kokusu ilişiyordu. Beni beyaz seramik bir küvetin içine bırakıp duvardaki elektrikli şofbenin düğmelerini kurcaladı. Saniyeler sonra üzerime boca edilen ılık suyla birkaç kez inledim.

"Çok soğuk!" Suyu üzerimde acımadan gezdirirken, "Hayır! Çok ateşlisin! Bu titremeler hep o yüzden!" dedi. Ateş bedenimi kısmen terk edince ayılmıştım. Suyu bocalamayı bırakmayacağını anladığımda onu kendime çekip sımsıkı sarıldım. Göğüs kafesi kalbimin üzerinde inip kalktı. Solukları kesik kesikti. Aynı ateşin onu sarıp sarmaladığını fark ettim. Dudakları çıplak kalan omzumun üzerine dokundu. Hormonlarımın kontrolden çıkması bu kadar kolay olmamalıydı.

Başını göğsümden uzaklaştırıp utangaç bir şekilde gözlerime baktı. Gözleri duygularını avuçlarımın içine bırakmıştı. Yalanlarım gözlerimi kaçırmama sebep oldu. Elindeki şofben başlığını bana doğru tutup suyu yüzüme fışkırttı. "Hiç bir fırsatı kaçırmıyorsun üsteğmen!" Sırıttım. "Kaçırmam!" Kızgın bir yüz ifadesiyle suyu başımdan gövdeme doğru akıttı. Gözlerimi kapatıp beni küçük bir çocuk gibi koruyup kollamasına izin verdim. Buna ne kadar hasret duyduğumu şimdi anlıyordum. Sarıp sarmalanmaya, iyileştirilmeye ihtiyacım vardı.

Belimi tutup bana desek olarak küvetten çıkmama yardım etti. Ayaklarımdan damlayan sular beton zeminde iri izler bıraktı. Kendimi kanepeye bıraktım. Kaşlarını çattı. "Islak ıslak duramazsın üsteğmen! Üzerindekilerden kurtulman gerekiyor!" Çapkınca göz kırpıp gülümsedim. "Burada kıyafetlerim yok! Yanında çıplak kalmamı istediğini hiç sanmıyorum. Yani kıyafetlerim kuruyana kadar!" Alt dudağını ısırdı. Yutkunuşunun sesini aramıza giren iki metrelik mesafeden bile duyabiliyordum.

"Saçmalıyorsun! Kimsenin senin vücudunu görme hevesinde olduğu falan yok!" Keşke bunu tatlı tatlı bedenimi süzmeden söyleyebilseydi. Ah ah! Ateşle barut yan yana durmaz diye boşuna dememişlerdi. "Kendini çok önemsiyorsun!" Bir İngilizce bir yarım yamalak Türkçe söylediği sözlerle kıkırdadım. "Keşke kendimi senin beni önemsediğin kadar önemseyebilseydim." Çekyatın ayakucuna oturup kendisine hevesle bakan bana sırtını döndü.

"Gözlerin kıpkırmızı olmuş!" Kısık tutkulu bir ses tonuyla. "Uyumamışsın! Ağlamışsın! Saçların her zamankiden daha dağınık!" Doğrulup parmak uçlarımla saçlarına dokundum. Titrek bir nefes bırakarak iç çekmişti. İkindi sonlarıydı. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Yüzünün yansımasını pencerenin camından görebiliyordum. Gözlerini sıkıp kapatarak yüreğine karşı tüm cephanesini harcamıştı. Yüzümü kumral saçlarına değdirip kokusunu sesli bir şekilde içime çektim. "Beni seviyorsun! Ölme ihtimalim bile yüreğinde volkanlar patlatıyor! Benim sensiz paramparça olduğum gibi sen de kırdıkça kırılıyorsun!" Burnumu ve dudaklarımı ensesine yakın olan o kısma bıraktım. "Uzak durmak çok zor göçmen kızı! Bu kadar yakınken böylesi bir uzaklığa insan nasıl dayanır? Nasıl severken sevmiyormuş gibi davranır?"

Başı çekingenlikle göğsümü buldu. Eli dudağımın kenarındaki yaralı noktaya değdiğinde gözlerimi hafifçe aralayıp parmak uçlarına sıcak bir buse bıraktım.

"Sana bir şey olacağını sandım. Beni ne kadar korkuttuğunu biliyor musun?" Dudaklarım hafif bir tebessümle aralandığında elim yavaşça yüzünün sol yanını buldu. Kumrala yakın pürüzsüz teninde iki parmağımla zarif bir çizgi bırakıp ellerimi ipeksi saçlarına geçirdim. " Korkun ve hüznün gözlerinden okunuyor. Nedendir bilinmez beni yaşadığıma da öldüğüme de sen pişman ediyorsun!" Bakışları keskinleşti ve kaşları benim alaylı yüzüme rağmen hafifçe çatılmaktan kurtulamadı. "Neden böyle söylüyorsun?" İç çektim. Sol el bileğini yakalayıp avucunun içini baş parmağımla yokladım. "Bu ellerde hem derman var hem de zehir. Hem hayat var hem de ölüm. Yüreğinde ise sadece sevdayı görüyordum. Ama ikimize vuslatı değil hasreti uygun görüyorsun! Söylesene kavuşmak ölümden sonra mı nasib olacak?"

"Ölümden bahsetme! Sana bir şey olduğunu düşündüğümde yeterince acı çektim. Haklısın! Çok gözyaşı döktüm. Elimden hiçbir şey gelmedi. Tıpkı..." Nefesi kesildi. Devamını getirmeye güç yetiremedi.

"Beni istemediğini söylemiştin. Çekip gidecektim şimdi de beni kaybetme korkusuyla çektiğin acıyı anlatıyorsun. Madem seviyordun neden ikimiz için bir hayal kurmama izin vermiyorsun? Seven insan için ayrılık tercihi ölümün ta kendisi değil mi?" Gözlerini kaçırdı. İkimizden gizlemeye çalıştığı gerçeği bir çırpıda yüzüne söyleyivermiştim. Beklediğimden çabuk olmuştu aslında. Artık emindim. Alina Mihaloviç yaşadığımız onca şeye rağmen bana aşıktı.

"Sana çok kırgındım!" Dedim çocuksu bir hüzünle dudaklarımı titretirken. "Madem böyle çok seviyordun neden birbirimize geç kalacağımız o anlara kadar bekledin? Ölünce mezarımın başına gelip mi söyleyecektin derdini?" Suskundu. Yüzü, hareleri gözlerime değmiyorken rahat rahat yalanlarımı dizebiliyordum. Böyle olması çok daha işime gelmişti. " Sus tabi!" dedim sitemle. " Hatta öldüğümde arkamdan şeker bile dağıt! Ne de olsa benden kurtulmuş olacaksın. Kıskançlıklarıyla hayatı burnundan getiren, her fırsatta geçmişini kucaklayıp önüne atan bu Anadolu çocuğu toprak altına girecek sen de rahat edeceksin." Yüzünü ifadesiz tutmaya çalışarak bana hüzünlü hüzünlü baktı. Bakışları içimin daha dağlanmasına o yangının her geçen saniye dudaklarımı küle çevirmesine sebep oldu.

"Hem..." Sesli bir şekilde yutkundum. "Güzelsin! Çok... Sadece o yosun gözler bile onlarca delikanlıyı dize getirmeye, sana meftun etmeye yeter!" Omuzlarımı silktim. " Hem ne yapacaksın beni? Ne gecem belli ne gündüzüm! Bugün buraya iki askerle eşyalarımı getirmeye de gelebilirlerdi. Benimle olduğunda yarım yaşayacaktın hayatı. Gider doktor birini bulur mutlu mesut yaşarsın. Askere düşmek akıl karı bir iş değil ki zaten?" Parmak uçları dudaklarıma kapandı. Üzerime doğru eğilmiş kumral saçlarının uçlarını yanaklarıma, kirpiklerime düşürmekten kurtulamamıştı.

"Sebebin bu olmadığını iyi biliyorsun! İcra ettiğin mesleğin ne kadar şerefli bir meslek olduğunu biliyorum. Sadece..."

" Sadece ne?" Kısa bir duraksamanın ardından, "Beni sevdiğine inanmıyorum!" Diye çıkardı ağzındaki baklayı. Gözlerimi kıstım. İyi rol yaptığımı biliyordum. Onu bu konuda tatmin etmeyen şey ne olabilirdi ki? "Fazla eminsin! Sözlerime inanmanı tercih ederdim!"

"İnanmak istiyorum ama bu kendimi kandırmaktan fazlası olmuyor. Bana aşık olduğunu sanıyorsun ama değilsin! Belki bir yanılsama... Belki hayata tutunmak için uydurduğun bir aşk masalıyım." Bundan fazlası olmaman için ne gerekiyorsa yapacağım Artemis çiçeği. Akıllı bir kadınsın! Ve haklısın! Onca büyük düşmanlıktan sonra ikimize bir sevda masalı yazılmaz. Yazılmaması için ne gerekiyorsa yapacağımı biliyorsun.

"Bana inanman için ne yapmalıyım? Kendimi apartmanın bilmem kaçıncı katından aşağıya mı bırakayım yoksa kafama silah dayayıp Rus ruleti falan mı oynayayım?" Duraksadı. Mantıken hiç denememek denemekten daha iyi değildi. Elini tuttum. " Seni tanımama izin ver. Ne kadar mutlu edeceğimi gördüğünde eminim bu sözlerinden utanacaksın. Ne kaybederiz?" Ona sarılmak istediğimde bana daha fazla engel olmadı. "Birbirimiz için doğru insanlar olduğumuza inanmak istiyorum."

"Bende!" Bu kadar yakınımda olması, benden olması beni korkutuyordu. Onu sevmekten, hayatımın bir parçası haline getirmekten ürküyordum. Sonu belli olmayan bir yolumuz vardı. Hal böyleyken ona dair bir şeyler ummak akıl karı bir iş değildi. Kablolu telefonun sesi onu benden ayırdı. Dakikalar boyunca süren yalnızlığımız ve kucaklaşmamız son bulmuş bana da bu kadarcık anla yetinmek kalmıştı. Beni ardında bırakıp telefonun ahizesini kaldırdı. "Evet Kürşat! Ateşini düşürebildik. Bugün dinlenirse yarına çok daha iyi olur. Birkaç onaylayan mırıltı dudaklarından döküldü. Telefon kapandığında bu görüşme daha fazla uzamadığı için neredeyse şükredecektim.

Yüzüme bakamadan utangaç bir şekilde mutfağı işaret etti. "Ben senin için yiyecek bir şeyler hazırlayım." Mutfağa geçmiş her zamanki yerinde eline geçirdiği sebzelerle benim için bir şeyler yapmaya girişmişti. Dudaklarımdaki kocaman tebessümle kapıya yaslanıp onu uzaktan izlemeye koyuldum. Oldukça heyecanlıydı. Sebzeleri koyacak yer bulamıyor, kimini elinden poşetle birlikte yere yanlışlıkla düşürüyordu. Dolabı defalarca açıp kız görmeye gelen bıyığı yeni terlemiş delikanlı gibi raflara göz süzdü. Suyun kaynar olduğunu unutup kontrol etmek için yanlışlıkla parmağını bakır çaydanlığın kenarına değdirmiş ve hızla elini çekip yanan parmağını dudaklarının arasında serinletmeye çalışmıştı. Kıkırdadım. Hemen yanı başına gidip elini musluğun altına tuttum.

"Ya çok sakarsın ya da çok heyecanlı! Becerikli olduğunu biliyorum, bu şaşkınlığın sebebi benim varlığım mı?" Kızaran yanaklarını görmemem için elini benden kurtardı ve mermer tezgahın diğer tarafına geçti. "Öyle bir şey yok!"

"Emin misin?" Dedim imalı imalı. Cevap vermedi. Tavuk göğüslerini defne yaprağı ile haşlamış, haşlanan tavukları didikleyip bir kenara almıştı. Kurutulmuş bamyayı limonlu su ile haşladığında gözlerimi inanamıyormuş gibi kocaman açtım. "Bana bamyaları çorbada kullanacağını söylemeyeceksin değil mi?" Kaşının birini kaldırıp kendinden emin bir şekilde dudağını burktu. "Söyleyeceğim. Bu harika çorbayı bamyasız asla yapmam!"

"Sana güvenip güvenmemek konusunda kararsız kaldım."

"Yemeklerimi sevdiğini sanıyordum." Abartılı bir endişeyle mimiklerimi titrettim. "Her şey bamyadan önceydi." Bir avuç bamyayı bana gösterip genişçe gülümsedi. "Bunlar sadece bamya! Sana Şahmeran'ın kuyruk etini yedirmeyeceğim." Kollarımı birleştirip saçlarını geriye çekerek kulağına fısıldadım. " Şahmeran hâlâ bir seçenek mi?" Güldü. Elimi hafifçe itip saçlarını çatalla tepeden tutturdu ve yeniden yıkanmış ellerle işine koyuldu. "Fazla önyargılısın. Bamya lezzetli bir sebzedir. Bence çorbanın tadına bakmadan bu kadar emin konuşmalısın." Başıma onu onaylar gibi sallayıp lezzetli bir makarna için kolları sıvadım.

"Çorbanın yanına alternatif bir şeyler yapsak iyi olacak." Dedim kinayeli kinayeli. "Makarna konusunda uzman olduğumu kimse inkar edemez. Bekar yemeği sonuçta. Öğrencilik yıllarını da düşününce asker olmasaydım muhtemelen spagetti üzerine bir restoran açardım." Ben tencerenin ucunu fırın ocağının diğer bölmesine yerleştirirken kaş ucuyla neler yaptığıma göz attı. Su haşlanınca makarnalarımı bölmeden fokurdayan tencereye bıraktım. O ise diğer bölmede çorbasının terbiyesini yapmakla meşguldü.

Domatesleri yıkayıp irice bir tanesini burnuma yaklaştırıp kokladım. "Muhteşem bir kokusu var değil mi? Sezonun ilk domatesleri bunlar! Emekli olduğumda hormonsuz domates yetiştirmek için kendime bahçe alıp yaylada yaşayacağım. Ve her gün domates yiyeceğim."

"Güzel hayaller..." Yüz hatları, tebessümü, kusursuzdu. Geçmişte yaşadığımız her şeyi unutturan samimi bir iklimi vardı. Soğuk poyrazların esmediği zamanlarda dünyadaki en eşsiz varlık olduğunu düşünebilirdim. O ılıkken ayrı asiken apayrı güzeldi. Hiçbir şey yapmasa bile insanı gönlünü çelebiliyordu.

Domatesleri rendeden geçirirken, "Makarnaya en yakışan şey kesinlikle domates. Benden spagetti yedikten sonra asla başka makarna yiyemeyeceksin." O işini rende başında ciddiyetle yapan beni gülerek izlerken "Bu işin erbabı benim!" Diye son noktayı koydum. Hana kreşten döner dönemez eve bile uğramadan asker çocuklarıyla oyuna dalmış, ablasının aramalarını "Biraz daha, biraz daha" diyerek karşılıksız bırakmıştı. Onunla yalnız olma fikrini seviyordum.

Nihayet yemekler piştiğinde masada karşılıklı olarak oturabilmiştik.

"Bana bamya yedirebilen ilk kişisin! O sümüklü şeyleri ağzıma değdirmektense elimde kalaşnikofla Afganistan'a girmeyi tercih ederdim." Sesli bir şekilde güldü. "Askerlerin bu kadar komik olduğunu hiç görmemiştim." Çorbayı birkaç kez karıştırıp kaşığın altını sildikten sonra tadım için bana uzattı. "Bak bakalım! Çorba istediğin gibi olmuş mu?" Kaşıktan hevesle bir yudum alıp, "Hmmmm! Vay canına!" Diye homurdandım. Bamyadan soğumama sebep olan hiçbir şeyi bu çorbanın içinde bulamamıştım. Gerçekten nefis bir tadı olduğunu itiraf etmeliydim. "Kesinlikle aşçı olmalısın Artemis çiçeği. Silah kullanmakta oldukça başarılısın! Elin de hafif! Ben galiba baya şanslı bir adamım!"

"Öyle misin?" dedi alaylı bir şekilde. Bence bu iş çoktan olmuştu. "Öyleyim tabi! Baksana bana bamya bile yediriyorsun! Sürekli didişiyoruz. Eve gelmediğimde merak ediyorsun. Pencerenin pervazına yaslanıp günlerce beni bekliyorsun. Bana ulaşamadığında arkadaşlarımı darlıyorsun. Tüm bunlar bizim bir çift olduğumuzu gösteriyor. Ve senin beni sevdiğini..." Hiçbir şey söylemeden spagettiyi kaşık kullanarak yemeye başladı. Spagetti onu benim sıkıştırmalarından kurtaran bir kurtarıcı hükmünündeydi. Çorbamı kaşıklamaya devam edip spagettiyi önüme çektim. Koca bir yığın makarnanın üzerine avuç içi kadar salçalı sos bırakmıştım. Maydonoz ise şaheserin tek süsüydü.

"Haklıymışsın! Gerçekten de makarna konusunda başarılısın." Kocaman bir çatal dolusu makarnayı ağzıma götürüp peşinden sıkma portakal suyunu mideyi indirdim. "Kimse mütevazi bir adam olduğumu söyleyemez." Yemeğini kısa sürede bitirip pencerenin önüne geçti. Ben de peşinden hemen arkasında yerimi aldım. Kürek kemiklerini göğsüme yaslayıp karnının üzerinde kollarımı birleştirdim. "Seninle yalnız olmak çok güzel Artemis çiçeği!" Bana engel olmadı. Zaten her şey o kadar açıktı ki duygularını gizlemesi çok yersizdi. Yüzünü bana dönüp başına göğsüme yasladı. Alnının bir kısmı yanağıma değiyor ve beni daha da heyecanlandırıyordu.

"Seni seviyorum! Geçmişte yaşadıklarımdan sonra bunu itiraf etmek çok zor ama kabullenmekten başka bir çıkar yol da bulamıyorum." Kalbimin ve nefes alışverişlerimin yaklaşık on saniye durduğunu düşündüm. Konuşmak için uygun kelimeleri bulmak benim için çok zordu. Bu sözcük neden bu kadar beni dengesizleştirmişti bilmiyordum. Oysa yolun başında sevmek gibi bir kaygının olmayacağından emindim. Aslında canım yanıyordu. Öldüğümü düşündüğü o anlarda ne kadar acı çektiğini gözlerine baktığımda anlayabiliyordum. Onun acı çekmesi ihtimali kinden başka hiçbir şeyin bulunmadığına inandığım yüreğimi neden böyle tarumar etmişti?

"Seni çok seviyorum göçmen kızı! Hoş bunu söylerken ailenin göçmen olmadığını bile bilmiyorum. Aslında göçmen olan galiba sadece sensin!" Ellerim sırtını ve saçlarını ilgiyle okşarken, "Hayır!" Dedi yumuşak bir tonda. " Aslında ailem de göçmen. Çocukken babamın ölümü üzerine Kosova'dan Bosna'ya göçtük. Aslen Boşnak olduğum halde başka bir memlekette yaşıyordum. Kendi ülkemde kendi milletime acem kalmış sayılırdım. Şimdi de buraya... Tamamen yabancı olduğum, dilini bile doğru düzgün konuşamadığım bir ülkeye geldim. İtiraf etmeliyim ki buraları çok sevdim. Yemeklerini, müziğini, danslarını... Ama kendimi tam olarak buraya ait hissedip hissetmediğimden emin değilim. Belki ailem de burada olsaydı o kadar yalnızlık ve yabancılık çekmezdim."

"Hiç kimsen kalmadı?" Dolan gözlerini gizlemek için bedenini benden uzaklaştırdı. Bunu sevmemiştim. "Kalmadı!" Bunu öyle kırgın öyle yorgun bir şekilde söylemişti ki yüreğime çöreklenen acının tüm nefesimi kestiğini hissettim. Rotasını şaşıran ve ait olmadığı yerde çakalların eline düşen ürkek bir kumru gibiydi. Yaban, güvensiz ve kendini korumak için küçük pençelerden fazlasını yapamayan gurbetçi bir kırlangıç belki... Ama onun vatanı olma arzusu hissediyordum. İşimde bunca zaman profesyonel olmayı bilmişken bu zayıflık nedendi?

"Onlara ne oldu?" Aslında en merak ettiğim dayısı hakkında bildikleriydi. Ya da bana söyledikleri... "Annemi kaybettim. Evimize baskını yapıldığında kız kardeşimi korumak için kendini öne attı ve gözlerimin önünde askerler tarafından kurşuna dizildi. Evin büyük kısmı atılan molotoflarla yakılmıştı zaten. Silahsızdık. Kardeşim Berina ile ayrı araçlara bindirilmiştik. Kendimi bir şekilde savunup onlardan kurtulabildim. Hana da benimleydi. Tüm o kabustan birbirimize tutunarak kaçmayı başardık. Erkek kardeşim bir asker olduğu için uzaktaydı. O günden sonra zaten Muris'ten de haber alamadım."

"Hana tüm bunları gördü mü?" Annesinin ölümüne tanıklık edip etmediğini bilmek istemiştim. Büyük bir korku yaşadığını onu ilk gördüğüm an fark etmiştim. Bize güvenmemiş ve kendini savunmak için her şeyi yapmıştı. " Onu dolabın içine sakladım. Kulaklarını kapayıp içinden en sevdiği ninniyi söyleyecekti. O an aklıma bundan daha parlak fikir gelmemişti." Alnına defalarca minik öpücük bırakıp ona sımsıkı sarıldım. Samimiydim. Kendi acılarıma öyle çok dalmıştım ki benim dışındaki insanların ne büyük imtihanlardan geçtiğini görmek aklıma bile gelmemişti. Boşnak güzeli yaralıydı. Unutmayı istediği ne çok hatıra vardı oysa. Ama ben sadece kendimi düşünmüştüm. Suçlamak için birilerini aramıştım ve belki de en masum olanını yargılamadan infaz etmiştim.

"Boşnak güzeli... Senin bunları yaşadığına inanmak istemiyorum." Yüzünde kırık bir tebessüm belirdi. Bunları anlatmak istemediğini biliyordum. O güçsüz görünmemek için acılarını hep saklardı. "Sana kim yardım etti? O güvenli yere nasıl ulaştın ?" Tereddütte kalmıştı. Neyse ki inadı çabuk kırıldı. "Dayım! İmran dayım gizli bir polisti. Onun desteği olmasaydı kardeşim ve ben asla kurtulamazdık. Sonumuzun ne olacağını düşünmek bile istemiyorum." Yıllarca ajanlık yaptığından habersiz dayısının ülkesine hizmet ettiğine inanmış ve şimdi gördüklerinden sonra da tam aksini tanımadığı insanlardan duymayı kalbi kabul etmiyordu.

"Küçücük kız çocuklarının bile istismar edildiği korkunç bir cehennemden çıktım ben. Gözlerimin önünde kan kaybından öldüler ve elimizden hiçbir şey gelmedi. Ya donacaktık ya intihar edecektik ya da onların bizi öldüreceği anı bekleyecektik. Radavon'un beni yakaladığı gün tek derdim kardeşimi doyurabilecek bir şeyler bulmaktı. Bunun için birilerini öldürmekten çekinmemiştim."

Onu katillikle itham ettiğimi düşününce kalbimin tam ortasına yerleşen hançer yüreğimin dilim dilim olmasına sebep oldu. O yarıklardan akan şey bu zamana kadar hep kindi fakat şimdi nefret duygusunu bile mumla arıyordum.

"Kim bilir Radavon'un yanında neler yaşadın? Belki de bebeğin babası..." Devamını getirmeye dilim varmıyordu. "Ne bebeğiden söz ediyorsun? Anlayamadım!" Gözlerim hüzünlü güzel yüzünde dolaştı. "Karnında taşıdığın bebekten bahsediyorum Alina. Annem bir bebek beklediğini söyledi." Histerik bir şekilde güldü. Kaşlarını çatmış ve gözlerime "Deli misin sen?" der gibi bakmıştı. " Ben hamile falan değilim üsteğmen. Hiçbir zaman olmadım! O adam..." Yutkundu. "Bana hiçbir zaman dokunamadı. Buna asla izin vermedim. Ne tehdit ne dayak ne açlık... Hiçbiri beni yıldıramadı. Eğer böyle bir şey yapsaydı onu da kendimi de öldürürdüm." Onunla ilk karşılaştığım günkü düşüncelerim zihnime düştüğünde aklıma gelenlerden ötürü büyük bir pişmanlık ruhumu yalayıp geçti. Halkı katledilirken göçmen kızının o şerefsizle birlikte olduğunu düşünmüş ve onu vatan hainliği ile suçlamıştım. Zorla tutulduğu fikri dakikalar sonra dinlediğim o şarkıyla birlikte kabulüm olmuştu.

"O pisliğin seninle baş edemediğine hiç şaşırmıyorum. Çok güçlüsün! Ondan çok daha beterleriyle karşılaşmış olsaydın da eminim kendini ve kardeşini korumakta zayıflık göstermezdin!" Hüzünlü, nemli gözleri ne kadar kırıldığını ele veriyordu. Tüm savaşların üstesinden gelmiş fakat aldığı yaralarla incinmekten de kurtulamamış yorgun bir savaşçı gibiydi. Aslında ona göre kış çoktan geçmişti ama baharı yaşadığını da kimse söyleyemezdi.

"Dünyanın en eşsiz kadınına aşık olduğumu yeni yeni fark ediyorum aslında. Bu meslekte evlenmeye karar vermek benim için hep zor oldu. Ama şimdi ardımda seni bırakırsam gözüm arkada kalmayacak biliyorum. Sen her şeyin üstesinden gelebilecek birisin!"

"Beni şımartıyorsun! Böyle konuşmaya devam edersen fazlasını bile isteyebilirim!"

"Sana fazlasını vermekten çekinmem!" Dedim oldukça kararlı bir ses tonuyla. Aslında bunları söylerken dilim değil yüreğim konuşuyordu. Samimiyetsiz değildim ama bu görevin ikimiz için mutlu bir son yazmayacağının da farkındaydım. Barbaros Alina'yı sevemezdi. Göçmen kızı, görevini her şeyin önünde tutan bir adamla mutlu olamazdı. Bu hikayenin sonunda ikimiz de ruhumuzdan yara alacaktık. Artık bundan emin olmuştum. Onu tanıdıkça, yakınında olmayı ve onunla mutlu olmayı öğrendikçe ikimizin aynı yastığa baş koyacağı fikrinin istemeden de olsa yüreğime yerleştirdiğini fark ediyordum. Beni en çok ürküten şey de buydu. Görev gördüğüm şeyin sevdaya dönüşmesi... Birbirine ait olamayacak iki insanın oynadıkları aşk oyununa kapılıp başka insanların acileına ve ölümlerine sebep olması...

Albay bana, " Aşık olmayacaksın!" demişti. "Yoksa hata yaparsın!" O benim için bir görevden fazlası olsaydı bugünkü gibi profesyonel davranamazdım. Ona olan duygularımın beni ele verip planlarımı altüst etmesine izin verirdim. Bu yüzden sevmemeliydim. Kalbim unutsa da ona her daim gerçekleri hatırlatmak boynumun borcu olmalıydı.

"Biliyor musun?" Dedi tatlı bir alayla. " Ondan kaçmak için çırpınmış ve ormanda kaybolmuştum. Sırf benden iğrensin diye kendimi korumak için bataklığın içine girip çıktım. Beni o halde görseydin muhtemelen şu anki gibi sarılıp öpmek istemezdin." Akla zarar bir kahkahayı atıp sırtını pencerenin pervazına yasladı. Bunu yapmasını istemiyordum. Penceredeki o tahta çerçeveler dışarıdaki soğuğu bedenine taşıyıp onu hasta edebilirdi. Kışı geride bırakmış sayılırdık ama o bunları anlatırken benim ruhum çoktan ayaza tutulmuştu.

"Sırf bana dokunmasın diye kendimi pislik içinde bıraktım. Öyle iğrenç görünüyordun ki beni gördüğünde öğürüp kusmaktan fazlasını yapamadı. Suratı yemyeşil olmuştu ve gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi iri iri açılmıştı." Dolan gözlerimi inkar eden kahkahalarım ona eşlik etti.

"Afacansın! Demek pislikle kaplanmayı onun olmaya tercih ettin."

"Hevesi kursağında kaldı puştun! (...)" dediğinde güldüm. Küfür konusunda canı sıkılınca benden aşağı kalır hiçbir yanı yoktu. Yabana atılamayacak kadar edepsizdik! Benzer bir küfürü ben de dilimden yuvarladım. Hak ettiğine inandığı adama kötü laf söylemek insanın zoruna gitmiyordu.

" İki gün kokarca gibi dolaştım ama o pislik de bana ilişemedi." Kendini korumak için bedensel bir kirliliği ruhsal bir kirliliğe tercih etmişti. "İnanılmazsın!" Bir şeyi unutmuş gibi Kürşat'ın benim için bıraktığı kutuların yanına gittim. Biz yemekle uğraşırken zili çalıp ateş almaya gelir gibi kutularımı bırakıp gitmişti. Kare şeklindeki delikli kutuyu Alina'ya gösterdim. İçimden gelen sesleri duyunca hayretle gözleri açılmıştı.

"Ama bu!"

"Evet! Yuvası dağılan o kuş. Hani tek başına kaldı, o da ölecek diye ağlamıştın ya! Hâlâ canlı olduğunu anladığımda onu vakit kaybetmeden eve götürdüm. Biraz çabalayıp sıcak tutunca yumurta çatladı. Bu minik kuşu her gün mamayla besledim. Kimsesiz kalmasına izin vermedim. Şimdi kendi başının çaresine bakabilecek kadar güçlendi." Baş parmağım kuşun başını hafifçe okşadı. "Çok iyi görünüyor!" Dedi hüzünlü bakışlarla gülümserken. " Yaşayabileceğini hiç ummamıştım! Onu kurtarmışsın!" Kuşu eline alıp boğazının altına sevgiyle okşar gibi dokundu.

"Bu çok güzel!" Sanki avuçlarına dünyaları koymuştum. İnsan bu kadarcık şeyle bile nasıl hayata bağlanıp yaşamayı severdi? Sevdirme kendini göçmen kızı! Yasaksın bana! Anla! Oynama yüreğimle!

"Havalar ısınsın bırakacağım! Onu hapsedemem! Dünyası benim evim değil!" Kuşu kutuya bırakıp kutuyu kollarının arasına alarak göğsüne bastırdı. "Senin yanında güvende. Yine kurtarıcısını görmeye gelecektir. Kendisini hayata bağlayan bu yuvayı unutmaz." Ellerim yanaklarından şakaklarıma doğru kaydı. "Gelirse yuvası hazır! Bunca zaman göğsümün sol yanında ısıttım, yine ısıtır kimseye bırakmam! İncitmelerine izin vermem!" Bunu söylerken başını kalp atışlarımın ritmini şaşırdığı o noktaya bıraktım.

"Senin yerin de burası! Benim iflah olmaz sol yanım! Kimsesizliğin bu yürekte kıymetsiz göçmen kızı. Artık senin yuvan da annen de baban da benim sol yanım! Orada kimse seni incitmeyecek!" Eğilip dudaklarımızı birbiriyle buluşturduğumda bana karşılık vermekten çekinmedi. Ne büyük ah alıyordum! Ne büyük bir yalanı onu tuzağa çekmek için kullanıyordum. Ya sözlerimin altında ezilirsem diye düşünmekten o an bile beynim karıncalanmıştı. İçimden gelerek söylediğim gerçek boynuma sinsi bir yılan gibi dolandı. Onun ince, zarif dudakları değil, yüreğimdeki kelepçeler beni sıkıp nefessiz koyuyordu. Sevmeye iznim yoktu. Onun olmaya ise vicdanım müsaade etmiyordu.

Zil sesi aramıza hayali bir paravan gibi girdiğinde bundan fazlasını yaşamayacağımız için hem hüzün hem memnuniyet hissettim. Onu daha fazla incitemezdim. Belki Radavon'dan daha fazla canını yakacaktım. Bedeninde benden bir iz taşımamalıydı. Çekip gittiğinde mutlu olduğumuz şu kısacık anları düşünerek kahrolmasını istemiyordum.

Beni bir kenara bırakıp aynada kendini kontrol etti ve yeterince iyi göründüğünden emin olur olmaz kapıyı açtı. "Kusura bakmayın! Hana orada uyuyakalınca merak etmeyin diye getirmek istedim." bu Cihangir'den başkası değildi. Kucağındaki sevimli kıza bakıp iç çekti. "Aaaaa! Siz de mi buradaydınız komutanım? Çoktan evinize geçmişsinizdir diye düşünmüştüm."

"Düşünme Cihangir !" Dedim ters ters. "Düşünme işini başkalarına bırak!" Alt dudağını ısırıp kızarmış yanakları ile bakışlarını kaçırdı. Sanki biraz önce yakınlaştığımızın farkına varmıştı. Of şu kalbimin sancısı ne zaman dinecekti? Sadece bir görev için fazla istekli ve heyecanlı değil miydim? " Neyse siz şey! Aman!" Dilini gözlerimize sokar gibi hafifçe ısırdı.

"Siz dinlenmeye devam edin diyecektim. İyi akşamlar!" Alina hafiften kızarırken kapının eşiğine kadar gidip kucağındaki çocuğu yeniden şaşkınca Alina'ya uzattı. "Yani iyi geceler diyecektim! Kızı da bırakayım! Malum benle eve tekrar gelmesin!"

" Cihangir!" Ses tonumun yükselmesine engel olamamıştım. Hani ablasının kucağında küçük bir irkilme yaşasa da uykunun kollarına kavuşmakta zorlanmadı. "Defol evine lan! Ne geveleyip duruyorsun gecenin kör saatinde!" Pişmiş kelle gibi sırıtıp, "Nur saatidir o komutanım! Nur saati..." diye ekledi. Peşinden saksıyı göndermek üzereyken neyse ki hızlı Gonzales gibi arkasında dumanlar bırakmıştı. Alina bakışlarını kaçırıp yüzünü benden olabildiğince kurtarmaya çalıştı. Ben ona sabırsızca bakarken o çoktan kardeşini yatağına ürkütmeden bırakıp üzerini örtmüştü.

Onları uzaktan izlemeyi bırakıp çekyata yerleştim. Elimde çocukluk döneminden kalma albümler vardı. Bunu özellikle tercih etmiştim. Alina'ya kendimi, duygularımı ve yaşadığım hayatı açmam demek aramızdaki samimiyetin ve güvenin artması demekti. O da benimle ailesine dair daha fazla şey paylaşabilirdi ve ondan öğrendikleri Vladimir'in ensesine çökmemde faydalı olabilirdi. Alina bunca zaman onlarla birlikte yaşamış ve ister istemez onun hayatına ve işlerine dair bir şeyler öğrenmişti. Hal böyleyken bu durumu görev için kullanmamak aptallık sayılırdı.

Yanıma gelip oturdu. Bir fotoğraf albümüne baktığımı anlamıştı. "Aile fotoğraflarınız mı?"

"Evet! Bizimkileri ne zaman özlesem bunlara bakarım. İnsan ölümle yüz yüze gelince geçmişin ve sahip olduklarının daha çok kıymetini biliyor." Elimdeki albüm kalın, yapışkanlı yaprakları olan, deri kaplı, büyükçe bir şeydi. Ve kas yaptıracak kadar da belirgin bir ağırlığa sahipti. Fotoğrafların büyük bir kısmı siyah-beyaz fotoğraflardan oluşuyordu. İnsanlar sünnet, düğün, nişan gibi özel günlerde olabilecek en şık ve güzel halleri ile pozlar vermişlerdi. Bütün sülalenin yan yana dizildiği küçük çocukların ise büyüklerinin önünde diz çöküp oturarak poz verdiği samimi fotoğraflar vardı. Albümü ona doğru çekip annemle babamın siyah beyaz gençlik fotoğrafını gösterdim. Annemin kabarık olmayan sade belden aşağı inmeli bir gelinliği vardı. Kolları dantelliydi. Elinde omuzlarına kadar ulaşabilecek uzunlukta bir eldiven takılıydı. Saçları kulaklarının hemen altında bitiyor, belirgin bir kırmızı ruj taşırılarak dudaklarında yer ediniyordu. Arka planda ise manzara resminin olduğu bir duvar kağıdı hemen göze çarpıyordu."

"Çok güzel görünüyorlar! Çok samimi ve doğal..."

"Hâlâ birbirlerini çok severler." Başka bir fotoğrafı daha önüne bıraktım. "Bak burada da babam askere gidiyor. Üzerinde asker üniforması var." Fotoğrafı ona gösterdiğimde tebessümü büyüdü. Annemin kucağında bir kundak vardı ve içinde de sevimli bir bebek... Annemin başında üçgen şeklinde küçük bir yazma bulunuyordu ve hemen çenesinin altından irice bir düğümle bağlanmıştı. Babam ayakta dikilirken annem tahta eski bir sandalyenin üzerinde kucağındaki bebeği ile oturuyordu. Ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ilk bakışta bile insan anlayabilirdi. Babam onun hemen arkasında elini omzuna bırakmış bir şekilde ciddi bir ifade takınarak poz veriyordu. Ne kadar manalı ne kadar hassas bir fotoğraf olduğunun yeni farkına varıyordum.

"Neden yan yana değiller?"

"Eskiden fotoğraflar bu şekildeymiş! Şimdi bile aynı kültür devam ediyor. Fotoğraf makinasına poz almak masraflı olduğu için ilk seferde en iyi pozu vermek önemli." Tebessümle fotoğrafı yerine bıraktı. "Yoksa bu sen misin?"

"Ne kadar da güzelmişim değil mi? Allah övmüş de yaratmış!"

"Çok şımarıksın!" Dedi kıkırdayarak. Bu haylaz hallerimi sevdiğini biliyor ve gönlüne girmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordum. "Gerçekten çok ilginç bir fotoğraf. Siyah- beyaz, büyükçe bir sepet, sepetin hemen ardında bir başka sepet... En şık kıyafetleri 6 aylık giydirilmiş bir bebek... İki sepeti birbirine bağlayan tüylü kırmızı bir örtü... Sanırım bu konsepti bir yerden tanıyorum." Fotoğrafı elime alıp enine boyuna dikkatle inceledim.

"Hâlâ bu pozu pek çok kişi çocuğu için istiyor. O zamanlar da modaydı. Sepet içinde leyleklerin getirdiği bir çocuk konsepti..." İkimiz de kahkahalarla güldük. Fotoğraf albümünün her bir detayını dikkatle inceledi. " Burası sizin eviniz olmalı." Onu onayladım. "Aaaa! Bu ne?" Elindeki fotoğrafı görünce yüzüm kıpkırmızı kesildi. "Lanet sünnet fotoğrafı..." dedim öfkeyle dişlerimi sıkarken. O ise kahkahalarla gülüp elimdeki fotoğrafı bir kez daha görebilmek için geri almaya çalışıyordu. " Allah kahretsin!" diye yükseldim. "Ulan millet çocuğunun asa ve pelerin ile en şık fotoğraflarını çektirir bizimkiler de kirvem mabadımı tutarken tam kesim esnasında pipili fotoğrafımı çektirmenin derdine düşmüş! Olur mu öyle şey be! İnsan hiç mi düşünmez bu büyür de koca adam olur diye?" Kahkahalarla gülmekten neredeyse gözlerinden yaşlar gelmişti. Keşke kendim için de aynı şeyi söyleyebilseydim.

Elimdeki albümler bittiğinde o da aramızdaki mesafeleri kaldırıp kendi albümlerini bana getirdi. Birbirine yakın fotoğraflar olduğunu kabul etmeliydim. Onda da Siyah-beyaz fotoğraflar aile albümlerinde genişçe yer tutuyordu. Kardeşlerinin fotoğrafına baktığında içindeki yangının harlandığını hissettim. Onları bir daha göremeyeceğini düşündüğü için içten içe acı çekiyordu. Biraz önceki neşemizin yerini koyu bir hüzün almıştı. Acısında payımın olduğunu bilmek ona karşı tüm gardımı düşürüyordu. Vicdanım beni tokatlamaktan bir an bile geri durmuyordu.

Erkin'den kardeşleri için araştırma yapmasını istemişti. Alina'nın Türkiye'den gitmemesi gerekiyordu. Buna izin veremezdim. Kardeşlerini bulmak için ölümü bile göze alacağını biliyordum ve hem onu hem de görevime olan sadakatimi korumak için onları öldü gösterip Alina'yı yanılttım. Bir yerlerde yaşadıklarını araştırmış ve öğrenmiştim. Bunun vicdan azabını o kadar çok çekiyordum ki geceleri çoğu zaman gözüme uyku bile girmiyordu. Mecburiyetler... Olmak istemediğim bir insana dönüştüğüm için kendimden utanıyorum. Bu görevi en başından kabul etmemem gerektiğini düşünüyordum. Keşke elim kolum bu kadar bağlı olmasaydı.

Fotoğraflardan bir tanesi dikkatimi çekti. "Bu broş!"

"Evet! Annemin broşuydu. Dayım ve annemle daha önce Türkiye'ye gelmiştik. Daha doğrusu dayımın orada olduğunu haber alınca annemle birlikte sürpriz yapmak istemiştik. O sıralarda bu broşu dayım anneme hediye etti. Çok ünlü bir kraliçenin broşunun Retricası. Bu haliyle bile çok değerlidir." Fotoğrafı elime alıp dikkatle broşu inceledim. "Çok güzelmiş. O gece sana da çok yakışmıştı." Fotoğrafı çevirip arkasındaki nota göz attım. Tarih dikkatimi çekmişti. Türkiye'de karmaşanın hakim olduğu o eylemden birkaç gün öncesine aitti. Vladimir'in o eylemde de bir planı olduğunu tahmin etmiştim. Buraya gelişi boşuna değildi.

"Kime yaptırdığı hakkında bir fikrin var mı?" Biraz düşünüp dudaklarını yukarı doğru topladı. "Hatırlamıyorum! Broş'u tesadüfen çalışma masasının çekmecesinde bulmuştum. Sonra da annem olduğunu söyleyip hediye etti. Hatta Türkiye'ye bu hediye için gelmiş!" Düşüncelerim daha da netleşmeye başlamıştı. Belli ki işin içinde başka numaralar vardı. "Bu kim? Esmer uzun boylu olan adam!" Tedirginlikle de olsa cevap verdi. "O dayımın en yakın arkadaşlarından! Görev arkadaşıydı sanırım. Bana kampa gönderilecek Boşnakları kurtarmamda da o yardımcı oldu." Vladimir'in sıradan arkadaşlarının olacağını düşünmüyordum. Bu adamın Türkiye'deki eylem planlarıyla bir ilgisi olduğu açıktı.

"Onu Bosna'da görmüş olabilirim. Belki tanışmış bile olabiliriz. İsmi ne demiştin?"

"Admir Haris! Sanırım o da polisti." Hem ismini hem de yüzünü zihnime yerleştirmiştim. Onlarla ilgili her şeyi araştırıp peşlerine düşmekten çekinmeyecektim. "Bilemiyorum! Emin değilim. Sanırım hafıza konusunda pek başarılı bir sayılmam." Daha fazla konuyu derinleştirmenin onu şüphelendireceğini düşünüp kardeşleriyle olan fotoğraflarına odaklanmaya çalıştım. Bana güvenmesi için samimi olmam şarttı. Kendisini sorguya çektiğimi asla düşünmemeliydi.

"Hana bebekken de çok tatlıymış. Onunla olan bağım benim için çok değerli."

"Seni çok seviyor!" derken gözleri ışıl ışıldı. "Ben de onu dünyalar kadar çok seviyorum." Onu üzecek hiçbir şey yapmak istemiyordum. "Şu Mostar köprüsü değil mi?" Başını evet anlamında salladı. "Delikanlılar genç kızlara evlenme teklifi edeceği zaman kendilerini oradan suyun içine bırakır. Böylece cesaretlerini ve sevgilerini kanıtlamış olurlar. Bu köprü hem mutluluğun hem acının hem de kardeşliğin hikayesini barındırır. Ben de ise sadece ihaneti çağrıştırıyor."

"Neyse ki biz hemen evlendik. Bu iş biraz uzasaydı muhtemelen ben de o köprüden atlamak zorunda kalırdım. Ve inan bana suyla aram hiç iyi değildir! Özellikle de donduruculuğu yüksek olan sularla. Kışta kıyamette mesela!" Bana kinayeli kinayeli baktığında yutkundum. " Hâlâ böyle bir şey istemeyeceğimin garantisi yok!"

"Hiç durma iste o zaman! Senin için uçurumdan bile atlarım!" Keşke bunu istemeden de olsa onu uçuruma itmek zorunda kalmayacağımı bilerek söylemiş olsaydım. Bana yaklaşıp dudaklarıma bir öpücük bırakmak istedi. Benden uzaklaşmasına hemen izin vermeyecektim. Aklımdan böyle bir şey geçmediği halde ona sımsıkı sarıldım ve bu öpüşmeyi olabildiğince uzatmaya çalıştım. Bedenim benden bağımsız her geçen dakika ona çekiliyordu. Onu yanımdayken bile özlüyor, tuhaf, sadistçe bir duyguyla onu istiyordum. Bu bir uçurumda cam kırıklarının üzerine basa basa yürümek gibiydi. Basmamak bir şans olamazdı çünkü aşağısı daha beter bir acıyı, hayal kırıklığını saklıyordu. Yana yana da olsa o uçurumu düşmeden geçmek zorundaydım. Düştüğümde elimden kimse tutmayacaktı ve belki başkalarının da sonu olacaktım. Görevim Vladimir'i ve provokasyonlarını durdurmak, ardındaki hainleri de Vladimir ile birlikte yakalayıp hapse tıkmaktı. Bunu o 20'li yaşlarında al kanlara boyanan şehitlere, onların gözü yaşlı analarına, doğacak yavrularına borçluydum.

Bırak onu Barbaros, daha fazlasına izin verme! Onu bir görevden daha fazla benimseme! İkinize de bunu yapmaya hakkın yok!

Olmuyordu. Ona çekilmekten kurtulamıyordum ve o da beni kendinden uzaklaştırmak için tek bir hamle bile yapmıyordu. Bana karşılık vermesi tüm duygularımı şahlandırmış, kontrolsüz bir hale getirmişti. Kendini çekyatın koluna bıraktığında aramızdaki tüm perdelerin kalkacağını anlamıştım. Saçlarına, boynuna bıraktığım öpücükler her geçen dakika ruhumu şehvetin kırmızı rengine boyuyordu. Hızlanıp sertleşen dokunuşlarım kendimi frenlemem gerektiğini vicdanıma bağır çağır haykırıyordu. Bir çınlama düş uykusundan uyanmama sebep oldu. Ne olduğunu bile anlayamadan onu da kendimle birlikte çekyattan aşağıya bırakmıştım. Bunu yaparken boynunun hemen altındaki yastığa erişip silahımı kavramam da eş zamanlı olarak gerçekleşmişti.

"Sakın kıpırdama! Küçük bir hedef ol!" Üzerine kapanıp bedenimi ona siper olacak hale getirdim. Onu kendimle birlikte kaşla göz arasında çekyatın ardına sakladım. Ve çektiğim oymalı, ahşap kenarlı berjerle ona korunaklı bir bölge oluşturdum. Yerimden doğrulup duvara siper olarak silahımla birlikte kapıyı araladım. Burası askeri bir lojmandı ve bu şehirdeki belki de ne güvenlikli yerdi. Hal böyleyken cama kurşun sıkan kim olabilirdi. Alina bana yaklaşmaya çalıştığında, "Camdan uzak dur!" Diye bağırdım. Onu korkutmak istemesem de bu işi çözmeden tehlikeye yaklaşmasına izin veremezdim. Etrafa göz gezdirdiğimde kimsenin olmadığını anlamıştım. Yerdeki tek el mermi kovanını avucuma alıp inceledim. Bendeki kovanlardan hiçbir farkı yoktu. Aynı tip silahtan çıkmıştı. O zaman bu ateş kime aitti?1


 

Bölüm : 17.01.2025 13:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...