
Medya: Gönül işleri (Tuğkan) 🎶🎶🎶
25. BÖLÜM: KANLI OPERASYON
Alina’nın kaleminden
Küçük bir kız çocuğuyken bile masalların gerçek olduğuna inanmazdım. Beyaz atlı bir prens beklemez, kulelere hapsedilen prensesleri özenilesi bir aşk hikayesinin kahramanları olarak görmezdim. O yıllarda kötüleri anlamak için kendime bazı bahaneler bulabildiğimi sanırdım. Gerçek dünya ile tanıştıktan sonra hiçbiri çok korkulası, nefret edilesi gelmemişti. İçinde yaşamak zorunda kaldığım dünya orada öğrendiklerimden çok daha korkunçtu.
Savaş insanlardan çok şeyi almıştı. En çok da merhamet etmenin ne olduğunu unutturmuştu. Öyle barbarca davranmışlardı ki insan bu yaratıkların kendi aralarında bile birbirlerini sevdiğine inanmazdı. Bir çiçeğe bir kelebeğe baktığında şefkat göstermenin ne demek olduğunu hissedemezdi. Bu yüzden masalların derin uykusundan erken uyanmıştım.
Eğilip çiçeği burnuma yaklaştırdım ve huzur verici kokusunu içime çektim. Göreve gitmişti. Bana son kez dokunmuş, son kez kollarında küçük bir bebek gibi uyutmuş ve veda etmişti. Buna alışmam gerektiğini biliyordum. Onu özlemek hayatımın en zor ama en mutluluk verici anlarını kalbime yaşatıyordu. Barbaros beni seviyordu. Artık buna tüm kalbimle inanıyor, aşkını iliklerime kadar derinliklerde hissediyordum. Bana gelecekti. Er ya da geç dönüp hayatımın eksik kalan o kör noktasını tamamlayacaktı.
Ellerimi kalbimin üzerine bastırdım. Onu gördüğüm ilk andan bu yana burası hep közdü. Aklımdan çıkmıyordu. Asla seveceğine inanmazdım. Öyle zordu ki içime attıklarım bir gün dilimin ona olan sevdamı haykıracağına ihtimal bile vermezdim. Bal rengi gözlerinin öfke ve nefret dışında bir duyguyla bana bakacağına inanmak düş gibi gelirdi.
Mum ışığının altında sırf bana onu hatırlatıyor diye okuduğum şiirleri düşünüyordum. İçime imkansız olarak kazıdığım ve sırf umutlanmasın diye yaşadığımız kötü şeyleri binlerce kez beynimden geçirdiğim o günler geride kalmıştı. Onu uzaktan sevmeler zor geliyordu. Bana kızgın olduğunu bildiğim halde nefret ettiği o kadın olmak canımı yakıyordu. Aslında daha ilk gördüğüm anda ona tutulmuştum. O zamanlardaki düşüncelerim yanılgıdan ibaretti. O eski nişanlım gibi bir hain değildi. Maher’e aşık olmadığımın en başından beri farkındaydım. Ama aşk dedikleri duygunun beni böyle yakacağını böylesine bir adama esir edeceğini bilmiyordum.
Ahşap sandalyeye oturup onun evinin pencerelerine baktım. Yokluğu içime sızmış bir zehir gibiydi. Her seferinde bu dünyaya sıkışıp kalmış gibi boğucu bir duyguyla baş etmek zorunda kalıyordum. “Barbaros…” Ona ait olan fotoğrafı kalbimin üzerine bastırdım. Onu, bana hissettirdiği tüm duygularla birlikte kalbime hapsetmek istiyordum. Parmak uçlarım camın üzerindeki güzel yüzüne dokundu. Onu okşadı. Sanki hep benimmiş gibi tüm arzularını o dokuya imzaladı. İç çektim. Hayatı özlemekten ve kavuşmak ibaret bir kadın olmaya alışmam gerekiyordu.
Umut bana hem şifaydı hem de zehir. Gelmeme ihtimali olan bir adamı bekliyordum. Gelmediğinde solacağımı bile bile hasretiyle kıvranan mavi bir çiçek olmayı kabul ediyordum. Beklerken özlemek bazen ibadet bazen ölüm gibi geliyordu. Onsuz günbegün eksilen yanlarımı bilerek başımı yastığa koyuyordum. Kokusunun o yatağı terk etme ihtimaliyle yüzleştiğimde korku ve ayrılık çanları çalıyordu.
Diyorum ya umut bazen zehirdi. Tüm çiçekler gökyüzene bakardı. Yağmur telaşı yıpratırdı kimi zaman. Acı veren kavuşmalar olurdu mesela. Bir ölüyü beklerdi mezar. Ardında bıraktıklarını düşünmeden. Kalbim ölüm sözünün ağırlığını ilk kez taşıyamıyordu. Ölüm onunla yaşamak istediklerimi düşününce benden çok şey alıyordu. Onunla izlemek istediğim ne çok film birikmişti. Söz vermişti. Yazlık sinemaya gidecektik birlikte. Sonra Çanakkale’ye şehitliğe götürecekti. Ben de sözler vermiştim. Çoğu içimdeydi ama gün yüzüne çıkacağı günler yakın sayılırdı.
Baba olmasını istiyordum. Aşkımızın çiçek açmasını bekliyordum günlerdir. Birlikte yaşamaya karar vermiştik. Artık onsuz uyuma fikri bile zor geliyordu. Onu uyurken izlemeye çok alışmıştım. Şiir okurken yüz ifadesinin değişmesini, bakışlarının ara ara üzerime düşmesini bile arıyordum. Gitmesin istiyordum. Hep bende kalsa ne kaybederdi ki? Her gün dokunuyordu zaten. O da bensiz duramıyordu. Baba olmak istiyor muydu bilmiyordum. Söylememişti. Ben düşüncelerimi açıkladığımda ise sadece gülümsemişti. Gözlerinde gördüğüm o hüzün ve korku yine duygularımın yakasını bırakmıyordu. Bu duyguyu sevmiyordum. En güzel anlarımızı bölen, mutluluğumuza galebe çalan o bakışı, o sözcüklere dökülemeyen kaybetme korkusunu istemiyordum.
Dakikalar önce uyuduğu yatağa uzandım. Soğumuştu fakat kokusu hâlâ yerli yerindeydi. Yüzümü yastığının üzerinde dolaştırdım. Ellerim gayri ihtiyari bir müjde bekler gibi karnıma uzandı. İkimiz için bir umut istiyordum. O yokken sarılabileceğim ve onun yüzünü görebileceğim bir bebek… Yaşadıklarımızdan sonra şu an bile bunu başarmış olabileceğimizi biliyordum. Henüz bir ize rastlamasam da bunun gerçekleşeceğine inanıyordum.
Düşüncelerimden kurtulmak için yataktan kalktım. Saksımdaki artemis çiçeklerini sularken Hana da çoktan hazırlanmaya girişmişti. Pembe askılı tulumunu gitmiş ve ayağına aynı topuğu yanıp sönen ayakkabıları geçirmişti. Siyah saçlarını iki yandan örmeye başladığımda heyecandan yerinde duramıyordu. “Sestra! Daha çabuk!”
“Kıpırdama Hana! Saçlarını öremiyorum. Bak ikisi de yamuk olacak!” İri kara gözlerini kocaman kocaman açtı. “Ne (Hayır!) Yamuk olmasın lütfen!” Onun kime süslendiğini iyi bildiğim için sessizce kıkırdadım. “Peki ama yaramazlık yapma! Hem daha kahvaltı bile etmedin. Böyle aç aç nasıl oyun oynayacaksın?” Hemen yanımdan kalkıp koltuğa çıkarak kahverengi vitrinin karşına geçti ve vitrinin camından saçlarını kontrol etti.
“ (Kad ogladnimo, jest ćemo paradajz, sir i kruh ispod te ogromne vrbe. Ne brini se za mene!) Acıktığımızda şu kocaman söğütün altında domates peynir ekmek yiyeceğiz. Beni merak etme!” Kollarımı birbirine kavuşturup sağ omzumu silktim. “Aman ne iyi? Evde benim yaptığım güzelim kahvaltıyı yapmazsın domates peynir ekmekle karnını doyurursun. Ne günlere kaldık!”
“Hımmm! Süper olmuş!” Hoplayarak iskemleden indi ve kendi etrafında yalpalayarak dönmeye başladı. “Çok cici oldu? Harika!” Kıkırdadım. Onu böyle neşeli görmek bana kendimi çok iyi hissettiriyordu. Dizlerini kırıp elinden tuttum ve boylarımız eşitlence yanağına sıcak bir öpücük bıraktım.
“Sana her şey yakışıyor! Lambalı ayakkabıların da harika olmuş. Ama sakın arkadaşlarına hava atıp kıskandırma. Sahip olduklarıyla övünen insanları kimse sevmez.” Hana başını sallayıp gülümsedi. “Tamam Sestra! Kimseyi kıskandırmayacağıma söz veriyorum. Obećavam, obećavam.”Aklına bir şey gelmiş gibi gülümsedi.
“Hem arkadaşlarım da aynısından aldı. Benim düdüklü şekerim de var biliyor musun! Dün bakkal amcadan birlikte aldık.” Dudaklarını öne doğru toplayıp incecik bir şeker çöpüne üfledi. İnce tiz bir ses çıkmıştı. Buna aldırmadan melodik hale getirene kadar belli aralıklarla üflemeye devam etti.
“Bak! İşte böyle! Hi hi! (Mogu biti dobar muzičar kad odrastem.) Büyüyünce iyi bir müzisyen olabilirim.” Onu şefkatle kalbimin üzerine bastırıp yüzünden defalarca öptüm. Öyle tatlı öyle sıcacık bir çocuktu ki onun yaşama arzusu ve neşeli duruşu kalbime hapsettiğim tüm kötü duygu ve düşünceleri hiçliğe mahkum ediyordu. Ben onunlayken istesem de mutsuz olamıyordum.
“Büyüyünce harika biri olacağından hiç şüphem yok.” Hafif şaşkınca gülümsedi ve örgüsünü haylaz bir yüz ifadesiyle geriye attı. “Ali Asaf da büyüyecek değil mi Sestra?” Başımı sallayıp kıyafetini düzelttim. “Evet! Tabi!” Genizden kıkırdadı. “O zaman onunla evleneceğim değil mi Sestra? Büyükler öyle yapıyor!”
“Haylaz cadı! Daha şimdiden evlilik ha! Dayım duysa sana 50 mekik cezası verirdi.” Bir anda gülüşüm soldu. Dayımı düşündüğümde artık zihnime düşen tek şey hüsrandı. Olan biteni kabullenemiyordum. Bu yıkımı kolay kolay unutamayacaktım. Onun neşesine ortak olup neşeli görünmeye çalıştım.
“ Saçlarına kurdelelerini takalım da öyle çık!” Hemen örgülerinin ucuna fiyonk şeklini verdiğim kurdeleleri taktım. Heyecandan yerinde duramıyordu. “ Hadi Sestra! Arkadaşlarım bekliyor. Oyuna bensiz başlayacaklar.” Onu daha fazla tutamayacağımı biliyordum. Ardına bile bakmadan koşarak merdivenleri indi. Girişin basamaklarında öylece diğer çocuklara kavuştuğu anı izliyordum. Kara gözleri heyecandan parıldıyordu. Yedi tane taşı üst üste dizip topla devirmeye çalıştıklarında neredeyse ben de heyecandan yerimde duramıyordum. Hana’ya sıra geldiğinde beklediğimden daha iyi bir performans gösterip tüm taşları devirdi ve sobeleme için etrafındaki çocukları kovalamaya başladı. Çocuk çığlıkları her yerdeydi ve bundan rahatsız olmak benim için imkansızdı.
Ben çocukların açlıktan ağladığı, sabaha kadar öksürüp sancıdan kıvrandığı bir yerde aylarca yaşamıştım. Aylarca küçük kuru ekmeklerle karnımı doyurmuş ve yiyecek bir şey bulmak için tüm hayatımı riske atarak evden çıkmıştım. O zamanlar bozuk konserveler bile büyük bir ziyafet gibi gözümüze görünürdü. Şimdi bu güzel neşeli çığlıklar ben de ilahi bir ezgi hissi uyandırıyordu. Çocuklar hep mutlu olmalıydı. Gökyüzünde onların uçurtmaları, balonları salınmalı, yüzlerinde asla silinmeyecek bir tebessümün emareleri bulunmalıydı. O zaman dünyanın yaşanılabilir güzel bir yer olduğuna inanabilirdim.
Saatin yaklaştığını anladığımda çantamı alıp hastaneye gitmek üzere evden çıktım. Patika yolun gerisinde kalan o ev dikkatimi çekti. Erkin’in eviydi. Dünkü halini hiç beğenmemiştim. Daha önce onu bir kez daha içki içerken görmüştüm fakat bu seferki öfkesi ve şaşkınlığı ilkini aratacak cinstendi. Merakıma daha fazla direnemedim ve iyi olup olmadığını anlamak için soluğu kapısının önünde aldım. Barbaros’un bu ziyaretten hoşlanmayacağını çok iyi biliyordum fakat Erkin benim dostumdu ve onu düşünüp yardımcı olmak istemem yanlış anlaşılacak bir şey değildi.
Kapıyı birkaç kez tıklattım. Nihayet 2 dakika kadar sonra karşımda dağınık saçlarla ve düğmeleri açılmış gömleği ile belirdi. Yüzünden yorgunluk ve mutsuzluk şelale misali akıyordu. Beni karşısında bulmayı beklemediğinden olsa gerek belirgin bir şaşkınlık yüzüne sindi.
“Merhaba!”
“Merhaba!” Kısa bir duraksamanın ardından, “İçeri girsene!” dedi. Başımı hafifçe sallayıp gülümsemeye çalıştım. Sıkı sıkıya çekilmiş koyu renk perdeler dikkatimi çeken ilk şey oldu. Koyu renk koltuk takımı ve kahverengi tonlarında küp şeklindeki kutular ilk anda gözlerimi o bölgeye mıhladı.
“Bunlar ne?” Yüzündeki mahcubiyet ve hüzün canımın sıkılması için yetmişti. “Ben…” Ciğerlerindeki rehaveti azaltmak ister gibi derin bir soluk aldı. “ Ben gitmeye karar verdim Alina!” Yutkundum. Biraz önceki tebessümlerimin yerini koyu renk bir hüzün almıştı. “Sen neden söz ediyorsun? Gitmek de ne demek?” Bana sırtını dönüp elindeki kutulardan birini koltuğun üzerine bıraktı. Ne söylediğimi umursamıyormuş gibi kutunun alt tarafındaki çıkıntıları bir araya getirip bantladı. “Ne dediğimi duydun! Gitmem gerektiğini düşünüyorum.”
“Saçmalama lütfen! Burada bir aile gibiyiz! Arkadaşlarını bırakıp nereye gideceksin?” Gözlerinin kısmen dolduğunu fark ettim. Yeniden bana sırtını dönüp kitaplığına yöneldi ve bir deste kadar kitabı kucaklayıp koltuğun üzerine bıraktı. “Böyle olması gerekiyor! Herkes için en iyisi bu!” O, kitaplarını sıraya koyup tek tek kutuya dizerken bileğinden tutup hafifçe çekiştirdim. Elini ateşe değmiş gibi çekip aramıza yeni bir mesafe koydu.
“Anlamıyorum! Sorun ne Erkin? Bir süredir tuhaf davrandığının farkındayım. Gönül meselelerin olduğunu biliyorum ama tüm bunlar neden çekip gitmeni gerektirsin ki? Birlikte her şeyi aşabiliriz. Belki yeniden seversin! Belki…”
“Hayır!” Hareketlerini hızlandırmış ve kulaklarından su kaynatan araba gibi hararet yükseltmişti. “Yeniden sevmek falan istemiyorum. Ben hayatımda aşkı istemiyorum Alina!” Bana kızgın mıydı? Yüzüme bile bakmıyordu. Gözleri köşe bucak benden saklanırken derdinden nasıl anlayacaktım ki? Yeterince kitap aldığından emin olduğu kutuyu kulakçıklarını birleştirerek yeniden bantladı. Elindeki dolma kalemle üzerine “ felsefi kitaplar!” yazısını ekledi ve o kutuyu da diğerlerinin arasına bıraktı.
“Dost olduğumuzu sanmıştım. Anladığım kadarıyla senin için değerli değilim. Geride bırakmaktan çekinmeyeceğin herhangi biri olduğumu bilmek üzücü!” İsyan eder gibi başını geriye bıraktı. Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum fakat vitrinin camına yansıyan yüz ifadesi ne kadar kırgın ve kızgın olduğunu el ele veriyordu.
“Haklısın!” dedi alaycı bir gülüşle. “Sadece dostunum! Üzüldüğünde omuz veren, sırlarını paylaştığın, hayatında hep bir mesafede olan ama asla hayatın olamayan o varlığım.” Bir anda dilimin düğümlendiğini kalbimin paramparça olduğunu hissettim. O hayatımda bundan fazlası olmak istiyordu. En başından beri şüphe duyduğum her şey üzücü bir şekilde üstü kapalı da olsa varlığını hissettiriyordu.
“Bunun senin için kötü olduğunu düşünmemiştim.” Karşıma dikilip aramıza giren mesafelere aldırış etmeden gözlerimin içine baktı. “Değil Alina! Hiçbir şey seni tanımamış olmaktan daha kötü olamaz. Ama bazı insanlar böyledir işte! Dünyanın en eşsiz kalbine de sahip olsalar, akla zarar bir sanat eseri gibi benzersiz bir yüzü de taşısalar bile bulundukları yer asla değişmez. Kader yazmayınca kul susar yüreği konuşur. Yeri doldurulmayan sevdalar yarım kalır. Asla tamamlanamayacak hikayeler sararmış odun kâğıtlarına hapsolur. Bunca eksikliğin arasında nefes alamaz yürek.” Sesine bir keder ifadesi yerleşti. “ Ben de kendi yoluma giderim. Kimsenin suyunu bulandırmam! Kimsenin hikayesindeki kötü adam olmam.Nefret ettirmem kendimden. Ne incitirim ne de incinirim!”
Sustum. Ona ne diyebilirdim ki? Eğer dilinden dökülenler doğruysa burada her gün bizi görerek yaşayamazdı. Şimdi tüm taşlar yerine oturmuştu. Bizi her gördüğünde bu yüzden mutsuz oluyordu. Barbaros’la aralarındaki çekişmenin sebebi bendim. Bu yüzden sürekli iki düşman gibi birbirlerini hırpalıyorlardı. En başından beri nasıl bu durumu fark edemedim bilmiyordum. Onun dostum olmasını öyle çok istemiştim ve yapayalnız kaldığım bu ülkede yakınlığına öyle çok sığınmıştım ki başka türlüsünü düşünmek işime gelmemişti. Bencildim. Sadece kendi duygularımı önemsemiştim. Onun beni sevebileceği ihtimalini düşünmemiştim.
“Üzgünüm!” Dedim kırık bir sesle. “Üzülme! Olanlar senin suçun değildi. Hiçbir zaman olmadı. İyi olmanı istiyorum. Sen mutlu olmayı hak ediyorsun Alina Mihaloviç Demirsoy. Kiminle olduğunun bir önemi yok. Sadece iyi olmanı istiyorum.” İç çekti. Gözlerimin dolmasına yanaklarımın ıslanmasına engel olamıyordum. Erkin’i kaybetmek istemiyordum ama bu şekilde yaşayabileceğimize de inanmıyordum. Bunu ondan istemek bencilceydi. “Üzülmeni istemezdim. Bu…” Boğazıma takılan dikenler yutkunmama engel oldu. “Bir şey söyleme lütfen! Sadece böyle olması gerekiyordu oldu.”
Seni göremediğim için, istemeden de olsa üzülmene sebep olduğum için affet beni! Benim mutluluğumun senin acın olabileceğini düşünmedim. Yanı başımda kıvranırken sadece kendi duygularımla ilgilendim. Senin üzülebileceğin aklıma bile gelmedi.
Olan biten her şey aklımın kuytu köşelerinde canlandı. Onun benimle olduğu anları görmüştü. Elimi tutarken, bana sarılırken, türküler söylerken yakınlığımıza şahitlik etmişti. Kim bilir neler hissetmişti? Nasıl görememiştim onu? Bilsem bile ne yapabilirdim ki? Elimden ne gelirdi?
“Ne zaman nereye gideceksin? Bir anda oldu. Ya sonra pişman olursan!” Koltuğun koluna oturup duvardaki bomboş noktaya gözlerini dikti. Zihninin ondan daha iyi durumda olduğunu sanmıyordum. “Biraz izin alırım. Tayin dönemi geldiğinde de kendi başımın çaresine bakarım. Başka bir şehir olur. Belki batıya giderim. Belki Kuzey Irak’taki askeri üste yönlendirirler. Bilmiyorum Alina. Sen de askersin! Şimdi asker eşi de oldun. Az çok anlarsın halimden. Bir yolunu bulurum ben merak etme!”
Başımı onaylar gibi salladım. Hiçbir şeyi zorlaştırmak istemiyordum. Erkin kararını çoktan vermişti ve belki de onun için en doğrusu buydu. Barbaros’u seviyordum. Bir zamanlar düşman olduğum adam şimdi hayatımı anlamlandıran en özel varlıktı. Erkin’i her zaman yanımda bir dostum olarak istemiştim ve şimdi bu arzunun ikimiz için de çok fazla olduğunu görebiliyordum. “Hemen hazırlandığına göre zaman kısıtlı!” Etrafına bakıp dudaklarını birbirine bastırdı.
“Bu işin uzamaması için gereken neyse yapacağım. Dilekçemi yazdım. Kısa bir süre sonra dönüş yapacaklardır.” Daha fazla burada kalmanın doğru olmadığını biliyordum. Artık dostluğun arkasına saklanmak ikimize de sadece zarar verirdi. Müsade ister gibi ayağa kalktım. “ Anlıyorum. Bunu saymıyorum. Yine vedalaşacağımız günler gelecektir. Erken vedaları sevmem. Hem…” Ellerimi koyacak yer bulamıyordum. Küçük bir öksürüğün ardından boğazımı temizleyip biraz daha berrak bir sesle devam ettim.
“İstersen müsait bir zamanda toparlanmana yardım ederiz. Ayşen gelemez ama Rozerin, Türkan, Zeren ve ben bu işler için fazlasıyla uygun oluruz. Seni onca yükün altında bırakmayız merak etme.” Hiç veda etmeyecekmiş gibi yüzü bulut bulut oldu. Bir gün çıkıp geldiğimde onu bu evde bulamamak acı vericiydi. Yerine bomboş bir ev ile karşılaşma fikri kasvetin yüreğime daha çok çökmesine sebep oldu. “Biliyorum! Siz herkesin hayran kaldığı bir grup oldunuz. Eminim beni yalnız bırakmazdınız. Sorun değil!” Bakışları sürekli kaçış halindeydi. Gözlerini çok az eşyanın olduğunu fark ettiğim evin duvarlarında gezdirdi.
“Görüyorsun! Ben çok fazla eşya seven bir adam değilim. Bu yüzden bir yerden bir yere gitmem genellikle sorun olmaz.” Gözlerimi ona değmemesi için amaçsızca eşyaların üzerinde dolaştırdım.
“Evet! Görebiliyorum. Yine de…”
“Yine de gerekirse yardım isterim! Oldu mu?” Başımı onu onaylar gibi salladım ve müsaade istedim. Kolumdaki saate baktığımda geç kaldığımın ancak farkına varabilmiştim. Kapının eşiğine gelip ayakkabılarımı ayağıma geçirdim.
“Sonra görüşürüz!” dedim omzumun üzerinden. Yeniden yüzüne bakmak benim için zordu. “Hoşça kal Alina! Benim yerime de sev, mutlu ol! Hiçbir şeyin seni üzmesine yıkmasına izin verme! En yakınından gelse bile!?” Bir cevap veremedim. Bunun yerine omzumun üzerinden hüzünle gülümsedim. Canım yanıyordu. Onunla daha fazla konuşamazdım. İstediğim bir an önce buradan uzaklaşmak ve Erkin’in acı çeken yüzünü kırgın gözlerini görmeyeceğim bir yere ulaşmaktı. Ardımdan baktığını biliyordum ve bu içimdeki suçluluk duygusunu daha da katlanamaz bir hale getiriyordu. Onun beni sevmesindeki suçlu ben miydim? Kardeşlerim için bilgi almasaydım ve yakınlaşmasaydık her şey bu kadar kötüye gider miydi? Kafamda cevabını veremeyeceğim yıkıcı sorular vardı.
Barbaros’un Kaleminden
Avuçlarımın arasındaki fotoğrafa uzun uzun baktım. Yosun gözlerinin derinliklerindeki o pırıltıların her birinin kalbime yerleşmesine izin verdim. Onunla ayrılmadan önceki yaşadıklarımızı düşündüğümde kalbime katlanılamaz bir hasret çöreklenip kaldı. İlk kez göreve gitmiyordum. İlk kez onsuz kalmıyor, ilk kez kellemi koltuğuma almıyordum. “Ah!” Dedi dilim ve yüreğim küstah kahkahalar attı. Bu kadar çabuk olmamalıydı. Hasret bir anda serpilip boy vermemeliydi yüreğime. Onu düşünmemeliydim. Operasyona gitmek üzereydim. Hayatımın belki de en büyük sınavını verecektim. Şimdi nasıl aklımı ondan kurtaracaktım?
Ne yapıyorsun şimdi? Dışarda hafif bir yağmur kokusu var. Sen şimdi pencereni açmış saksındaki çiçekleri seviyorsundur. Elinde bir kahve fincanı bulutlara bakıp beni düşünüyorsundur. Şimdiden özledin mi beni? Senin için yazdığım şiirleri okudun mu? Doğru söyle Artemis çiçeği! Sen de asker adam romantizm bilmez şiirden anlamaz diyenlerden misin? Nasırlı ellerime kalemi yakıştıramadığın günler oldu mu? Benim senin eline silahı yakıştırmadığım tek bir günüm bile olmadı. Kirli dünyaya açtığın savaşı kınamadım aslında. Gizli gizli hep imrendim. Belki kıskandım. Böylesine güçlü bir yüreğe sahip olan kadına insan nasıl imrenmez. Seni sevmek istemedim. Belki de en çok sana yenilmekten korktuğum için. O yosun gözlerinle ve demir gibi sert yüreğinle beni alaşağı etmenden korktum. Yine öyle masum masum bakarsın da tüm silahlarım cephanesiz kalır diye aklım başımdan gitti. Seni korkmadan seveceğim günler için mücadele ediyorum Boşnak güzeli.
Artemis çiçeği… Ölüm çiçeği… Mezarların üzerinde açan ve kendi hayatını ölümün pençelerinden çekip alan eşsiz varlık… Ne çok sevdirdin kendini? Nasıl da çekip aldın kalbimi. Orada artık kendime bile yer bulamıyorum.
Başımı göğe kaldırdım. Her yanımı kara bulutlar sarmıştı. Sanki düşeceğim ini bilmiş gibi bir sarsıntı tüylerimi diken diken ediyordu.
“İyi misiniz komutanım?” Bakışlarım keskin keskin Kürşat’ı buldu. “İyiyim. Sadece fazla uyuyamadım.” Kürşat hafifçe güldü. Bu gülüş kaşlarımı çatmam için yetmişti. “Ne sırıtıyorsun lan?” Diğerleri de hep bir ağızdan kıkırdadı. Bakışlarımı onlara çevirip burun deliklerimi büyüterek öldürecekmiş gibi homurdandım. “Size yeminiz fazla geliyor anlaşılan! İyice hadsizleştiniz?”
“Af buyurun yüzbaşım! Bu gün hiçbirimizin aklı başında değil! Değil mi badiler!” Cihangir’i şu tarikat bozması örgütçülerin önüne atmamak için kendimi zor tutuyordum. “Evet Cihangir! Aynen öyle ! Belli ki komutanım gece stresten uyumamış! O kadar stres yapmış ki sabaha kadar ensesini kızışmış kaplan gibi tırnaklamış durmuş!” Ben elimi enseme atarken diğerleri genizden hırlar gibi güldü.
“Vallahi sizin kendinize verdiğiniz hasarı düşman bile vermezdi komutanım!” Dedi Ferit telsizden. Çoktan Türkan ile birlikte hedeflediğimiz noktalara konuşlandığı biliyordum ve Türkan’ın sövme sesleri gelirken kendisi de abartılı bir şekilde gülüyordu. “Elinizde pek ağırmış komutanım!” Dedi Ozan. Erkin yine sessizlik yeminine niyet etmiş, sağına soluna tükürmüştü. Bu muhabbettin kapanmasını ne kadar çok istediği yüzünden belli oluyordu.
“Kurban ol sen komutanımın eline!” Diye cırladı Umut. Ardından iç çekti ve telsize yöneldi. “Sen kurban olmasan da olur sevdiceğim!” Telsizden metalik bir ses yükseldi. “Kes sesini Umut! Yoksa ben seni kurbanlık koç gibi kesip mangal yapacam!” Tim yine iş başındaydı. Sanki operasyona değil de şamata yapıp eğlenmeye gelmiştik.
“Türkan yol yakınken vazgeç devrem!” Dedi Ferit. “Bu tüysüz hiç sana göre değil!” Umut alınmış ve telsize küfür etmek için asılmıştı. Fakat Türkan yine ondan önce davrandı. “Şu an namlumun ucunun nerde olduğunu tahmin edemezsin Ferit devrem!” Ferit homurdandı. “Nerdeymiş badi!”
“Senin kıçında badi! Mabadındaki tüylerin sayısını bile biliyorum ve tetiğe basmak için hata yapmanı bekliyorum. Salakça tek bir laf daha edersen sevgili mabadına veda etmek zorunda kalacaksın! Ve dert edinmen gereken ciddi sorunların olacak. Şimdi örgütçü pi…lerin canına ot tıkmam için bana biraz müsaade et!” Bu söz Erkin’i bile gülümsetmişti.
“Benim savaşçı çitlenbiğim! Sevgilisini hiç ezdirmez!” Türkan’ın hırlaması yine kulaklarımızı doldurdu. “Erkin! Hatrım için şu yalakaya hatrı sayılır bir şamar indir!” Erkin göz devirirken timin edep koordinatörü Cihangir işi direk devraldı. “Bunu zevkle yapacağım Asena!” Umut’un kafasına avuç içiyle küçük bir şamar patlattı. Ben öldürecekmiş gibi solurken tim yine gülme krizine girmişti.
“Yeter!” Diye isyan ettim. “Karpuz görmüş eşekler gibi sırıtacağınıza işinize odaklanın! Aklınızı başınıza devşirmeniz için illa birinin kaybı mı gerek!” Sesler kesilmişti. Kürşat’a döndüm. “Bana Berina Mihaloviç ile ilgili rapor ver!”
Kürşat sıkkın olan canını bir kenara bırakıp kağıtlara göz attı. “Trnopolje ölüm kampına gönderdiğimiz tim sızdı. Ne yazık ki oradan 2 gün önce kaçmışlar. Berina’nın izine tozuna ulaşmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Maalesef bir havadis yok!”
“S…!” Bakışlar üzerime çevrilmişti. Kurt şöleni operasyonundan sonra Yüzbaşı olmuştum ve yeni rütbem onları daha dikkatli davranmaya sevk ediyordu. “Albay kızın bulunması için gereken emri verdi. Fakat haftalardır süren iz sürmeler hâlâ netice vermiş değil! Bulunup öldürülmüş olabilir.” Bu sefer küfür yüksek bir tepeye konuşlanmış olan Ferit’ten gelmişti.
“Tüm gelişmeleri bilmek istiyorum.” Dedim. Bir karavanın içindeydik. Örgütün içindeki zayıf halkayı bulduğumuz için sızma işlemi oldukça kolay olmuştu. Kıtmir POSAT örgütünün içinde bulunan kıdemli bir adamdı. 45 yaşındaydı ve iç çekirdekteki görevleri üzerine getiriyordu. Çekirdek liderler karar alırken Kıtmir’in görevi bu kararları uygulamaya geçirmekti. Bize örgütün yeraltı evine girişte yardımcı olacak armaları o vermişti. Kıyafetleri ve kimlikleri onun desteğiyle ele geçirmiş, örgüt evinin iç planını onun sayesinde öğrenip operasyona dahil etmiştik. Bir ay boyunca hiçbir aksiliğe meydan vermeyecek şekilde operasyona hazırlanmıştık.
Çekirdek liderlerin yerine geçmezdim. Onları koyu kumaş maskeler taktıkları için deşifre etmemiz şuan mümkün görünmüyordu. Onlarda bulunan armalar bizim temin ettiklerimizden farklıydı. Bu yüzden ben ve Erkin delil toplama, ani operasyon başlatma ve gözlem yapma göreviyle Orta Seviye katmanındaki birinin kimliğiyle ritüele girecektik. Ferit ve Türkan keskin nişancı olup dürbünle asayişi kontrol edecekti.
MİT’le ortak yürüttüğümüz operasyonda Yıldırım Timinin askerleri tespit edip önceden ritüelden uzaklaştırdığımız askerlerin yerine içeri sızacak ve bizi koruyacaktı. Emniyetten TEM’den Özgür başkomiser içerideki kişilerin olası bir gözaltında kimlik tespit işlemlerini yürütecekti. Hasan MİT Teknik uzmanıydı ve benden ses aktarımı için yapılması için içeri girip cihazın taşıyıcılığını yapacaktı. Zeren asker kılığındaydı ve cebinde küçük bir ses kaydedici cihaz vardı. Bu istihbarat konusunda bize şey yol gösterecekti. MİT kimya uzmanı Kudret’ti. O da ritüelde kullanılan sıvı ve gaz maddelerin teşhisinde görev alacaktı. Cebimde palaroid bir fotoğraf makinası taşıyordum. Bu araç bilgilere erişmede çok işime yarayacaktı. Şimdilik amacımız sadece bilgi toplamaktı. Bu ritüele gelmeyen başka kişiler olduğunu biliyorduk ve acele edip küçük bir vurgunla bu işi bozmaya hiç niyetimiz yoktu.
Giydiğim siyah pelerin ve siyah kumaşın üzerine siyah püskülleri olan maske ile kimliğim oldukça belirsiz görünüyordu. Çatışma olmadan keşif yapacaktık. Erkin’le birlikte kapıya kadar geldik. Armalarımızı gösterip içeri girdiğimizde bizi büyük bir konuk odası karşıladı. Bizden farklı lacivert renk giyinmiş ve refakatçi eşliğinde alt kata indik. Burası penceresiz bir yeraltı odasıydı. Başımızın üzerinde dikitler aksesuar gibi bulunuyordu. Duvarlar uzay grisi ve siyah renkteydi. Bizimle aynı giyinen diğer maskeli topluluğun arasına karıştık. Kapılarda da dikitler vardı ve uçları can sıkıcı derece keskin görünüyordu.
Kıtmir bizleri iyi şeyler görmeyeceğimiz konusunda uyarmıştı fakat yine de şeytanın inine girmiş gibi tetikteydik. Buradaki herkesi toplayıp götürmemiz yaptıkları ve yapacakları planları ortaya çıkarmaya yetmeyecekti. Bu yüzden daha fazla delille daha kapsamlı bir operasyon için hazırlık yapıyorduk. Ritüel öncesi kalabalık daha da çoğalmıştı. Fark edilmemek için aralarına sızıp dikkatli davrandık. Kıtmir’in gönderdiği adam bize eşlik etmiş ve törenden önce bilgi akışı için yardımcı olmuştu.
Erkin’e eğilip fısıldadım. “Yeraltı odalarına girmeliyiz. Arşive ulaştığımızda tim bizi koruyacak.” Erkin başıyla onaylayıp kalabalıktan ayrılmama yardım etti. Asker üst düzey yetkili kılığında olduğu için kimse bu durumu sorgulama ihtiyacı hissetmemişti.
Ayaklarımın altındaki halı adım seslerimi neredeyse tamamen boğuyordu. Geçtiğim yerlerden analog cihaz sayesinde görüntüler almayı başarmıştım. Ses kayıtlarını Zeren ve Erkin de gönderilen sinyal neticesinde almayı başarmıştı. Kısa süreli pilli cihazlar kullanıyorduk ve ihtiyacımız olan istihbarata ulaşmak için fazla zamanımız yoktu. Dış gözlemci dışardan görüntü almaya çalışırken biz içeride örgütün kalbine ulaşmak için çabalıyorduk. Dar bir kapıdan mağarayı andıran bölmeye geçtim. İnsanlar içerideki kokteyl odasına üşüşmüştü. Kadeh seslerini bulunduğumuz yerden bile duyabiliyorduk. “Beni koru!” Dediğimde silahını çıkarıp kapıyı gözlemeye başladı. Olası ters bir durumda telsize asılacak ve sinyal gönderecekti.
Duvarda bir gömme dolap olduğunu biliyordum. Gizli kasa diyorlardı ve ona ulaşmak operasyonun yegane amaçlarındandı. Örgütü içten fethedebilmemiz için daha fazla veriye erişmemiz gerekiyordu. Nihayet içten çevrilen bir kolla duvardaki açığı buldum ve gömme dolaba eriştim. Elime geçirdiğim kasetleri hazırladığım çantaya koydum. Bazı eski moda parşömenler ve tüy kalemler bulmuştum. Onu zarar vermeden çantaya bıraktım. Örgüt elemanlarının bulunduğu dosyayı arayıp taramış fakat ne isimlere ne de faaliyetlerine ulaşamamıştım.
“Acele edin komutanım!” Erkin’i onaylayıp her şeyi eski haline çevirene kadar düzelttim. Aceleyle dışarı çıktık. O an karşımdaki iki askeri görünce duraksadım. “Burda ne işiniz var? Gizli odaya girme izniniz yok!” Erkin’le birbirimize baktık. “Yolu kaybettik ve…” dediğimde “Askerler!” Diye bağırdı. İkinci haykırışa imkan vermeden ağzını kapattım. Erkin de vakit kaybetmeden silahını aldı. O an eski, altın işlemeli bir hançeri koluma saplayacağını düşünmemiştim. “Ah!” Hançeri boğazıma saplamak için atıldığında koluma yapıştırdığım boynu bir hamleyle kırdım. Ben şüpheciyi sürükleyerek açtığım gömme dolaba sıkış tepiş yerleştirdim.
“İki asker iş üstündeyken bizi gördü. Adamları dolaba sakladık. Dikkat çekmeyin!” Zeren’in eteğindeki cihazın pil süresinin azaldığını tahmin edebiliyordum. Şimdiden sinyaller kesilmeye başlamıştı. Fakat umurumda değildi. Ben bana lazım olan çok şeyi almıştım. Bizi örgütün derinliklerine sızdıracak pek çok bilgiye erişmiştik. Yemin etmiştim. Bizi mahvetmeye çalışan örgütün kalbinde sigara söndürecektim.
Onları güçlü kılan bağlantıları çözüp delillerle ahtapotun kollarını kesecek ve onları savunmasız bırakacaktık. Onları güçlü kılan Yahudi sermayesini kestiğimizde ve ülkeye yerleşmelerini sağlayıp faaliyet göstermelerine katkıda bulunan organları bulduğumuzda düğüm kendiliğinden çözülecekti. Üzerimizdeki kıyafetlere bulaşan kanları temizledik. Koyu renk oldukları için fark edilmiyorlardı.
Yeniden koridora yöneldik. Zeren’den artık hiç haber alamıyorduk. Kolumdaki yara sızlamaya başladı. Onun icabına bakmak zorundaydım. Bu deşifre edilmeme sebep olabilirdi. “Dayanabilecek misiniz komutanım!”
“Bana siz deyip durma! İyiyim!” Yarayı kontrol ettim. Derin görünüyordu ama baş edemeyeceğim bir şey olduğunu söyleyemezdim. “Gidip şu ritüele bakalım. Uzun süre ortalıktan kaybolamayız. Örgüt şüphelenmemeli!” Başını salladı. Diğerlerinin olduğu yere gittik. Burada insanların giyimi örgüt içindeki konumuna göre değişiyordu. Yaklaşık 30 kişi benimle benzer şekilde giyinmişti. Biz dış çemberi ifade ediyorduk. Bu yüzden biraz daha kapalı kimliksizleştirici kıyafetler giymiştik. Sempatizanlar ve yeni militanlar yüzlerini parlak ağzı açıkta bırakan maskelerle örtmüşlerdi. Dış çember ve iç çekirdekte bulunanlar birbirlerinin kimliklerinden habersizdi. Belki dışarda tanışıp görüşüyorlardı ama burada tamamen gizli kalmak durumundaydılar.
Dışarıyla iletişimimiz kısıtlıydı. Kırmızı şeritli bölgenin arasından geçip büyük yüksek tavanlı bir yeraltı odasına ulaştık. Dikitler ve şeytani figürler orada da vardı. Duvarlarda yolumuzu aydınlatan meşaleler vardı. Büyük kırmızı örtüsü olan masanın üzerinde ise kokulu mumlar bulunuyordu. O an karşımda gördüğüm manzara kanımın donmasına sebep oldu. Sol yanımızda metrelerce uzakta bir masa vardı. Masanın üzerinde metal daire şeklinde bir oyuk bulunuyordu. Oyuğun içinde saçı sakalı birbirine karışmış, evsiz, 40’lı yaşlarında bir adam vardı. Vücudunun çeşitli yerlerine bıçaklar saplanmıştı. Ağzı bantlı olduğu için inleyip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu. Bu korkunçtu. Bu insanlar zevk için işkence yapıyor ve bu işkenceyi de ritüel diyerek kayda alıyorlardı. Adamın ayak ucunda akan kanın sızması için ince bir sıvı yolu vardı ve kanın bir haznede tutulmasını sağlıyordu.
Öne doğru bir adım atmak istedim. Bu canavarlığa boyun eğmek istemiyordum. “Sakın!” Dedi Erkin cılız bir fısıltıyla. “Öldürürler! Bu sadece bir keşif!” Enseme giren ürpertiyle üşüdüğümü hissettim. Ne kadar sapkın bir örgüt olduğu anlaşılıyordu. Görevi tamamlamak zorundaydım. “Ölmek üzere!” Haklıydı. Saniyeler sonra acıları bitmiş olacaktı. Bu yaptıkları iğrençliğe bizden önce başlamışlardı.Adam nihayet öldüğünde biriken kanı büyük altın bir kaseye koyup teker teker katılımcılara uzattılar. Bizden öncekiler elini kaseye daldırmış ve ritüelin kurbanının kanına boyanan ellerini sırayla eski Mısır ve roma döneminden kalma figürlerin olduğu duvara basmışlardı. Duvar yüzlerce el iziyle dolup taşıyordu. Onların inancındaki ilahi tarzı tuhaf cümleleri uyum sağlamaya çalışarak dinledik.
Arkamdan gelen öğürme seslerine bakılacak olursa birileri bu kokuya dayanamayıp kusmuştu. Nihayet yemin ettiler. “Örgütün çıkarlarını her zaman savunup canım pahasına hizmet edeceğime yemin ederim.” Onların yeni adaylar olduğunu ve bunun da bir kabul töreni sayıldığını anlamıştım. Reisleri olduğunu düşündüğüm kişi büyük tahtına oturduğunda diğerleriyle birlikte eğilip selam verdim. Bunları daha önce Kıtmir’den öğrenmiştik. Bu yüzden ne Erkin ne ben ne de bizi korumak için gelen tim şaşırmıyordu.
Reisin sağında ve solunda bulunan iç çekirdek mensublarından birinin ayağından topuk sesi geliyordu. Onun bir kadın olduğunu anlamıştım. Parfümünün kokusu bana kadar ulaşıyordu. Diğerlerinin yürüyüşünden erkek oldukları kanısına varmıştım.
Sinyal gönderdim. Alacağımız ses kayıtlarını almış ve görüntülere ulaşmıştık. Daha fazla bu boğucu ortamda bulunmamıza gerek yoktu. Sinyal gönderdikten birkaç dakika sonra bir hareketlenme oldu. Sabırla olacakları gözlüyordum. Bir asker reisin sağ kolu olduğunu anladığım maskeli adamın yanına geldi ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Ne söylediğini biliyordum. Buralarda birkaç polis ekibinin ihbar üzerine devriye attığını bildirmişti.
Sağ kolu Reis’in kulağına fısıldadı. Ardından reis ayağa kalkıp “Gidin!” Diye emretti. Olası baskın herkesi paniğe düşürmüştü. Onlara uyup çıkışa yönelirken iri bir cüsseye çarptım. “Dikkat et!” Onu tanımıştım. Bu Vladimir’di. O da dış çekirdekte yer alıyordu. Gözlerini görmesem de bana dikkatli baktığını anlamıştım. Homurtuya benzer bir ses çıkarıp rahatsızca dış kapıya yöneldim. Erkin de benimle birlikte hareket etmişti. Bizim için hazırlanan arabalara binip uzaklaştık.
***
Ankara 1993 Teşkilat karargahı 00:30
Kapılı kapılar ardındaki büyük odada sessizlik hakimdi. Duvarlar ses yalıtımlıydı. Bölgesel haritalar ve pano tam karşımızda almıştı. Büyük ceviz masanın etrafında 7 deri koltuk bulunuyordu. Erkin hemen karşımdaydı. Her zamanki gibi suskundu. Aramızdaki neşenin ve dostça diyalogların üzerinden sanki asırlar geçmişti.
Panonun üzerinde örgüt şemasını temsil eden fotoğraflar ve onların bağlantıları ortaya koyan ince renkli ipler bulunuyordu. Çelik kapıların ardından kimliklerimizle girmiş ve ortamın güvenliğinden emin olmuştuk. Bu gün önemli meseleler karara bağlanacaktı. İstihbarat daire başkanı baş köşede yerini almıştı. Bölge sorumlusu, Analiz uzmanı ve Jandarma istihbaratından bir başka yüzbaşı bulunuyordu. Projeksiyon cihazının görüntü netliğini fark etmek için sarı loş ışıklar kapatıldı. Slaytlar manuel çevirmeli makinayla gösteriliyordu. Havasız odadaki sigara kokusu rahatsız ediciydi.
Masanın üzerindeki tel zımbayla tutturulan evraklara baktım. İyi bilgi toplamıştık. Analiz uzmanı elindeki verileri işaret etti. “Bu adam yılanın başı… Lider… Zeus… Karanlığın sahibinin o olduğunu söyleyebilirim. Her şey onun onayıyla gerçekleşiyor. Sağ tarafındaki uzun boylu, ince yapılı maskeli adam ise Ejder kod adlı sağ kolu. Ona fazlasıyla sadık ve soğuk kanlı… Bu adamlar oldukça güçlü bağlantılara sahipler ve örgütün kuruluşundan itibaren dünya gündemini değiştirecek faaliyetlerde bulunuyorlar.” Yerleştirdiğim kameradaki görüntüleri oynattı ve yanıbaşındaki panoya yeni bir ok işareti yaptı. “Bu şerefsiz de operasyonları yürütmeden sorumlu. Kod adı: Keleş. Suikastler, sabotajlar, kaçırmalar, silahlı eylemler… Yemediği nane yok!”
“P… Ku…” dedim dilimi tutamayarak. Bakışlar üzerime çevrildiğinde gözlerimi kaçırdım. “Afedersiniz komutanım…” Komutan burnunu kırıştırıp, “Puşt…” diye devam etti. “Başımızı ağrıtan pek çok saldırı ve rehine kaçırma eylemleri bu adama değip geçiyor.” Videoyu oynatıp bir başka gölge kişiyi öne çıkardı. “Örgütün istihbarat başkanı. Kod adı: Baykuş. Bilgileri analiz eder, muhbirleri yönetip şifreli iletişim sistemleri geliştirir. Teknik bilgisi yüksektir. Karda yürür ama izini belli etmez. Yüksek eğitimli olduğu düşünülüyor.”
“Biz onları deşifre etmeye uğraşırken onlar da bize karşı cephe açıyor.” Dedi Erkin. Yüzündeki alaycı ifade dikkatten kaçacak gibi değildi. Solgun ve yorgun yüzünde alışılageldik bir hüzün vardı. Çok zayıflamıştı. Eski güçlü hallerinden geriye pek bir şey kalmamıştı. “Finans sorumlusu Altın Kasa…. Kara para trafiği, şirket, yatırım, bağış, Muhasebe… Kısacası yürüyen banknot gibi adam. Bir iş insanı ya da hayırsever olduğu düşünülüyor.”
“Parayı severim.” Dedi yüzbaşı. Tüm bakışları çevrildiğinde “Helal parayı yani!”diye düzeltti. “Yoksa o hainlerin parası yerin dibine batsın!” Yüz ifadesi öyle komikti ki gülmemek için dudaklarımızı ısırdık. Analiz uzmanı Kenan komutan devam etti. “İkna ve propaganda uzmanı. Kod adı: Hoca… Devlet kadrolarındaki önemli, parlak gençleri, güçlü iş insanlarını ve hatta sanatçıları örgüte kazandırır. Beyin yıkama, insan psikolojisi ve ideoloji aşılamada bir dünya markası.” İpin geldiği hizayı çizip iç bükey bir yarım daire elde etti. Merakla domino taşlarının devamını bekliyorduk.
“İnfazcı. Kod adı: Satır… Görevine ihanet edenleri, örgütten kaçmak isteyenleri, sırları bilenleri ortadan kaldıran temizleyicidir.” Bir başka kareyi çevirip şema haline getirdiği örgüt görev sıralamasına yeni bir çizik attı. “Hukuk işleri sorumlusu güvercin. Habercilik yaptığı için bu adı alıyor. Amacı örgüte yasal dokunulmazlık kazandırmak. Bunun için siyasi bağlantılarını güçlü tutar. Yargı, bürokrasi ve güvenlik güçleriyle ilişki kurar. Bazen çıkar bazen de tehdit ve şantaj…” Sırtımı geriye yaslayıp, “Kasetleri kimlerin piyasaya sürdüğü anlaşılıyor. Sen beni tanımazsan ben de seni tanımam. Kalıbımı basarım karı kız işlerini de bu yürütüyordur.”
Başını sallayıp, “Göreceğiz!” Dedi. “Gerçek kimliklerine ulaşmamız an meselesi. Çok az kaldı. Erkin ve Barbaros deneyimli istihbaratçılar olduğunuz için bu işte size büyük sorumluluk düşüyor. İçerdeki bazı kişileri tarafımıza çeksek de yeterli deneyime sahip olmadıkları için güçlü istihbarat sağlayamıyorlar. Örgütü bitirmek için önce içten harekete geçmeliyiz.”
“Onları birbirine düşüreceğiz komutanım. Yanlış bilgi sızdırılacak. Kendi içlerinde güvensizlik ortamı oluşacak. Önce bürokrasi ile olan bağlantıları kesilecek ve ardından finans kaynakları baltalanacak. Aralarındaki iletişim kesilip manipülasyona açık hale geldiklerinde ise eş zamanlı bir operasyonla Türkiye’deki tüm kolları aynı anda kesilecek.” Başkan gülümsemişti. “Adım adım onları bitirmeye kararlı görünüyorsun yüzbaşı… Doğru enerji bu! Onları yavaş yavaş bitireceğiz. Maskeleri düşecek önce ve sonra devamı gelecek.” Herkes güvenle birbirine bakarken Başkanın gözleri huzursuzca kıpırdanan Erkin’e mıhlanmıştı.
“İlk sen sızacaksın Teğmen Erkin. Başarının rütbeni yükselteceğinden eminim.” Erkin başını eğip kaldırdı. “Ben bu görevi kabul edemeyeceğim komutanım! Bazı sebeplerden ötürü Hakkari’deki görevimi tamamlayıp tayin istemeyi planlıyorum.” Bakışlarım hayret üzerine düştü. Bana bakmadan dik duruşunu korudu.
“Bu da ne demek? Hazırlıklarımız hep bu yöndeydi. Bunun için seçilmiş adamsın!” Erkin’in terlediğini fark ettim. Huzursuzca ellerini masanın altından dizlerine bıraktı. “Bunu yapmam gerekiyor!”
“Saçmalık! Bu işler rayına oturana kadar bir yere gidemezsin! Yolun yarısında binek değiştirilmez. Görevine sadık olmak zorundasın. Bu için yetiştirildin!” Kan kardeşimle bu hale geldiğim için çok üzgündüm. Onu özleyecektim. Tıpkı konuşmayı, sohbet etmeyi özlediğim gibi. Eski günler aklıma geldiğinde nefes almak bile cehennem gibi oluyordu. Yaşadığı acıyı düşünce sevdiğim kadınla yaşadığım mutluluklar bile kalbimde kör bir düğüm oluyordu. O yakınımda acı çekerken mutlu olmak bile içimi sızlatıyordu. Neden? Neden birbirimizi bulmuş, yanı kadına tutulmuştuk sanki? Şimdi bu yanlıştan nasıl doğru bir şey çıkaracaktık? “Gitme!” Demek istiyordum. Ama kal da diyemiyordum. Birbirimizi daha çok acıtacağımızı bildiğimiz halde nasıl görüşmeye devam edebilirdik?
“Gitmeyeceksin!”Dedi komutan bastıra bastıra. “Bu işi temizlemeden kimse dışarı adımını atmayacak.”
“Emredersiniz!” Dedi çaresizce. Komutan düşen yüzünü gizlemeden “ara verelim!” Dedi. Herkes teker teker dışarı çıktı. Artık karşı karşıyaydık. Bir şeyler söylemek istiyordum. Ama ne diyeceğimi bilmiyordum. “Erkin…”
“Hiçbir şey söylemek zorunda değilsin! Ben…” Nefesinin kesildiğini fark ettim. “Yapamıyorum. Onu unutmak için çok çabaladım. Görmemiş gibi hiç sevmemiş gibi davranmak istedim. Yerini bir başkasıyla doldurmayı bile düşündüm. Yapamadım. Alina’yı kalbimden söküp atmam mümkün mü onu bile bilmiyorum. Tüm dünyaya haykırmak istiyorum.” Başını acıyla salladı. Yüzündeki hüzün ve çaresizlik canımı yakıyordu. “Haykıramıyorum. Çünkü sana ait! Artık senin için sadece bir görev olmadığını biliyorum. Seviyorsun! Özlüyorsun! İncinecek diye korkuyorsun. En başından beri biliyordum ama…” Omuz silkti. “Bir ihtimalin arkasına saklanıyordum. Ya olmazsa, ya sevmezse diye. Artık buna inancım yok. Bu hikayede fazla olan benim! Seni seviyor! Benim yanınızda işim yok! Kendime bu acıyı yaşatmaya hakkım yok!”
“Senin onu seveceğini bilemezdim.”dedim. Ve haklıydım. Bana söylememişti. Daha erken öğrenseydim görevi kabul etmemek gibi bir lüksüm olur muydu? Görevi kabul etmeseydim en başından beri bana aşık olan Alina benden uzak durabilir miydi? Yüreğimi yine ne yapıp edip çalmaz mıydı?
“O sana aşıktı? Görevden önce de aşıktı. O tercihini çok önceden yaptı. Şimdi tek derdim buradan gitmek. Kimseyi mutsuz etmek istemiyorum. Aşk kaybedenin de olduğu bir savaştır.”
“Benim bu savaşı kazandığımı düşünüyor musun?” Elleri tüm yaralarını sarmak ister gibi kollarına ilişti. “Onun sevdasını kazandın. İnsan böyle çok sevilirken nasıl kaybeder?” Yalancı bir gülüş yine dudaklarımda açtı. “Çok yalan söyledim Erkin. Onu kandırdım. Bana güvenmesi için yaklaştım. Kardeşleriyle ilgili gerçeği er ya da geç öğrenecek. O zaman ne olacak? Ne diyeceğim? Ya beni istemezse! Nasıl yaşarım? Onu bu kadar çok severken nasıl onsuzluğa tahammül ederim. Bu sevda hem mucizem hem de lanetim. Sevemeyeceğime inandığım öyle bir zamanda açtı ki Alina’dan çok ben afalladım.”
Ayağa kalkıp biraz önce uzmanın hazırladığı ipli şemaya göz attı. “Gerçek aşk her şeyin üstesinden gelir Barbaros. Sevmek kolay iş değil! Böyle çok severken vazgeçmek de her yiğidin harcı değil. Alina er ya da geç seni anlayacaktır. Sabırlı olmak zorundasın! Mücadele etmelisin!” Sırtı bana dönüktü. Karanlık oda onu açıkça görmeme engel oluyordu. Buna minnettardım.
“Ya affetmezse! Ya mücadelem hüsranla sonuçlanırsa!”
“En azından mücadele edecek kadar seviliyorsun. Uğruna ter dökeceğin biri var. Sınanan aşklar daha güçlü olur.” Sevdiğim kadını seven bir adamla bunları konuştuğum için huzursuzdum ama en azından arkamdan iş çevirmediğini biliyordum. Erkin onu benden çalmaya çalışmıyordu.
“Bir gün yeniden seveceğini biliyorum. Er yada geç mutlu olacaksın. Bambaşka bir hikayenin esas adamı olacaksın.” Buna hiç ihtimal vermiyormuş gibi umutsuzca gülümsedi. “Umarım!” Daha fazla konuşmak istemiyordum. Alina ikimizin de kırılma noktasıydı. Bu yüzden sözcükleri dikkatli seçmek zorundaydık.
Masanın üzerindeki kağıtları inceledim. Büyük bir parşömen vardı. Parşömenin üzerindeki gezegen görseli dikkatimi çekmişti. İçlerinden bir tanesi özel olarak işaretlenmişti. “Bu gezegeni biliyor musun?” Parşömenseki gezegeni inceledi. “Jüpiter.” Diye karşılık verdi. Erkin’i onayladım. “Sahip olduğu kütlesel çekim asteroidlerin güneş sistemi içerisinde dağılmasını önler. Dünya için tehdit oluşturabilecek asteroidler de bu çekim sayesinde yön değiştirir.” Dudaklarını kıvırdı. “Bunun konuyla ilgisini çözemedim. Neden bu bilgiyi kullanıyorlar.”
Parşömeni detaylı bir şekilde incelemeye devam ettim. “Bilmiyorum. Şifreli bir belge. Belli ki gizli. Bu sembollerin bir anlamı olmalı.” Diğer parşömenleri yan yana getirip gösterdim. “Bak şuna! Birincisinde yörüngelerinde dönüyorlar. Sonra duraksama ve dağılma…” İşaret parmağımı son resimde gezdirdim. “Burada diğer gezegenlerin tamamı dağılıp parçalanmış! Sadece biri kalmış! Jüpiter!” Alnını sıvazlayıp nefesini verdi. “Ama Jüpiter de aynı değil. Bak! Birinci resimlerde gazdan bir kütle gibi görünürken sonuncusunda katılaşmış. Yüzeyinde bulunan kırmızı leke yok olmuş. Bu büyük fırtınalardan biridir. Yani tüm fırtınalar dinmiş! Bu şekilde ne demek istediklerini anlamıyorum.” Erkin haklıydı. Bu anlaşılması imkansız bir bilmeceydi.
“Şu dört uyduyu görüyor musun?” Dedim ilgiyle. Başını sallayarak onayladı. “Biri hepsinden daha parlak! Daha güçlü. Değişen Jüpiter’in aydınlıkta kalan kısmından ışık almış ve parlaklığı artmış gibi duruyor. Ama Jüpiter’in parlaklığını gösteren ışık kırmızıyken uydusundaki beyaz. Farklılaşmış.” Çok büyük bir bilmece vardı. Kafa kafaya verip defalarca sırrı çözmeye çalıştık. Ne yazık ki hiçbir sonuca ulaşamamıştık.
Toplantı sonrasında da devam etmişti ve ikimizde öğrendiklerimizi paylaşsak da daha iyi bir kanıya varamamıştık. Nihayet toplantı tamamlandığında izin alıp çalışmaya devam edebildik. Yorgunluktan gözlerim kıpkırmızı kesilmişti. Daha fazla parşömene bakamayıp karanlığa gömülen odada bakışlarımı kaçırdım. Farklı bir şey bulma umuduyla parşömeni havaya kaldırıp başka bir açıdan baktığımda mantıklı bir sıra ile bir araya getirilmiş çizgiler buldum. Tek başına bir anlam ifade etmekten uzaktılar. Parşömenin sağ üst köşesindeki numaraya baktığımda 2 yazısı dikkatimi çekti. Kağıdın içine gizlenmiş başka şeyler vardı. “Dur biraz!” Dedim telaşlı bakışlarla. “Şu bir şu da üç!” Kâğıtları ardı ardına sıralayıp yeniden tepe lambasına tuttum. Gördüğüm şey olağanüstüydü. “Bu da ne demek oluyor?”
“Ne?!” Erkin yanıma gelip benimle aynı açıdan üst üste bindirilen kâğıtlara baktı. Kâğıdın üzerine esas gösterilenden farklı bir resim yerleştirilmişti ve ancak üçü bir araya getirildiğinde resim tamamlanıyordu. “Aman Allah’ım! Bu…” Şaşkınlıktan nefes bile alamıyorduk. “Resimdeki kadını görüyor musun? Bu…”
Başımı salladım. “Bu kadın Alina Erkin! Alina! Karım!”
Merhaba canlarım. Yoğun bir haftadan hepinize merhaba. Artık sırların çözülüşe geçtiği bölümlere geldik. Sezon finaline birkaç bölüm kaldı. Kurban bayramında bölüm atmayacağım. ☺️ Artemisi baştan sona okuyup düzenleme yapabilirim. 3. Kitabın olay örgüsünü de hazırlamam gerekecek. 3. Kitap son kitabımız olacak. Sonra da yeni kitap hazırlığı ve YM düzenlemesi düşünüyorum. ☺️🦋❤️🔥
Bakalım Barbaros ve Erkin örgütün içine sızıp Vladimir ve diğerlerinin ayağını kaydırabilecek mi?
Alina dayısının gerçek yüzünü gördü. Peki kardeşlerinden haber alıp Barbaros’un oyunlarını fark edebilecek mi? ☺️
Hepsinin cevabı yakında !!!
İnstagram: seyma_yldz_koc
Takip etmeyi . Oylamayı ve yorum yazmayı unutmayınız. Bu beni gerçekten çok motive ediyor.



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.85k Okunma |
327 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |