Son hastamın serumunu takıp geçmiş olsun dileklerimi ilettim. Nihayet nefes almak için uygun zamanı bulabilmiştim. Hastanenin dar koridorlarından yorgun görmemeye çalışarak yürümeye başladım. Bugün saçlarımı at kuyruğu yapmış, hemşire kıyafetlerimin içinde koşuşturup duruyordum. Gece boyu nöbet tuttuğum için uyku kulaklarımdan tütüyordu. Hana'yı bakıcısına bırakıp tüm gece Barbaros'u düşünmemeye çalışarak koşturup durmuştum. Gideli iki gün oluyordu. Gittiği günden bu yana kalbimin sancısı hiç dinmiyordu. Her ne kadar birlikte olmasak da artık bir asker karısıydım. Bunun ne kadar zor olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyordum.
Yanımda olmadığı zamanlar durum hep aynıydı. Bekliyordum. Beni sevmediği zamanlarda bile bana geleceği, kısa bir süre de olsa yakınımda dolaşacağı günleri bekliyordum. Bana onu hatırlatan her şeye hava gibi, su gibi muhtaçtım. Sırf adı geçti diye o Yeşilçam filmini defalarca izlemiş, ben de bıraktığı küçük birkaç hatıraya sıkı sıkı sarılıp pencere önü saksısı gibi yollarını gözlemiştim. Şimdi durum eskisinden çok daha vahimdi. Hiç tatmadığımı fark ettiğim duyguların kıskacında kıvranıyordum. Onu öpmenin ne demek olduğunu biliyordum artık. Sarılmanın, kokusuna alarak başımı göğsüne yaslamanın ben bıraktığı o duyguya aşinaydım. Artık yüreğimdeki savaş çok daha büyük, çok daha yaralıydı. Onsuz kalmanın bende bırakacağı izleri taşıyamayacağıma inanmıştım.
Dinlenme odasına geçtiğimde L koltuğa oturup dizlerimi karnıma çekerek pencereden dışarıyı izledim. Hemen şimdi çıkıp gelse sevinçten aklımı kaybetmekten korkuyordum. Aklıma gelen şeyler beni günlük hayatın hengamesinden koparıp kendi zihin dünyama hapsediyordu. Canının yanması ihtimali bile uykularımı kaçırıyordu. Ölüm haberini alma fikrini kaldıramıyordum.
Kalbim göğüs kafesime dar geldiğinde sığamadığım odada pencereyi açıp temiz dağ havasının içeri süzülmesine izin verdim. Bahar gelmişti. Eskiye nazaran çok daha ılık bir havanın beni beklediğini görüyordum. Gökyüzündeki uçurtmalar nefis bir renk cümbüşünü maviliğin üzerine yansıtıyordu.
"Müsait miydin Alina?" Cevap vermeme fırsat tanımadan Ayşen sözüyle birlikte kapıyı tıklatıp çoktan içeriye girmişti. Yüzümdeki hüznü belli etmemek için olabildiğince tebessüm etmeye çalıştım. "Evet! Buyrun lütfen!"
"Aaaaaaa!"dedi samimi bir tebessümle. " Bana sizli bizli hitap etmekten vazgeç. Biliyorsun artık lojmanda komşu sayılırız. İşte de arkadaş... O yüzden seni bizim altın kızlar kulübüne kabul etmemin hiçbir mahsuru yok. Bana abla de! İstersen Ayşen de olur!" Kıkırdadım. Eskiye nazaran Türkçem çok daha iyi bir durumdaydı. Ama bazen onun ne dediğini istesem de anlayamıyordum. "Peki Ayşen abla!"
"Ha şöyle ayol! Biraz relax!" Elinde iki tane kocaman kupa tutuyordu ve içerisinde nefis bir kahve olduğunu anlamam uzun sürmemişti. "Kahve içmeyi seviyorsundur umarım!" Bana uzattığı kahveyi alıp buharının burun delikleriden içeri girmesine ve beni ayıltmasına izin verdim. "Çok teşekkür ederim. Gerçekten ihtiyacım vardı. Burası çok yoğun! Tüm gece koşturmaktan bacaklarımı artık hissetmiyorum. ()"
"Ay ilahi! Seni şu araya sıkıştırdığın Boşnakça kelimeler var ya deli ediyor beni. Her iki dil de diline nasıl yakışıyor bilemezsin! Göçmen gelin almanın bu kadar eğlenceli olacağını düşünmemiştim."
Utanıp alt dudağımı ısırdım. "Of ne geceydi?"
"Genellikle! Benim bacaklarım da karıncalanıyor! Burası oldukça kalabalık bir yer. Çok fazla hastane de yok! İster istemez insanlar akın akın devlet hastanesine koşturuyor. Bizde hap kullanarak, kahve içerek ayakta kalmaya çalışıyoruz işte! Eminim zamanla sen de alışırsın."
Kahvemden bir yudum alıp zihnimin berraklaştığı bu anların tadını çıkardım. "Neden doktor sayısı bu kadar az? Sonuçta burası bir hastane ve çok fazla insana hizmet veriyor. Daha fazla personel gerekmez mi?"
"Ahhhh ah!" Diye efkarlı iç çekti. Dudaklarını dişlemiş gözlerini de sıcak bir şey yemiş gibi fal taşı misali açmıştı. "Buralar tehlikeli yerler güzelim. Boşuna lojmanda kalmıyoruz. Canını seven gelmiyor haliyle. Geçenlerde bir doktor hanım geldi ayını doldurmadan tayin isteyip kaçtı. Belki inanmayacaksın ama kadın buradan kurtulmak için ilk gelen kısmete evet dedi."
Büyük bir hayal kırıklığı içinde, "Yaaaa!" dedim. "Demek bu kadar zorlu şartlar!" Önemsiz bir şeyden bahseder gibi sağ omzunu silkeledi. "Evet! Hem kalabalık hem de terör. İnsanlar haklı olarak canlarını düşünüyorlar. Ama buralarda vatan toprağı. Başıboş bırakıp bencilce sadece kendimizi düşünemeyiz. Doktora, hakime, polise, askere ihtiyaçları var. Ülkenin hainlerden temizlendiği günler elbet gelecek. Ama öncesinde biraz sabırlı olmak şart!"
Pencereden dışarıdaki manzarayı ilgiyle baktım. "Buraların insanını çok sevdim. Ne kadar da sevecen ve sıcakkanlılar. Biliyor musunuz aç kalırım diye beni düşünüp gözleme getirenler bile var. Adımı 'eli hafif hemşire' koymuşlar. Özellikle iğne vurmam için beni talep ediyorlarmış." Ayşen abla pencereye yaklaşıp uzaktaki karlı dağlara baktı. Neşeli ve huzurlu hali bana da geçmiş, yüreğimdeki pası söküp almıştı.
"Öyledirler! Herkesi de terörist görmemek lazım. Terör aslında bizim kadar onların da canını yakıyor. En sevdiklerini zorla çekip alıyorlar ellerinden. İçlerinde tek oğlunu gözünü kırpmadan seve seve askere gönderenler var. Öldürüleceğini bile bile teröristlere kafa tutup bir lokma ekmeği saklayanlar var. Herkesi aynı kefeye koyup yanlış düşüncelere asla kapılmamak lazım. Biz içimizdeki tüm farklılıkları seve seve tek millet olduk. Bu vatanın her karışını sevip bayındırlaştırdık. Aynı bayrağın altında gölgelendik. Bizi ayırmayı kimsenin gücü yetmez! İçlerindeki kandırılmış zavallılar er ya da geç bunu anlayacak." Aklıma kendi geçmişim düştü bir anda. Gözlerimdeki heyecanın yerini ölü bir kelebeğin kanat çırpışlarına bıraktı.
"Dilerim ki bu güzel vatan benim ülkemdeki insanların kaderini yaşamasın. İlelebet korunup muhafaza edilsin ve bu milletin evlatlarına emanet olarak bırakılsın. Türk milleti buna layık!"
"Kim bilir neler hissediyorsun? Belli etmemeye çalışıyorsun ama gözlerine her baktığımda kalbindeki yaranın farkına varabiliyorum." Derin bir nefes çekip içimdeki acının ruhumdaki ateşe karışmasına izin verdim. Duygularımı hissettirmemeye çalışıyordum. Belli ki bu konuda pek de başarılı değildim.
" Sevdiğim her şeyi kaybettim. Evimi, ülkemi, annemi, kardeşlerimi... Hatta nişanlımı..." Alaycı bir gülüş onun bakışlarının arasında dudaklarımdan firar etti. "Aslında kaybettiğime üzüldüğünü söyleyemem. Karaktersiz bir adam olduğunu anlamam benim en büyük şansımdı. Hem o zaman Barbaros'la da tanışamazdık." Adının geçmesi bile kalp çarpıntımın göğüs kafesimi döverek çırpınmasına sebep oldu. Ayşen abla bendeki sevda halini en başından beri fark ediyordu zaten. Yüreğim onu görür görmez bal rengi gözlerin sahibini kendine yuva seçmişti. Ona düşmüş ve tüm çabalarıma rağmen kendi içinde ona yaren olmuştu.
"Çok yakışıyorsunuz Alina!" Dedi hisli hisli. " Onca kayıptan sonra birbirinizi bulup sevdalanmanız öyle güzel ki! Küçük bir bebeğiniz olduğunda tüm kayıplarınızı unutup yeniden mutlu olacaksınız." Barbaros'a benzeyen bir bebek... Belki bir erkek çocuğu... Bu duygunun beni esir etmesi saniyelerimi almıştı. Sevdiğim adama ait bir parçayı kendi canımla besleme fikrini sevmiştim.
"Belki biraz zamanı vardır!" Elleriyle karnındaki kocaman çıkıntıyı sevdi. "Yakında bizimki de doğacak! Ne güzel hep birlikte bir arada büyüyecekler." Koluma küçük bir dirsek atıp, "Elini çabuk tutmaya bak! Oğlumun yalnız büyümesini istemiyorum ona göre!" Kıkırdadım. Cebinden çıkardığı patiği bana gösterdi. Mavi çiçek desenleri olan açık renk çok güzel bir patikti. "Çok şirinmiş! ()"
"Bunu annem ördü. Neden bilmiyorum içimden senin de bir oğlun olacağını hissediyorum. Ben de bir çift daha var. Bu senin olsun!" Patiği elimle uzaklaştırıp, "Yo hayır! Kabul edemem!" dedim. Kaşlarını çatıp haylaz muzır bir ifadeyle şaşkın bakışlarımın arasında patiği cebime tıkıştırdı. "Ah saçmalama lütfen! Sana dedim bir tane daha var! İçimden geldi bunu sana vermek istiyorum." Yanaklarımın kıpkırmızı kestiğinden emindim. Biz hiçbir şey yaşamamıştık ki. Zaten eve geldiği zamanlar da oldukça sınırlıydı. Hâl böyleyken anne olma fikri uzaylı istilası misali uçuk kaçık bir düşünce gibi geliyordu.
"Önemli değil! Hadi bakalım kahveni soğutma! Ben de portakal suyumu içeyim. Anne olduğun zaman istesen de sana kahve içme izni vermem." İçime düşen cemrenin duygularımı alabora ettiğini hissettim. Barbaros ile bir aile olmayı öyle çok istiyordum ki bunun sözü bile kalbimi bambaşka duygulara sürüklemişti. "Göreve gitti!" dedim yaralı bir ses tonuyla. Zayıf belli belirsiz bir tınıyla söylediğim halde beni duydu.
"Tabi hasret çöktü içine değil mi? Siz daha yeni sayılırsınız!" Elini heyecanla gözlerinden kalpler çıkarak göğsünün üzerine bastırdı. " Ah ne günlerdi! Durmaz yüreğin şimdi köpürür, taşar! Özlemekten kendini koyacak yer bulamazsın. Başındaki bulutlar kelepçe olur sıkar. Kokusunu dokunduğun her yerde ararsın." Gözlerim dolu dolu oldu. Bu kadar içli biri olduğumu bilmezdim. Ben sık ağlayan bir kız da değildim. Barbaros'a duyduğum hisler kalbimi yumuşatmıştı. Birkaç ay öncesine kadar bir kadın olduğumu bile unutmuşken şimdi sevdiğim adamın yanıbaşında beni keşfetmesini istiyordum.
"Hislerime ne de güzel tercüman oldunuz! Böyle hisseden bir tek ben değilimdir herhalde!"
"Sen yenisin! Merak etme alışırsın. Asker eşi olmak beklemek, sabretmek demektir. Onunla yaşayacağın birkaç saat için günlerce haftalarca pencere kenarlarında, kapı önlerinde göz nuru dökmektir. Şereftir! Dünyadaki en güzel sıkıntı, en eşsiz vuslattır." Ayşen ablanın bu kadar içli bir kadın olduğunu hiç düşünmemiştim. Cihangir ile sürekli didişip duruyorlardı. Hâl böyleyken birbirlerini sevdiklerine inanmak oldukça güçtü. Anlamıştım. Bu onların ilişkilerindeki sevme biçimiydi. Sevgiyi hissetmeyen, aşkı tatmayan insan böyle güzel cümleler kuramazdı.
İç çektim. Kalbimin odalarına sığamıyordu duygularım. "Ah şimdi kapı açılsa! Girse içeri! Hemen atılsam boynuna. Sımsıkı sarılsam. Geçse yaralarım. Unutsam aklıma gelen tüm o korkunç hatıraları. Sadece onu düşünsem. Sadece onu koklayıp hissetsem. Yarım bıraktığım tüm güzelliklere inat onun gölgesinde ısınsam. Her şey yalan olsa! Bir tek sevdiğim adamın gerçekliğinde nefeslensem. Kalbim dirense, kırsa göğüs kafesimdeki tüm kemikleri ve konsa avuçlarına. Bir tek sana aitim diye haykırsa!" Ben böyle dalıp dalıp kendi kendime sayıklarken Ayşen ablanın dudaklarından mayışmış bir ifade okunur olmuştu.
"Vay be! Bizim gözü kara komutana bak sen. Göçmen kızının yüreğini ne de güzel çalmış! Hep söylerim ben şu Cihangir'e! Senin komutan becerikli adam! O ekipte herkes tohuma kaçsa ne yapar ne eder başını bağlar. Sen diğerlerine acı da bağla başlarını."
Alt dudağımı dişleyip bakışlarımı kaçırırken bu kadar açık bir şekilde kendimi anlattığıma çoktan pişman olmuştum. Bir yandan da içime belli belirsiz bir kasvet çöküp kalmıştı. Barbaros'ta şeytan tüyü vardı o doğru! Ama bu kadarını Ayşe'nin bilip tahmin etmesi de can sıkmıyor değildi hani! Benden önce kimler gelip gitmişti de içimdeki derde böyle bir tanı koymuştu. Yazdığı aşk şiirleri yine aklıma düştü. İtiraf etmeliydim. Üsteğmen kadın ruhundan gereğinden fazla anlıyordu. Düne kadar kanlı bıçaklı düşmanken beni nasıl kendine bağlamıştı hâlâ akıl sır erdiremiyordum. Cesaret edip ona duygularımı açmak asla becerebileceğim bir şey değildi.
Maher ile ilişkimize başladığımızda bile elimi tutmasına aylarca izin vermemiş, gözlerimi kaçırmıştım. Söz konusu üsteğmen olduğunda ise duygularımızı itiraf ettiğimiz o ilk gün bile kendimi kollarına bırakmaya hazır vaziyetteydim. Başımı bu kadar çabuk nasıl döndürdüğü hâlâ anlamıyor, hislerim karşısında tökezlemekten kurtulamıyordum.
Utana sıkıla "Başkaları da mı vardı?" dedim. Ayşen abla pot kırmış gibi geriledi. "Yok canım! Gazeteci bir sevgilisi vardı hepsi o! Pek bilmem öyle birileriyle gezip tozduğunu. İşkolik bir adamdır. Hem bilirsin! Dağda bayırda dişi sinek bile bulamaz bunlar. Asker adama benimki de laf işte!" Keşke kalbime sinsi bir şekilde sızan zehrin bu sözlerle birlikte dağıldığına inanabilseydim. "Zaten o kızla işkoliğin tekiydi. Evlenmek falan hak getire! Yumurta bile kıramazdı. Evinin hanımı olmaktansa ülke ülke şehir şehir gezmeyi tercih ederdi." Elini bir yelpaze misali ağzına yaklaştırıp sır verir gibi yaklaştı. "Bana sorarsan evlenecekleri falan da yoktu. Çok derin hisleri olduğuna inanmıyorum. İyi kızdı ama, ikisinin bir yuva kuracağına asla inanmazdım. Biri dağda biri bayırda. İnsan evine geldiğinde bir sıcak çorba olsun karısından görmek ister."
Onunla aynı düşünemiyordum. Evet yuvayı sıcacık yapan şey ailesine bağlı bir erkeğin yanı sıra sevgi dolu bir çocuk ve fedakar bir kadındı belki ama Hazel'in yaptığı şey de tüm bunlardan daha az değerli değildi. O bize yapılan soykırımı kayda alıp tüm insanlığa duyurmak istemiş ve büyük bir gayeye hizmet etmişti. Belki de en çok bu yüzden kıskanıyordum onu. Barbaros öylesine birine gönül vermemişti. İdealleri olan güçlü bir kadını sevmişti. Hazel'den nefret etmesen de imreniyor, Barbaros'a yaşanmışlıklarına katlanamıyordum. Kadınsı duygularım bu gerçekler karşısında çaresizdi. Bir gün bana baktığında onu görürse diye çok korkuyordum. Ben onunla bambaşka bir aşkı yaşamak istiyordum. Kimseden arta kalan yaraları tamir etmek ve iyileştirmek gibi bir derdim yoktu. Kimsenin yerine geçmek de istemiyordum.
Konuşmanın daha fazla uzamasını istemiyordum. Hazel'in adının geçmesi kalbimin üzerine sert bir yumruk atılmasıyla eşdeğerdi. O an imdadıma hemşire Berna yetişti. Üzerindeki beyaz önlüğü ve platin sarısı uzun at kuyruğu saçlarıyla karşımda kızarmış ve terlemiş bir vaziyette duruyordu. " Alina! Sana ihtiyacımız var tatlım!"
"Sakin ol! Neler oluyor?" Ayşen bakışlarını ikimiz arasında dokurken hışımla yutkunup beni bileğimden çekiştirdi. "Yaşlı Boşnak bir kadın getirmişler. O da senin gibi savaştan kaçıp buraya sığınmış. Ama derdinden dilinden anlamıyoruz." Bakışlarını hastanenin dinlenme odasının duvarlarında hırsla gezdirdi ve nihayet gözlerimle buluşturdu. "Şu koca hastanede Boşnakça bilen bir sen varsın. Ve kadın inanılmaz huysuz. 'Ne dediğini anlamıyorum teyze!' dedim bastonuyla kalçama iki tane indirdi. Gelmezsen o bastonun kafamızda kırılma ihtimali çok yüksek."
Ayşen abla ile birbirimize bakıp kıkırdadık. "U redu. (Peki) Hadi gidelim öyleyse! Teyzeyi daha fazla bekletmeyelim!" Ayşen abla ile vedalaşıp düz bir koridora geçtim ve asansöre bindim. Burası iki katlı mütevazi bir binaydı. Giriş katında kayıt işlemleri yapılır üst katlarda ise sağlık personeli dur durak bilmeden ter dökerek çalışırdı. Kışın yoğun kar yağışı nedeniyle bazen kapıyı açmak için kar küremek zorunda kalırlardı. Hastane ana yoldan biraz daha içeride dükkanların ve toprak yolların arasındaydı. Elektrik sık sık kesilir, jeneratör ise sürekli arızalanırdı. Doktorlar ve hemşireler yoğun hasta kuyruklarının yanı sıra bir de bu teknik sorunlarla uğraşmak zorunda kalırdı. Isınma genellikle sobayla olurdu. Bazen birkaç dakikalık ara bulduğumuzda çaycımız Edibe Hanım getirdiği tandır ekmeklerini sobada ısıtır ve kendi elleriyle otlu peynirle birlikte bize enfes ayaküstü kahvaltılar hazırlardı. Dumanı üzerinde çayla güzel sohbetler ederek işimizin başında yerimizi aldık.
Genel poliklinik, doğumhane, acil servis ve üç tane ameliyathane dışında çok fazla birimi yoktu. Buranın insanı ulaşımın zorluğundan sebep hastalığı son raddeye ulaşana kadar hastane yolunu bilmezdi. İçlerinden bazıları Türkçe bilmiyordu. Hâl böyle olunca onlarla anlaşmak da epey zordu. Hakkari Yüksekova'da her şeye rağmen terörün kucağında mutlu bir nesil yetişiyordu. Terörü ve tüm o saldırılara inat ay yıldızlı bayrağın koruyucusu olmak için marşlarını okuyarak ders başı yapıyorlardı. Burada olmaktan mutlu olduğumu hissediyordum. İyi bir şeyler yapmak yaralarımı sarmada en büyük derman olmuştu.
Üst kata çıkıp kahverengi ahşap çürük kapının koluna asılarak içeri girdim ve terör estiren teyzenin tam karşısında yerimi aldım. "Zdravo (Merhaba)!" Kendisiyle Boşnakça konuştuğumu görünce yüzü belli belirsiz aydınlanmıştı. ""Aleluja Konačno postoji neko ko me razume. Zdravo moja lijepa djevojko!(Şükürler olsun sonunda beni anlayan birileri çıktı. Merhaba güzel kızım)!" Ciğerlerindeki nefesi bırakıp şükreder gibi iki elini kalbinin üzerine bastırıp başını dua eder gibi geriye bıraktı. Ona kaş ucuyla işmar edip yeniden beyaz pamuklu saçları olan seksenli yaşlardaki teyzeye yöneldim.
" Meyra! Meyra Abduloviç!" Berna'nın elinden tansiyon aletini alıp tansiyonunu ölçtüm. Yüzü kırış kırış olsa da mavi gözlerinden ne kadar güzel bir kadın olduğunun farkına varmıştım. Bana şaşkınlık ve heves arasında gidip gelen bakışlar atıyordu. "Tansiyonunuz gayet normal! Başka bir şikayetiniz var mı?" Teyze, Berna'ya bakıp bakışlarına utangaç bir şekilde kaçırdı. "Çekinmeyin lütfen! Size yardımcı olmak için buradayız." Teyze bakışlarıyla bacaklarının arasını işaret ettiğinde az çok ne demek istediğini anlamıştım.
"Anladım sanırım! İdrar kaçırma problemi var sizde! Bu yaşlarda çok normal!" Halinden anladığımı görünce yüzündeki rahatlama hissi sevincimi katladı. "Hay Allah razı olsun. Derdimi anlatacağım diye şebek oldum burada." Onu onaylayıp tansiyon aletini çantasına yerleştirdim. "Sen de Boşnaksın değil mi? Yüzünden, minik yeşil gözlerinden tanıdım. Bizim oraların kadınlarına benziyorsun. İnce uzun vücut, açık ten, güzel gözler... Seni tanıyor gibiyim!"
"Affedersiniz! Ben sizi pek hatırlayamadım!" dedim kollarımı hemşire kıyafetimin gömleğinin üzerinde birleştirken. "Nerede yaşıyordun güzel kızım?"
" Saraybosna'da! Son birkaç aydır Srebrenitsa'ya atandığım için orada çalışıyordum." Teyze dudaklarını öne doğru sarkıtıp düşünceli bir şekilde alnını kırıştırdı. Mavi gözleri şimdi çok daha minik, çok daha güzel görünüyordu. "Annenin adı neydi? Dur! Bulacağım sanırım. Hah buldum!" Gözlerim yüzündeki parlayan ifadeyi aralanmış dudaklarımı kolladı. "Mirela! Sen Mirela'nın kızısın. İsmin de Alina değil mi? Ah güzelim! Ah talihsiz Alina! Sevgili annen ve baban çocukluğunda benimle aynı mahallede yaşıyordu. Annenle yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Baban tüccardı değil mi? Epey zaman sonra kanserden vefat ettiğini öğrendim." Berna ile şaşkınca bakışıp teyzenin yaşlı ellerini tuttum ve sedye de hemen yanı başına yerleştim. Ellerim umut dilenir gibi ellerine kavuştu. Kendi memleketimden birilerini görmek, eski günleri yâd etmek kalbimdeki sızıyı biraz olsun dindirmişti. Anlatmak haykırmak yüreğimi dökmek istiyordum. Ama beni ancak benimle aynı şeyleri yaşayan insanlar anlardı. Bu kadın vatanım gibi kokuyordu. Artemis çiçekleri gibi. Ellerinde annemin şefkati, gözlerinde oradaki acıların yansıması vardı.
"Ne olur susma devam et!" Tüm kimsesizliğimle yalvarır gibi. "Ailemi tanıyan birileriyle uzun zamandır hiç konuşmamıştım." Gözlerimin nemlendiğini hissedip yutkundum. Kalbim deli gibi atıyordu. " Çok güzle bir çocukluğun vardı. Yeşil gözlerindeki cıvıldardı. Akşam üzeri sokakta oyun oynarsınız. Şeftali bahçelerini hatırlıyorsun değil mi kızım? Sulu sulu şeftaliler getirmiştin bana! Ne de lezzetliydiler!" Başımı sallayıp gözyaşları içinde onu onayladım. Bu hatırlamasam da bana çok yabancı gelmemişti."
"Gülümseyen dudaklarım hevesle aralandı. "Sonra! Ne yapardık ailemle? Babam o zamanlar nasıldı mesela! Kardeşlerim?"
"Yapız yakışıklı, burma bıyıklı bir adamdı. Annenin gözleri de seninkiler gibi yeşildi." Yüzümde nemli bir tebessümle onu onayladım. Berina ve ben gözlerimizi annemizden almıştık. Hana ve Muris ise babamızdan.
"Ah savaş! Bizlere neler etti! Yavrularımı, torunlarımı kaybettim güzel kızım! Aylarca ilaçsız aç kaldım. Bizi kendi kaderimize terk ettiler! En yakınlarımız sırtımızdan hançerledi. Nasıl bakacaklar mahşerde yüzümüze!" Gözyaşlarını oyalı mendilimle sildim. "Üzülme! Bahar Bosna'ya da gelecek! Hep dua ediyorum. Allah bizi yüzüstü bırakmayacak! İyi olacağız! Belki yeniden eski mahallemizde bir araya gelir yine sofralar kurarız!" Yaşlı elleri titrek bir şekilde yüzümü okşadı. "İnşallah yavrum! Allah sabredenlerle beraberdir. Annen yine o nefsi Boşnak mantılarından yapıyor mu?" Gülüşüm ve umutlarım aniden söndü. Beni ziyaret için geldiklerinde onu kaybetmiştim.
"Hayatta değil!" Dedim boğulur gibi. Annemin yaşamadığını kabullenmek acı veriyordu. "Başın sağolsun! Kardeşlerin! Onlarla hiç konuştun mu?" Bakışlarım gözyaşlarımda birlikte zemine düştü. "O-onlar!"
" Şimdi hatırladım." Dedi konuşmama izin vermeyerek. "Carna Dolina esir kampında kız kardeşin Berina'yı görmüştüm. Ah zavallıcık!" Başını ağıt yakar gibi acıyla salladı. Omuzlarında ne çok acının yükünü taşıyordu. " Çok perişan bir haldeydi yavrum! Bizi değiş tokuş edip gönderdiklerinde onunla son kez görüşme şansım oldu. Bana seni bulmamı söyledi. Çok önemli bir mesele hakkında konuşmamız gerekiyormuş. Kendisini kurtarmam için bana yalvardı. Seni bekliyor! Uzun zamandır erkek kardeşin Muris'ten haber alamıyormuş. Sadece yaşadığını biliyor." Büyük bir heyecan ve umutla söyledikleri kalbime saplanıp kalmıştı. Yüzüm ağlamak ve gülmek arasında tuhaf bir ifadeye büründü. Titrek ellerim ve bacaklarım eskisi gibi sakin ve sabırlı kalamıyordu. Ayağa kalkıp kalbimin üzerine baskı yaptım ve ona sırtımı döndüm.Bu yaşlı kadın bana neler söylüyordu?
Erkin ile yaptığımız konuşma aklıma düştü. Bana kendinden emin bir şekilde kardeşlerimin öldüğünü söylemişti. Yaptığı araştırmalar ona bu neticeye götürüyordu. Madem ölmüşlerdi bu kadın kimlerden bahsediyor böyle? " Onu ne zaman gördün teyze?" Sesim kuşku ve umut arasında mekik dokudu.
"Sadece iki hafta oldu! Hemen sonrasında buraya geldik! Bana yalvardı Alina! Onu kurtarmalısın kızım! Durumu çok kötü! Öğretmenlik yapıyordu değil mi? Zavallı Berina! Sırp askerlerin kanlı pis çamaşırlarını yıkayıp nefret ede ede yaralarına pansuman yapıyordu." Dudaklarımdan firar eden hıçkırık gözyaşlarımın daha fazla yuvalarında durmak istemediğini haykırıyordu. Ben yeni sorular sormaya hazırlanırken orta yaşlı bir kadın elinde ilaç poşeti ile yanımıza geldi. "Anne! Nerelerdeydin? Gitmemiz gerekiyor!" Kadın titrek dizlerini sabit tutmaya çalışarak başındaki üçgen kısa yazmayı düzeltti.
"Hayır Lana! Bu güzel kız bana yardımcı oldu. O çok güzel sohbet ediyor! Çok sevimli biri!" Konuşması küçük bir çocuk hüviyetine bürünmüştü sanki. "Neydi ismin? Yeni tanıştık değil mi?"
"A-ama!" İnanamaz bir şekilde yaşlı kadına baktım. Berna da benimle aynı şoku yaşıyordu. "Siz?" Yaşlı kadın öfkeli bir şekilde bastonunu yere vurdu. "Neden hâlâ buradayız? Bu gece kına yakılacak bana! Gelin oluyorum Lana! Gidip hazırlık yapmalıyız! Sevdiğim adamın ailesine mahcup olmak istemiyorum." Bakışlarım gitgide daha da aptal gibi görünmeme sebep oluyordu. "Kusura bakmayın! Annem Alzheimer hastası! O pek iyi değil! Size neler söyledi kim bilir!" Daha fazla o ortamda duramayıp hızla merdivenlere yöneldim. Koridordan geçip hastanenin girişinde nefeslenmeye çalıştım.
Duyduklarım aklımdan çıkmıyordu. Söylediklerinde haklılık payı olabilir miydi? Kardeşim Berina yaşıyor muydu? Yo hayır! Yanılıyor olmalı. Buna inanamazdım. Erkin beni kandırmazdı. Dayım bu konuda beni bilgilendirmeyi asla ihmal etmezdi. Ya gerçekse! Oturup orada dakikalarca kendime gelmeye çalıştım. Bunun peşine düşmeli araştırıp gerçeklere erişmeliydim. Olabilir miydi? Ailemden Hana dışında birileri hayatta kalmış olabilir miydi? Daha iyi olduğumu hissettiğim an toparlanıp minibüse binmek istedim.
Yanıma yaklaşan adım sesleri bakışlarımı uzun boyu ve kaslarıyla karşımda dikilip poz veren Gökmen beye sabitledi. " Merhaba Alina!"
"Merhaba Gökmen bey!" diye karşılık verdim. Adımlarım hız kesmeden devam ediyordu. Bir an önce yanımdan çekip gitmesini istiyordum. İşim sanki böyle çok daha kolay olacaktı. Barbaros'un ikimizi görmesi iyi olmazdı. Fazlasıyla kıskanç olduğunu bildiğim için her an bir yerlerden çıkacakmış gibi tedirgindim. "Neden kaçıyorsun?" Ben uzaklaşmak için çırpınırken onun adımları benim yaklaşık birkaç adım gerimde tıkanıp kalmıştı. "Kaçmıyorum!" dedim omuzlarımın üzerinden. "Yani neden kaçayım ki?" Kaşının birini kaldırıp omuz silkti. "Bilmem! Ben de onu anlamaya çalışıyorum." Kısa bir duraksamanın ardından, "Belki kocandan çekiniyorsundur." diye ekledi. Bu cümleyi duymak hiç hoşuma gitmemişti.
"Kimseden çekinmiyorum!" Tamam çekiniyordum ama bunu onun bilmesine gerek yoktu. "Haklısın! Baya ters bir adamdı. Basit bir arkadaşlığı bile bize çok gördü. Ne diyebilirim ki sonuçta senin hayatın!" Sözleri canımı sıktığı için hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp gitmeye yeltendim. Birkaç saniye sonra adımları bana yetişmiş minibüs durağına doğru giderken önümü keser gibi karşıma çıkmıştı.
"Lütfen Alina! Kötü niyetle söylemediğimi biliyorsun. Evli kadınlardan hoşlanacak kadar başıbozuk bir adam değilim ben! Sadece iş arkadaşıyız! Yani beni yanlış anlamana gerek yok!" Durumumun farkında olması yanağımın kızarmasına sebep olsa da bunun aksini iddia etmedim. Barbaros'u seviyordum ve Gökmen bey ikimiz arasında sorun olabilecek kadar önemli biri değildi.
" Hana'yı almam gerekiyor. Bugün biraz dolaşacaktık. Beni kreşin önünde bekliyor olmalı." Dudakları bir tebessümle aralandı. Sanki biraz önce onu tersleyen ben değilmişim gibi bana arabasını işaret etti. "Neden birlikte gitmiyoruz. Benim de o taraflarda işim vardı. Seni bırakırım sonra nereye istersen gidersin!" Kafam karman çormandı. "Ben minibüsle giderim."
"Lütfen! Minibüs şimdi tıklım tıklımdır. Buralarda rahat edemezsin. Hem çocuğa da yazık olur. Seni sadece kreşe kadar bırakabilirim. Merak etme fazla uzun sürmez. 10 dakikalık mesafe!" O kadar çok ısrar etmişti ki daha da yapışacağını anladığım için teklifini kabul etmek zorunda kaldım. Aracına binip kreşin bulunduğu yola revan olduk. 10 dakika sonra Hana'yı da almış ve yeniden araca yönelmiştik. "Sestra! Bugün nereye gideceğiz?"
" Nehil sazlığı tatlım. Orada biraz doğa ile iç içe olmak ikimize de iyi gelecek." Hana ellerini çırpıp neşeyle gülücükler dağıttı. Siyah saçlarına iki yandan örgü yapmış, kırmızı benekli elbisesiyle ve kırmızı kurdeleler ile dünyalar tatlısı bir kız çocuğu olarak cıvıldaşıp duruyordu. Gökmen bey onunla şakalaşmak istediğinde başlarda çekimser olsa da kısa sürede alışmıştı. O benden çok daha sıcakkanlı bir kızdı ve eminim bu haliyle kendini her yerde sevdirmeyi başaracaktı. Gökmen Bey'le aralarında geçen komik diyaloglara gülmeden edemedim. Sadece kreşe kadar eşlik edeceğine dair sözleşmiştik fakat bizi piknik alanına kadar götürmeye kararlıydı.
"Vau (Vay canına!) Ne kadar da güzeller!" Hana'nın aracın pencere camından işaret ettiği noktaya baktım. Bu hastanede konuştuğum çocuğun bahsettiği uçurtmalar olmalıydı. "Çok güzel tatlım!"
"Oraya gidelim Sestra! Molim te (Lütfen)!" Gökmen bey gözlerini yoldan ayırmadan bıyık altından güldü. "Kardeşin oldukça zevkli bir kız olmalı! Nasıl eğleneceğini iyi biliyor!"
"Çocuk işte!" Dedim bu görüşmenin emrivakiye çekilmesinden hoşlanmadığımı hissettirerek. "Ne dersin küçük kız? Aracı uçurtmaları daha yakından görebilmen için sağa çekeyim mi?" Ben başımla reddeder gibi işaret yapsam da Gökmen bey ısrarla tercüme etmemi istedi. Kardeşim bu teklifi duyunca sevinçten havalara uçmuştu. Gökmen bey bunu bir onay kabul edip aracı sağa çekti ve kapılarımızı açtı. " Sestra! Bunlar çok güzel! Lütfen bana da alalım."
" Hana lütfen!" dedim uyarır gibi. Gökmen bey benim aksime oldukça rahat davranıyordu. Sanki burası terör yuvası bir bölge değilmiş gibi gereğinden fazla sakindi. Eğilip Hana'yı bileklerinden yakaladı ve saçının önüne gelen küçük bir tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. "Neden senin için alana gidip elbisene ve gözlerine uygun güzel bir uçurtma almıyoruz? Bunu ister misin?"
Hana'ya gözlerimle hayır işaretini yapsam da beni dikkate almadı ve büyük bir heyecanla başını aşağı yukarı salladı. Ona kızacağımı anlamış gibi koşarak etrafı çitlerle çevrili olan eğlence alanına yöneldi. Gökmen Bey, "Çocuk işte!" diye söylendiğinde ona ters bir bakış attım. Adımlarım hızla çitin ardını buldu. Burada insanlar eğlenmek için toplanmış görünüyordu. Aslında dişe dokunur bir sorun olduğunu kimse söyleyemezdi. Ama nedense içim bir türlü rahat etmiyordu. Hana'nın elinden tutup yemek pişiren kadınlara doğru yöneldim. Geleneksel kıyafetler giymişlerdi. Rengarenk şalvarları ve işlemeli örtülerİ kadınların halay çektiğini görebiliyordum. Hana yüzünde kocaman bir tebessümle onların halaylarını izlemeye koyuldu. Bir yandan da elleriyle alkış tutmuş eğlencenin tadını çıkarmaya çalışıyordu.
Taze çiçekler ve dallarla süslü meydanın tam ortasında bir sahne bulunuyordu. " Burada folklor oyunları sergilenir!" dedi Gökmen bey. Nevruz kutlamalarını bir benzerini ülkemde gördüğüm için şaşırmıyordum. Sadece aradaki farkı anlamaya çalışıyordum. Ne yalan söyleyim ortamın sıcaklığı ilerleyen dakikalarda beni de içine almıştı. Erkeklerin büyük bir ateş için odun topladıklarını gördüm. Sanırım bunun üzerinden atlayacaklardı.
"Selamünaleyküm hemşire hanım hoş hoşgelmişsen!" Başımı çevirdiğimde beyaz yazmalı, çiçekli şalvarı olan orta yaşın üzerinde bir kadın dikkatimi çekti. "Aleykümselam!" dedim yabancı gibi durmamaya çalışarak. Saat öğlen 12 sularındaydı. Hana'nın dudaklarını yaladığını fark edebiliyordum. Acıkmış olmalıydı. "Bu ne qeder gözeldir! Hey maşallah!" Hana ne dediğini anlamaya çalışırken onun adına teşekkür ettim.
"Hoşgelmişsen hemşire Hanım!" bu hastanede gördüğüm çocuktu. Onu daha görür görmez hatırlamıştım. "Hoşbulduk!" Annesine yaklaşıp kulağına Kürtçe bir şekilde bir şeyler söyledi. Kadın bana dostane bir şekilde yaklaşıp kazanların olduğu alana doğru yönlendirdi. Kardeşimin elini tutup ona eşlik etmekte bir sakınca görmedim. Kocaman kocaman kazanlar başlarına kadar yemeklerle dolup taşıyordu. Fokurdama seslerinin iştahımı açtığını kabul etmeliydim.
"Burada yılın bu zamanı her zaman böyle yemekler pişer hemşire Hanım!" dedi çocuk kendine has şivesiyle. Gökmen bey hemen yanımızda ayaklarıyla ritim tuttup halay çeken insanları izliyordu. Halinden memnun olduğu ortadaydı.
Bu kadar güzel yemekler bulacağımı beklemiyordum. Etli sarma dolmalar, bağırsaktan yapılan mumbar adını verdikleri farklı yemekler de vardı. Kelle paça çorbası, büyük sinilerde su börekleri, oruk şeklinde içli köfteler... Ve daha neler neler..."
"Zarok birçî ye. Werin em êdî xwarinên xwe deynin ser xwe! (Çocuk acıkmıştır! Hemen yemeğini koyalım!" Dedi beyaz tülbentli kadın. Misafirperver davranışları kalbimin sıcacık yapmıştı. Bize hazırladıkları tabakları güzel bir tepsiye koyup uzattılar. "Bu çok fazla! Çok fazla kişi var! Birazını bırakabilirim." dediysem de derdimi anlatamadım. " Allah onun bereketini verir hemşire hanım!" Karşılığını almam uzun sürmemişti. Buradaki insanların okumuş insana verdikleri değer gerçekten dikkatten kaçacak gibi değildi. Cebine harçlığını koyar, kalacak yeri olmazsa büyük bir memnuniyetle onu ağırlamaktan çekinmezlerdi.
Hana ve Gökmen beyle birlikte bize hazırlanan küçük yer sofrasına oturduk. Adının Hasan olduğunu öğrendiğim çocuk da bize eşlik etmekte bir sakınca görmemişti. Sadece Gökmen beyle olmadığımı bilmek huzurlu olmam için yeterdi. Yanlış anlaşılmak istemiyordum. Hana'ya çorbadan üfleyerek yavaş yavaş yedirdim. Onun tüm derdi içli köfteler ve sarmalardı. Gökmen bey parmağını yalayarak su böreklerini mideye indirirken Hasan'ın tek derdi uçurtma gibi görünüyordu. Tabakları kaldırmaya başlamıştım. Hana elimden çekiştirerek uçurtmaların olduğu tarafa yönelmek istiyordu.
"Lütfen bebeğim! Biraz sonra..." dediğimde dudaklarını büzüp küsmüş bir şekilde kollarını göğsünün üzerinde buluşturdu. İnsanlar hep bir ağızdan dualar etmeye başlamışlardı. " Neler oluyor orada?" Dedim bakışlarımla balonların olduğu tarafı işaret ederken.
"Dilek balonları... Adettendir! Buranın insanı Nevruz zamanı dileklerini balonların üzerine yazar. Ardından renkli balonları serbest bırakıp gökyüzüne karışmasını izler. Baksana! Şuradaki ağaca da dilek ağacı derler! İnsanlar bez bağlayarak dileklerini bu ağaca anlatır. Dileği gerçek olanlar ağaçtan kendi bezlerini çıkartıp suya bırakırlar." Dudağım belli belirsiz kıvrıldı. " Biz pek bu tarz davranışlarda bulunmayız. Annem ağaçları ve balonları araya koymadan direk ellerini açıp Allah'a dua ederdi. Aracısız duayı daha çok seviyormuş." Gökmen bey, "Anlayışlar değişebilir!" diye karşılık verdi. Ağacın üzerindeki renkli bez parçalarının ve kuşakların o dalları bir gelin gibi süslediğini görebiliyordum. Görsel anlamda iyi bir şölenle karşı karşıyaydım. "Sestra bak!" Dedi Hana işaret parmağıyla 50 metre kadar ilerimizdeki çocukları göstererek.
"Orada yumurta boyarlar hemşire Hanım!" dedi h'leri abartılı bir şekilde hırlatarak. Şivesinin hoşuma gittiğini söyleyebilirdim. Kara kaşlı karagözlü esmer güzeli bir çocuktu. "Oraya gidelim!" Hana'yı durdurmak imkansız gibiydi. Gökmen bey ve Hasan'la birlikte yumurtaların boyandığı yere gittik. "Gerçekten çok hoş görünüyorlar! Buradaki Nevruz kutlamalarını beğendim. Baharı çok güzel karşıladıklarını itiraf etmeliyim!"
Gökmen eline aldığı yumurtayı ufo görmüş gibi incelerken, "Birazdan davul zurna eşliğinde eğlenceler başlar. İnsanlar şimdi yemek yiyor! Asıl hengameyi sen o zaman gör!"
Hana ellerini çırpıp büyük bir heyecanla, "Biz de yapalım sestra!" diye sızlandı. Onu istesem de tutamayacağımı biliyordum. Hasan, Hana'nın elinden tutup masanın üzerine doğru yönlendirdi. Yumurtalara erişebilsin diye altına birkaç tane minder koymayı ihmal etmemişti. Elimize aldığımız sulu boya fırçalarıyla biz de yumurta boyamaya başlamıştık.
"Ben kırmızı boya kullanacağım! Elbiseme ve tokalarıma çok uyacak!" dedi Hana fırçasını kırmızı boyaya batırıp çıkarırken. Boşnakça konuştuğu için ne dediğini bir tek ben anlamıştım. Yumurtaları boyarken hipnotize olmuş gibi bir hali vardı. Gökmen bey fırçasını yeşil boyaya batırırken gözlerimin içine doğru beni rahatsız edecek şekilde baktı. Ve iç çekti. "Ben en sevdiğim renk olan yosun yeşilini kullanacağım." Dönüp yüzüne bakmamış sadece dişlerimi sıkmıştım. İyi niyetimi korumakta zorlanıyordum.
"Belki siz de kahverengi kullanmak istersiniz!" dediğinde sinirli yüz ifademi fark etmesine aldırış etmeden, "İstemem!" diye karşılık verdim. "Kahverengi en sevmediğim renktir. Özellikle de gözlerde! Ben mavi ve bal rengi tonlarını tercih edeceğim." Bunu özellikle söylemiştim. Barbaros'un gözleri bal rengiydi. Bana onu hatırlatması için bulduğum her nesneyi bal rengine boyayabilirdim. Mavi kullanma sebebim ise onun bana hitap ederken kullandığı çiçeği hatırlatmasıydı. Bana Artemis çiçeği diyordu. Mezarlık çiçeği... Başlarda kızsam da artık bu sözcük rahatsız edici bir şey olmaktan çıkmıştı. Bütün sevdiklerini mezara koyan bir insan için mezarlık çiçeği olmak çok da kırıcı olmuyordu. Mavi Artemis çiçeğinin rengi şimdi de yumurtaların üzerinde kendine yer edinecekti.
"Çok güzel oldu Sestra! Seninki en tatlısı!" Hana'nın yanağına küçük bir mavi bir leke bıraktım. Dudaklarından çılgınlığın firar etmesi uzun sürmemişti. "Yaaaa! Yaramazlık yapma!" dedi kıkırdayarak. Acaba yaramazlık yapan kimdi? "Seninki de çok güzel oldu kara boncuğum!" Başını çok hızlı bir şekilde sallayıp, "Hayır hayır kara boncuk değil bıldırcın!" dedi. Sanırım sevgili Babinos'sunun koyduğu lakabı her zaman tercih edecekti. Yumurta boyama işlemimiz tamamlandığında onları da diğerlerinin arasına koyduk. Beklediğimden çok daha keyifli zaman geçiriyordum.
Meydana toplanan gençlerin daha hareketli oyunlara geçtiğini fark edebiliyordum. Yumurtaları kendi haline bırakıp karşılarına toplanan kalabalığa karıştık. "Şu çalgının adı nedir Hasan?" Davul zurnanın yanında gördüğüm vurmalı yuvarlak, çalgıyı merak etmiştim. "Erbane derler! Kadınlar onu çalmayı daha çok sever." Ritmi ve melodinin uyumu dudaklarımın belli belirsiz hayranlıkla aralanmasına sebep oldu. Şemame halayının ritmini sevmiştim. Yeni bir kültürle tanışmak hoşuma gitmişti. Beni halaya davet ettiklerinde reddetmek durumunda kaldım. Dans konusunda çok yetenekli olduğumu kimse söyleyemezdi.
Çok uykum olduğu halde Hana’nın mutluluğunu gördüğüm için bir süre daha burada kalmayı tercih ettim. O anı yaşayabileceğimiz kaostan habersizdim. Sadece küçük kız kardeşimin o bunalımlı günleri atlatmasını ve biraz daha keyifli zaman geçirmesini istiyordum. İnsanlar halay çekerken bazı delikanlılar hazırladıkları büyük ateşin üzerinden atlamaya başladılar. Hasan da beni kolumdan dürtüp, "Şimdi seyret!" diye ateşi işaret etti. Hemen ardından yayından fırlayan ok gibi kendini meydanlara atıp herkesten daha yüksek olacak şekilde ateşin üzerinden atlamıştı.
Onu alkışladığımı görünce zevkten dört köşe olmuştu. İkinci kez atlama yaptığında neredeyse kalbim heyecandan yerinden fırlayacaktı. Yanlışlıkla ateşin içine düşer de elbiseleri tutuşur diye korkudan ölecektim. Hana işaret parmağıyla ateşi gösterdiğinde kaşlarımı havaya kaldırdım. "Hayır Hana! Bu çok tehlikeli!" Düzgünce dudaklarını bükmesi uzun sürmemişti. Hasan yanımıza geldiğinde Hana'yı mutlu etmek için uçurtma uçurmayı teklif etti. Hana bunu büyük bir zevkle kabul etmiş ve kırmızı şeritleri olan beyaz uçurtmayı kaptığı gibi uçurtma alanına yönelmişti. Peşlerinden gitmek istediğimde Gökmen Bey'in önüme geçtiğini fark ettim.
"Biraz rahat bırak! Çocuklar kendi aralarında oyun oynuyor işte! Sürekli kontrol altında tutmaya çalışarak zavallı kızı bunaltıyorsun!" Kolumu elinden kurtarıp sertçe kendime doğru çektim. "O benim kardeşim! Ve korumak için ne gerekirse yapmaya hazırım! Bence üzerinize vazife olmayan işlere karışmayın!" Son sözümle birlikte onu halay alanında yalnız bırakıp Hana' nın peşine düşmüştüm.
"Bak Sestra! Uçurtma yükselmeye başladı. Hepsinden daha uzağa gidecek!" O heyecanla koşuşturuyorken ben de peşinden gidiyordum. Epey zamandır etrafımızdaki polis ve askerleri farkediyordum fakat olumsuz bir şey olacağına inanmak istemiyordum. Güvende olmalıydık. Takip edildiğim hissi yine peşimi bırakmadı. Uzaktan sürekli izlendiğimi düşünüyordum ve bu beni her geçen gün biraz daha paranoyak yapmıştı.
Beldiye başkanı kendisine hazırlanan kürsüde elinde mikrofon konuşmasını yaptı. Onunla halkın arasına koruma duvarları örülmüştü. Kimsenin zarar veremeyeceği şekilde etrafı güvenlik güçleriyle çevrilmişti. O konuşmasını tamamladığında kendisi için hazırlanan yere geçip oturdu. Genç, esmer, kirli sakallı bir delikanlı etrafında yuvarlak uluşturan insanlardan kurtulup meydanın tam ortasına geldi. Elinde kocaman bir davul vardı. Bir yandan dans edip diğer yandan aynı ritimle paralar gibi hızlı hareketlerle davul çalıyordu.
"Bu dansın adı ne?" Dedim yanımdaki kadına. "Koçeri!" Çok hızlı dönüş ve diz vuruşları gerektiren enerjik bir danstı. Ritmin beni heyecanlandırdığını kabul etmeliydim. O an hiç ummadığım bir şey oldu. Delikanlı kendisini büst gibi yükselten üç adamın omzuna binip koynundan terör örgütüne ait bir bayrak çıkardı. Ve eliyle tarafını belli eden bir işaret yapıp slogan atmaya başladı. Bununla birlikte birkaç kişi aynı hareketle birlikte slogan atmaya başladı. Silahların havaya ateş açtığını fark ettiğimde yanımdan uzaklaşan kardeşimin de farkına vardım.
"Hana!" Etrafımda bir tur döndüm. Bu beklenmeyen bir şeydi. "Hana nerdesin!" Sesim ağlamaklı çıkmıştı. Boşnakça bir şekilde "Hana ses ver yalvarırım!" Dedim. Kalabalığı yararak kardeşimi ağlamaklı bir sesle arıyor, halay çekmeye devam eden insanları savurup geçiyordum. "Hanaaaaaa! O an Hasan'ı gördüm. Başımı ve bedenimi küçülterek silahların hedefi olmaktan kurtulmaya çalışıyordum. "Hasan!" Bana uzaklaşmam yönünde işaret etti. Durum beklediğimden çok daha vahimdi. Bir kurşun sesi ruhumda asla kapanmayacak yeni bir yara daha açmıştı. Hasan gözlerimin önünde sol göğsünden bir kurşun yarası almıştı. İnsanlar feryat figan bağırırken gözlerimin önünde kana boyanmış beyaz gömleği ve boynundaki al şalla birlikte yere düştü. "Hasaaaaan!" Ona yardım etmek için yanına gitmeye çalıştım. Artık her şey için çok geçti. Yüzü maskeli bir asker kolumdan tutup beni çekiştirdi. Deli gibi ağlıyordum.
"Uzaklaş burdan! Hemen saklan!" Silah sesleri kulaklarımı bir uğultuya mahkum etmişti. "Hanaaaaa!" Diye haykırdım. "Kardeşimi bulamıyorum. Gidemem!" Dedim yalvarır gibi. "Onu bulmadan hiçbir yere gitmem!" Beni sürükler gibi çekiştirdiğinde ona haykırışlarla karşılık verdim. Ben bombaların gölgesinde aylarca yaşamıştım. Bu sahnelerin yabancısı değildim. Ben her taşın altına bakarken kalabalığa polis ve asker müdahalesi gecikmemişti. Belediye başkanı korumaları eşliğinde zırhlı aracına bindirilmiş, alandan uzaklaştırılmıştı.
Toma, bu güzel günü mahvetmeye çalışan provakasyoncuları dağıtmak için iş başındaydı. İnsanlara tazyikli su sıkıp müdahale ediyordu. Yüzü maskeli bazı örgüt elemanları slogan atarak ellerindeki molotoflarla saldırıya geçtiler. Her yer kızıl alevlerin istilasına uğramıştı. Evlerin damlarına konuşlanan örgüt üyeleri meydandaki masum kalabalığa can pazarını yaşatıyordu. Terörist yandaşlarından gelen taşların dizlerime, başıma değdiğini hissettim. Yangı umurumda değildi. Tek derdim Hana'yı zamanında bulmak ve burayı kayıpsız terk etmekti.
Sabahın ilk ışıklarında kendimizi planladığımız şekilde alanda bulmuştuk. Bu gün baharın ilk müjdesi olan gündü. Bu gün teröristlerin sokakları kana boyayacağı gündü. Normalde böyle görevlere özel kuvvetler askerleri olarak namlumuzu değdirmezdik ama emir büyük yerdendi. Belediye Başkanının halkla birlikte nevruz kutlamalarına katılacağımızı öğrendiğimiz için işi şansa bırakmayıp sıkı güvenlik önlemleri almaya başlamıştık. Ve beklenen olmuştu. Teröristler bu güzel günü tek derdi baharı selamlamak olan insanların sırtına basa basa kan gölüne çevirmişti. Elimdeki dürbünle uzağımdaki kalabalığın kaçışmalarını gördüm. Jandarma Özel Harekat sokaktaki hainleri temizlemeye başlamış, TOMA kirli sloganlar atan terör yandaşı grubu dağıtmak için çoktan iş başına geçmişti. Belediye otobüslerini yakıyorlardı. Taşkınlığın ne haddi vardı ne de hesabı.
Her ihtimale karşı birden fazla plan kurmuş, kayıp vermemek için yüreğimin ve bileğimin gücünü esirgememiştim. Boşnak güzelini düşünmek istemiyordum. Onu düşündüğümde bildiğim her şey aklımdan kayıp gidiyordu. Onun yosun gözleri ben de ne akıl bırakıyordu ne de fikir. Vatan sevdası her şeyin önündeydi. Kayıp vermeden, milletimin yüzünü ağartmak en büyük kaygımdı.
Ferit ve Türkan uzak bir mesafeden olayların başgösterdiği alana doğru konuşlanmıştı. Yadigar hazırladığı patlayıcılarla planladığımız meskûn mahal operasyonu için elinde piyade tüfeği ile hazırolda bekliyordu. "Kürşat istihbarat raporları!" Kürşat "Emredersiniz komutanım!" Yutkunup diğerlerinin duyabileceği bir ses tonuyla kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladı. "Belediye başkanı nevruz kutlama alnından kimliği belli olmayacak şekilde güvenlik ekipmanları giydirilerek uzaklaştırıldı. Onun yerine hedef şaşırtmak için bir başkası araca bindirildi. Jöh personeli belediye binasının etrafını temizledi. Bina boşaltıldı. Teröristleri kapana kıstırmak için destek timi hazır! Söz konusu operasyon meskûn mahalde gerçekleştirilecek. ZPT civarda devriye atmaya başladı. Güvenlik koridoru ve çevre çatışması için hazır!"
"Güzel!"dedim soğukkanlı görünmeye çalışarak. Üzerimde kamuflaj giysilerim ve çelik yeleğim vardı. Yüzümü kapatan maske ile tam teşekküllü operasyona hazırdım. Albay başarılı bir planlama yapmıştı ve meydan bendeydi. Bu işte payımın olması gurur vericiydi.
"Yıldırım timi dışarıdan içeriye müdahale yapacağız. Binaya molotoflarla saldırıya geçmemeleri için güvenlik koridorunun sağlam tutun! Olası bir aksilikte b planına geçeceğiz!" Hep bir ağızdan "Emredersiniz komutanım!" Diye kükredi. "Biz ön cepheyi cepheyi kontrol altına alırken JÖH alacak." Aç kurtlar nihayet kapana kısılmıştı. Yadigar kapıyı açmak için el bombası kullanıp "Dikkat!" Diye bağırdı. Sıkı bir çatışma olacaktı. Büyük bir patlama ve nihayet açılan kapının ardından duvara sinerek el hareketi yaptım. "Arayı açın! Olası bir saldırıda herkesin etkilenmesini istemiyorum!"dedim. Planladığım gibi Yadigar, Cihangir ve Ferit sağ koridora yönelmişti. Destek timindeki beş kişi ise işaretim üzere sol koridorda yerini almıştı.
"Kordon ilerlemesi! Arka taraf gözcüler devrederek yer değiştir! Pencere önlerine dikkat!" Pencere önü ölüm bölgesi demekti. Dışardaki tehlikeye karşı bizi açık hedef haline getiriyordu. Yadigar oda temizliğine çoktan başlamıştı. Cihangir'in de ondan aşağı kalır tarafı yoktu. "Odalarda gördüğünüz herkese silahlı olduğundan emin değilseniz atış yapmayın!"
Timdeki şarjör değişimini koordineli yürütmeye çalışıyorduk. Aynı anda silah olmaması taktiksel açıdan önemliydi. Üzerime gelen merminin vınlama sesi bakışlarımı merdivenlere çevirdi. "Siper ol! Yavaş hareket et! Bubi tuzağı olabilir!" Sindiğim duvardan Cihangir'e işaret parmağımla ve başımla işaret vererek beni korumasını istedim. Silah sesleri şimdi çok daha hızlıydı. Merdivenin girişindeki kolonun ardına siper olup tırabzanlardaki teröriste iki el ateş ettim. Kafasından vurulup yere yığılması saniyeler almıştı. Bina ortasına gelmiştik. Hızlı geçiş yapıp kendimizi korumaya aldık. Pencerelerden kırılma sesleri geliyordu. Jöh personeli binaya yeni girişleri engellese de bahçe ilk müdahaleden önce sızan birilerinin olduğunu biliyordum.
"Kezzapsdan Kartal'a. Çatıda iki terörist görüyorum!" Dedi Zeren telsizden. Hava harekatında Ozan ile birlikte helikopterle destek oluyordu. İkisi de iyi anlaşamasa da timin başarılı havacılarındandı. Tek derdim kavga edip helikopteri düşürmemeleri yönündeydi.
Türkan caminin minaresinin balkonundan namlusunu hissettirmeden işe koyuldu. "Kundakçı, Kartal. Atış için emrinizi bekliyorum komutanım!"
"Atış izni verildi.Tamam!" Dedim ve iki el silah sesi ve haykırışlarla peşinden geldi. "Hedef temiz!Tamam!" Dediğinde koridor boyu ilerlemeyi bitirmiş ve ilk katı geride bırakıp merdivenlere yönelmiştik. Erkin çaprazımdaki kolona yerleşip siper oldu. Mermi sesi onu daha da sinmeye mecbur etmişti. Tüfeğini omuz değiştirip sol yanına aldı ve kendisine ateş eden haini başından vurdu. Oda temizliği için sola yöneldiğimde ona beni koruması için işaret etmiştim. Bunu artık yaparken zorlanıyordum. O güvenimi bir kez boşa çıkarmıştı ve bunu yine yapabilirdi. Hisleri aklını kullanmasına engel oluyordu. Daha ne kadar sırtıma inecek hançerlerini bekleyecektim bunu ben de bilmiyordum.
Kapıyı açmak için kola uzandığımda alnımın tam ortasına yerleşen namluyla karşılaştım. Çevik bir hamleyle namluyu kendimden çekip pencere kenarına doğrulttum ve tetiğe dokunduğu halde beni yaralamayı başaramadı. Boğazına sağ elimle sert bir hamle yaptım. Bu onu afallatmıştı. Bıçağına davranmak istediğinde bileğini burkup önüme siper olarak aldım tam da o esnada odalardan birinden üzerime ateş edildi. Sanki en önemli hedef bendim. Mermiler benim yerime önümdeki teröristi ezip geçti. İşaretimle birlikte sağ taraftaki askerler bulundukları kanattaki tüm teröristleri ezip geçti. "Yıldırım! Çarının temizlendiğinden emin ol!!"
"Çatı güvende!"dedi Ozan. Bakışlarımla çatının yanındaki son odayı işaret ettim. Erkin ve Cihangir kolonlara sinerek ağır adımlarla hareket ettiler. O an bir kurşun sesi ve inleme kulaklarımızı doldurdu. Kolona yerleşip tüfeğimin şarjörünü değiştirdim. "Yıldırım ses ver! İyi misin?" Diğerlerini değil aslında Erkin'i kontrol ediyordum. "Keleş ses ver!" Dedim gururumu çiğneyerek. "Anana sözüm var ulan konuş!" Telsize gelen tek ses inleme sesiydi. Kapıyı siper olarak araladığımda Yadigar beni koruma altına almıştı.
"Pencerelerden uzak dur! İletişim odası tehlikeli!" Pencerenin yanından omuz değiştirerek hedef şaşırttım ve ateş ettim. Aynı anda pencereye ateş açtıklarında öne atılıp yerde kanlar içinde yatan Erkin'e odaklandım. Onu koltuk altından kavrayıp geriye doğru çektim. "Dayan Keleş!" Dişlerini sıktığını görebiliyordum. Bacağından yara almıştı. Çelik yeleğindeki sıcaklıktan hasar aldığını anlamıştım. "İyiyim komutanım! Endişe buyurmayın!"dedi. Bu sinirlerimin aniden boşalmasına sebep oldu. "S... komutanını!" Kamuflaj ceketimin ön cebinden ilk yardım malzemesi çıkardım. Bacağını bağlayarak kanın yoğun akışını durdurmaya çalıştım.
"Acil tahliye oluyoruz! Hastane yakın! Zırhlı personel aracı seni hemen hastaneye götürecek!" Mağaradan su verip kurumuş dudaklarını canlandırdım. "Şanslı pe... Yine dört ayak üstüne düştün. Ben dağda günlerce inlemiştim." Gülümsedi. Kirpiklerinin kısılma sebebiyle doğal bir sürme çizmesinden anlamıştım. Maskeleriniz yüzlerimizi örttüğü gibi duygularımızı da örtmüştü. "Özür dilerim!" Dedi kan ter içinde sızlanırken. Eli bacağındaki yaraya ilişti. O an göğüs kafesinin üzerindeki yerde de yarası olduğunu fark etmiştim. "Kaç kurşun yedin lan sen!" Dedim sinirli bir şekilde. "A... s..." diye karşılık verdiğinde histerik bir şekilde güldüm. "Ulan bir iyileş seni döve döve pestile çevireceğim!"
Kürşat, gelip ilk yardım için kolları sıvadı. Telsiz anonsu dikkatimi dağıtmıştı. "Konuş lan! Bırak şimdi kodu!"
"Boşnak kızı nevruz alanında komutanım! Kardeşi kayıp! Onu korumak için uzaklaştırmaya çalıştım ama beni dinlemedi." Hana ve Alina'nın orada olduğunu duyduğumda aklım başımdan gitmişti. Erkin Zpt'ye bindirilirken bir başka araca binip hızla nevruz kutlama alanına yöneldim. "Ulan daha hızlı! Çabuk olun!" Nihayet alana gelmiştik. Telsize asılıp "Nerde?" Dedim. O an sevdiğim kadını bulmayı beklemiyordum. Yanan bir binanın içine çılgınlar gibi koşarak girmişti. "Alina hayııııır!" Diye haykırdım. Hazel'in ölümü ve o patlayan tır yeniden gözlerimin önüne düştü. Yeniden kaybedemezdim. Onu bırakamazdım. Molotofların çıkardığı yangın her yere yayılmıştı. Binanın alev alev yandığını ve dumanların onu kısa sürede zehirleyeceğini biliyordum.
Peşinden koşup yanan binaya girdim. Her yanı kızıl kıvılcımlar sarmıştı. Bir öksürük ciğerlerimi kaplamıştı ve boğazım yırtılacakmış gibi öksürüğe tutulmuştu. Etrafta deli gibi koşuşturdum. Patlamalar kulaklarımı yırtacakmış gibi alevleri üzerime püskürtüyordu. Duvarın daha fazla dayanamayıp yıkıldığını fark ettim. "Alina!" Diye haykırdım. Geçen her dakika bedenimi daha da yıpratıyordu. Alina yeniden bakışlarımın odağındaydı. Yıkılan duvardan dağılmaya hazır bir beden gibi kendini dışarı bıraktı. Kucağındaki kız çocuğunun Hana olduğunu anlamıştım. "Alina!" Dediğimde ikimiz de kendimizi nihayet yanan binadan dışarı atmıştık.
Bana yorgun ve yaralı gözlerle baktı. Yüzü bembeyazdı. Saçlarının dağıldığını, kıyafetinin yırtıldığını anlamıştım. Alnının ve yanaklarının yoğun dumandan karardığını fark ettim. Ardımdaki iki askere küçük kızı işaret ettim. Alina'nın dudakları tebessümle aralanmıştı. "Ne çok korkuttun beni!" Ona yaklaşıp sağ elimle yanağını okşadım. "Ah Artemis çiçeği! Buraya nasıl geldin?" İnledi. Sessizdi. Dili tutulmuş gibiydi. Alnından öpüp alınlarımızı birleştirdim. Hemen ardından aramızdaki zavallı çocuğu kucağından aldım. Onun yüzü de isten kapkara olmuştu. Aklıma gelen ihtimal deli titrememe sebep oldu. "Zehirlenmiş olabilir! İlkyardım!" Alina diz üstü kendini sertçe yere bırakmıştı. Ben ise Hana'ya kalp masajı ve suni teneffüs yapıyordum.
"Solunumu düzensiz, nabız zayıf!" Alina'nın gözlerinden akan damlalar yüreğimi yakmıştı. İnce telli siyah örgülü saçlarını okşadım. Ambulans ve içindeki görevliler hemen küçük kızı elimden alıp solunum cihazına bağladılar. Kalp ritmi düzelmiş olsa da zehirlenme devam ediyordu. Alnından öpüp benden uzaklaşmasını izledim. Onu uzmanlara bırakmamız gerekiyordu. Ambulans sirenlerini açıp Hana'yı gözlerimizin önünde hastaneye yöneltti.
Yerde öylece diz üstü duran Alina'ya yaklaşıp sımsıkı sarıldım. Boynuna sıcacık öpücükler bıraktım. "İyi olacak! Artık yanınızdayım! Kimse sizi incitemeyecek!" İnledi. Yanağı yanağıma sürttü. Burunlarımız birbirine değecek kadar yüzlerimiz yakındı. Ellerim sırtından beline indiğinde bir ıslaklık gözlerimin iri iri açılmasına sebep oldu. Alina şoktaydı ve belki içinde bulunduğu durumu bile fark etmiyordu. Onu kısmen çevirip beline saplanan bıçağı fark ettim. Öleceğimi sanmıştım. Kan kaybediyordu. "Alina!" Kanla ıslanan avuçlarım iki yana salınırken başını yasladığı göğsümden çekip adımı sayıkladı. "Barbaros!"
Gözleri kapanır kapanmaz kendini geriye doğru bıraktı. Kollarımın arasında ölü gibiydi. Yüreğimi saran korku öldürücüydü. Nefes alamıyordum. Ellerimde kanı, kollarıma uzanma kumral saçları... Öylece taş kesmiştim. Gözlerim binanın çatısındaki gölgeyi buldu. Yumruklarımı sıktım. Bunun hesabı sorulacaktı.
Merhaba canlarım. Birinci kitabın nihayet sonuna geldik. Baştan sonanokumasını yapıp incelemek istiyorum. Bazı değişiklikler olabilir. Çok önemli olursa sizlere bildiririm.
İkinci kitabın adını sizlere tanıtım yazısıyla instagramda duyuracağım. Biler için sürprizlerle dolu olacak bakalım Artemis çiçeği kardeşlerinin yaşadığını öğrenebilecek mi? Hepsi ve daha fazlası için beni takipten ayrılmayın. ☺️❤️ desteklerinizi bekliyorum. Yorumlarınız ve yıldızlarınız beni daha çok motive ediyor. Şimdiden teşekkür ederim ☺️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.47k Okunma |
225 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |