

35. BÖLÜM: KÖMÜR KARASI
Medya: Son perde 🎶🎶🎶
Çok üşüyorum hava soğuk.
Kaç köşe başını seni umarak sensiz geçtiğimi hatırlamıyorum.
Yağmur damlalarının saçlarımdan beynime sızıp sen tarafına eşelemesine engel olamıyorum.
Acılarıma sızan çamurun bizden arta kalanları yadıma düşürmesini istemiyorum.
Yalanlarını hatırlatıyor.
Sevmek yüzünden belleğim vicdanımla verdiğim muharebede diz çökmek üzere.
Yarıkların en büyüğünü tadan yüreğim pişmanlık kusuyor.
Artık sen yanımdayken bile iyi olamıyorum.
Alina’nın Kaleminden
Kulaklarımın uğultusu dinmiyordu. Ciğerleri yakan baruta karışıp beni daha da perişan eden yanık bir et kokusu vardı. Etrafımdaki insanların koşuşturduğunu ve büyük bir telaşın içine düştüğünü görebiliyordum. Bugün gözlerimin önünde insanlar ölmüştü. Vücutlarının parçaları sağa sola dağılmış ve savaşın acımasız çirkin yüzünü bir kez daha ortaya koymuştu.
Gözlerimi aralamak için çırpındığımda Barbaros’u hemen yanıbaşımda buldum. Marshall hâlâ İngilizce küfürler savurarak yerde yatıyordu. Barbaros onu fena benzetmişti ve ne yaparsa yapsın giden insanları geri getirmeye gücü yetmezdi. “Allah’ın bekası p… herif! Nasıl hesabını vereceksin o masum insanların?” Ozan’ın haklı isyanına diğerleri de katıldı. “Lanet budala! Komutanımın sözünü dinlemeliydi!”
Sevdiğim adamın gözleri 500 metre ilerimizdeki köprüyü buldu. Ardında bekleyen askerlerine “Oraya gidin! Sağ kalan var mı bakın!” Diye emretti. İnsanlar sıkıntıdan delirmek üzereydi. Sanki büyük bir şok dalgası hepimizi kıskıvrak yakalamıştı.
Üzerime eğildi. Yüzümde yeni kimliğimi gizleyen bir maske vardı. “Alina! İyi misin?” Amerikan askerlerinden bir grup hâlâ yanımızda olduğu için homurdanmaya benzer bir ses çıkardım. Kimliğimi deşifre etmemeliydim. Gizli kalmak zorundaydım. “Anahtar!” Dedi biraz telaşlı. Bana kimliğimi gizlemek için koyduğu isim buydu. Onu onaylar gibi gözlerimi kırptım. Yüzbaşı başını kaldırıp etrafındaki askerlere emretti. “Sedye getirin.” Başımı istemediğimi belli edecek tarzda salladım.
“Bugünlerde fazla solgun görünüyorsun.” Beni kucaklamak için hazır bekleyen göğsünü yumruk yaptığım elimle hafifçe itip maskenin gölgeleyemediği gözlerimle ters ters baktım. “Beni düşünmene gerek yok asker! Fazlasıyla iyiyim, kötü olsaydım muhtemelen yardım isteyeceğim son kişi bile olmazdın.” Ayağa kalkmak istediğimde eli maskeli yüzüme dokunmak istedi. “Bizi bu hale getiren benim Alina ama böyle kalmamıza asla izin vermeyeceğim. Bana çok kırgınsın biliyorum. Belki kendine göre haklı da sayılırsın. Yanlış bir şey yapmadığımı bilmeni istiyorum.” Beni kucaklamak istediğinde bu sefer çevik davranıp kendimi onun sert cüssesinden kurtardım.
“Bunları konuşmanın ne yeri ne de zamanı! Benim için hiçbir şey yapma!” Burnundan sızan kanı elinin tersiyle silip derin bir nefes aldı. Marshall sinir buhranı geçirir gibi ileri geri hareket ediyor ve kendisini engellemeye çalışan askerlere rağmen ağza alınmayacak küfürleri İngilizce bir şekilde sarf ediyordu. Barbaros’un onu umursadığını hiç zannetmiyordum. Marshall’ı evire çevire dövmüş ve intikamını almıştı. Artık onunla elini kirletmek gibi bir dert içerisinde değildi.
“Yaralıları kontrol etmeliyim.” Dedi bana sırtını dönerken. “Ölüleri asker! Ölüleri!” Bunu bastıra bastıra söylemiştim. Oysa suçlu olmadığını herkesten iyi biliyordum. Ona olan kızgınlığım her anı ateş püskürmek için kullanmama sebep oluyordu. İlişkimiz için bir kapı açmamam canını sıkmıştı. Postallarımızı yere vurarak tek bir kişiyi bile olsa canlı bulabilme umuduyla patlamanın bulunduğu köprüye doğru koşturduk. Askerlerimiz çoktan orada yerini almıştı ve esefle olan bitene göz gezdiriyordu. Bir kaza sonucu insanların hayatını kaybetmesi yıllar geçse de kalbimde silinmeyecek bir pişmanlık oluşturmuştu. Marshall sözümüzü geçiremediğimiz için bunlar yaşanmıştı. Ve ne yazık ki vicdan muharebesi hepimize kalmıştı.
“Üzgünüm!” Dedi Barbaros bakışlarını yere indirerek. Bunu orada hayatını bırakan vatanseverler insanların naaşına söylemişti. Sanki güç yetiremedikleri için insanlardan özür dilemişti.
Önümüzdeki manzara tahammül edilebilecek gibi değildi. Acı içinde bir tebessümle ona karşılık verdim. “Üzülmene gerek yok (!) Savaş insanları öldürmese bile empati yeteneğinden yoksun insanlar onların ölmesi için her şeyi yapacak! Keşke bir şeyleri ego savaşına dönüştürmeseler!” Burada daha fazla kalmanın bir anlamı olmadığını düşünüp askeriye araca binmek için hareket ettim. Gözlerim Ivan’ı bulduğunda bakışlarını benden büyük bir üzüntüyle kaçırdı. Hiçbir zararını görmediğim halde ona karşı içimde büyüyen bu şüpheye engel olamıyordum.
Yaşananlardan sonra buraya kimsenin gelmeyeceği anlaşılmış ve karşıt grupların elini kolunu bağlama amacıyla bazı noktalara hurdaya çıkan araçları devirerek yol kapatma işlemlerinde bulunulmuştu. Üzerimden manzaranın bıraktığı ölü toprağını atamıyordum. Tutamadığım tüm yaslar için bir gün özgürce gözyaşı dökeceğim günleri arıyordum. Acı çekmeye bile zamanımız yoktu. Geride bırakmak zorunda olduğumuz yedi cesede nemli gözlerle baktım. Barbaros ve tim üyeleri başları eğik ellerinde silahları öylece kaskatı duruyordu. Kimsede gülcek şaka yağacak hal kalmamıştı. Oysa onların en büyük psikolojik silahları kan ve düşmanlara rağmen gülmeyi bir kenara bırakmayıp acılarıyla yüzleşmeleri olacaktı. Onlar mücadeleyi sadece silahla kazanmıyorlardı.
Yadigar’ın şehadetinden sonra ruhlarının acıyla baş etmek için ne çok çırpındığını görmüştüm. Kaybettikleri canları kalplerinde taşımaya alışmışlardı. Uğruna verdikleri al bayrak ve bağımsızlık mücadelesinin uğruna binlerce canı feda etmeye değerdi.
Elimdeki dürbünle uzaktan geçen cenaze taşıyıcı araçları bir kenara bırakıp tehlike sezdiğim bölgeyi takip ettim. Bize pusu kurulma ihtimaline karşı fazlasıyla uyanık olmaya çalışıyorduk. Biraz sonra yoğun bir şekilde ateş çemberi oluşturan bölgeye yönelecek ve Sırpların elinde bulunan büyük bir siperi ele geçirecektik. Bunun için hazırlıklara girişmiş ve stratejik açıdan önemi olan bölge için operasyon planlamıştık. Uzun zaman sonra işimin başında olmam benim için bir lütuf sayılırdı. Böylesi bir durumda eli kolu bağlı durmak yüreğimin dayanabileceği bir şey değildi.
Abin fare kapanı adı verilen bir tuzağı hazırlamakla meşguldü. Yıldırım timi silah ve mühimmat bakımı yapıyor, bir yandan da ellerindeki ekmeklerle karınlarını doyurmaya çalışıyordu. “İşte oldu!” Dedi abim yüzünde rahatlamış ifadeyle. “Bu ahşap çerçeveyi düşmanların mühimmatlarının olduğu kapı üstlerine yerleştireceğiz. Bastığımda metaller üzerlerine düşüp ağır bir şekilde yaralanmalarını sağlayacak.” Çemol güldü. Abim mekanizmayı şaheser gözüyle incelemeye devam etti. “Psikolojik açıdan korku ibareleri göstermeye başlayacaklar. Her kapının ardında bir saldırı arayacak ve hata yapacaklar.” Düzeneği incelediğimde abimin haklı olduğunu anladım. Bu basit el yapımı bir tuzaktı fakat etkisi bir şeyleri değiştirme konusunda tartışılmazdı.
Çemol elindeki patlayıcının son rötuşlarını yapıyordu. “Bunu eski bombalardan çıkarılan TNT ile yaptım. Roket motorları ve maden artıkları da epey iş görüyor. Halkımızı savunabilmek için elimize geçen her şeyi savunma aracına çeviriyoruz.” Göz ucuyla Barbaros’u inceledim. O da Çemol gibi düşmanı geri püskürtecek patlayıcılar yapmakla meşguldü. Sürekli üzerimde gezen bakışları ilk kez benden bu kadar uzun süre ayrılmıştı. Her konuda yetenekli olduğunu biliyordum ve ateşli silahlar konusunda da yetkinliğini ortaya koymayı başarmıştı.
Bakışlarım yüzbaşından ayrılıp abimi buldu. Aramızdaki bağa olanlardan habersiz olduğu için güvenle bakıyordu. “Şifreli konuşarak telsiz frekanslarını bizden korumaya çalışıyorlar. Bilgi aktarımı konusunda elleri kolları bağlı. Dün onları şaşırtacak mesajlar verip yanlış yönlendirdim. Bölgeden çekildiğimizi ve İgman dağına yöneldiğimizi zannediyorlar. Bugün hafta sonu olduğu için tatil mantığıyla daha rahat davranacaklardır. Onları pusuya düşürmek için gecenin en zifiri saatlerini beklemeliyiz. Hazırlıksız yakalamamalıyız!” Sözlerim Barbaros da dahil olmak üzere tüm timi etki altına almıştı.
Abimin başını sallayarak beni onayladı ve diğerlerine yönelip, “Yanıltıcı mesajlar bize istediğimiz fırsatı verecektir.” Dedi. Zeren dişlerini gıcırdattı. “O Allahın belası katillere hak ettiklerini vereceğiz. Bir milleti toptan yok etmenin o kolay olmadığını anlayacaklar.”
Türkan küfür savurup siper olduğumuz taşlık yerde çimlere doğru tükürdü. Kadınlara ve çocuklara yaptıkları zülüm affedilecek gibi değildi. Biz zulmedenlere karşı koyup o mazlum insanların haklarını korumaya çalışıyorduk.
Ferit keskin nişancı tüfeğiyle ele geçirmeye çalıştığımız siperde kilit bir noktaya nihayet yerleşebilmişti. Onda bazı davranışsal değişiklikler olduğunu fark ediyordum. Berina’ya olan bakışları fark edilmeyecek gibi değildi. İkisi için güzel bir yazılabilir miydi?
Düşüncelerimden sıyrılıp işime odaklanmaya çalıştım. Kötü hava şartlarını görebiliyordum. Sis ve yağmur bulutları her yerdeydi. Gerekli hazırlıklar yapılmış ve planlar tamamlanmıştı. Helikopter desteği için kolları sıvayan Yüzbaşı Barbaros Ege Demirsoy telsize asılıp “Yıldırım müdahaleye hazırlan. Sipere giriyoruz tamam!” Silahı omzumun üzerinde yükseltip sağ gözümü kıstım. Bu mesafeden keskin nişancıyı alt etmek zordu fakat diğerlerinin işini kolaylaştırmak için bunu deneyecektim.
Nişan aldım. Hava şartları merminin hedefi şaşırmasını olası hale getiriyordu. Tetiğe bastığımda gafil avlandığını fark edemeyecek bir zaman kırıntısında ömrünü Azrail’e teslim etti. “İyi atış anahtar!” Barbaros’a cevap vermedim. Aslında çok daha iyi bir askerdik ve ne yazık ki elime silah almadan geçirdiğim zaman mesleki anlamda körelmeme sebep olmuştu.
Siper dakikalar sonra büyük bir curcunaya kendini bırakacaktı. Gece görüş gözlükleri ve termal cihazlar bu şafak vakti sessizce yaptığımız bir sızma girişimi için ideal şartları veriyordu. Sisten ilerleyişimizi görmüyorlardı. Orman ve gür bitki örtüsü bizi gizliyordu.
“Kartal 1 Bıçak, Bilgi ver!Tamam!” Kürşat’ın sesini telsizden duydum. “35 Erkek 5 kadın. Keskin nişancılar ve nöbetteki iki kişi indirildi. Kuzey yönü kapalı! Üç taraftan doğu yönü zayıf nokta. Acil kaçış güzergahı Batı yönünde.” Barbaros telsizden timini harekete geçirdi. Sesi onca yaşanana rağmen güven veriyordu. “Kartal 1 Aslanlar unsuru Batı yönündeki tüneli kontrol altına alsın.”
“Aslan unsurları yönelim sağladı tamam!” Bu İngilizce bir haberleşmeydi. Abim ve diğerleriyle Türk timi İngilizce üzerinden haberleşme sağlıyordu. Barbaros epey Boşnakça öğrense de yanlış bilgilendirme ihtimaline karşı tercihini İngilizceden yana kullanıyordu.
“Yıldırım 1 Kartal 1, Zayıf noktadan saldırıya geçiyoruz.” Saniyeler sonra mermi sesleri ve ona eşlik eden barut kokusu tüm duygularımı harekete geçirdi. Sis bombası atılmış zaten berbat olan görüş açıları iyice kontrol kaybettirecek seviyeye ulaşmıştı. “Kartal 1 Tepe 1, siperin önündeki patlayıcıları imha et!” Cihangir birkaç adım öne geçip kendisine bırakılan patlayıcının tellerini kesti. Mayınları kısa süre içerisinde etkisiz hale getirmişti. Artık daha hızlı ilerleyebilecektik.
Postal sesleri olabilecek en az şekilde duyuluyordu. Silahlar patlamaya başladığında büyük bir hareketlenmenin olduğunu fark ettim. Hızlı bir şekilde ilerlemiş ve yaklaşık on kişilik bir grubu kısa sürede telef etmiştik. Asıl amacımız siperlerin gerisindeki ölüm kampına ulaşmak ve istihbaratların yapıldığı telsiz hattına zarar vermekti. Bu işlerin lehimize dönüşmesi için oldukça önem teşkil ediyordu.
Barbaros yakın temasta bulunmak zorunda kaldığı iki adamı tüfeğin namlusuyla yere serdi. Bana uzanan bir kolu yakalayıp silah namlusunu hainin gırtlağına yerleştirdim ve ateş ettim. O sırada üzerime atlayan bir başka askerle neye uğradığımı şaşırmıştım. Kısa sürede toparlayıp başımı geriye vererek sırtıma çöreklenen haine burnunu birkaç yerden kıracak kadar sert bir şekilde kafa attım.
O an Barbaros’la yeniden göz göze gelmiştik. Omuzları sarsılıyor göğsü hızla inip kalkıyordu. Çok az askerle bizden daha büyük bir topluluğun üzerine gitmiştik. Burayı temizler temizlemez hedefimiz telsiz hattı olacaktı. Mermiler hedefi tam 12’den vuruyordu.
Abim dün gece namazının başında Allah’a yalvararak dua etmiş ve kendisine aydınlığa çıkarmasını istemişti. Onun telsizden ara ara komutlar verip bilgilendirme yaptığını duyabiliyordum. Saldırı ihtimaline karşı biz burayı haklarken o çoktan ölüm kampına ulaşmıştı. Birliğindeki Boşnak askerleri ile birlikte orada tutulan insanların hayatını kurtarmaya çalışıyordu. Dualarının şimdiden karşılığını bulunduğunu görmek umut vericiydi.
Yükler ve kazılan çukurlar bölgeye hükmeden birliğin mahvını sağlayabilmiştik. Yaklaşık sekiz kadar asker siperi mesken tutmuş bize karşı koymaya çalışıyordu. Mermilerinin bitmek üzere olduğunu biliyordum fakat bu can güvenliğimizi galibiyet coşkusuyla satılığa çıkarmamızı gerekli kılmıyordu. Barbaros yanı başındaki Türkan’a yöneldi. Eliyle tırmanılması güç yüksek bir mevkiyi işaret edip “ Oraya çık ve tepedeki iki adamı ateş altına al!” Umut’un yüreğinin mabadında attığını hissetmiştim. “Ben çıksaydım komutanım!” Barbaros’un ters bakışlarını fark ettiğimde yüreğimin deli gibi çarptı. Onun karşısında konuşmaya kimsenin cesareti yoktu! Benden başka!
“İşime karışma Simsar! Gönlüne söz geçiremeyeceksen peşime düşüp de gelme buralara! Söz konusu vatan millet sevdası olduğunda gönülden geçmeyi öğreneceksin! Yârı anayı babayı ardında bırakmayı bileceksin!” Bunu söyledikten hemen sonra gözlerimin içine baktı. Bakışlarımı kaçırmamak için kendimi zor tutmuştum. Büyük güçlü bir dağı andıran siperin eteklerinde yolun çoğunu halletmiş bir grup asker olarak burayı devralacağımız anı kolluyorduk. Ve ben hâlâ yüreğimden kopanlarla mücadele etmeye devam ediyordum.
Türkan sevgilisinin korumacı tavrından sıkılmış bir şekilde elindeki tüfeğin sırtını uyarıcı bir şekilde Umut’un göğsüne vurdu. Biz olmasaydık muhtemelen çok daha sert hareketler yapacaktı.
“İşine bak çaylak! Canımı korumasını bilecek kabiliyetlerle donatıldım. Varsa yolumuzda şehadet bir an düşünmez kana kana içeriz evelallah! Ölümden korksaydık elimize tüfeği alıp soysuzların peşine düşmezdik!” Umut utanarak başına eğdi.
Gözlerinde gururla karışık bir mahcubiyet vardı. Türkan çevikliği ile bilinen ve kasları dillere destan olan genç bir askerdi. Boyu Zeren’den ve timdeki diğerlerinden kısa olduğu için çetrefilli yolların aranan adamı olmaktan çekinmezdi. Dakikalar içinde kendisine söylenilen mevkiye tırmanıp bahsi geçen iki kişiye ateş etti. Onların ölümü diğerlerini korkutmuş ve Çil yavrusu gibi dağılmalarına sebep olmuştu. Geçiş yolumuzdaki engelin kalkması bizi daha hızlı hareket etmeye sevk etti.
Helikopter siperin tepesinde alışla geldik seslerle dönmeye başladı ve nihayet durduğunda halatlar siperin farklı noktalarına inmeye çalışan askerlere ev sahipliği yaptı. Bunlar yardıma gelen ikinci gruptu. Siperin yukarı kısmındaki temizlik işiyle ilgilenmiş ve bunu yaparken de komutan olarak Barbaros’a bilgi vermişlerdi.
Siperde sadece altı kişi kalmıştı. Mühimmatları bitmek üzereydi ve içlerinde ağır yaralı olan iki kişi olduğunu biliyorduk. Barbaros onlara yakın sayılabilecek bir noktada müzakere için kolları sıvadı. Kendini korumaya aldıktan sonra siperde son kurşunlarını harcayan Sırp askerlerine yöneldi. Zangır zangır titrediklerini ve korku içinde kaçacak delik aradıklarını görüyordum. Bulunduğun kayanın dibinde kendimi koruma altına almıştım.
“ Siperin çukurlarında uzun süre hayatta kalamayacağınızı bilecek kadar akıllı olduğunuzu varsayıyorum.” Sesi dağlarda çoğalarak defalarca yankılandı. Başıma bela olan mide bulantılarını yeniden hissetmeye başlamıştım. Şu an zayıf kalmanın hiç sırası değildi. “Git buradan asker! Sana teslim olmaktansa kafama sıkıp ölmeyi tercih ederim.”
“Ölmek için fazla aceleci davranıyorsun! Eğer teslim olursan canına bir zarar gelmez. Bırak inadı! Sana söz veriyorum! Buradan güvenlik tedbirleri alınmış bir yere gideceksin ve orada kimse sana kötü muamelede bulunmayacak! Biz barbar değiliz! Kimsenin canını namusuna ilişmez malını yağma etmeyiz! Kendi kansızlığınızla kıyaslayıp durduk yere boka düşme!” Delirmiş gibi bir kahkaha sesi duyduk. Ardı ardına üç el silah sesi duyuldu. Birileri canına kıymış olmalıydı zira üzerimize ateş edildiğini zannetmiyordum. Duyulan ağlama sesleri ve çığlıklar da bunun bir göstergesiydi. Savaş olduğu zaman can pazarı kaçınılmaz oluyordu. Bu insanları esas korkuya düşüren şeyin ne olduğunu biliyordum. Çok kötülük yapmışlardı ve bunun karşılığını almaktan işkence ve istismara maruz kalmaktan korkuyorlardı. Bir canavar gibi davranmışlardı ve karşılarında bir canavar bulmaktansa kendi elleriyle acısız bir ölümü tercih ediyorlardı.
“Duyuyor musun komutan? Üç arkadaşım daha öldü! Yapayalnız kaldım! Kimsenin intikam aldığı bir piyon olmayacağım!” Barbaros dişlerini gıcırdattı. Yüreğimde öyle büyük bir kin vardı ki onun davrandığı şekilde sabırlı davranabileceğime inanmıyordum. Bu insanlara yapmak istediğim şey kafalarına bir sıkıp onları cehenneme göndermek olurdu.
“Bak! Anladığım kadarıyla kafası çalışan bir adam değilsin! Yediğin her türlü halttan haberimiz var! Hiçbir Boşnak bu kadar kalleş değil! Büyük Türk milleti sizin yaptığınız hiçbir şeyi size yapmaz!” Nefesini verip sırtını biraz daha geriye yasladı. “Mermin bitti! Yanındaki iki kişinin de hali senden daha iyi değil. Bize oyalama adam gibi gel teslim ol! Karnım fazlasıyla aç ve seninle zaman kaybetmek istemiyorum. Her şeyi bir yana onca kötülükten sonra öldüğünde seni tanrının cennete koymak isteyeceğini hiç ama hiç sanmıyorum! İncil okuyorsundur muhtemelen! Hiçbir din barbarlığı ve zulmü hoş görmez! Kısacası tahtalı köy dinlenme tesisleri için fazla kirlisin!” Kısa bir sessizliğin ardından titrek bir ses yankılanarak bize ulaştı.
“Sana nasıl güveneceğim? Burada üç kişiyiz ikimiz yaralandık. Ben kendimi savunacak durumda değilim. Bacağım parçalandı. Kafama sıkmasam bile kan kaybından ölüp gideceğim. Mermim bitti. Bana en sevdiğin şey üzerine yemin et!” Barbaros göz devirip elinin tersiyle burun kemerini sıktı.
“Sana vatanım, milletim ve bana bu şerefi layık gören inancım üzerine yemin ederim. Canına, namusuna bir zarar gelmeyecek!” Saniyeler sonra tüm tehdit unsuru olabilecek silahların siperden aşağıya bize doğru bırakıldığını gördük. Kızıl saçları ve sakalları olan 30 yaşlarında bir asker ellerini başının arkasına yaslayıp topallayarak siperden inmeye çalıştı. Yanında iki asker daha vardı. Onların hali de daha iyi değildi. Pantolonunun ayak kısmı kanın içinde kalan adamı memnuniyetsiz yüz ifadesiyle Cihangir teslim aldı. Ozan ve Umut da diğer ikisini kelepçeleyip önümüze düşürmüştü. Siperden inmek için harekete geçtiğimizde konuşmak zorunda kaldığımız askerin tahammül edilemeyecek kadar çok inlediğini fark ettik.
“Keşke sıksan şurada kafama! Bu acı ölmekten daha beter!” Barbaros etrafındaki birkaç askere “Çevre güvenliğini sağlayın!” diye emretti. Ardından ilk yardım çantasını çıkarıp yaraya turnike yaptı. Temiz bir bez ile yaraya bastırdı. Kızıl saçlı adam neredeyse şoka girmiş durumda ılık ılık terliyor ve deli gibi titriyordu. “ Biz bize sığınanı yarı yolda bırakmayız. Biraz sık dişini!” Nihayet sargı işlemine geçmişti. Adama nefretle bakmama engel olamıyordum. Öyle çok insanın canını yakmışlardı ki içimdeki kin ve nefreti öldürmek mümkün değildi.
Yaralı düşe kalka yürümek için çabaladı fakat ağrısının çok fazla olduğunu görebiliyorduk. Barbaros’un emriyle dönüşümlü bir şekilde Ozan ve Umut onu sırtına alıp yardım etmeye çalıştı. Ne kadar yüce gönüllü olduklarını fark ediyordum. Aynısını yapıp yapamayacağımdan şüpheliydim.
Nihayet araca ulaşıp planladığımız ölüm kampına yöneldik. Peşimizden gelen Boşnak askerleri bize sığınmamak için intihar eden Sırp askerlerinin cesetlerini toplayıp gömdü. Düne kadar komşu olduğum insanlarla hasım olacağımı düşünemezdim. Barbaros’un bakışlarının hâlâ üzerimde dolaştığını görüyordum fakat ona karşı kalbimin yumuşamasına izin vermiyordum. Yol boyunca sessizlik devam etti. Silahlarla ölüm kampının kapısından içeri girdik. Ele geçiren Sırp askerleri elleri ensesine yerleştirilmiş bir şekilde diz çöküp öylece bize bakıyordu. Bu kampın Berina’nın kaldığı ölüm kampı olduğunu anlamıştım. Kim bilir burada neler yaşamış ne acılar çekmişti?
Çemol ele geçiren komutanla el sıkışıp kurtarılan Boşnaklara yöneldi. Onlar için yiyecek bir şeyler getirmiştik. Daha güvenli bir yere gitmeden önce hastalara ilaç vermek için kısa bir zaman tanınmıştı. Savaşın mahvettiğim masum insanlara baktım. Bir zamanlar onların da diğer insanlar gibi hayatları vardı. Çocuklarıyla oyun oynar, akşamları mısır patlatıp çay eşliğinde şarkı söylerlerdi. Şimdi akıl sağlığını korumak için her fırsatta Allah’a dua eden ve sudaki aksine bile bakmaktan çekinen insanlar görüyordum. Savaşın karanlık yüzü onlardan en çok kimliklerini almıştı. Bu ölüm kampında yaşayanlar hayvanlardan daha kötü koşullar altında yaşamış ve pisliğin içinde var olma mücadelesi vermişti.
İstismar edilmiş, aç bırakılmış, ihtiyaçlarını pislik dolu odalarda hayvan gibi hijyen olmadan görmeyi öğrenmişlerdi. Şimdi tüm bu karanlık günleri unutmak bedenlerinde kalan korkunç izlere dayanarak hiçbir şey olmamış gibi yaşamak zorundaydılar. Bütün renklerin solduğu bu zavallı dünyada onca acıyla nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlardı.
Masum bir bebek ağladığında annesi onu göğsüne biraz daha yaslayıp başını okşadı. Gözleri üzerimde uzun süre oyalanmıştı.
“Gidelim!” Barbaros kendisine minnetle bakan insanları selamlayıp binanın içine yöneldi. Biz siperdekileri ele geçirmek için var gücümüzle mücadele ederken diğerleri buradaki askerlerin kolunu kanadını kesmiş ve insanlarımızı kurtarmıştı. Eski bir hastane olan binanın kan izleriyle dolu demir kapısından içeriye girdik. Boyası dökülmüş kapı hayalet çığlığına hatırlatan seslerle geçmemiz için yol verdi. Duvarlarda kan izleri vardı. Burada yaşamak zorunda kalan insanlardan kalan ne çok şey bulunuyordu.
Eğilip yerdeki mavi emziği aldım. Şimdi o bebek neredeydi? Bu kötü koşullar altında hayatta kalabilmiş miydi? İnsanlar nasıl uyuyordu? Hiçbir şey olmamış gibi eğlenmeye yiyip içmeye gezip tozmaya nasıl devam ediyordu? Koyun gibi kesiliyorduk biz! İstismar ediliyor, akla zarar ahlaksızlıkları yapmaya zorlanıyorduk. Bunu hangi vicdan kaldırırdı? Odaların içini dolaştıkça manzara daha da vahimleşti. Birkaç oda sadece insanların tepeleme pisliğiyle doluydu ve korkunç kokular geliyordu. “Burası korkunç bir yer!” Dedi Barbaros. “Burası gerçeğin ta kendisi!” Diye karşılık verdim.
Arkamı dönüp gitmeye yeltenirken “Anahtar!” D,ye seslendi. Omzumun üzerinden ona baktım. “Kardeşini kötü kaderine terk etmedim. Peşinden çok insan gönderim. Onu bulmak ve kurtarmak için çabaladım ben. Amacım seni korumaktı. Ve sana bağlı insanların haklarını görmezden gelemezdim. Bu kararı abinle birlikte verdik.” Bir şey söylemeden ondan uzaklaştım. Ne abime ne de Barbaros’a kırgınlığım geçmiyordu.
Omzumun üzerinde bir el hissettim. Başımı geriye doğru çevirdiğimde gözleri yaşlar içindeki Berina’yı gördüm. Korkunç hatıraları ile yüzleşmek sanki ömründen 100 yıl almıştı.
“Sestra!” Ona sımsıkı sarıldım. Sesimi çıkarmadan kimliksiz bir gölge gibi bu manzaraları seyretmek zordu. “Geçecek! Güçlü ol!” Başını göğsüme yastayıp birkaç kez hıçkırdı. Gözlerinden dökülen yaşlar göğsümde minik bir ıslaklık oluşturdu. Ellerim yüzünü kavrayıp bana daha çok yaklaşmasını sağladı. Alnı çeneme değiyor nefesi boynuma karışıyordu yaptı.
“Çok kötüydü! Çok! Bu insanlar nasıl devam edecek? Nasıl korkunç hatıralarını bunu yeniden ben olmayı başaracak?”
“ Bunu yapacağız! Anka gibi küllerimizden doğacağız.” Göğsümde acılarından kurtulmak için teselli ararken gözlerim bize üzüntüyle bakan Ivan’ı buldu. Gözlerime bakamadığını fark ediyordum. Ona hiçbir zaman tam anlamıyla güvenememiştim. Abim yanıma gelip üzgün gözlerle bize baktığında efkarlı bir şekilde sigarasını yaktı.
“Marco p… kaçmış! Yenileceklerini anlar anlamaz kaçmışlar? Lanet olsun!” Bir şey daha söylemek için öne çıktığında bize yaklaşan Çemol’ü görüp söyleyeceklerini yutmak zorunda kaldı. “Söyle asker!” çekinme dedi Çemol kendine has gülüşü ve rahat tavrıyla.
Abim yumruklarını sıkıp bakışlarını kaçırdı. “Kazimir’i ele geçirmediğin için duyduğun üzüntüyü anlat. Ağabeyim olması seni durdurmasın!”
“Çok insan öldürdü Çemol! Buna son vermek zorundayım.” Çemol abimin tam karşısında durup gözlerinin içine bakarak “Haklısın!” Dedi. “Eğer bunu sen yapmazsan ben yapacağım. Bunca mazlumun ahına girmesine daha fazla izin veremem!” Kazamir’in sapkınlıklarına abisi olmasına rağmen Çemol bile dayanamıyordu.
“Aranıza katıldığımı öğrenince Kazamir beni öldüreceğine dair yemin etmiş! Etsin!” Çemol burnunu çekip dudaklarını alayla yukarı doğru kıvırdı. “Zulmün karşısında durduğum için kimseye hesap verecek değilim.” Abin omzunu sıvazladı. Aynı düşünceleri paylaştıkları için huzurlu görünüyordu.
O an ele geçirilen askerlerin yanına gelmeye çalışan gazeteci bir kız gördüm. Uzun siyah saçları kalemle tepeden bir topuz yapılmıştı. İngilizce bir şekilde elindeki mikrofonu sağa sola savurup askerlerle röportaj yapmaya çalışıyordu. Boşnak ve Türk askerleri önüne barikat olduğu halde ısrarla basın özgürlüğünden dem vuruyor ve yanındaki kameraman arkadaşına kampı çekmesi konusunda talimatlarda bulunuyordu.
Barbaros’un bakışları onlara yöneldiğinde bir kıskançlık duygusunun beni tepeden tırnağa esir aldığını hissettim. Gözlerim onun bal rengi gözlerini kızgınlıkla taradı. Kızın yükselen sesi daha da can sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. “Çekim yapmama engel olamazsınız?” Dedi çatallanan emirci bir sesle. Boşnak askerleri rahatsız olmuş gibi başını salladı. Ona ve ısrarcı tavırlarına dayanamıyor, kendilerini tehdit edip üzerine yürüyen ince bedenine ölümcül bir haşereye bakar gibi bakıyorlardı.
“Offf!” Dedi Barbaros. “Bir bu eksikti. Şunun bir gazını alalım!” O kadına yaklaşması rahatsızlık duygumu daha da perçinledi. İlgilenmiyormuş gibi davranarak onlara sırtımı döndüm ve ne yapacağını anlamak için kulak kabarttım. Yüzbaşı kontrollü duruşunu bozmadan “Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Gazeteci kız Barbaros’a pusulayı şaşırmış bir pire gibi altan baktı. Yanında çok cılız ve küçük görünüyordu. Oldukça ince yapılı ve kısa boyluydu. Yüzü Hazel’i andırıyordu fakat onun kadar genç ve güzel değildi. Hazel daha uzun boylu ve yapılıydı.
Kız yüzbaşına alık alık baktı ve hemen sonra çıt kırıldım duruşunu düzeltip eski inatçı kimliğine büründü. “Burada ele geçirilen Sırp askerleriyle röportaj yapmaya çalışıyoruz. Fakat askerleriniz buna izin vermiyor! Onların esir alındıktan sonra neler yaşadığını kamu oyuna duyurmak benim görevim.” İngilizce bir şekilde söyledikleri dişlerimi sıkmama sebep oldu. İçindeki kıskançlığın yerini koyu bir nefret almıştı. Kadın Türk ya da Boşnak değildi. Omzundaki rozetten İngiliz olduğunu anlamıştım. Fakat İngilizlere benzediğini söyleyemezdim. Daha çok melez gibi duruyordu ki aksanı da bunun bir göstergesiydi.
Barbaros ‘Ya sabır’ çekerken Türkan geveler gibi küfretti. Askerleri koruyup savaş esnasında ele geçirilen hainleri tıkmak için hazırladığımız hapishaneye götürmeye çalışıyorduk ve o da bu timin içinde görev alıyordu. “Kimseye bir şey yaptığımız yok. Kendi barbarlarınızla karıştırmayın bizi! Güvenli bir şekilde ilerlemelerini sağlıyoruz. Yaptıkları onca kötülükten sonra birileri onların ipini pazara çıkarmak isteyebilir.”
Kadının boş boş göz kırpıştırdığını gören asker özgüvenle Cihangir’e meyletti. “Bırak konuşsun! Bizim kimseden saklayacak kirli çamaşırımız yok! Alnımız ak yüzümüz pak!” Kadın yüzünü bile göremediği askere hayran hayran bakıyordu ve ben uzaktan izlediğim bu manzara karşısında kıskançlıktan delirmek üzereydim. Kadın kırıtır gibi, “Thanks!” Deyip önündeki askerlere yöneldi.
Kısa bir girişin ardından Sırpça “Size kötü muamelede bulunuluyor mu?” diye sordu. Öne atılıp üzerine yürüdüm. Barbaros’un eli göğüs hizamda durdu. Bakışları uyarı bir şekilde gözlerimi arşınlarken başını salladı.
Sorunun muhatabı asker , “Asla!” Diye karşılıklı verdi. Ona ‘üç kafalı bir ejderha mısın’ diye sorsa muhtemelen bu kadar şaşkınlık içinde reddetmezdi. “Bize çok iyi davrandılar. Ben yaralıydım. 12 saat kuşatmadan sonra daha fazla dayanamayıp pes ettik. Bazı arkadaşlarımız esir düşmektense kafasına sıkmayı tercih etti. Ben de denedim ama başaramadım. Şarjörüm boştu. Bizi teslim alıp tedavi ettiler. Alıkonulduğumuz yerde temiz yatak ve yemek vardı. Boşnaklara yaptığımız soykırımdan sonra böyle muamele göreceğimizi söyleseler delirdiğimi düşünürdüm.” Gazeteci kız yüzündeki hayret ifadesinden utanarak diğer askere yöneldi.
“Peki ya siz?”
“Ben Trnopolje esir kampındaydım. Kısa bir süre sonra saldırıda bulunduk. Esir düştüm. Yaralıydım. Bir asker beni 6 saat sırtında taşıdı. Eğer orada bıraksalardı o ormandaki kurtlar tarafından yenilir, paramparça edilirdim. Boşnak halkı bizim onlara yaptıklarımızı yapmadı. Keşke başka türlüsü olsaydı.” Başını eğdi. İşlediği suçlardan utanıyordu.
“Duydunuz işte! Kimseye işkence yapıldığı yok!” Gazeteci bakışlarını kaçırdı. Beklediği bambaşka şeylerdi. O an kopan çığlık hepimizin bakışlarını üst kata yönlendirdi. Barbaros’la aynı anda merdivenlerden yukarı çıktık. Ivan ve diğerleri de peşimizden geliyordu. Barbaros kilitli kapıyı zorladı. İnce uzun bir tahta ile kapı sürgülenmişti.
“Kapıyı aç!” İçeriden sadece tiz bir çığlık sesi yükseliyordu. Silahımı çıkarıp kilide ateş ettim. Boşuna bir çabaydı. Barbaros ayağıyla kapıya sert bir tekme indirdi ve kapı gürültüyle kırılarak açıldı. “Sakın bir delilik yapma!”
“Yaklaşmayın!” Dedi genç bir kız. Saçları yamuk yumuk bir şekilde özensiz küt kesilmişti. Göz altları mosmor dudakları ise kuruluktan çatlak çatlak olmuştu. “Sakın gelme!” Kucağında taşıdığı yeni doğmuş bebeğe baktım. O da başına gelecekleri anlamış gibi delicesi çığlıklar atarak ağlıyordu.
“Sakin ol Ema! Allah aşkına bir delilik yapma!” Berina’nın sözlerini gözyaşları takip etti. Onu tanımıştım. Uzun yıllar aynı mahallede oturmuştuk. Birlikte bayram gezmeleri yapar, sokaklarda tekerleme söyleyip ip atlardık. Ema betla (süpürge) oyununu oynamayı çok severdi. Çok güzel bir genç kızdı. Şimdi o güzelliğinden eser dahi kalmamıştı.
“Yapma!” Dedi Zeren. “Sakın bir delilik yapma!”
“Kucağındaki bebeğe acı Ema! Onun bir suçu yok! Ne olup bittiğini bile bilmiyor!” Ema elindeki kırık aynadan gözyaşları içerisinde kendine baktı. Ne kadar güzel bir kız olduğunu hatırladığından mıdır bilinmez acıyla gözyaşlarına boğuldu. Onu son gördüğümde parmağında nişan yüzüğü vardı. Düğününde kolo ve Zenska Igra oynayacaktık. Şimdi o yüzüğünün yerinde siyah bir poşet parçasının yüzük gibi dolandığını görüyordum.
“Bunca kirle yaşayamam!” Dedi isyan eder gibi. Camdaki aksi gözlerinin daha da irileşmesine sebep olmuştu. Kendisine çürümüş bir cesede bakar gibi bakıyordu. “Ema!” Dedim ona bir adım yaklaşarak. “Ema değil! 352!” Dedi kinle. Onu numaralandırmış ve kimliksizleştirmek için uzun bir süre bu şekilde hitap etmişlerdi. Belki onların insanlığını unutmak ve vicdan azabından sıyrılmak için bu numaralardan medet ummuşlardı.
“Annem saçlarımı severdi!” Dedi elindeki camı daha sıkı bir şekilde avuçlarında tutarken. “Ömer de onlara hep boncuklar dizerdi.” Hıçkırdı. “Şimdi ikisi de yok! Öldüler. Hainler gidip ağlayabileceğim bir mezar bile bırakmadı. Silindiler.”
“Onları kalbimizden kimse silemez!” Dedim yanarak. “Hatıralarımızdan zihnimizden atamaz.” Ema bebeğinin yüzüne acıyla baktı. Artık camdaki yansımasına bakamıyordu. Oradaki ölü kadını kabullenemiyor ve ben diyemiyordu. Yüzündeki izler, kalbindeki yaraların yanında hiçbir şeydi. Ema, kimliğini hayallerini kaybetmişti. Ve bugün geçmişe baktığında hayal kırıklığı geleceğe baktığında ise umutsuzluk görüyordu.
“ Artık onların sevdikleri o güzel saçlara sahip değilim. Pislik içindeydi. Öpüp kokladıkları terlerde istismarın izleri olan sipermler, pis sıvılar geziyordu. Kendi ellerimle kestim. Bir telini bile geride bırakmak istemedim. Daha fazla kirlenmelerine dayanamadım.”
“Artık bitti. Güvende olacağın bir yere gideceksin! Onunla yeniden başlayacaksın.”
“Benim yeniden başlamaya gücüm yok! Artık olmaz! Ona baktığımda sadece acı ve nefret görüyorum.” Elindeki bebeğe ölü bakışlar atıp burnunu çekti. Birkaç adım geriye gittiğinde ne yapmak istediğini anlamıştım. “Hayır Ema! Bunu o bebeğe yapamazsın! Yaşamak zorundasın kendine gel!” Yavaş yavaş ona yaklaşmak ve bu sinir harbini zarar görmeden bitirmek istiyorduk.
Sakinleşen bebeğine son kez baktı. Bebeği usulca önündeki demir sandalyenin üzerine bıraktı ve ne olduğunu bile anlayamadan kendini üçüncü katın balkonundan aşağıya bıraktı. Ona yetişememiştik. O odada olayı çözmeye çalışan silahlı 15 kişi vardı fakat hiçbirimiz Ema’nın canını kurtaramamış ve onu kararından döndürememiştik. O atlarken Barbarosla aynı anda üzerine atılıp onu kurtarmak için çabaladık ve ne yazık ki makus talihine engel olamadık.
Gerileyerek sırtımı duvara verdim ve derin derin solumaya başladım. Kalbim tüm olanları kaldıramıyordu. O balkondan aşağıya bakamıyordum. Gördüğüm her bir manzara benim içimdeki masum Alina’dan da bir şeyler alıp götürüyordu.
Berina hıçkırıklar içinde ağlamaya başladığında Ivan ona sarılıp yaşadığı acıyı hafifletmeye çalıştı. “Hayır! Hayır!” Bebeği kucağına alıp okşadı. Ben ne bebeğe ne de arkadaşının naaşı ardından ağlayan Berina’ya sarılamıyordum. Ağlamıyordum. Gözyaşlarım bir şeyleri çözemeyecekti. Dizlerimin üzerine çökmüş bir vaziyette içimdeki yası sessizce yaşamaya çalışıyordum.
“Neler oluyor burada?” Bu sesi tanımıştım. Gazeteci kız meraklı bakışlarla perişan bir haldeki insanlara bakıyordu. Dişlerimi sıkıp tüm hıncımı almak ister gibi ona yöneldim ve kolundan tutup meraklı bakışları umursamadan kızı balkon korkuluğuna doğru sürükledim. “Alina dur!” Barbaros’u umursamadan elimde çırpınan kızın kavradığım kafasını korkulukların üzerine doğru eğdim ve aşağıdaki korkunç manzarayı görmesini sağladım.
“İşte bu oluyor! Bir genç kız tüm hayallerini geride bırakıp intihar etti. Bir bebek annesiz kaldı. Savaş daha çok insanın kanını canını tüketti. İşte zulüm! İşte gerçekler! Yaz anlat! Sahte masallarından daha fazla tutar bu hikaye! Gözünüzü yumduğunuz gerçekler daha fazla pirim kazandırır. Kendi uydurma hikayeni bir kenara bırak ve bunları yaz! Kimmiş zulmeden söyle herkese!”
“Tamam bırak! Bırak!” Diye inledi kız. Bileğime yapışan yüzbaşı onu nihayet ellerimden kurtardı. Bu mahşeri görmeye dayanamıyorum!” Diye yüzüne haykırdım. “Ben…” Hıçkırıklar tüm gardımı düşürdü. Tek bir söz dahi söyleyemediğimde başım göğsünü buldu. “Acılarını dindirmeme izin ver!” Fısıltısı iyileştirmekten uzaktı. Omuzlarım acıyla sarsıldı ve gururum nefretim karşısında beyaz bayrak salladı.
“Bir gün her şey değişecek. Hayat Bosna halkı için yeniden başlayacak. Güneş doğacak topraklarımıza. Peki ya savaşın çocuklarına ne olacak? Binlerce kadının rahminde taşımak zorunda kaldığı o bebeklere kim sahip çıkacak? Kime ait olacaklar? Zulmedene mi zulme uğrayana mı?”
🦋🦋🦋
Merhaba değerli dostlarım. Bu hafta planladığımdan daha geç kavuştuk. Biraz rahatsızlıklar geçirdim ve arka planda başka işlerle uğraşmak zorunda kaldım. Ama nihayet kafamdaoturdu ve buluşabildik.
Bu bölümler biraz karamsar ama kendimi yazmak zorunda hissediyorum. O insanların acılarını duyurmak ve duruşunuzu göstermek benim için önemli.
İki bölüm sonra yeniden Türkiye bölümleri yazmayı planlıyorum. Çok uzatma derdinde değilim. Ama uğraşlarıma değsin istiyorum. ❤️😍
YouTube çalışmalarım devam ediyor. Beni takipten ayrılmayın. Duyurular için instagrama davet ediyorum. Hoşçakalın. 😉
İnstagram: seyma_yldz_koc
YouTube: @Atomyazar
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.85k Okunma |
327 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |