26. Bölüm
Şeyma Yıldız KOÇ / ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI / 26. BÖLÜM: GİZEMLİ KADIN 🦋

26. BÖLÜM: GİZEMLİ KADIN 🦋

Şeyma Yıldız KOÇ
syildiz_koc

26. BÖLÜM: GİZEMLİ KADIN

 

medya: Fazıl-ı Jazz (Denize Dalmayınca) 🎶🎶

 

Alina’nın kaleminden

 

Ben acıyla baş etmeyi çoktan öğrendim. Artık ezberini şaşırmıyor gözyaşlarım. Onlar da biliyor akıp gideceği yeri! Çok sevmek çok özlemek neymiş öğrendim. Balonunu gökyüzüne kaptırmış hüsran dolu bir çocuğun yakarışları yüreğimden uzak kaldı. Ağlamıyorum artık. Ağlamak görmeyeli çok anlamsızlaştı.

Ben yaşamak savaşını kaybedenlerdenim. Ben gökyüzüne sevda umarak bakıp yüreğine her arsız şimşekte kül düşürenlerdenim. Sonu cehenneme çıkan yolların prangalı esiriyim. Adım gurbet kızı… Vatanından uzakta, belki de hiç göremeyeceği geçmişine uzaktan bakan, bir avuç dolusu sevgiyle tüm yaralarını iyileştireceğini zanneden kristal hayallerim var benim. Asla erişilmez sandığım hayal köşkümün celladına sevdalandım. Sevildiğimi sandım. Kalbime düşen cemreyle yandığım kadar yaktım. Ağladığım kadar ağlattım. İyileşemedim.

Bilseydi o yaraların her gün kanayacağını gelir miydi bana? Seviyorum, ölüyorum der miydi? Çeker alır mıydı sevdasızlık serabının kollarından. Dizlerinde yalanlarla uyutur muydu? Bir ben mi görmemiştim? Bir ben sevildiğimi sanıp yüz üstü sürünmüştüm.

“Hayır! Hayır! Yumurta kabuğu… Sırlar…” gümbürdeyen kalbimin atışları kulaklarıma kadar ulaşırken yatağımdan aniden kalktım. Ter içinde kalmıştım. Bedenimin ısınmasına karşın kollarım titriyordu. Ellerim alnımda şakaklarımda dolaştı. Derin derin soluklar alıp sakinleşmeye çalıştım. Gördüğüm kabusların etkisinden saatler geçse bile kurtulamıyordum. Anlamsız pek çok ses ve görüntü hızlı bir şekilde gözlerimin önüne düşüyor beni sıkıp boğuyordu. Sağ elimi kalbimin üzerine bastırıp gözlerimi sımsıkı yumdum. Yeniden o görüntüler gözlerimin önünde dolaşıp durdu. Barbaros’un yokluğundan kaynaklı bir eksikliğin kalbime sirayet etmesi artık alıştığım bir durumdu. Ona duyduğum özlem mi beni böyle kötü yapmıştı anlamamıştım.

Saate baktım. Saat 6:00 sularındaydı. Yataktan doğrulup hemen ılık bir duşla kendime gelmeye çalıştım. Günlerdir ondan haber alamıyordum. En son beni ev telefonundan arayıp kısaca iyi olduğundan bahsetmişti. Tüm bunlara alışmam gerektiğini bildiğim halde alışmamakta direniyordum. Yanımda olmasına birkaç dakika bile olsa bana sarılmasına ihtiyaç duyuyordum. Tüm sevdiklerimi kaybetmiştim ve artık kaybetmekten korktum iki şey vardı: Barbaros ve Hana…

Saçlarımı havluyla defalarca kurulayıp özel nemlendirici kremlerden sürdüm. Sık dişli tarakla daha derli toplu görünmelerini sağlayabilmiştim. Yüksek bel kumaş pantolon ve saten, beyaz bir gömlek giyip aynadan kendime göz attım. Saçlarımı tepeden bir topuz yapmıştım. Dışarı çıkıp biraz alışveriş yapacak birine göre ciddi göründüğümü biliyordum ama Barbaros yokken elbise, etek tarzı bir şeyler giymek içimden gelmiyordu. Onun yanında beni zarif ve kadınsı gösterecek bir şeyler giymek istiyordum.

Makinadan Hana ile yıkanmış çamaşırlarımızın olduğunu fark ettim. Hemen delikli bir seleye doldurup bahçedeki tele asmaya başladım. Ellerim meşguldü belki ama aklımda sadece o vardı. Barbaros… Tek isteğim ona bir an önce kavuşmaktı. Sevdiğim adamı yanımda bulmak istiyordum. Ellerim selenin içindeki gömleğe ve birkaç tişörte ilişti. Dağınık bir adamdı ve ev işlerinden de pek anlamazdı. Bu yüzden yorucu iş hayatında biraz olsun yardımcı olabilmek için evinden kıyafetlerini alıp makinada yıkadım.

Islak gömleğini parmaklarımın arasında okşadım. Siyah bedenini saran çekici bir gömlekti. Burnuma yaklaştırdığımda deterjana rağmen ciğerlerime kokusunun ulaştığını hissettim. Barbaros gibi kokuyordu. Nefes kesici parfümü kendini hemen hissettirmişti. Ciğerlerime dolan şeyin hasret olduğunu bilerek sertçe yutkundum. Onsuz kalmaya dayanamıyordum. Bir gün bin asır ediyordu yokluğunda ve ben çaresizce günleri sayıp akıp giden her an için hasret duyuyordum.

Gömleğinin yakasını yanaklarıma sürttüm. Dudaklarım tebessüm için yukarı doğru kıvrıldı. Yokluğunda bile yanaklarımı ateş basıyor, kalbim asi atlar gibi göğüs kafesimin altında dört nala koşuyordu. Sanki gömleğinin yerine onunla kucaklaşmıştım. Kollarımdaki oydu. Onsuzluk bana hiç yaramamıştı. “Seni seviyorum asker! Dön artık! Bana gel! Sensiz kalan yaralı yanlarımı iyileştir. Yeniden nefes almak istiyorum.”

“Beni bu kadar çok mu özledin?” Yüzümü gömdüğüm ıslak dokudan kaldırdım. Kollarımın arasına aldığım gömlek bir anda çimli, toprak zeminle kucaklaştı. “Barbaros…” Yüzümde yıllarca hasret çekip kavuşan aşıkların düğünü olmuştu sanki. O içtenlikle gülümserken daha fazla dayanamadım ve çıplak ayaklarımla çimleri tepeleyerek kollarına atıldım. Boyuna ulaşmak için parmak uçlarımda yükselmiş ve haftalarca beklediğim o hasret dolu günleri dindirmek ister gibi göğüs kafeslerimizi birbirine kenetlemiştim.

“Geldin!” dedim inanamıyormuş gibi. “Artık umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım.” Parmak uçlarını saçlarımın arasında dolaştırıp önce alnından sonra da dudaklarımdan öptü. İnsan birini nasıl bu kadar özleyebilirdi? “ Sana gelmediğim gün şehadet günümdür!” Yutkundum. Bunun ihtimaline bile dayanamazken onun ağzından böylesine bir sözün dökülmesi canımı yakmıştı. İşaret parmağım dudaklarını bulup onu susturdu. “Neler söylüyorsun böyle?” Sesim titremişti. Sanki tüm korku bir anda hücrelerime kadar sirayet etmiş ve sesimi çekip almıştı. Yumruğumu serçe göğsüne indirdim.

“Günlerdir her fırsatta burada seni bekliyorum. Bana gel diye hep dua ediyorum sen gelmiş şehadetten söz ediyorsun.” Arkama bile bakmadan koşar adım uzaklaşmaya çalıştığımda sert güçlü elleri göğsümden kavrayıp sırtımı göğsüne yasladı. Elleri saniyeler içinde bir kelepçe gibi gövdemi sarıp sarmamıştı. Bacaklarımı kırıp hareket etmek istediğimde dudakları ensemden boynuma kadar uzandı ve bir öpücük çaldı. Bu büyünün beni esir almaması imkansızdı fakat yine de inadımı kırmak mümkün olmadı.

Beni saran ellerini avuç içlerim karıncalanıncaya kadar birkaç şaplak attım. “Bırak beni! Sana bırak dedim asker! Sözlerin canımı sıkıyor.” Bir kahkaha dudaklarından firar etti. “Sen ne aksi bir şey çıktın böyle! Şuna bak! Resmen ayaküstü haşlayıp dövdü beni!” Sarıp sarmadığı gövdemi çevik bir hamleyle yüz yüze geleceğimiz şekilde çevirdi. “ Beni öpücüklere boğacağını sanmıştım ama nasibe yumruklar çıktı. Birkaç dakika sonra tekme atmaya başlarsan hiç şaşırmam! Bu kadar şiddete nasıl dayanır insan bilmiyorum.”

İşi şakaya vurduğunu görünce tüm hasretimi içime gömüp bir çimdik attım. Yine bir kahkaha yükseldi. “Bir çimdiğimiz eksikti. Seni Muharrem’e söyleyeceğim. Sahibine neler ettiğini görsün bilsin! İnsan sevdiğini böyle mi karşılar Artemis çiçeği! Vallahi senin ettiğini düşman bile etmedi.” Omuz silkip dudaklarımı birbirine bastırdım. “Az bile yapıyorum. Ayrıca Muharrem’e selamımı da söyle. Sevgili araban sahibinin nasıl cambaz biri olduğunu anlasın!” Hemen toparlanıp bana bir asker selamı çaktı.

“Emredersiniz komutanım. Şimdi savaşmayı bırakıp sevişme aşamasına gelebilir miyiz?” İkinci kez çimdik attım. “Sus! Birileri duyacak şimdi!” Ne olduğunu bile anlamadan bir anda beni kollarının arasına aldı. “İndir hemen Barbaros! Sana diyorum! Birileri görecek!” Şuh bir kahkaha patlatıp umursamazca beni kollarında yükseltti ve alnıma güçlü bir öpücük bıraktı. “ Duyarlarsa Duysunlar! Sevgili karımla kucaklaşıp hasret gidermemin nesi kötü?”

Sinirim çoktan geçmişti. Kollarımı boynuna dolayıp beni merdivenin basamaklarından çıkarmasına izin verdim. Hana hâlâ uyanmamıştı ve bu baş başa kalıp hasret gidermek için harika bir zamandı. Dış kapıyı sırtıyla ittirerek kapattı. Bakışlarındaki hasret ve arzu bedenimdeki ateşin yükselmesine sebep oldu. Salonu geride bırakıp beni yatak odasına doğru götürdüğünde daha da sıkı bir şekilde sarıldım. Onunla dakikaların geçmesine bile tahammül edemiyor zamana düşman kesiliyordum. Yatak odamın kapısını sırtıyla getirip kapattı ve beni gözlerini gözlerimden ayırmadan yatağın üzerine bıraktı. Doğrulacağını sanmıştım fakat sırtım yumuşak zeminle temas eder etmez gövdesi üzerime kapanmıştı.

“Çok özledim Alina! Nasıl bir hasretin yüreğimde yükseldiğini bilemezsin. Seni düşünmekten beynim karıncalandı.” Dudaklarını usulca dudaklarıma hapsettim. Konuşmak istemiyordum. İstediğim tek şey yüreğimdeki o lavın dudaklarında sönmesiydi. Onunla aynı ateşte yanmaya bile razıydım. “Benden daha çok özlemiş olamazsın. Yeni çıkmaya başlayan sakallarının dudaklarımda kaşınma hissi bırakmasını ellerinin bedenime dokunmasını ve sert, nasırlı dokunun hazza karşılık küçük bir acı bırakmasını… Tüm bedeninden aldığım barut kokusunu… En ufak bir seste irkilen hassas, güçlü ruhunu… Dik duruşunu…” O hayranlıkla gözlerimi izlerken bakışlarımı ayırmadan daha fazlasını söylemek istedim. Ellerim kamuflaj desen üniformasının ön düğmelerini açtı. Kokusunu içime çekerek önce güneş yanığı yanağını ardından da boynunu öptüm. “Tenindeki her bir izi ayrı ayrı seviyorum üsteğmen.”

“Yüzbaşı!” Dedi gülerek. Kaşlarım havalandı. “Yüzbaşı mı?” Beni yeniden yatağa bırakırken, “Yüzbaşı!” Diye fısıldadı. “Elini attığın her işi başaracağını biliyordum.” Gülümseyişim yüzündeki kırık ifadeyle solsa da kollarında mutsuz olmayı kendime yakıştırıyordum. Konuşarak zaman harcamak istemiyordum. İstediğim tek şey sevdiğim adamla mutlu olmaktı.

 

 

***

 

 

Gözlerimi açtığımda yatağımın diğer yanının boş olduğu gerçeğiyle afalladım. Beyaz saten çarşafın üzerinde birkaç kırışıklık vardı. Elime attığımda çoktan soğuduğunu anladım. Oysa onunla uyanmak istemiştim. Gözlerimin açılır açılmaz gözlerine değmesin istiyordum. Günaydın öpücüğünü almak ve yatağımda onunla şakalaşmak uykuya dalmadan önce düşlediğim tek şeydi.

Hayal kırıklığımı belli etmemek için çaba sarf etmem gerekti. Saat 10:00 sularındaydı. Saatlerce sarmaş dolaş bir şekilde uyumuş ve birbirimize güzel sözler fısıldayarak yatakta dönüp durmuştuk. Çok güzeldi. Kurak bir toprağın yağmur suyuyla bereketlenip canlanması gibi ömrüme hayat vermişti. Böyle mutluyken neden beni yapayalnız bırakmıştı?

Aniden korkuyla yataktan doğruldum. Ya bana haber bile vermeden çekip gittiyse! Ani bir şekilde göreve çağrılmış olabilir miydi? Sabahlığımı üzerime geçirmeden soğuk mermer zemine basarak yalın ayak odadan çıktım. Onu mutfakta Hana ile kıkırdarken bulduğumda kalbimin kızgın çöllerden serin sulara aktığını hissettim. Gitmemişti. Elinde kocaman bir bardak portakal suyunu metal bir kaşıkla karıştırıyordu. Beni görünce küçük bir afallamanın ardından gülümsedi. Bakışlarında belli belirsiz bir hüzün hissetsem de üzerinde çok durmadım.

“ Dobro jutro (günaydın)!” Dedi sandalyemi çekerken. “ Dobro jutro vojnik ( Günaydın asker)” Benimle Boşnakça konuşması hoşuma gitmişti. O benimle böyle konuştukça içimde günbegün büyüyen vatan hasretinin biraz olsun soğuduğunu hissediyordum. Portakal suyunu çektiği sandalyenin hemen önündeki masaya bıraktı. Yine benim için harika bir kahvaltı hazırlamıştı. Her birlikteliğimizin sabahında benim için portakal sıkar kahvaltı hazırlardı. Daha önce böyle romantik bir adam olacağını düşünmemiştim.

“Biz de Hana ile kahvaltı hazırlıyorduk?” Dedi. Hemen ardından minik kız kardeşime göz kırpmıştı. Üzerinde asker yeşili sade bir tişört ve aynı tonlarda kumaş pantolon vardı. Hana da kendini bugün yeşillere boyamıştı. Ona aldığım her kıyafeti büyük bir özenle giyiyor ve saçlarına kıyafetlerine uygun tokalar takıyordu.

“Sestra! Babinos bana hediye almış. vrlo dobro (Çok güzel!)” Bana gösterdiği askeri yeşil tonlarındaki çantaya ve tokalara keyifle baktım. “Izgleda odlično princezo ( harika görünüyor prenses!)” Barbaros gururla hazırladığı kızarmış ekmekleri ve portakal suyunu masaya bıraktı. Hemen ardından sandalyesini çekip yanıma oturmuştu. “ Elbiseyle birlikte harika olacaklar.” Yüzbaşı kızarmış ekmeklerden birini alıp üzerine kaymak ve bal sürdü. “Mmmmm!” Hana sulanan ağzıyla yutkundu. Çok güzev!” Minik prenses kendisine uzatılan ekmekten kocaman bir ısırık alıp dudaklarını yaladı. Ekmeğin çıtırtılı sesi benim de iştahımı arttırmıştı.

Aynısından bana da yapmış ve keyifle yiyişimi izlemişti. İlk önce portakal suyundan birkaç yudum aldım ve ardından Hana’dan çok daha küçük bir sırıkla damağımın şenlenmesine izin verdim. Ben portakal suyunun tadını çıkarırken Barbaros’un bakışları üzerinden bir an olsun ayrılmamıştı. Kapı çaldığında, “Siz devam edin!” diyip masadan uzaklaştım. O an karşımda Ayşen’i bulmayı hiç beklemiyordum. Oldukça telaşlı bir şekilde kapının önünde durmuş nefes veriyordu. Annelik ona pek yaramışa benzemiyordu. Saçları her zamankinden daha dağınık ve göz altları uykusuz kaldığını ele verir gibi mosmordu. Rujunu dudaklarının kenarına taşırmış ve hatta bir kısmını dişine bulaştırmıştı. Bebek onu öyle çok yoruyordu ki tüm bunların farkında olduğunu bile zannetmiyordum.

“Ah Alina! Nihayet seni evde bulabildim. Acil bir durum var. Senden rica etsem birkaç saatliğine oğluma bakar mısın?” Bakışlarım hemen kucağında mavi bir tulumun içerisindeki sevimli bebeği buldu. “Elbette bakarım! Ne demek!” Kapının önündekileri gören Hana sevinçle el çırpıp çığlık attı. “Živjeli! (Yaşasın)”

“Biliyorsun! Cihangir ile aramız limoni. Bu yüzden çocuk bir süreliğine sana emanet.” Koluna dokundum. “Merak etme! Minik boncuğa çok iyi bakarım.” Bebeği kucağıma alıp alnından öptüm. Ayşen de veda edip neredeyse koşarak yanımızdan uzaklaşmıştı. Kucağımda bebekle mutfak masasına yöneldim. O sırada Barbaros Hana’nın ağzına birkaç küçük lokma tıkıştırmakla meşguldü.

“Bir misafirimiz var.” Yeniden kahvaltı masasına oturdum. Barbaros sevimli bıdığın yanağında küçük bir makas aldı. “Vay canına! Bu kadar kısa zamanda ne kadar da büyümüş böyle!”

“Bence bunu bir de annesine sormak lazım.” Barbaros kaşlarını çattı. “Şimdi Ferit olsaydı evliliğin ve baba olmanın zorluklarından bahsedip bizi hayattan soğutturdu.” Kıkırdadım. “Belki o da hayatının aşkını bulmak için bekliyordur. Bu işler hiç belli olmaz.” Hana kahvaltısını çoktan bitirmişti. Ben de birkaç çatal bir şeyler atıştırmaktan fazlasını yapmak istemiyordum. Barbaros yanımdayken midem düğümleniyordu ve tuhaf bir şekilde iştahsızlık hissediyordum. Bebekle birlikte televizyonun karşısındaki koltuğa oturduk. “Ah kustu! Beyaz beyaz…” Kaşlarımı çatıp sevgili kız kardeşime kınar gibi baktım. “Yapma Hana! O daha bir bebek!”

Ayşen bebeğe Kenan ismini vermişti. Annesine ve babasına öyle çok benziyordu ki bin tane bebeğin arasında bile Cihangir ve Ayşen’in çocuğu olduğunu anlayabilirdim. Siyah kaşları annesini andırıyordu. İri kahverengi gözleri ve sivri çenesi babasına benziyordu. Çok sevimliydi ve kusmak dışında bol bol gülümsemeyi ihmal etmiyordu. Hana’nın iğrenen bakışlarının arasında kusmuk olan giysilerini çıkarıp mavi çiçekleri olan kelebekli bir zıbın giydirdim. Bebek parfümünü sıkmıştım. Misler gibi kokuyordu.” Bakışlarımı kaldırdığımda sevdiğim adamın hayran bakışlarına rastladım.

“Ne kadar da özenle bebek bakıyorsun. Sizi tanımasam annesinin sen olduğunu düşünebilirdim!” Bebeği değerli bir emanet gibi kucağına bıraktım ve ona olan şefkat dolu bakışlarının tadını çıkardım. Bir insana babalık bu kadar mı yakışırdı? İnsan böylesine güzel nasıl bakardı?

“Hana doğduğunda bebek bakımı konusunda epey deneyim kazandım!” Dedim düşüncelerime hakim olmaya çalışarak. Onu bebek konusunda sıkboğaz etmek istemiyordum. Ama ona benzeyen, ondan bir parça taşıdığını bildiğim bir meleğin kokusunu içime çekmek için sabırsızlanıyordum.

Hemen tezgaha geçip siyah kulplu çelik bir cezveye sıcak su koydum. “Harika bir anne olacaksın.” Hayranlık dolu bakışları utandırmıştı. “İnşallah olur. Öyle çok istiyorum ki asker…” Yine yapmıştım. Bu bebek bahşişi o açmadan asla açmamaya kararlıydım. “Ayşen çok şanslı bir kadın. Sevdiği adamdan dünyalar güzeli bir çocuğa sahip oldu. Belki bir gün…” Sus Alina sus! Konuştukça batıyorsun!

Gözleri dolmuştu. Gülümsemeye çalıştığında aynı kırıklığı bir kez daha görmüştüm. “İstemiyor musun?” Dedim buruk bir tad almış gibi yüzümü kasarken.

“İstememek ne mümkün!” Bocalayışını fark etmiştim. Yanıma gelip alnımdan öptü. Dudaklarını şakaklarıma sürtüp boynumdan esen sıcak meltemi heves ve arzuyla soludu. “Bundan daha çok istediğim bir şey yok! Sevgilim ömrüm… Bir gün olacak biliyorum. Senin kokunu alacağım, gözlerinde yosun gözlerini göreceğim dünyalar güzeli bir bebeğimiz olacak.” Bunun sözü bile kalbimi titretmişti. “Hep bekliyorum.” Dedim hayal kırıklıklarımı saklamaya çalışarak. “Ama o güzel haber bir türlü gelmiyor. Nedenini anlayamıyorum. Korunmuyoruz bile! Şimdiye kadar olması gerekmez miydi?” Ellerim istem dışı karnıma ilişti.

“Tam burada olacak değil mi?” Başını hassas bakışlar eşliğinde salladı. “Evet! O zaman ben de Kenan’ın zıbını gibi mavi kelebekli, mavi çiçekli bir zıbın alacağım.” Bakışlarını kaçırdı. “Mavi kelebek ve artemis çiçeği…” sayıklar gibi. Dalgın ve ürkek ifadesi içime dokunmuştu. “ Bosna’nın umudu! Bosna’daki ölüm toprağında yeşeren aşk hikayemiz…” Bebek kıkırdamaları yüzünü yeniden güldürdü. “Artemis çiçeğiyle beslenir mavi kelebek. Çok sever ama mecburiyetleri için onu soldurup bitirir. Ne acı değil mi? Hem çok sevip hem de kendi ellerinle onu bitirmek. Yaşamak için çırpındığın varlığı kendi ellerinle tüketmek. Söylesene Boşnak güzeli! Artemis çiçeği mavi kelebeği bir gün affedebilecek mi? Onu anlayabilecek mi?” Gözlerime sirayet eden şüphe ve kırgınlıkla onun cevap bekleyen bal rengi harelerini okşadım.

“Affedecek asker! Onlar ihanetin kanatan yaralarında açtı. Sahipsiz kalan vatan evlatlarının gözyaşıyla sulanan topraklarında nefes aldı. Kıyımı tüm dünyaya sessiz çığlıklarla haykırdı. Soykırımı gözler önüne serdi. Sahipsiz bedenleri sevdiklerine kavuşturdu. Onların aldanmış kavuşmaları Bosna’nın çığlığı oldu. Bu kavuşma bedeldi. Bu kavuşma renklerinin aksine mavi değil kırmızıydı. Siyahtı. Ama ne Artemis çiçeği mavi kelebeği sevmekten, beklemekten vazgeçti. Ne de solduracağını bile bile mavi kelebek ondan uzaklaştı. Belki de aşk böyle bir şey! Ölümü sırtlamak! Hayatının solacağını bile bile Azrail’i kucaklamak… Asya sevme derdi için kalp çarpıntısı demişti değil mi? Değil! O külden bir kalbin hayat pompalaması gibi bir düş! Hayat suyuna dalan çürümüş bir kelebeğin kanatlarındaki ölümsüzlük şarkısı…”

Sağ eli dolu olan kucağıma aldırmadan yanağımı kavradı ve dudaklarımı kendisininkilerle buluşturdu. Bana dokunmasını seviyordum. Onu hissetmeyi, özlemeyi bile seviyordum. “Çünkü sonu sana varan tüm yollar bana umut bir bana hayattı. Bekleten sen olunca özlemek bulutların üzerinde yalın ayak yürümek gibi. Özleten sen olunca geçen zaman ömrüme düşen akşam güneşi. Söyle Barbaros! İnsana böyle severken nasıl nefret eder? İnsan böyle sevmeyi öğretenden nasıl vazgeçer?”

“Aşkım… Artemisi çiçeğim… Ne acı ki en büyük imtihan mavi kelebeğindi. Sevmek ayrı cehennemdi onun için sevmemek ayrı. Çaresizdi. O çaresizliğin içinde aşkı buldu.” Beni sözlerimin başından beri takip eden bal rengi göz bebekleri yüzümün her bir zerresinde sevda kırıntıları bıraktı. “Böyle sevenden böyle sevdirenden insan nasıl vazgeçer?” Dedim dalgın dalgın. Gözlerim bir dua gibi her zerresine sindi. Yüzünün her bir zerresine ayrı ayrı hayrandım. Bal rengi bakışlarına, hafifi çıkık elmacık kemiklerine, çenesine, alnındaki o belli belirsiz yara izine… Göz kapağının altındaki ve üstündeki kirpiklerinin gözlerini her kırptığında birbirine kavuşmasına ve doğal bir siyah kavis oluşmasına bile aşıktım. Hani gülümsediğinde dudakları hafifçe gerilir ya insanın! Bu bile onda başkaydı. İki küçük kavis çenesine doğru yayılıyor ve doğal gamze oluşturuyordu.

Benim onun yüzünü gördüğüm günden bu yana aklım başımda değildi ki! Ruhum bile sanki bedenimi terk etmişti. Ben onun bakışlarında, kirpiklerinde, dudaklarında gözlerinin değdiği, soluğunun dolaştığı her yerdeydim. Ben ondaydım. Geçmişinde, geleceğinde, anında… Bana ayırıp ayırmadığını bilmediğim hayallerinde… Ömrünü fethetmeye çalışan avare bir seyyah gibi benden önce benden sonra her anını ayrı ayrı düşünüp onu kendi içimde binlerce kez yaşıyordum.

“Hana!” Barbaros’un sesi bakışlarımı kapının girişinde kıkırdayarak bizi izleyen Hana’ya odaklandı. “Çok ayıp! Umarım orada bizi izlememişsindir!” Hana bir kez daha kıkırdadığında telaşla birbirimizi bıraktık. Tek dileğim öpüştüğümüz anları görmemiş olmasıydı. Bu tarz yakınlaşmaları görüp bilmek için fazlasıyla küçüktü.

“Yeni geldim!” Barbaros onu kucaklayıp tezgahın üzerine bıraktı. “Seni haylaz! Böyle insanlar uzaktan sessiz sessiz izlenmez!” Hana, “Babinos!” Diye kıkırdadı. “Çok tatlısın!” Küçük kız kardeşim dudaklarını büzdü. “Ben ne olacağım? Artık beni sevmeyecek misin?”

Hemen cezvedeki suyu cam biberona boşaltıp 2 ölçek mama ekledim ve kapağını kapattım. “Sana ne olmuş bıldırcın?” Dedi Barbaros merakla. Hana küskün küskün omuz silkti. Hayran bakışları gülmeme sebep olmuştu. “Onu seviyorsun beni değil!” Dolu gözleri küçük bir kahkaha atmamıza sebep oldu. “Ben seni de çok seviyorum Hana! Sen benim hiç sahip olmadığım minik kardeşimsin!” Nasıl bir kafa karışıklığı yaşadığını tahmin edebiliyordum. Onu da beni de çok seviyordu. Hana bu ilişkinin dışında kalan ve sevilmeyen taraf olmaktan çok korkuyordu.

“Çok mu seviyorsun?” Dedi umutla. Barbaros’un Türkçe cümlelerinin çoğunu anlamadığını biliyordum. Ama duymak istediklerini cımbızla çekip anlamayı başarmıştı. “Çok seviyorum! İkinizi de çok!” Dedi yüzbaşı bana tatlı tatlı bakarken. “Ayrı ayrı ama dünyalar kadar çok!” Diye ekledi. O benimleyken tüm kimsesiz yanlarımın dolduğunu hissedebiliyordum. İyileşiyordum! İyileşiyorduk.

Hana Barbaros’un boynuna atılıp hasret kaldığı sevdiklerinin acısını unutmak ister gibi sarıldı. “Babinos tatlııııı! Babinos güzel ! Babinos ciciii!” Kahkahalarla güldük. “Seni haylaz kız seni!” Bebeğin soğuyan mamasını alıp bahçeye çıktık. Bahçede nefis bir bahar havası vardı. Fakat artık günün belli saatlerinde yaz havası kendini bahardan daha çok hissettirmeye başlamıştı. Erik ağacını görünce Hana koşturarak ona yöneldi. Ben bebekle ilgilenip mamasını yedirirken ikisi de erik ağacına dadanıp zavallı goruk meyveleri toplamaya kalkmıştı.

“Daha yukarda Babinos! Hayır o değil! Diğeri daha büyük! Hah! Evet o!” Barbaros’un ağaç dalındaki hali çok komikti. “Asker! Buradan bakınca sevimli bir koalaya benziyorsun! Tutunduğun dalla aşk yaşadığını düşünüyorum.”

Barbaros inleyerek nefes nefese erik dalına uzandı. Bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. “Burada mühim bir görev icra ediyorum Boşnak güzeli! Ve koalalar çok zeki hayvanlardır. Teşekkürler!” Hana da benimle kıkırdadı. “Evet! En tembel ve en tatlı koalasın!”

“Vay canına! Komutanıma bakın siz!” Hana gözlerini kocaman açıp hemen koşuşturmaya başladı. “Ah! Sidikli gelmiiiiiiş!” İkinci aşkı da Kürşat’tı hanımefendinin. Rozerin kıkırdadı. Kızıl saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmış ve üzerine bahar kıyafetleri giymişti. Kürşat kıpkırmızı kesildi. Hana’yı kucağına alıp, “Sevgili Hana! Neden bana adımla hitap etmeyi denemiyorsun! Sonuçta ben altıma artık kaçırmıyorum!” Hata yaptığını düşünüp kekeledi. “A-aslında hiç kaçırmadım. Annem dokuz aylıkken hemen tuvaleti öğrendiğimi söyledi.” Sonra iyice rezil ettiğini düşünüp kendi kendine “Ne saçmalıyorum ben!” Diye sayıkladı. Rozerin gülmekten kıpkırmızı kesilmişti.

“Anlıyorum teğmen Kürşat!” Kürşat Hana’ya öldürücü bakışlar attı. “Şaka yapmıyorum. Bu bıldırcın ilk günden beri benimle uğraşıp duruyor! Onun tüylerini yolup yahni yapacağım az kaldı.”

“Ah hayır bu sevimli şeye kıyamazsın!” Dedi Rozerin. “O sevimli şey tam bir cadı!”diye ekledi Kürşat! Hana hayalkırıklığıyla “Sidikli!”diye masum masum mırıldandı. Kötü bir niyeti olmaksızın Kürşat’ı her seferinde itinayla rezil ediyordu. Kürşat Hana’nın ağzını kapatıp sırıttı. “Hana! Bence şu lakap konusunu biraz daha düşünmeliyiz.” Rozerin halinden epey memnundu. Sanki Hana onun üzüldüğü günlerin acısını çıkarıyor, intikamını alıyordu.

“Çok tatlı bir kız. Şaka yapacağı insanı da iyi biliyor.” Dedi Rozerin. Kürşat kaşlarını çatınca alt dudağını ısırdı.

“Vay canına kimleri görüyorum!” Bakışlarım lojmandaki çiçeği burnunda çifti buldu. Türkan her zamanki gibi bir erkek edasıyla Umut’un yanında yürüyordu. Üzerinde askeri yeşil bir pantolon ve gömlek vardı. Saçlarını her zamanki gibi kısacık kesmiş omuzlarına bile düşemeyecek şekilde bırakmıştı. Yüzünde makyajın ne olduğunu unutturacak kadar doğal bir görüntü vardı. Umut da her zamanki gibi spontan sade giysiler giymişti.

“Demek bizsiz erik yiyeceksiniz!” Türkan gözlerini devirirken Umut iştahla yutkundu. “Bunların tadına bayılıyorum ve lojmanda neyse ki hepimize yetecek kadar erik var.” Türkan gözlerini devirdi. Şu erik meselesinin onu hiç ırgalamadığı ortadaydı. “ Aman bir siz eksiktiniz. Peşimizden de hiç ayrılmazsınız zaten.” Barbaros’un isyanı güldürmüştü. “Yapmayın böyle komutanım! Yıldırım Timi bir elin parmakları gibidir. Birbirleri olmadan asla yapamaz.”

“O parmakları kesmeme az kaldı asker!” dedi Barbaros elindeki sepeti Umut’a uzatırken. “Al şunu da boyunu posunu görelim. Çok ağacın dalına ve bütün lojmana yetecek kadar erik topla.” Umut sırıttı. “ Elbette komutanım! Siz nasıl emredersiniz komutanım! Erikler harika görünüyor komutanım! Anneniz Zeliş hanım için de toplamamı ister misiniz komutanım?” Barbaros parmağı ile ağacı işaret etti. “Çok konuşma asker! Çenen değil elin çalışsın!” Türkan hafifçe gülümsedi. Sanki ona göre gülümsemek ayıp gibiydi. Bunu o kadar az yapardı ki bazen gülümsemek denilen şeyin ona hiç uğramadığını sanırdım. Aslında ben de çok gülen biri sayılmazdım. Sevdiğim herkesi Bosna’da mezara gömdüğüm için umutlarımın üzerine uzun süre ölü toprağı atılmıştı. Ama ne yalan söyleyeyim Türkan gibi de değildim.

Barbaros’la birlikte hayatın tüm güzel yanlarını görmeye başlamıştım. Gülümsemek değerli ve anlamlı hale gelmişti. Onunlayken istesem de mutsuz olamıyordum. Umut büyük bir dikkatle ağaçtaki erikleri toplamaya girişti.

“ Türkan sevgilim! Buradan düşersen beni tutarsın değil mi?” Türkan sinsi bir şekilde gülümsedi. “Sen düşmezsen gelip narin popona acımadan seni oradan bizzat atarım asker.” Umut hüzünlü bir şekilde dudaklarını büzdü. “Yapma sevgilim! Bana kıyabileceğini hiç düşünmüyorum.” Ağaç dalından sevgilisinin aşk kuşu öpücükler gönderdi. Gözlerini kırpışlarına ve masum sırıtışına bakılırsa Umut flört etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.

“Benim tepemin taşını attırma SEVGİLİM, ayarlarımı bozup kızgın yağ gibi üzerine sıçratma SEVGİLİM, gözüm kararırsa iyi olmaz SEVGİLİM.” Gülmemek için kendimi zor tuttum. Her bir sevgilim kelimesini bastıra bastıra kinayeli bir şekilde söylemişti.

“Senin incittiğin yerden güller biter sevgilim!” diye flörtöz bir şekilde göz kırptı Umut. Onların diyalogları sabaha kadar bitmezdi. Türkan işaret parmağını şakağına bastırıp deli olduğunu ima etti. Umut dalga geçerek gülmekten fazlasını yapamamış ve zavallı ağacın tepesine kadar çıkıp tüm dallarını örsellemişti. O an dalların arasından Ferit’in sesi duyuldu. “Sizden hiç rahat yok mu badi! Ağaç dalında bile huzur vermediniz.”

“Sen de mi oradaydı lan! Şuna bak tavuk gibi ağaca tünemiş!” Barbaros’un tepkisi herkesi güldürmüştü. “Tavuk değil horoz olacak komutanım! Ben erkeğim ya oradan şeettim yani!” Barbaros iyice barut gibi patlamaya hazır bir hale gelmişti. “Sen şeetme oğlum! Yoksa yine sırtında Ozan ve Hana ile şınav çekmek zorunda kalacaksın.” Daha önce Yıldırım Timinin neler yaptığını hatırlamıştım. Dediğini yaptırmakta yüzbaşının üstüne yoktu.

“Emredersiniz komutanım! Ben civciv bile olurum komutanım!” Barbaros bıkkınlıkla yüzünü sıvazladı. “ Allah’ım sen bu adamlara akıl fikir bana da sabır ver!” Umut ağaç tepesinde “ Aaaamiiiiiiin!” Diye bağırdı. Hana halinden oldukça memnundu. Onların şakalaşmalarına epey gülmüş ve topladığı mavi çiçekleri Umut’un bize uzattığı sepetin içine bırakmıştı.

“ Bunların hepsi çocuk! Yemin ediyorum çocuk! Bu bebelerle operasyona gidecek kadar nasıl aklımı kaybettim hâlâ bilmiyorum.” Türkan’ın serzenişlerine, “Haklısın!” dedim. “Her operasyon ayrı bir olay olmalı. Eminim hiç sıkılmıyorsunuzdur.” Türkan başında titretir gibi yılgınlıkla salladı. Her an bayılacakmış gibi gözlerini devirmişti..

“Ne demezsin! Öyle leşlerle uğraşırken ekibin sersemleri sayesinde bayağı eğleniyoruz. Bakma bunların böyle durduğuna. Buradaki hanımcı, nazik hallerini orada bulamazsın. Önlerine kim gelse tepeler aslan kesilirler. Aile ortamında böyleler.” Elimde kocaman iki sepetle lojmandaki büyük çeşmenin yanına gittim.

“Durun! Benim kirazlarımı da unutmayın!” dedi Ferit ağacın tepesinden. Kim bilir kaç saattir ağacın en nadide kirazlarını kurutmakla meşguldü. Türkan askeri disiplini hissettiren adımlarını ağacın altına çevirdi. “ O koca cüssenle ağacı eğmişsin! Zavallının dili olsa ne feryat edecek ama!”

“Sert kız! Kendi işine baksan iyi edersin! Biz iki elti gibi güzel güzel geçiniyoruz!” Hana kıkırdadı. “Evti gibi… Hi hi!”

“Umarım ağacı kötü emellerine alet etmiyorsundur Ferit! Oradan bana fazla samimi göründü!” Ferit çıtırdayan daldan diğerine atladı. Alnı ter içinde kalmıştı ve sıcak havadan olsa gerek yüzü kıpkırmızı kesilmiş gömleğinin yakası yırtılmıştı. “Kendi işine bak dişi Rambo! Yoksa!”

“Yoksa ne çaylak! Benimle kız gibi ağız dalaşına mı girersin?” Ferit birkaç kiraz çekirdeği fırlattı. “Ulan dur be! Gömleğimin anasını s…” Türkan son sözünü söylemeden önce dönüp Hana’ya ve bana baktı. Ardından yutkundu. Ellerim Hana’nın kulaklarına kapanmaya hazır vaziyette bekliyordum.

“Gömleğimin anasını sevdin!” Ferit ve Umut kahkahalarla güldü. “Sevgilim ne kadar da şakacısın!” Türkan gözlerini devirdi. Nihayet kirazla dolu olan sepeti alıp bana getirdi. Tek tek hepsini özenerek yıkamıştım. Renkleri capcanlı görünüyordu. Hana hemen saplarından tutup iki kulağına iliştirdi. “Sestra küpelerim!” Kulaklarından sarkan kiraz tanelerini görünce gülümsedim. Bir tanesini de kendi kulağıma takmıştım. Türkan bize kaşlarını çatıp çıldırmışız gibi tuhaf bakışlar attı. “O şeyleri benden uzak tutsanız iyi olur!” Bir tanesini ağzıma götürüp homurdanır gibi, “Neden?” Dedim.

“ Ben pek böyle şeylerden haz etmem.”

“Kabuğunu kıramıyorsun!” Başını onaylar gibi salladı ve gözlerini kaçırdı. “Haklısın! Ben pek sizin gibi olmayı beceremem.” Nefesini gerginlikle verdi. “Yani öyle çok fazla gülmem! Eğlenmekten falan da fazla anladığım söylenemez! Kadınsı davranamam mesela. Böyleyim işte!” Omuzlarını benden olmaz gardaş der gibi silkeleyip indirdi. Bakışlarımı üzerinde hissedince bir anda gerginleşti.

“Seni sadece Ayşen’in doğumunda biraz duygusal görmüştüm. Onun dışında robot gibi davranıyordun.” Yanıbaşımdaki çeşmenin beton kenarına oturdu. Mutsuz görünüyordu. “Bana kötü şeyleri hatırlattığı içindir. Onun öleceğini sandım. Bu beni biraz yıprattı. Unutmak istediğim şeyleri yeniden aklıma düşürdü.”

“Bu yüzden mi günlerce kendini eve kapattın? Benimle paylaşmak ister misin?” Boğazını temizleyip ciğerlerindeki nefesi titrek bir şekilde bıraktı. “ Anlatacak çok fazla bir şey yok aslında. Annem beni dünyaya getirirken öldü. Kendimi onun ölümünden sorumlu tuttum yıllarca. Beni abilerim büyüttü. Yani öyle kız gibi davranmayı pek bilmem. Beni kendileri gibi yetiştirdiler. Belki de o yüzden.” Şimdi bu konuşma tarzının ve duruşun sebebi anlaşılıyordu. Daha fazla dökülmesini istiyordum.

“Okuldakiler genellikle kısa saçlarımla dalga geçerdi. Bana Erkek Fatma derlerdi. Başlarda hassas davransam da zamanla bu benim kimliğim oldu ve gocunmadan benimsedim. Kendimi çok güzel bulmazdım. Diğer kızların yaptığı pek çok şeyi yapmazdım. Bu yüzden genellikle birilerinin kankası ya da askerlik arkadaşı gibi muamele görürdüm. Ailedeki erkekler de sert olunca mesleğimi seçmek benim için pek zor olmadı.”

Yüzümde hüzünlü bir tebessümle onu dinledim. Bu bir isyan mıydı yoksa kabullenmiş mi anlam veremiyordum. “ Her halinle özelsin. Eğer bu senin tercihinse başkalarının ne düşündüğünün ve ne dediğinin bir önemi yok. Her ne kadar kendimize ait düşüncelerimiz olsa da çevreden bağımsız bir hayat sürmüyoruz. Bu yüzden abilerinden etkilenmiş olman ve onları örnek alman çok normal. Sadece neyi ne kadar istediğinin farkına var.”

Yüzündeki heveskar ifade benzer duyguları taşıdığımızı hissettirdi. “Aslında bundan önce çok fazla süslenip püslenmek gibi çabalara girmezdim. Ama Umut’un bana olan duyguları tuhaf bir şekilde içimdeki kadınsı duyguları ortaya çıkardı. Neden bilmiyorum makyaj yapmak ve karşısına biraz daha dişil enerjisi yüksek bir kadın olarak çıkmak istiyorum.” Kendi ile dalga geçer gibi güldü. “Bazen delirdiğimi düşünüyorum. Aslında beni değiştirmesini istediğimi söyleyemem ama böyle olmaktan da kurtulamıyorum.” Aniden güleç yüzünü değiştirip sert bir tavır takındı. “ Yoksa bu çocuk bana büyü falan mı yaptı? Yoksa acımam vallahi kafa göz dalarım.”

Kahkahalarla güldüm. “Deli kız! Neden öyle bir şey yapsın? O seni böyle sevdi. Böyle aşık oldu. Değiştirmek istediğini hiç sanmıyorum.” Sözlerim ona Umut vermişti.

“Hatta ne diyorum biliyor musun? Gidip sana birkaç tane farklı kıyafet alalım. Abilerin tanışmaya gideceği gün onun aklını başından al. Senin istediğinde bambaşka bir kadın olabileceğinin farkına varsın.” Bir şey söylemese de bakışları bu fikirden hoşlandığını ele veriyordu. Kısa saçlarının bir tutamını öne doğru topladı ve kızaran yüzünü kaçan bakışlarını benden saklamaya çalıştı.

“Bakarız.”

“Hadi ama! Sizi bekliyoruz hanımlar. O sulu güzel meyvelerin tadına bakmak için sabırsızlanıyorum.” Türkan huysuz bir gülümsemeyle sepetteki eriklerden birini Umut’a attı.“Ah!”

“Bugün fazlasıyla yaramazlık yaptın.”

“Erik yerine güller atmanı tercih ederdim. Ama bu da iyi fikir! Sevgilim beni kendi elleriyle besliyor.” Türkan dişlerini gıcırdattı. “Ya ne demezsin!” Umut özgüvenli bir şekilde omuz silkti. “Biricik aşkım güçten düşmemi hiç istemez. Ne kadar da beni düşünüyor görün işte! Böyle o leşleri daha iyi tepeleyebileceğim.” Ferit gözlerini devirdi. “Biri bu çocuğun kapatma düğmesini bulsun artık!” Bunların atışmalarının bir sonu gelmeliydi artık. Lojmandaki çardağa geçip oturduk. Hana çoktan meyvelerin dörtte birini silip süpürmüştü. Dudaklarındaki kiraz kalıntılarına ve kırmızılığa bakılacak olursa çoktan doymuştu da.

Hana elindeki ipi iyice gerdirip meyve yemekte olan Umut’un eklemlerine sabitledi. Diğerini ise ayakta dikilip ağaçlardaki diğer meyveleri kollayan Ferit’in bacaklarına gerdirmişti. “Şimdi siz böyle duracaksınız ben de ipin üzerinde oyun oynayacağım. Ben yandığımda da siz oynayacaksınız!” Türkçesi yeterince iyi olmadığı için ne demek istediğini hemen tercüme etmiştim.

Umut ve Ferit birbirine tuhaf bakışlar arttı. “Lütfen biri bana bunun bir şaka olduğunu söylesin. Kız oyunu oynamak istediğimi hiç sanmıyorum.” Umut, “Bizim kızımız olduğunda böyle mi yapacak Türkan?” Diye yalvarır gibi yanı başındaki sert kadına söylendi. “ Bebek bahsini bir daha açarsan seni keklik gibi avlayacağım Çaylak.” Barbaros’la birbirimize bakın curcunayı izledik. Barbaros kaşlarını çatıp, “Çocukları sevindirmek en birincil vazifendir asker! Emrediyorum Hana sıkılana ve ikinci bir emir gelene kadar oyuna iştirak et!” İkisi de aynı anda esas duruşa geçip, “Emredersiniz komutanım!” diye karşılık verdi.

Hana da diğer kızlardan öğrendiği oyunları tek tek oynamaya başladı. Kısa bir süre sonra arkadaşı Yaprak da ona eşlik etmeye başlamıştı. Zavallı gençler güneşin alnında kızlar sıkılana kadar özgürlük heykeli gibi hareketsiz bir şekilde ayakta dikilmek zorunda kalmıştı.

“Lütfen biri bu zulme dur desin artık!” Diye feryat etti Umut! “Allah’ın bir gün belamı vereceğini biliyordum ama bu çok fazla!” Diye sızlandı Ferit. Barbaros’un ölümcül bakışları ve otoriter sesi onları yeniden kendine getirdi. “Çok konuşma asker!”

Yeniden esas duruşla birlikte “Emredersiniz komutanım!” Diye gürlediler. Birkaç dakika sonra Ferit yine yakarmaya başlamıştı. “Bir daha şınav çekmemi emrettiğinizde itiraz edersem izin veriyorum kellemi darağacında sallandırsınlar.”

“Asacağım ben seni asker az kaldı.” Dedi Barbaros dişlerini sıkarak. Bakışları ürkütücüydü. Beni sabahlara kadar öpüp koklayan saç tellerimi ayrı ayrı seven adamın bu olduğuna kimse inanmazdı. “Kızların tekerlemesi komutanımın ulaşılmaz 100 sayısını söylemesinden bile daha uzun sürdü. Önümüz kıyamet hakkını helal et devrem!” Umut’a Ferit’ten cevap gecikmedi. “Helal olsun devrem! Şehit mertebesine ulaşırsam eşyalarımı fakire fukaraya dağıtsınlar.”

“Ulan kim ne yapsın senin kokuşmuş donlarını, kırk delikli çoraplarını!” diye gürledi Barbaros. Olay laftı çünkü buna Türkan bile gülmüştü. “Onları şeetmedim komutanım. Kaliteli olanları şeettim.” Umut Genizden güldü. “Cimri devrem benim! Demek delikli çorap giyorsun!” Barbaros ona da yetişti. “Fazla gülme çaylak. Senin çamaşır suyuna yatırdığın üniformanı unutmadık. Kamuflajın arkası bembeyaz olmuştu. Şuna bak! Herifin gö…ünden haberi yok!” Son sözünü tahmin edip Hana’nın kulaklarını kapadım. Zavallı kirpiklerini kırpıştırarak ne konuşulduğuna anlam vermeye çalışıyordu.

Nihayet Hana’nın oyunu bitmişti. Arkadaşıyla birlikte çardağın kenarındaki oturağa yerleştiler. Barbaros’la ben yan yanaydık. Karşımızda Umut ve Türkan vardı ve onlar da Ferit’le aynı yerde didişerek meyvelerin tadını çıkarıyordu. Minik bebeğimiz de halimden fazlasıyla memnun görünüyordu. Ayşen geldiğinde koca bir tabak meyveyle birlikte oğlunu geri verdim. Cihangir’le araları hâlâ limoniydi. En kısa sürede bu işe el atıp onları barıştırmayı istiyordum.

Ortalığı toparlayıp bana yardımcı olmaya çalışan Barbaros’la birlikte evlere yöneldik. Hana bebeği sevmek için soluğu yine Ayşen’in evinde almıştı. Barbaros’un tedirgin yüz ifadesi dikkatimden kaçmamıştı. “İyi olduğuna eminsin değil mi?”

“Evet eminim Alina! Ama seninle paylaşmak istediğim başka şeyler var.” Tedirginliğim git gide artıyordu. Barbaros’un evinin balkonuna ulaştık. Kapının kilidini açar açmaz günlerdir burada olmamasının neticesi olarak bir toz bulutu beni karşıladı. Nerdeyse terk edilmiş gibi duruyordu.

“Henüz temizletmeye vaktim olmadı. Ama konu bundan daha önemli.” Yutkundum. “Beni endişelendiriyorsun.”

“Sorun yok!” Ahşap pencereleri açtı ve odanın biraz olsun havalanmasını sağladı. Gitmeden koltukların üzerine örtü örtmüştü. Örtüleri üstünkörü bir şekilde kaldırdı. Koltukların sağ çaprazında büyük bir yemek masası bulunuyordu. İçeriden kucakladığı bazı belgeleri getirip sildiğim büyük ahşap masanın üzerine bıraktı. Büyükçe bir farşümen açıp üzerindeki yazıları bana gösterdi ve Jüpiter'le ilgili daha önce pek duymadığım bazı şeyler anlattı. Benden gelecek cevabı bekliyor gibiydi. Konunun dağılmaması adına, “Bunları neden öğrenmem gerektiğini anlamadım.” dedim. Kısa bir duraksaman ardından çakmakla mumu yaktı ve parşömeni mumun çıkardığı cılız ışığa yakmamaya dikkat ederek yaklaştırdı. Ortam karanlık ve kasvetliydi. Buradan ne çıkacağını tahmin dahi edemiyordum.

“Şunu görüyor musun? Dikkatli bak! Kağıdın içine gizlenmiş bir resim var orada.” Dediğini yapıp detayları fark etmeye çalıştım. O an gözlerim hayretle açıldı ve bakışlarım kağıt ile Barbaros arasında gidip geldi.

“Ama bu…” Başını onaylar gibi salladı. “Bu benim Barbaros! Ama nasıl olur?” Kağıdı bir kenara bırakıp elimi tuttu. “ Normalde bunları sana göstermem pek doğru değil ama hikayenin bir ucu ben istesem de istemesem de sana dokunuyor. Vladimir yani senin bildiğin tabirle İmran Borya… Bu kağıtların esas kaynağı o. Sebebini bilmiyorum ama bu adamın seninle bir bağlantısı var. Gizli bir örgütün peşindeyiz. Ve örgütün casuslarından biri de dayın. Tüm bu resimler onun el yazısıyla çizilip kaleme alınmış. Ve peşinden geleceklere bir şey anlatmak istiyor. Örgüt şifreli konuştuğu için yazışmaları ve belgelerin bazılarını yorumlayıp anlamlandırmak çok zor. Senden bu konuyla ilgili bir bilgin olup olmadığını söylemeni istiyorum.”

Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Dayım böyle bir şeyi neden yazmış olabilirdi? Ben örgüt falan tanımıyordum ve dayımın bunları yazarken ki amacı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kollarımı tutup beni kendine yaklaştırdı ve gözlerimin derinliklerine baktı.

“Alina! İnan bana bu sadece bizim meselemiz değil. Bosna’daki savaşın en büyük sebeplerinden biri bu örgüt. Onların politikası bu. Böl, parçala, yok et! Toplumları ülkeleri bölüp onları yönetebilecekleri hale getiriyorlar. Bugün o ülkede masum çocuklar ölüyorsa bunun sebebi yeraltı örgütleridir. Hiçbir şey bir tesadüfün ürünü olarak meydana gelmedi. Ülkelerin zayıf noktalarını bulup oradan saldırıyorlar.” Birkaç belgeyi masanın üzerinde açıp bana gösterdi. Bakışlarım hızlı bir şekilde sembollerinve fotoğrafların üzerinde dolaştı. Burada tahmin edemeyeceğim kadar çok bilgi vardı.

Kalçasını masaya yaslayıp, “Akla zarar paralar oynuyor örgütün içinde.” Dedi. “Siyasi gücü olan insanları yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Casusları ve suikastçileri her yerde. Onları bitirmezsek burayı Bosna’dan daha korkunç bir hale getirene kadar asla durmayacaklar.” Bakışlarıyla gezegenlerin bulunduğu kağıdı bana işaret etti. Renkli bir şekilde çizilmişti ve oldukça dikkat çekici bir görüntüye sahipti.

“İyi düşün Alina! Dayın sana buradaki çizimlerle ilgili herhangi bir şey anlattı mı?” Bana fark ettikleri tüm detayları bir kez daha anlattı. Ve meraklı bakışlarını gözlerime yerleştirdi. “Söyle lütfen! Jüpiter’in uyduları ile olan ilişkisinden bir şey anladın mı?” Kağıdı elime alıp üzerinde defalarca düşündüm. Aklıma bölük pörçük bir şeyler gelse de tam olarak olan biteni kafamda oturtamıyordum.

“Bir yorum yapmak çok zor. Jüpiter olayların merkezindeki kişiyi temsil ediyor. Kendisiyle benzer pozisyonda başka insanlar olmalı. Belki bir tim… Belki casus ve istihbaratçı kişiler… Bir şeye ulaşmış olabilirler ve ulaştıkları her neyse onların hayatlarına mal olmuş olabilir. Bu gezegenlerin parçalanmasını açıklıyor. İlk resimde belli bir amaç etrafında ve belli bir düzende dönen gezegenler bunu temsil ediyor.” Parşömendeki görseli parmağımla işaret ettim.

“ Bak burada Jüpiter’in uydularına ışıklarını yansıttığı görülüyor. Jüpiter bir yıldız değildir ve kendi ışığını üretmez. Yansıtıcı özelliği ile kısmen uydularını beslese de bu uydular da belirgin bir parlaklığa neden olmaz. Yani ışık dışarıdan fark edilmez. Işığın esas kaynağı güneştir. Jüpiter daha çok bunun bir taşıyıcısı konumunda.” Bakışları hayranlıkla kâğıttan gözlerime değdi.

“Çok iyi! Sence o ışık neyi temsil ediyor olabilir? Ve Jüpiter kim olabilir?” Dayımla yaşadığım tüm anılar gözlerimin önünden geçti. Aniden bir şey bulmuş gibi irkildim. “Dayım bana hep günışığım derdi. Işığım… Aydınlığım… Eğer bu sözcüğünün bir anlamı varsa Jüpiter’in en büyük uydusu beni temsil ediyor olabilir. Diğer üç uydu ise kardeşlerimi…”

Heyecanlandığını fark edebiliyordum. “Devam et Alina! Şu durumda Jüpiter İmran mı? Onu mu temsil ediyor?” Başımı şüpheci bir şekilde salladım. Sandalyeyi çekip oturma ihtiyacı hissetmiştim. Öyle heyecanlanmıştım ki neredeyse dizlerim titremekten birbirine vuracaktı. Aynı şekilde yanımdaki sandalyeyi çekip o da masanın diğer ucuna oturdu.

“ Jüpiter dayımı temsil ediyor olabilir. Ama resme baktığımda Jüpiter’in de bir değişime girdiğini görüyorum. İki resimdeki çizim de birbirine benziyor fakat Jüpiter’in yapısında ciddi değişiklikler olduğu aşikar.” Derin bir soluk aldım. “Bu çok karışık Barbaros. Anlam yüklemek çok zor. Her şeyden önce Jüpiter’i neyin değiştirdiğini bulmak gerekiyor. Neden değişti? Onun özelliklerini farklılaştıran şey ne? Tüm bunların benimle ilgisinin nasıl olabileceğini anlayamıyorum. Dayım benimle bu tarz şeyleri asla konuşmazdı. Bulunduğu teşkilatla ilgili gizli hiçbir bilgiyi bana verdiğini bilmem.”

“Resme baktığımda Jüpiter’in kendini ışık kaynağı gibi gösterdiğini görüyorum. Yanıltmak amacıyla çizilmiş sanki! Yıldız olmadığı halde yıldız gibi gösterilmiş.” Detaylı baktığımda bu ayrıntıyı fark ettim. Jüpiter’in son resminde bir yanıltıcılık hakimdi. “Bu dayının casus olmasıyla ilgili olamaz mı?” Başımı geriye yasladım.

“Onun casus olduğuna inanmak öyle zor ki!” Üzüldüğünü biliyordum ama hislerimi söylemekten vazgeçemiyordum. “Dayım ülkesine büyük hizmetlerde bulundu Barbaros. Basit bir casus olduğunu düşünmek bu yüzden çok zor! Defalarca operasyonlarda yara aldı. Kimisi ölümcüldü. En gizli, tehlikeli görevleri ona vermekten çekinmezlerdi. Kendine ait bir hayatı bile yoktu. Evlenemedi. Çocuk sahibi olamadı. Dört gözle yolunu beklerdik. Annemi, beni kardeşlerimi çok severdi. Neden bunu yaptığına anlam veremiyorum.” Bana sarıldı. Kalbim yeniden teklemeye kırık yaralar daha da derinleşmeye başladı. O gittiğinde beri hep bunları düşünüyordum. Neden?

“Belki de onu satın almışlardır.” Dedi. Yüreğim bir darbe daha almıştı. Başımı reddeder gibi salladım. “Dayım paraya değer veren bir adam değildi. Mal biriktirmezdi. Maaşının neredeyse tamamını şehit askerlerinin yakınlarına bağışlardı. Bir kısmını da geçinebilmemiz için bize bırakırdı. Lüks giyinmez, pahalı araçların, gösterişli evlerin peşinden koşmazdı. O…” Boğazımdaki diken kalbime kadar inip tüm vicdanımı kanatmıştı. “O çok iyi biriydi yüzbaşı. Bana vatanımı sevip korumayı bile o öğretti.” İnanarak söylediğim sözlere şüphe ve üzüntüyle baktı. Gözlerinde birden fazla duyguyu okuyabiliyordum. Ellerimi avuçlarının içine alıp parmak uçlarıyla okşadı.

“Boşnak güzeli yapma!” Dedi zayıf bir sesle sayıklar gibi. Gözlerimden birkaç damla yaş döküldü. “Bana ‘Vatan uğruna kanlarını dökmeye cesaret edemeyenler hain ayakların altında ezilmeye mahkumdur!’ Demişti. Hatırlıyorum. Onun sesiydi. Onun yüzüydü. Gözlerindeki korkusuz ifade, vatan sevdası gerçekti. Bu nasıl olabilir?! Uğruna kan döken ve canını vermekten çekinmeyen bir asker nasıl hainlerle iş birliği yapar?”

Yüzümü göğsüne bastırdı. “O iyi bir oyuncuydu Alina! Herkesi kandırdı. Görevini kötüye kullandı.” Yüzümü uzaklaştırıp çenemi kaldırdı gözlerimiz birbirinde boğulana kadar öylece kaldık. “En başından beri bunun için yetiştirmişti. Bu hayatı yapmak istedikleri için bir basamak olarak gördü ve yaşadı. Hayran olduğun adam bir yanılsamadan ibaret.” Ona sırtımı döndüm ve uzaklaşmak için birkaç adım attım.

Uzaklaşmama izin vermiyordu. Arkam dönükken sırtımı göğsüne yasladı. “Artemis çiçeğim… Bununla baş edebilecek güçte olduğunu biliyorum.” Başımı salladım. “Bununla baş edebilirim.” Sakinleşmek için duraksadım. Daha sonra kahverengi vitrinin alt tarafındaki bölmeden kutularımı çıkardım. “Aile albümleri. Bunlara bakalım. Belki bir şeyler bulabiliriz.” Kutuları masanın üzerine bırakıp onun gözlerinin önünde Hana’ ın bebeklik fotoğraflarını aradan çıkardım. Berina ile ilk gençlik fotoğraflarımızı gördüğümde kalbim daha çok acıdı. Bunlara bakmak hatıralarımı daha da deşeliyordu.

Dayımın olduğu fotoğraflara birlikte baktık. Defalarca her bir santimini inceledik. Barbaros fotoğraflardan birini dakikalarca detaylı bir şekilde inceledi. “Bu kim?” Fotoğrafa dikkatli bir şekilde baktım. “Samuel! Bir dönem dayımın şoförlüğünü yaptı.” Fotoğraf benim mezuniyetime aitti. Üzerimde mavi kırmızı mezuniyet cübbesi, başımda keple birlikte poz vermiştim. Dayım yanımdaydı ve kardeşlerim annemle birlikte makinaya bakıp gülümsüyordu. Arkada siyah resmi araç vardı ve şoförü olan Samuel de aracın içinden bizi izliyordu.

“Bu adam kim? Neyin nesi?” Dudağımı ilgisiz bir bakış eşliğinde kıvırdım. “O dayımın resmi aracının şoförüydü. Tuhaf bir tipti. Sağır ve dilsiz olduğu için onunla pek bir şey konuşamazdık. İşaret dili kullanırdı. Biz işaret dili bilmediğimiz için bir şey söyleyeceği zaman dayım söylediklerini açıklardı. Bazen de yazarak bildirirdi. Hayalet gibi etrafımızda dolaşırdı. Dayıma çok sadıktı.” Barbaros adamdan işkillenmiş gibi ters ters baktı.

“Ne kadar zaman dayınla çalıştı?”

“Birkaç yıl.”

“Sonra?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Öldü. Dayım esir düştüğünde araçta o da vardı. Kurşuna dizip öldürmüşler. Sonra da aracı benzin döküp yakmışlar. Soruşturmada DNA’larına rastlanıldı. Cesedi tanınmaz haldeydi. Gizli dosya olduğu için fazla bir bilgim yok.” Şakaklarını ovdu. “Şüpheli bir ölüm…” dedi düşünceli bir sesle. “O zararsız biriydi. Garibandı. Ailesi bile yoktu. Bundan ne çıkabilir ki?” Uzamaya başlayan sakallarını kaşıdı. “Bilmiyorum. Her şeyden şüphelenmek zorundayız.”

Gözlerimin önünde fotoğrafları yavaş bir şekilde karıştırdı. “Sonrasında dayın esir alındı. Bir operasyonla onu kurtardılar. Perişan haldeydi. Yeniden mesleğine döndü fakat eskisi gibi davranmıyordu. Doğru mu? Siz de bu durumu yaşadığı esaret dönemine bağladınız?” Başımı salladım.

“Evet! Ona!” Yutkundum. Bunları söylemek benim için zordu. “Ona elektrik verip işkence etmişler. Bu hafızasında bazı sıkıntılara yol açmıştı. Bazı davranışlarını denetleyemedi uzun süre. Sesi çatallanıyordu.”

“Hiç dikkatini çeken bir şey oldu mu?” Biraz düşündüm. “Onu bir kez odasında domuz pirzolası yerken görmüştüm. Domuz Eti haram olduğu için biz yemeyiz. Dayımın bu alışkanlığı ne zaman edindiğini bilmiyorum. O gün tepki göstereceğimi düşünüp saklamaya çalışmıştı.” Parmakları birkaç kez ahşap masayı stresle tıklattı.

“Senin askerliği bırakmanı da esir alındıktan sonra mı istedi?”

“Hayır! Kısa bir süre önceydi. Bu ani kararının sebebini hiçbir zaman anlamadım. Beni desteklemişti. Sonra operasyonda bir hata yaptığımı öne sürerek ayrılmamı istedi.” Fotoğrafları karıştırırken bir fotoğraf dikkatini çekti. Ailemle yemek yediğimiz bir fotoğraf karesiydi. Hana henüz dünyaya gelmemişti.

“Samuel burada daha net! Vladimir’in yanındaki kim?” Fotoğrafa baktım. Dayımın yanındaki genç adamı tanıyordum. “Haris. Şehit oldu. Yanındaki de Jasim. O da hayatını kaybetti. Kısa aralıklarla gerçekleşti. Dayım çok üzülmüştü.” Fotoğrafları toparlayıp “Bunları alabilir miyim? Sonra yine getireceğim!” Dedi. Başımla onayladım.

Bir süre daha üzerinde konuşup anlamlar yüklemeye çalıştık ama ne konuşmuş olursak olalım asla gerçeği yansıtmakta dikkate değer bir sonuca varamamıştık. Kalkıp kahve yapmak için mutfağa geçtim. Zaman su gibi akıp geçmişti ve havanın karardığının farkına bile varmamıştık.

Sıcak kahveyi kupalarımıza boşalttığımda Barbaros’un sıcaklığını sırtımın her zerresinde hissettim. Arkamdan karnıma kadar ulaşan kollarıyla sımsıkı sarıldı. Ve dudakları boynuma küçük birkaç iz bıraktı. “Seni yormak istemiyorum. İnan bana sadece benim meselem değil. Sadece artık bize zarar veren insanların hak ettiği cezayı bulmasını istiyorum.” Elimdeki kupayı ona uzattım ve sıcak kahveden huzurlu bir yudum alışını izledim. “Teşekkür ederim.”

“Elimden geleni yapmaya hazırım sevgilim.” Sonra pot kırmış gibi dudağımı ısırdım. “Sanırım uzunca bir süre bu kelimeyi kullanmasam iyi olacak. Aklıma sadece Umut geliyor ve Türkan’la olan çekişmeleri.” Barbaros da sesli bir şekilde güldü. “Bana istediğin gibi hitap et! Hiç önemli değil ama sanırım sevgilim kelimesi bana da iyi gelmedi.” Güldük. Elimizde duman üzerinde kahvelerimizle birlikte Barbaros’un tozlanmış rahat koltuklarını oturduk. Başımı göğsüne yaslayıp kollarında olmanın mutluluğunu yaşadım. Bakışlarım aralık halindeki perdeleri ve perdelerin ardındaki o evi bulduğunda huzursuz bir şekilde bedenimi sevdiğim adamdan ayırdım. “ Erkin…”

“Ne olmuş ona?”

“Gidecekmiş Barbaros. Görevine burada devam etmek istemiyormuş.” Kısa bir sessizliğin ardından bozulan moralini fark ettim. “Buna üzüldüm ama hayırlısını dilemek en iyisi sanırım. Eğer böyle olmasını tercih ediyorsa buna saygı duymalıyız.” Bir şey söyleyemedim. Barbaros Erkin’in karşılıksız aşkını konuşacağım son kişi bile değildi. “ Aranızda bir sorun yok değil mi yüzbaşı?” Boşluğa takılı olan gözleri cevabını almama yetmişti. Aynı kadının seven iki adamın arası nasıl iyi olabilirdi ki? Nasıl bu kadar kör davranabildiğimi hâlâ anlayamıyordum. Sevdiğim tek adamın elini tuttum.

“Onunla kötü ayrılmanı istemiyorum Barbaros. Birbirinize değer verdiğinizi biliyorum. Güzel şeyler yaşadınız, birbirinize canıza emanet ettiniz. Lütfen kötü bitmesin!” Sağ eli yanağımı kavrayıp yüzümü yüzüne yaklaştırdı ve alnından öptü. “Merak etme! Her şey güzel olacak.”

 

 

***

Merhaba arkadaşlar. Hepinizin geçmiş bayramı kutlu olsun. Umarım güzel geçirmişsinizdir. ☺️
Alina’nın dayısıyla ilgili gizemler akla zarar diyebileceğim mahiyette. İçinizden durumu anlayan birileri varsa sezon finaline kadar sabretsin. Bu bölüme operasyon eklemiştim ama çok uzun olunca daha fazla güncelleme yapmak ve bıktırmamak için hafta sonuna erteledim. ☺️🦋
Yakında yine buluşacağız. Şimdilik hoşçakalın. Beni takip etmeyi ve yorum yapıp görüş bildir eti unutmazsanız sevinirim. Beni bu çok motive ediyor. ❤️❤️ hoşçakalın

 

Bölüm : 12.06.2025 16:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Şeyma Yıldız KOÇ / ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI / 26. BÖLÜM: GİZEMLİ KADIN 🦋
Şeyma Yıldız KOÇ
ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI

2.85k Okunma

327 Oy

0 Takip
39
Bölümlü Kitap
1. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻BİR İHANET SARMALI2. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻SEVDANIN BAĞRINDAKİ ATEŞ3. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻 SAVAŞÇI ZEYNA  4. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻 KELEBEĞİN KALBİNE SAPLANAN HANÇER5. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻KÜLE DÖNMÜŞ SEVDALAR6. Bölüm. ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻TUZAK7. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻KİM ÖLÜ KİM DİRİ?8. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻YANIYORUM!9. BÖLÜM : ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻ŞİRPENÇE10 BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻KANLI FERYAT11. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻KIRIK SÖZLER12. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻 AZAT ET BENİ SENDEN!13. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻GÖREV İÇİN14. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻BİR SEVMEK HASTALIĞI15. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻KÜLDEN HANÇER16. BÖLÜM: DEŞİFRE 🪻17. BÖLÜM: NEVRUZDA AÇAN ARTEMİS ÇİÇEĞİ18. BÖLÜM: AG 2 DİLRUBA 🦋İYİ POLİS KÖTÜ POLİS19. BÖLÜM: KÜLDEN YARA 🦋20. BÖLÜM: GÖÇMEN KUŞUNDAN HAVADİS 🦋21. BÖLÜM: KURT ŞÖLENİ 🦋22. BÖLÜM: ASKER EŞİ OLMAK 🦋23. BÖLÜM: SOLDURULAN ÖLÜM ÇİÇEKLERİ 🦋24. BÖLÜM: CAN YAKAN GERÇEKLER 🦋25. BÖLÜM: KANLI OPERASYON 🦋26. BÖLÜM: GİZEMLİ KADIN 🦋27. BÖLÜM: SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTMEK28. BÖLÜM: BİR GÜNAH GİBİ 🦋29. BÖLÜM: ALLARA BOYANDIM 🦋30. BÖLÜM: PUSU 🦋32. BÖLÜM: VURGUN 🦋32. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 3 ZEMHERİ 🪦HASRET33. BÖLÜM: SİLİNMEZ HATIRALAR 🪦34. BÖLÜM: KELEBEĞİN İHANETİ35 . BÖLÜM: KÖMÜR KARASI 🪦36. BÖLÜM: İGMAN DAĞININ ÖTESİNDE 🪦37. BÖLÜM: İKİ AŞK ARASINDA 🪦38. BÖLÜM: KIRGIN🪦39. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...