
Medya: Uzak yol ( Güncel Gürsel Artıktay)
Sana okuyamadığım çok şiir var bende
Biriktirip sakladığım kartpostallar
Penceremdeki saksıya düşen binlerce sen
Rüzgarla birlikte dallarımdan dökülen ne çok yaprak birikti senden sonra.
Bilemezsin seni hatırlatıyor diye yaktığım resimleri
Senden parçalar döküyor sanıp yırttığım şiirleri
Haykırışlarımdan çağlayan binlerce seni
Her gün daldığı deryada kaybolan zavallı balık gibi çaresizim.
Gökyüzüne karışan ve maviye imzasını atmadan göçen kuşlar gibi yoksunluğunla baş etmeye çalışıyorum.
Adını umut koyduğum hayalleri fare kapanına düşüren riyakar düşlerim
Senden bağımsız ve sana hasret türküler yakıyor yine
Bir ağıt ki harabelerin duvarlarına çarparak yükseliyor.
Bir zamanla neşeli bir adamdım aslında.
Çıkmaz sokaklarım sana uğramayalı çok ah birikti içimde.
Yalnızlık fazla sevda eksik
İlk defa yokluğunla gelen ölümün ürpertili soluğunu hissediyorum.
Alina'nın kaleminden
Belirsizlik içimde doğan tüm güzel şeyleri öldürmeye yemin etmiş bir yılan gibiydi. Hâlâ acem kaldığım bu memlekette bana kötü davranan insanlar olmadığı halde kendi içimde bir şeyleri çözebilmiş değildim. Üsteğmen her fırsatta beni hırpalıyor, sevgilisinin ölümüne sebep olduğumu düşündüğü için canımı yakmaya çalışıyordu. Ben hiçbir zaman başkalarının ne düşündüğünü önemseyen biri olmamıştım. İnandığım şeyin doğru olduğunu kabul ettiysem başkalarının ne dediğinin hiçbir önemi yoktu. İnandığım yolda ilerler beni bu yoldan çevirmeye çalışan herkese karşı dimdik dururdum.
Keşke aynı duruşu üsteğmen konusunda da gösterebilmiş olsaydım. Kafamda çok şeyi kombin yapıyordum. Şöyle olsaydı böyle olmasaydı diye başlayan tüm cümlelerimin sonu ona ve sevgilisi olan gazeteci kıza çıkıyordu. Kendimi Hazel Öztürk'ün ölümünden sorumlu tutmak istemiyordum ama başka türlü olsaydı ne olurdu diye düşünmekten de kendimi alamıyordum.
Hazel iyi bir insana benziyordu. Güzel bir amaç için ülkeme gelmiş ve bize saldıran kötü niyetli düşmanlarımızın kirli maskelerini düşürmeye çalışmıştı. Sadece bunun için bile ona minnet duyardım. Ölmesine asla istememiştim. Benim tek derdim o tırı güvenli bir şekilde Boşnak direnişçilerinin güçlü oldukları bölgeye götürebilmekti. Hazel'in o aracın içinde olduğundan haberim bile yoktu. Bir kaza yapacağımızı ve pusuya düşürüleceğimizi tahmin edememiştim. Düşündüğüm tek şey tecavüze uğrayan ve daha beter işkencelere maruz kalan o kadın ve çocukları güvenli sayılabilecek bir noktaya eriştirmekti. Tek başımaydım. Bana yardım edecek hiç kimse yoktu. İçinde bulunduğum şartlar başkalarından destek almama engel oluyordu. Hâl böyle olunca şansın benden yana gitmesi tek umudum olmuştu.
Üsteğmenin gözlerindeki öfke beni olması gerekenden çok daha fazla yıpratıyordu. Her gün onu görmek, onun hayatımda var olmasına tahammül etmek çok güçlü. Benden nefret etmesi neden bu kadar üzücü geliyordu bilmiyordum. Belki haklıydı belki suçlu. Onun yerinde olsam ne yapardım hiç bilmiyorum. Maher'i sevmiştim ama bu sevgi ne kadar güçlüydü ne kadar vazgeçilmezdi anlatamıyordum. Kendime yabancı biri değildim ama içimdeki hengamede bir şeyleri çözecek kadar da açık ve dürüst olamıyordum. Kollarımda bana sarılmış bir şekilde uyuyan Hana'nın ipeksi güzel saçlarına dudaklarımla dolu dolu bir öpücük bıraktım.
Benim dokunuşlarımla tatlı nazlı edalarla koynuma iyice süzüldü. Beni annesinin yerine koyuyor ve ikimizi de yıpratan o acı dolu günleri unutmak için küçücük yaşına rağmen çok fazla gayret sarf ediyordu. Uzun siyah kirpikleri ve zeytin gözleri beni hayata bağlayan tek şeydi. Birbirimizin yaşama sevinci, amacı olmuştuk. Üzerini sıkıca örtüp yataktan doğruldum. Yapacağım ilk iş kalorifer peteğinin derecesini yükseltmek olmuştu. Geceliklerimi kirli sepetine atıp sıcak bir duşun bedenimde bıraktığı o tatlı anları derinlemesine hissettim. Dolabımı açtığımda birkaç parça giysimin olması bana kendimi güvende hissettiriyordu. Üzerime siyah kumaş bir pantolon ve beyaz yünlü bir kazak geçirdim. Evde rahat olmayı seviyordum. O kadar uzun süre erkek kılığında dolaşmıştım ki savaş zamanı pantolon giymek bende alışkanlık haline gelmişti. Eskiden daha çok elbise, etek tarzı giysileri tercih ettiğim halde erkeksi tarzımı hâlâ bırakamıyor ve tuhaf bir şekilde kendimi bu giysilerin içindeyken daha güvende hissediyordum.
Bugün hava önceki günlere kıyasla biraz daha soğuktu. İçerinin sıcak olmasını istiyordum. Kardeşim ve ben Bosna'da öyle çok üşümüş ve o kadar aç kalmıştık ki hayatın onca acı günden sonra bize sunduğu bu güzel seçenekleri değerlendirmek ikimiz için de çok değerliydi. Dolabı açtığımda içindeki malzemelerin bize ait olduğunu biliyor ve aç uyumayacağım ve kardeşimin gözümün önünde kıvrandığı o anları bir kez daha yaşamamayacağım için kendimi mutlu sayıyordum.
Buradaki bazı insanlar gerçek yokluğun ne olduğunu bilmiyorlardı. Dolaplarında kendilerine yetecek kadar gıda bulunduğu halde daha lüks daha marka şeylere heves duyuyor ve buna kavuşamayınca sürekli isyan ve şikayet halinde oluyorlardı. Ben en acı şeyleri tecrübe ettiğim için az ile yetinmenin ne demek olduğunu iyi biliyordum. Dolabı açtığınızda karnınızı doyuracak kadar gıda bulabiliyorsanız bu aslında büyük bir zenginlikti. Gerçek yokluk günlerce aç olup kendinizi satacak kadar aklınızı kaybettiğinizde ortaya çıkıyordu. Elbette ki insan kaliteli güzel yaşamak isterdi fakat bu özveri ve sabır gerektiren bir çabayı beraberinde getirmek zorundaydı.
Dolaptan iki yumurta, peynir, zeytin ve bal çıkarmıştım. Hana'nın en sevdiği kahvaltılıklar bunlardı. Sahanda yumurta için kolları sıvayıp güzel bir omlet hazırladım. Kokusu uyku mahmurluğundan sıyrılamayan bende bile iştah açmıştı. Çayı demleyip mini bir kahvaltı masası hazırladım. Evimizde büyükçe bir tüplü televizyon bulunuyordu. Sabahları Hana ile kahvaltı ederken birlikte çizgi filmleri izler akşamları da Süper Baba gibi başka dizi ve programlara göz atardık. Burası harika bir lojmandı. Arka tarafı hayvan barınağıydı ve çocuklar için nefis bir oyun alanına sahipti. Hana her gün en az bir saat bu oyun parkına gider lojmanda dilini bilmediği o asker çocuklarına tebessüm edip jest ve mimiklerle anlaşmaya çalışırdı. Çocukların dili sevgi olduğu için kaynaşması da uzun sürmemişti. Savaşın kötü izlerinin silindiğine kardeşimin kalbindeki yaraların iyileştiğine inanmak istiyordum. Ne yazık ki bu iyimserliğim Hana'nın çığlıklar atarak uyanması ile hidrojen bombasına maruz kalan zavallı bir halk gibi dağılıyordu. Bazen dizi film izlerken araya giren son dakika haberleri ve belgeseller bize kaçtığımız cehennemi hatırlatıyordu. Kendi ülkesinden sürgün edilen vatandaşlarımızın içler acısı halini gördüğümüzde başına kadar dolu olan dolabın içindeki hiçbir nimetin ağzımıza değmesine izin veremiyorduk. Kursağımıza ölümcül bir diken oturuyor ve yutkundukça boğazımıza batıyordu.
Birkaç minik ayak sesi duyar duymaz hissettirmeden girişi kontrol ettim. Hana koltuğun arkasına saklanmış, bana oyun yapmak için ağzını kapatarak kıkırdamalarını bastırmaya çalışıyordu. "Benim minik kuşum nerde acaba?"dedim Boşnakça. Dilimi artık sadece Hana'nın ağzından duyabiliyordum. İnsanın kendi milletine ve değerlerine hasret kalmasının en demek olduğunu anlamıştım. Birkaç küçük kıkırdama... Telaşlı birkaç adım atıp yalancı bir şaşkınlıkla "Aaaa!" Diye yükseldim. "Burada uyuyordu! Acaba nereye kayboldu? Yoksa minik periler onu kaçırıp başka bir diyara mı götürdü?"
"Hi hi!" Camdan her hareketini izliyordu. Onun neşeli hallerine içtenlikle gülümsüyordum. "En iyisi kapıyı kilitleyip ben de kanatlı atıma binerek peşinden gideyim!" Dediğimde bulunduğu yerden çıplak ayakla koşa koşa geldi ve bana dizlerimden sımsıkı sarıldı. İpek saçlarındaki örgüleri çözülmüş, siyah bukleler alnında yanaklarına dökülüp yüzünü mini minnacık bırakmıştı. "n "Dobro jutro Sestra! (Günaydın abla)."
"Günaydın Hana moja" Dizlerimi kırıp ona eğildim ve sıcacık kalbini hissedinceye kadar sımsıkı sarıldım. "Bana çok güzel mamalar hazırlamışsın."dedi pembe küçük diliyle dudaklarını yalarken.
Yüzünü bol sıcak suyla yıkamış bana tutunarak sandalyelerden birine oturmayı başarmıştı. Ben de hemen yanıbaşındaki sandalyeye yerleştim. Mevsim artık kışa dönmüş, çırıl çıplak kalan ağaçların üzerine kardan adam gibi bembeyaz kesilmişti. Burada ilk kez kar görüyordum ve bu ister istemez içimde büyük bir heyecanın oluşmasına sebep olmuştu.
"Her yer bembeyaz olmuş Sestra. Yukarıdan biri üzerimize soğuk pamuklar döküyor. Bosna'da olduğu gibi..." Yorumuna kocaman gülümseyip tatlı gamzesinin üzerine sevgi dolu bir öpücük bıraktım. "Artık üşümüyoruz, çünkü montumuz var. Gidip doya doya kar topu oynayabiliriz." Hana hareketlenmek üzere sandalyede kıpırdanınca minik burnunu tatlı bir şekilde sıktım. "Önce kahvaltı Hana moja. Miden dakikalardır ağlıyor. Onu daha fazla üzmemeli ve bir şeyler yemelisin." Hana dudağını kırılmış hevesini hissettirerek yana hafifçe sarkıtsa da ben küçük bir ekmek parçasını sahandaki yumurtaya batırıp ağzına iliştirmekten çekinmedim. Birkaç küçük parçayı hevesle yutmuş, bakışlarını yağan kardan ayırmadan adeta pencereye bakarak dakikaları saymıştı.
Kendisine hazırladığım portakal suyunu siyah gözlerini kar tanelerinden ayırmadan iki dikişte bitirdi. Buraya geldiğimizden beri yüzünün rengi bile değişmiş, yanakları minik kırmızı bir elmayı andıracak şekilde kırmızılaşmıştı. Yerinde duramıyordu. Benim de bir şeyler atıştırmam gerektiğini düşündüğünden midir bilinmez çoktan duvardaki saate bakarak bana lütfettiği 20 dakikanın dolmasını bekliyordu.
"Sestra moja. Tiktakın üzerindeki büyük çubuk 12'nin üzerine gelince çıkacağız değil mi?" Başımı hevesle salladım. Kumandaya uzanıp çok sevdiği şirinler çizgi filmini açtım. Bu onu sabır konusunda biraz daha idare edebilirdi.
Çayımı dudaklarıma götürerek sıcak bir yudum aldığımda boğazımdaki buzların çözüldüğünü hissettim. Kurt gibi acıkmıştım aslında ama nedendir bilinmez evin bu köşesine oturunca midem düğümleniyor, tüm iştahım kaçıyordu. Sağ çaprazımda üsteğmenin evi vardı. Buraya oturduğumda her daim açık olan perdeleri ister istemez dikkatimi çekiyor, her an onu görebileceğim ihtimali aklıma düştüğünde kalbimi sıkıyordu. Sakar biri değildim ama ne zaman kapısının çarpma sesini duysam elimin ayağımın boşaldığını, uzuvlarımın birbirine savaş açıp karıştığını hissedebiliyordum. Ortalarda görünmemesi büyük lütuftu. Birkaç gün önceki seviyesiz davranışından sonra onun yüzünü bile görmek istemiyordum. Adımlarının değdiği toprağa bile neredeyse düşman olacaktım. Ona olan öfkem ve nefretim hiç dinmiyordu.
"O adamlar seni götürdüğünde bana Babinos da mama hazırladı."dedi Hana. Ağzına vermek için hazırladığım omleti bir aptal gibi bala batırdığımda "Iyyyy!"diye gevrek gevrek sırıttı. "Ballı omlet!" Önce elimdeki ekmek parçasına ardından da Hana'nın komik bakışlarına tosladım. Adı anıldığında ne yaptığımı hiç bilmiyordum. Parçayı bir kenara bırakıp, "Aferin ona! Demek arada iyi şeyler de yapabiliyor." Yeniden küçük bir parça omleti çatalla ağzına tıkıştırdım. Daha fazla üsteğmenden bahsetmese çok iyi olacaktı. Adı gibi barbar bir adamdı ki bu bile onu anmamam için yeterdi. Homurdanır gibi, "Çok özledim. Ona gitsek olur mu? Belki gelip Babinos da bizimle kar topu oynar!" Bakışlarımdaki samimiyetin kollarına akbabalar tünemiş feryat figan bağırıyordu.
"Gerek yok!" Dedim buz gibi bir sesle. "Hem onunla fazla görüşmesen iyi olur. İşi gücü vardır belki! Sana durduk yere kızmasın!" Hana gözlerini kırpıştırırken ardı ardına yeşil zeytinleri ağzıma tıkıştırdım. Hatta onun düşen yüzünü umursamayıp kocaman bir dilim beyaz peyniri de ağzıma haldır huldur itmiş, gözümden yaş gelinceye kadar Hana'nın siyah minik gözlerinin önünde çiğnemiştim. Bu adam bende yamyam hisleri oluşmasına sebep oluyordu.
"O iyi biri Sestra! Siz hep Tom ve Jerry gibi kavga ediyorsunuz." Benzetmesi kıkırdamama sebep oldu. Hana'ya istesem de uzun süre kızgın kalamıyordum. "Bence o sana Maher'den..."
"Yemeğini yer misin?"diye yükselerek lafı ağzına tıktım. Ne demeye çalıştığını anlamıştım. Allah aşkına bu kız daha beş yaşındaydı. Nereden biliyordu aşkı meşki? Ben bu yaştayken evli insanların birbiriyle arkadaş olduğunu bize aynı evin içinde oyun oynadıklarını sanıyordum. "Babinos cici... Babinos tatlıııııı..." diye civelek civelek kıkırdadı. "Hana!" Diye tepki göstermem onu zerre kadar durdurmamıştı. Yanağımdan bir öpücük alıp benim ona yaptığım gibi çenemi sıkarak televizyon ekranının başına geçti.
Umursamazca omuz silkip peynire odaklandım. Zeytinin hafif acımsı tadının ağzımda bıraktığı mayhoşluğu seviyordum. Ayşen Hanım'ın kendi elleriyle hazırladığı zeytinlerin tarifini ilk fırsatta alacağımı biliyordum. Bay küstah ortalarda görünmediği için Hana ile bahçede biraz zaman geçirmek ikimize de iyi gelecekti.
"Hadi bakalım! Kar perileri sabırsızlanıyor. Biraz önce çıkalım." Hana sopa yutmuş gibi heyecanla yerinden fırladı. Birlikte montlarımızı portmantodan alıp koşar adım dışarı çıktık. Kapıyı kitleyecek zamanı bile bulamamıştım. "Yaşasın! Kardan adam yapacağız biz! Kardan adam!"diye bağırdı. Ona yetişmek imkansız gibiydi. Tüm çocuklar çoktan dışarı fırlamış, kar sevincini doyasıya yaşamıştı. Hana elinde yuvarladığı kar topunu sinsi sinsi gülerek bana fırlattığında gerçekten hazırlıksız yakalanmıştım. "Yapma! Seni yumurcak!"
"Yumurcak değil! Bıldırcın...." Diye düzelttiğinde aklıma düşen bal rengi bakışlar gülüşümün solmasına, yüzümün öfkeden kıpkırmızı kesilmesine sebep oldu. Benim aksime Hana Üsteğmenden çok hoşlanıyordu. Gece gündüz tek konuştuğu Kürşat ve Üsteğmen Barbaros'tu. Kürşat dilimizi biliyordu bilmeye ama Üsteğmen Boşnakça tek bir kelime bile etmezdi. Hâl böyleyken nasıl anlaşıp böylesi bir arkadaşlık kurduklarını merak ediyordum.
Alnımın tam ortasına yediğim bir başka kar topuyla afalladım. Bir başkası göğsümü bulmuştu. "Of hadi ama!" Bendeki tepkiden hoşlanan çocuklar kahkahalarla gülüp üzerime birkaç kar tanesi daha attı. Ben bu mücadeleyi Bosna'da bile vermemiştim. Ayşen Hanım'ın da hoplayıp zıplayan karnına aldırmadan bize katıldığını gördüğümde çok da yanlış yolda olmadığımı anladım. Sanırım bu lojmandaki tek çatlak ben değildim. Zeren koşarak bize katılmış ve İngilizce bir şekilde bana selam vermişti. Ayşen Hanım'la boğuşmalarını, kar savaşı vermelerini keyifle izledim. Kürşat ve Erkin de kısa süre sonra oyuna karışmış, birbirlerine ölümüne saldırarak giriştikleri oyunu operasyona çevirmişlerdi. Bu savaş biraz daha devam etse muhtemelen kar topları yerine kurşunlar konuşacaktı.
"Ama Ayşen'im etme eyleme!"diye olaya giren kişi Cihangir'in ta kendisiydi. Ne dediğini anlamıyordum ama muhtemelen yine karısını kızdıracak bir şeyler konuşuyordu. Ferit kar topunu kar dağına çevirmiş bir vaziyette Cihangir'in başına fırlatınca bay kılıbığın sesi karların altında boğuk boğuk gelmeye başlamıştı. "Ulan Ferit, ulan it herif... Ben bunun intikamını almam mı? Şsssörllfhfh!" Ferit kahkahalarla güldü. "Sen oradan kurtulursan alırsın Cihangir!" Ozan eline geçirdiği kar dağını Ferit'in kafasına atınca benzer bir durumun Ferit için de söz konusu olması Hana ile gülmemize sebep oldu. Onlar karların altından çıkmaya çalışırken Ayşen'i çoktan bir kahkaha almıştı. "Deli bunlar ayol!" Lojmanın alt tarafında büyük, dik bir yokuş vardı ki yerler böyle jilet gibi kayarken aklı başında kimse oraya gidip kaymak gibi bir aptallık etmezdi.
Ozan Zeren'in üzerine minik bir kartonu fırlattığında genç kız kirpiklerime yapışan kar tanelerine kin kusar gibi Ozan'a hırladı. "Bu savaş demek! Hayatının hatasını yaptın Sırık! Canını okumak şart oldu bana!"
"Keşke canımı okusan da anlasan artık!" Dediğinde imalı bakışlar ve Zeren'in yutkunma sesi meseleyi anlamamda biraz daha etkili olmuştu. Bu Ozan içten içe Zeren'e yeşeriyordu ama genç kız onu süründürmeden kabul edecek gibi durmuyordu. Zeren elindeki kocaman kar topunu Ozan'a fırlattığında genç adam kollarını sevdiğini kucaklar gibi iki yana açıp yüzünde şapşal bir tebessümle karlara teslim oldu. Biz eğlenirken ruhsuzca karları bizi izleyen kişi Türkan'dan başkası değildi. Benimle ve diğerleriyle olabilecek en az şekilde konuşur, sert hareketleriyle ve duygusuz duruşuyla genelde diğerlerini uzaktan izleyen taraf olurdu. Güldüğüne neredeyse hiç şahit olmazdım. Ve davranışlarından anladığım kadarıyla Umut'un ona olan sevdası da herkesin dilindeydi. Umut yumuşak huylu bir delikanlıydı, Türkan ise sert ve otoriterdi. Daha çok yürüyüşü, konuşması, ses tonu bile bir erkeği anımsatıyordu. Makyaj yapmaz, etek giymez saçlarını asla erkek tıraşından daha uzun tutmazdı. Sanırım arada küfür falan da ediyordu. Ne yalan söyleyeyim anne kuzusu diye anılan bu genç adamın asla yerinde olmak istemezdim. Sebebine anlam veremesem de Türkan'ın yüreğine oturan kaya kolay kolay yerinden oynayacak gibi görünmüyordu.
Umut utana sıkıla elinde yuvarladığı kar topunu Türkan'a atmaya yeltenince genç kadının siyah kalem başları ketum bir şekilde havalandı ve alın çizgilerini belirginleştirdi. "Aklından bile geçirme çaylak! Ben böyle çocuk oyunlarının adamı değilim." Her ne söylediyse Umut'un hevesi kursağında kalmıştı. Kar topunu indirip avuçlarını sıkarak parmak aralarından sıyrılışını izledi. Bakışlarını küskünce yere indirip yüzündeki kırık tebessümle ona sırtını döndü. Sanırım Umut da Maher ve ben gibi olmazlara tıkılıp kalmıştı. Artık benim o hainle bir hayat kurmam imkansızdı ve duygularım çoktan yüreğimi terk etmişti. Onun hayatta olup olmaması bile gündemime düşmüyordu.
"Bu gün doya doya eğlenin gençler. Yarın canınız çıkacak! Benden söylemesi." Sesin sahibine dönmek istesem de yüzüme yediğim bir kartopu tüm görüş açımı kapatmıştı. Boşnakça kelimeleri duyduğumda içimdeki vatan hasreti bir kez daha depreşti. "Bu kadar kolay kurtulamazsın Alina." Bu Erkin'di. Çok fazla görüşüp konuştuğum biri olmasa da bana karşı oldukça nazikti. Ona benzer şekilde karşılık verip elimdeki kartopunu hiç esirgemeden suratına fırlattım. Kaçmamıştı. Belli ki benim aksime karla oldukça iyi bir ilişkiye sahipti.
Timin birbiriyle olan konuşmalarını duyuyordum. Keşke dediklerini de anlayabilseydim. Türkçe kursuna yazılalı iki hafta olmuştu ama kem küm seviyesinin biraz daha üzerindeydim. Bir duyduğumu hemen öğrenip beynime kazısam da iki haftada olacak iş değildi bu. Biraz daha zahmet çekmem gerekiyordu. Biz gülüp havadan sudan söyleşirken yüreğimin buz tutmasına sebep olan bir çift bal rengi bakış bedenimin kaskatı kesilmesine sebep oldu. Üsteğmen evinin verandasından bize bakıyordu. Gözlerindeki ürkütücü ifade huzursuz olmama sebep olsa da bakışlarımı bir santim bile kaçırmadım. Kendisinden korktuğumu düşünmesini istemiyordum. Haddini bilmek zorundaydı.
Erkin'in bakışları da bir süre verandaya deyip tekrar bana döndü. Yüzündeki neşe bir anda kaybolmuş ve yerini endişeye bırakmıştı. "Seninle konuşmak istediğim önemli bir mesele var Alina!" Bir bulut kalbimin üzerine çöküp ruhuma işkence yapmaya başladı. Ondan kardeşlerim hakkında bilgi bulmasını rica etmiştim. Aslında her fırsatta evine ulaşmak istiyor ama sıkboğaz etmiş olmamak için sabırla yanıma gelmesini bekliyordum.
"Düşündüğüm konu hakkında mı? Başına hafifçe 1-2 kez eğip kaldırdı. Başka bir şey için benimle konuşacağını zannetmiyordum. Etrafımızdaki insanlar coşkuyla kartopu oynamaya devam ediyordu. Bazıları ise çoktan yavaş yavaş evine çekilmeye başlamıştı. Hana'nın Cihangir ve Ayşen'e kurabiye yemeye gitmek istediğini duyduğumda benden heyecanla cevap bekleyen minik kardeşime başımı sallayarak onay verdim. Bu konuşma geçerken yanımızda olmaması en iyisiydi. Neyle karşı karşıya olduğumu bilmiyordum. Bu yüzden temkinli olmakta yarar vardı.
"Belki bir çay içmeye vaktin vardır. Demleyeli fazla olmadı." Yaklaşık 10-15 dakika boyunca burada oyalandığımızı düşününce üşümüş bedenimi yeniden o sıcak ev ortamına taşımak iyi bir fikir gibi gelmişti. Erkin güvenilir iyi bir adama benziyordu ve onu kısa bir süre evimde misafir etmemin bir sakıncası olamazdı. Karın gıcırtılı ayak seslerimize eşlik ettiğini duymuş ve ağzımızdan çıkan buharlarla evimin yolunu tutmuştum. Ona bakmamak için kendimi zor tutuyordum. Neden bizi bu kadar dikkatle izlediği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Anahtarı çevirip evin kapısını açtım. Aklımda sadece üsteğmen ve tuhaf davranışları vardı.
İkimiz de evi ulaşır ulaşmaz derin bir soluk verip rahatlamıştık. Dışarısı o kadar soğuktu ki neredeyse kalorifere sarılarak tüm günü geçirebilecek kadar üşümüştük. "Hoşgeldin!" dedim sandalyeleri çekerken. Birkaç parça kahvaltılığı görünce yanaklarım hafifçe kızardı. "Kusura bakma biraz dağınık! Hana kartopu oynamaya öyle hevesliydi ki bunları toparlayacak zamanı bir türlü bulamadım." Kahvaltılık tabaklarını toparlayıp dolaba yerleştirdim.
"Çayını nasıl alırsın?"
"Koyu!" Aslında bir an önce konuya girmek için sabırsızlanıyordum ama kendisini başımdan savmak istediğimi düşünmesini de istemiyordum. Kendime bir fincan çay koyduktan sonra kendiminkinden biraz daha koyu olarak onun çayını hazırladım. Evime gelen nadir misafirlerden biriydi. Bu yüzden ona Hana için yaptığım kurabiyelerden ikram etmenin hoş olacağını düşündüm. Meyveli ve kakaolu kurabiyeleri elmalı olanlarını da ekleyip çiçekli hoş bir servis tabağına boşalttım. Ah şu üsteğmen! Beni bütün çiçeklere düşman etmişti.
"Bugün şanslı gününüzdesin! Evde büyük bir kurabiye bolluğu var." Yanaklarında tatlı bir kırışıklık meydana geldi. Barbaros Üsteğmen kumralken Erkin daha esmere yakın koyu siyah saçlara sahipti. Yüz hatları biraz daha zayıf olsa da güzel bir duruşa sahip olduğunu itiraf etmeliydim. Daha ağır başlı ve hassas bir duruşu olduğu ilk bakışta göze çarpıyordu. Fincanı onu uzattığımda ellerinin titrediğini fark ettim. Yüzünde belirgin bir endişe ve hüzün vardı. Sanki tebessümü bile beni oyalamak, teselli etmek içindi. Bakışlarım gayriihtiyari yan komşumun verandasını buldu. Hâlâ oradaydı. Neredeyse gözlerini hiç ayırmadan bizi izliyordu. Neden bu kadar dikkat ettiğini bilemiyordum ama bu durum huzursuz olmama sebep olmuştu.
İstemesem de defalarca bakışlarımı kaçırmış ve karşımda duran Erkin'e yoğunlaşmayı bir türlü başaramamıştım. Onun gözleri de üsteğmen ile aramızda defalarca gidip geldi. Bakışlarını yere indirip huzursuz bir nefes verdiğinde konunun ne zaman kardeşlerime geleceğini ben de çok merak ediyordum. Sırf bir şey söylemiş olmak için, "Kar bir anda bastırdı."diye geveledim. Çay kaşığı karıştırmaktan çay bardağımın içinde minik bir hortum oluşturmuştu. "Hazırlıksız yakalandık." Diye karşılık verdi. "Sanırım çatıyı şimdiden temizlemem gerekecek. Yerler jilet gibi." Sözleri dudaklarımda küçük bir tebessüme sebep olsa da konuyu daha fazla uzatmak istediğimi hiç sanmıyordum.
"Evet sanırım öyle." Fincanı çay kaşığıyla bir kaç kez daha karıştırıp sıcak çayımı dudaklarımla buluşturdum. Birkaç kez dudaklarını birbirine bastırıp parmaklarını çıtırtılı sesler çıkaracak şekilde eğip büktü. Karşımda bu kadar heyecanlanması ve gerginleşmesi dikkatimi çekmeyecek gibi değildi. Boşnakça konuştuğum nadir insanlardan biriydi. Bu anlamda Erkin'e ayrı bir samimiyet duyuyordum. Bu telaşının sebebinin kardeşlerim olabileceği aklıma gelir gelmez, elimi kalbimin üzerine bastırma ihtiyacı hissettim. Sanki yeterince o kaslı dokuyu sıkıştırırsam canım acımaktan vazgeçecekti.
" Türkçe dersleri nasıl gidiyor?" Konuyu uzattıkça uzatıyordu. Esas meseleye gelmek neden bu kadar zordu? O kurabiyelerden kakaolu olanın tadına bakarken omuzlarımı dudaklarımın hizasına kadar silktim. Bir yandan da hissettirmeden üsteğmenin verandasını kontrol ediyordum. Sallanır koltuğunda kaygısızca yüzündeki soğuk ifadeyi gizlemeksizin bizi izliyordu. Hemen bakışlarını çevirip gülümsemeye çalıştım. "İyi aslında! Hatta beklediğimden daha iyi! Artık az çok konuşulanları anlamaya başladım. Çoğunu yorumlayarak tamamlıyorum ama bu da bir adım. Zamanla daha iyi olacağını düşünüyorum. Hem..."
"Hem..." Burnumu kırıştırıp çekingen bir şekilde gülümsemeye çalıştım. "Aslında bayağı yalnızım. Gurbet zor!" Hemen ardından derin bir nefes alıp pot kırdığımı düşünerek belirgin bir şekilde telaşlandım. "Yani yanlış anlama lütfen! Türkiye çok güzel bir ülke, insanları da çok samimi. Fakat insan vatan hasretini ne yapsa kalbinden kolay kolay uzaklaştıramıyor. Ardımda bıraktığım cehennemi düşündükçe yediğim ekmekten içtiğim sudan bile utanıyorum. Biliyorsun. Hâlâ ailemden geriye kalanları bulamadım. Onlara ulaşmak en azından iyi olup olmadıklarına dair haber almak istiyorum. Ama..." Daha fazla devam edemedim. Bir haykırış dudaklarımda kafese takılmış bir güvercin gibi çırpındı. Söylemek istediğim çok şey vardı. İçimde birikenleri ifade etmek zordu.
"Ama..." dediğinde bakışlarım ahşap masadaki desenlerden kurtulup onun koyu kahverengi gözlerine düştü. Oradaki pırıltılar ve bakışlarındaki hisli efkar dumanları gözlerimi yeniden kaçırmama sebep oldu. Henüz yeni tanıştığımız halde ondan başını ağrıtabilecek bir ricada bulunmam hoş değildi. Sık boğaz etmemde... Fakat dayımdan ve Erkin'den başka kimseye güvenemiyordum. İnsanların ne kadar kötü olabileceğini görmüş ve şu saatten sonra ayağımı denk almayı öğrenmiştim.
"Ama işte! Bazen hangi kelimenin içine hangi duyguyu sığdıracağını bilemezmiş insan. Acı, üzüntü, elem... İçimde kopan fırtınaları düşününce hangisini kendime daha çok yakıştırırım emin olamıyorum. Savaş günlerinde sıcağı sıcağına yaşadığım acıları yeterince idrak edememiş ve ellerinden kayıp giden sevdiklerimin yasını bile tutamamıştım. Acı çekmeye bile zamanımız yoktu. Öyle bir yaşam mücadelesinin içindeydik ki güçlü olmak için duygularımızı bile kalbimizde boğmaya çalışmıştık." Gözlerim hafifçe dolduğunda derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Yanında ağlamak istemiyordum. Biliyordum güçlü olmak hissiz olmak demek değildi ama utanıyordum işte! Savaştan önce gözyaşı dökmek nedir bilmeyen bir insandım. Şimdi yaşadığım şeylere ağlamak gururuma ağır geliyordu.
"Sen güçlü bir kadınsın Alina. Bosna'da yaptığın şeyleri hiçbir zaman kötüyü karşılayamadım. O insanların halkına ne çok zulmettiğini biliyorum. Halkını korumak ve bu savaşı bitirmek için çabaladığının farkındayım. Senin yaşadığın ağır şeyleri yaşamadan asla seni gerçek anlamda anlayamam." Dostça yaklaşımı nemli gözlerimin arasından tebessüm etmeme sebep oldu. "Gösterdiğin yakınlık için teşekkür ederim. Sen iyi kalpli bir adamsın Erkin Karaca."
"Sanırım biraz zamana ihtiyacım var. Çalışmak istiyorum. Hana burada çok mutlu. Çocuk kalbi hemen insanları benimseyip yaşadığı yere uyum sağladı. Türkçe öğrenmesi benim için çok önemli. Böylece arkadaş edilmesinden de hiçbir engel kalmayacak. Onu kreşe göndermeyi düşünüyorum. Belki anaokulu... Böylece hem sosyalleşir hem de okula hazırlık niteliğinde dilini geliştirir." Bakışları belli belirsiz hareketlendi. Sanırım söylediklerime şaşırmıştı. "Ne iş yapmayı düşünüyorsun? Yani çalışmak için... "
"Sanırım kendi mesleğimi yapacağım. Hemşirelik... Kafamı dağıtıp sosyalleşmem için bu iyi bir tercih olacak." Yüzünde buruk bir tebessüm belirmişti. "Sana hemşire kıyafetleri çok yakışacak. Üstesinden gelebileceğini biliyorum." Onunla konuşmak çok iyi gelmişti. Yanımda olduğunda kendimi daha iyi hissediyordum. Erkin Karaca iyi bir dosttu.
"Ben aslında kardeşlerim hakkında seninle konuşmak istemiştim." dedim lafı daha fazla gevelemeden. Bu kadar bile sabredebildiğime şaşırıyordum. Yüzünde beliren hüzünlü ifade canımı sıkmıştı. Bana güzel haberlerle gelmesini umut etmiştim ama görünen o ki savaş insanların umutlarını kökünden yiyip bitiren kan emici bir asalak gibiydi. İstesem de iyi şeyler umamıyordum.
"Erkin!" Bileğini hafifçe sıktım. "Bana açık ol lütfen! Kardeşlerimden bir haber var mı? Yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmek istiyorum." Başını onaylar gibi sallayıp boşalan çayındaki son yudumu da midesine indirdi.
"Senden sonra detaylı bir şekilde araştırma yaptım. Biliyorsun, sınır ötesi operasyonda Bosna'ya giden pek çok Türk askeri var. Bu yüzden emin olmadan bir şey söylemek istemedim." Yutkunduğunda nefesimi tutmuş sözlerinin devamını bekliyordum. Benden bakışlarını kaçırması ve ellerinin titremesi hayra alamet değildi. Kendimi en kötüsüne hazırlamıştım. "Ne olmuş? Sadece tek bir söz Erkin!"
"Üzgünüm Alina. Ne yazık ki hayatta değiller! Ben ne diyeceğimi bilemiyorum." Bir anda ayağa kalkıp Erkin'in hüzünlü bakışlarının arasında kalbimin üzerine sımsıkı bastırdım. Nefes alamadığımı hissediyordum. Başım dönüyordu. Sanki gökyüzü parça parça avuçlarıma dökülmüştü. Kendimi iyi hissetmediğimi fark ettiğinde beni kolumdan kavrayıp ayakta tutmak için çabaladı. "İyi misin? Beni duyuyor musun?" Başımı titrek bir şekilde sallayıp nemli bakışlarımı tek bir yere odaklandım. Hayır ağlamayacaktım. Yüreğimdeki tüm feryadı bu genç adamın önünde boşaltmayacaktım.
"İyi değilsin!" Dediğinde çarçabuk toparlanıp avuçlarımı ateş topuna dönen yanaklarımda dolaştırdım. Ardından şakaklarım parmak uçlarımdan küçük baskılar görerek toparlanmama katkı sağladı. Yüzümdeki hüzünlü tebessümü ve ölü toprağını bir kenara savurup gülümsemeye çalıştım. "I-iyiyim ben! Çok çok iyiyim hem de!" Titrek bir şekilde başımı salladığımda o da aynı şekilde mimikleriyle beni onayladı.
"Biliyorum iyisin! Hem de çok iyisin!" Dudaklarım birkaç kez bir şeyler söylemek için aralanmaya çalıştı fakat nafile sesim bile beni terk etmişti. Masaya eğilip fincanları toparlamaya çalıştım. Fakat Allah'ın belası fincanlar adeta dans ediyor elimin altından kayıp sert zemini boylamak için fırsat kolluyordu. "Kahretsin!" Diye bağırdım. İçimden taşmak için fırsat kollayan tüm öfke ve acı bu haykırışı kendine yuva edinmişti. Ellerimi beni sakinleştirmek ister gibi kenara çekti. "Önemli değil ben hallederim." Fincanları elimden alıp daha fazla bir şeyleri kırıp dökmemen için beni kenara çekmeye çalıştı. Hissizce bir noktaya bakıyor ve içimdeki acıları olabildiğince dışarıya yansıtmamaya çalışıyordum.
" Şu kurabiyelerden al götür! Hana hepsini yiyemez! Hem..." Yutkundum. Kelimeler bile dilimin ucunda dans ediyordu sanki. " Ben sonra daha iyisini yaparım. Yaparım değil mi?"
"Yaparsın Alina! Hem de en iyisini yaparsın!" Başımı sallayıp onayladım. Aramızdaki sessizlik uzayıp gittikçe beni yalnız bırakmasına duyduğum ihtiyaç da o oranda arttı. " Sanırım gitsem iyi olacak!" Dediğinde yüzümde beliren rahatlamayı fark ettirmemek için çabaladım.
"Evet sanırım!" Ne söylediğimin farkına vardığımda, "Yani şey! Özür dilerim ben!" diye düzelttim. Ne söylediğimi bilmiyordum ve hislerimi açık etmekten kurtulamıyordum. "Önemli değil! Ne hissettiğini anlayabiliyorum. Biraz zamana ihtiyacın var." Bakışlarım unuttuğum bir şeyi hatırlar gibi yeniden üsteğmenin verandasında dolaştı. Ayağa kalkmış bizi eskisinden çok daha büyük bir dikkatle izliyordu. Bu ne küstahlıktı böyle! Bu adamın nasıl bir amacı vardı ki beni böyle dikizleme hakkını kendinde bulabiliyordu? Sanki sen yapmıyorsun! Hiç sesimi lanetler edip kalkmak için ayaklanan Erkin'in peşinden gittim. Onu yolcu etmek ve içimdeki bu yası doya doya rahat rahat yaşamak istiyorum. Kapıyı açmamla birlikte kışın ayazı sıcacık odamın içine doldu. İçim titremişti. Ellerim kollarımı sımsıkı sarsa da bedenimi ısıtmaya gücüm yetmedi.
Erkin, üsteğmenin verandasına bakıp kısa bir süre duraksadı. Birbirlerine anlam veremediğim bir şekilde uzun uzun baktılar. Daha sonra genç adam başını eğip ardından kendisini takip eden bakışlarıma aldırmadan karanlığa karıştı. Evler sıra sıra dizilmiş olsa da benim evimden biraz daha uzak bir köşeye yolu düşüyordu. Birkaç basamaklı merdiveni inip kapımı kilitledikten sonra kendimi aralık olan kapıdan dışarı bıraktım. Ayağımda üzeri açık ev terlikleri vardı ve ayaklarım çıplaktı. Kara değen ayaklarımın her geçen dakika ısısını kaybettiğini biliyor ve soğuğun derimi dilim dilim kesmesine izin veriyordum. Şömine bacalarından tüten dumanlar ciğerlerimde küçük bir yangı bıraksa da aynı ruhsuz yürüyüşüme devam ettim. O an süs havuzu dikkatimi çekti. Bahar geldiğinde buralara kuşlar için yemler bırakılır, hayvanlar doysun ve üşümesin diye her mevsim evin girişlerine asılan minik kuş evleri her hanede kendine yer bulurdu. Şimdi o evlerden bir tanesini asıldığı yerden düşmüş bir şekilde havuzun hemen kenarında buluyordum.
Çatılı, ahşap minik kuş evini dizlerimi kırarak yerden aldım ve incelemeye başladım. İçinde bir miktar çalı çırpı olsa da çoğu ince telden düşmenin etkisiyle kuşların girmesi için açılan aralıktan yere dökülmüştü. Daha vahim olanı ise üç tane yumurtanın da bu düşüşün etkisiyle kendini yerde bulmasıydı. Yumurtalardan ikisi kırılmış paramparça olmuştu, diğeri ise mini ağaç dallarının üzerinde hâlâ varlığını kırılmadan devam ettiriyordu. İçinden dökülen o yapışkan sıvıya hüzünle baktım. Rüzgâr ilk defa bu hayvanlara zalimce davranmıyordu. Yanlış yerden esmiş, onları doğduğuna doğacağına pişman etmişti. Henüz çok zayıf oldukları için kendilerini koruyabilecekleri bir durumda değillerdi. Sadece tek bir yumurtanın sağlam kalabildiğini görebiliyordum. Ne yazık ki onun için de hayat eskisinden daha iyi olmayacaktı. Annesi dağılan bu yuvayı gördükten sonra üzerine kapanık kuluçkaya yatmayacak ve onu ölüme terk edecekti. O da benim gibi gurbeti ve sahipsizliği iliklerine kadar hissedecekti.
Bakışlarımı onlardan çevirip süs havuzunun etrafını süsleyen mavi çiçeklere mıhladım. Artemis çiçeği... Çiçeklere düşman biri sayılmazdım. Onları sevdiğim bile söylenebilirdi ama bu çiçekleri oraya kimin koyduğunu bilmek içimdeki tüm o sıcak duyguları öldürmüştü. Ayağımı sertçe havuzun dibindeki beton girintiye geçirip tüm saksıları devirdim. Bu hareketim çıplak ayağımın acımasına ve tırnaklarımın kanamasına sebep olmuştu. İçimden bir feryat yükseldi. Karı ve bedenimi örseleyişini umursamadan haykıra haykıra ağlamaya başlamıştım. Gözyaşlarım yüzümü birkaç saniyede sırılsıklam yapmıştı.
Verendanın ahşap basamaklarından inen ve karın içine batıp çıkan ayaklarıyla gıcırtılı sesler bırakarak yanıma gelen üsteğmeni fark etmiştim. Fakat ona dönüp bakmamış yüzümdeki acıyı da görmeyeceği bir şekilde gizlemiştim.
Adımları yaklaşık 2 metre sağ tarafımda durdu. Haykırışlarımı susturup bakışlarımı karlı zemine mıhladım. Hâlâ yüz yüze gelmememiz büyük bir nimetti. Sessizlik aramızdaki tek şey olsa da bu huzur bozucu iklimi daha beteri ile değiştiren yine ben olmuştum. Saksılardaki artemis çiçeklerinden birini sertçe kavrayıp tüm hıncımı ve öfkemi boşaltır gibi ayaklarının dibine fırlattım. Gözlerim nefretten ateş saçıyordu. "Bu Allah'ın belası çiçekleri buraya sen getirdin değil mi?" Gözleri üzerimde öldürücü bakışlarını devam ettirse de ben asla onun kadar soğukkanlı ve durgun kalmayacaktım. Sert bir tekmeyi havuzun kenarındaki saksılara indirip gözlerinin önünde paramparça olmalarını sağladım. "Bu süprüntüleri daha ne kadar etrafımda dolaştıracaksın söylesene!" Onunla konuşa konuşa İngilizcem bile gelişmişti. En ufak bir duraksama göstermeksizin anadilim gibi derdimi anlatır olmuştum.
Üzerine yürüyüp çekinmeden onu göğsünden sertçe ittim. Küçük bir adım sendelese de karşımda dimdik durmaktan vazgeçmemişti. Üzerinde üniforması yoktu, fakat uzun parkası dikkatimden kaçmamıştı. Gözleri donuktu. Kısa asker traşı olan saçlarının üzerine yer yer minik kar taneleri ilişmişti. "Evet!" diye bağırdım. "O sevgilin olan gazeteci kızı ben öldürdüm! Hazel Öztürk'ün katili benim duydun mu? Zerre kadar pişmanlık da duymuyorum! İnsanları öldürmekten artık rahatsız olmuyorum anladın mı? Tamam mı yeter mi?" Onu sertçe bir kez daha ittim fakat bu sefer göğsüne acı verici bir darbe indirmekten ve tüm gücümü kullanmaktan çekinmemiştim.
"İtiraf ediyorum Allah'ın belası bir katilim! Şimdi tatmin oldun mu üsteğmen? İçindeki o ateş söndü mü? Yaşamayı bile hak etmiyorum!" Titrek yüz ifadem ve dolu dolu gözlerim hâlâ gözlerinden gizli değildi. Haylaz bir çocuk gibi sağ elimi göğsümün üzerinde okşar gibi dolaştırdım. "Oh canıma değsin! Senden mutlu olduğun o hayatı çaldım ya... Kendimi zerre kadar kötü hissetmiyorum! Ben acılar içinde kıvranırken senin mutlu olmanı istemedim işte! Ben yaptım. Artık suçlamaların sözde kalmayacak! En başından beri duymak istediğin şeyleri söylüyorum sana! İçindeki ateş biraz olsun söndü mü?"
Kızacağını düşünmüştüm fakat tepkisizliği dakikalar boyunca tüm tahrik çabalarıma rağmen devam etti. Bal rengi gözlerine intikam hırsı değil hüzün çökmüştü. Dudaklarımdan firar eden bir hıçkırık öfke nöbetimin ve kin gösterimin tüm büyüsünü bozdu. Kinayeli bir el hareketiyle gözümden akan o bir damla yaşı tenimi yırtar gibi sildim. Gözlerimizi birbirinden ayırmıyorduk. Artemis çiçeklerinin bulunduğu saksılardan birini daha kavrayıp komutanın ayaklarının dibine attım. Geri çekilmemiş gözleri kırılan saksı ile benim yüzüm arasında birkaç kez mekik dokumuştu.
"Bu iğrenç çiçekleri de alıp hayatımdan defol! Duydun mu beni defol!" Hıncımı alamayıp 1-2 saksıyı daha sertçe ona fırlattım. Amacım yaralamak ya da zarar vermek değildi. Canım acıdığı halde onun canını yakma amacı gütmüyordum. İndirdiğim tüm darbeler bedenini değil ruhunu hedef almıştı. Beni sarsarak kollarımdan yakaladı ve tuhaf bir şekilde göğsüne bastırdı. Soğuk dudaklarımızdan buharlar çıkmasına sebep olmuştu. Ayaklarımı hissetmiyordum. Parmak uçlarım dilim dilim kesilmiş gibi sızlıyordu. Benim ayrı ruhum ayrı acıyordu. Ayaklarımız dib dibe göğüs kafeslerimiz etten bir paravanla hemhal olmuştu ve tuhaftır uzaklaşmak için bir çaba sarf etmiyordum. O minik dalların arasındaki zavallı yumurtayı işaret ettim. "Rüzgâr benim de ailemi tarumar etti. Ben de bu zavallı yumurta gibi kimsesizim artık! Yeterince bedel ödüyorum! İçin rahat olsun senin intikamını kader çoktan aldı." Gözleri yumurtada dolaştı ve sonunda yuvasını bulan bir serçe gibi yeniden beni hosunlarım yerleşti.
Üzerindeki ölü toprağını atıp ciğerlerindeki nefesi başını göğe doğru yatırırken bıraktı. " Allah'ım sen sabır ver! Ne günlere kaldık ya!" Bunları Türkçe söylediği için anlamamış kafamda kocaman bir soru işareti ile alık alık yüzüne bakmıştım. Bana kıyasla çok daha sağlıklı yüzü olduğunu kabul etmeliydim. Yaşadıklarımdan sonra tenim belirgin bir şekilde solmuştu. Bu solgunluğa soğuk, karlı hava eşlik edince titrek üşüyen halim gözüne batmış olmalıydı.
"Buz tutmuşsun! Ayaklarının feci halini düşünmek bile istemiyorum. O terlikler karda yürümek için değil hanımefendi!" Biraz önce söylediklerimden sonra bana verebileceği cevap kesinlikle bu olmamalıydı. Her zaman yaptığı gibi bağırıp çağırmalı ve geçmişteki olaylar için tüm nefretini kusmalıydı. Bunun yerine üzerindeki uzun kahverengi parkayı çıkarıp zoraki bir şekilde omuzlarıma bıraktı. "Şunu giy! Belli ki içeri hemen girmeyeceksin! Daha fazla beklemeni istemiyorum. Çok Üşümüş olmalısın!" Omuzlarıma bırakmaya çalıştığı parkayı elimin tersiyle geri ittim.
"Beni düşünme üsteğmen! Merhametine ihtiyacım yok!" Onu ardımda bırakıp kara bata çıkan ilerlemeye çalıştım. Ayaklarım soğuktan cam parçalarının üzerinde yürüyormuşum gibi sızım sızım sızlıyordu. İster istemez bu durum yürüyüşümü de bozmuştu. Yüzümdeki acı dolu ifadeyi görmediği için Allah'a şükrettim. Bana acımasını istemiyordum. Hiçbir acı onun merhamet dolu bakışlarından daha kötü değildi. Cebimden anahtarı çıkarmak istedim. Yoktu. Kapıyı zorladım. Açılmıyordu. Yüzümü hafifçe çevirdiğimde hâlâ orada bana baktığını görebiliyordum. Bir şeylerin ters gittiğini anlamış olmalıydı. Lanet olsun! Resmen her şey aleyhime işliyordu.
İçimden taşan öfke seli kapıyı dövememe tüm hıncımı zavallı kapıdan çıkarmama sebep oldu. Beni arkamdan sertçe kavrayıp kapıdan uzaklaştırması 5 saniyesini almıştı. Karla karışık yağmur başlamıştı ve daha ilk saniyelerde sırılsıklam kalmıştık. Ellerim karnımın üzerindeki ellerini çözmeye yeltendi. Yerimde tepinmem ve tırnaklarımı el yüzeyine geçirmem içinde bulunduğumuz pozisyondan kurtulmama izin vermemişti.
"Bırak dedim bırak!" Sesim miladını tamamlayan gücümü ele veriyordu. "Delisin sen! Bu soğukta yapılacak şey mi bu? İçeri girmeliyiz!" Nihayet beni bırakmıştı. "Giremem!"dedim sızlanır gibi. "Kapı kilitli!" Bileğimi kavrayıp "Bana gel!" Dedi. Bir deliden daha iyi durumda olmadığımı anlamıştı. Bu yüzden beni evine götürmek istiyordu. Bileğimi avuçlarından kurtarıp "Ölürüm de gelmem!"dedim. Oflaması hızlanıp beni sırılsıklam eden yağmurun yanında sinirlerimi bozmakta yetersiz kalmıştı.
"İnad etme göçmen kızı! Donacaksın!" Yüzümü çevirip inatla kapıya yöneldim ve umutsuzca kapıyla bakıştım. "Benden günah gitti!" Beni bir bavul gibi belimden kavrayıp evine doğru sürükleyerek götürmeye başlamıştı. "Haydut! Senden yardım falan istemedim. Dokunma bana!" Bir şey söylemeden yüzündeki katı ve ciddi ifadeyle tekmeler gibi kapısını açıp beni içeri bıraktı ve hemen ardından kapıyı sertçe ardımızdan kapattı. Ben gitmek için kapıya yönelirken anahtarla kapıyı kilitlemiş ve çekip gitmem için son umudumu da öldürmüştü.
"Şu saçmalığına bir son ver üsteğmen! Yoksa bağırıp tüm lojmanı başına toplarım." Umursamadan yanımdan geçip kalorifer peteğine buz tutan ellerini yerleştirdi. "İstersen dene! Karı koca kavgası der geçerim."
"Ben senin karın değilim!" Dedim sayıklar gibi kinle. "Ben de derdinden ölmüyorum!"diyerek alayla sırıttı. İçerdeki odalardan birine girip havluyu kafama attı. Bir anda tüm görüş açım kapanmıştı. "Şunla kurulan!" Havluyu yılgınlıkla indirip yeniden ona fırlattım. "Maşallah her hareketinden asalet akıyor!"
"Mersi!" Bunu yatak odasındaki çekmeceden çıkardığı elbiseyi bana uzatırken söylemişti. Bakışlarım elbisede oyalandı. Sade ve kaliteli jile tarzı triko bir şeydi. "Şunu giy!" Bakışlarım elbise ile bal rengi gözler arasında gidip geldi. "Ölsem giymem onu! Kime ait olduğunu anlamak hiç zor değil!" Elbiseyi sertçe göğsüme yerleştirdi. "Ben de giydirmek için ölmüyorum! Ama mecburuz! Sana uyacak başka bir şeyim yok!" Elbiseyi hınçla yere fırlattım.
"Donmayı tercih ederim. Ölü sevgilinin artıklarına kalmadım!" Yüzü düşmüş gözleri bir düşmana dokunur gibi ölüm solumuştu. Yerdeki elbiseyi alıp gözlerimin önünde kanepeye bıraktı. "Sabrımı taşırıyorsun! Yardım etmeye çalışıyorum." Dişlerimi sıktım. "Etme! Yardım falan etme! Sen sadece ölü sevgilinin elbiselerine sarılarak hayaletiyle yaşa!" Bu durumun beni rahatsız etmesinden hoşlanmamıştım.
"Onun hatıraları bile seninle geçirdiğim korkunç dakikalardan iyidir."
Kapıya yönelip çekip gitmek istedim fakat yeniden önüme geçip engel oldu. "Gitmeme ne hakla izin vermezsin?"
"Hana geceyi Cihangirlerde geçirecekmiş. Uyuyakalınca kıyamamışlar. Bu gece yalnız kalma! İyi görünmüyorsun!" Şimdi kapıyı kırıp beni içeri göndermek dururken neden yanında tutuğu anlaşılmıştı.
"Hıh!"diye histerik bir şekilde gülümsedim. "Neden? Kendime bir zarar vermemden mi korkuyorsun? Merak etme yapmam! Bunları aşalı çok oldu. Üstesinden gelebilirim, hep geldim!" Gözlerinde gördüğüm şey suçluluk duygusu muydu? "Biliyorum!" Bana odalardan birini işaret edip "Orada anneme ait bir dolap var. Elbiseler bol gelir ama kıyafetlerin kuruyana kadar iş görür!" Kıyafet beğenmeyecek durumda değildim. Omuzlarımı düşürüp odaya geçtim ve çiçekli bir basmayı üzerime geçirip ıslak saçlarımı omzumun üzerinde buluşturarak koltuğa oturdum. Sıcak elektrikli sobayı bana doğru çevirdiğinde bedenim çözülmeye başlamıştı.
Dakikalarca sessiz kaldık. Burada ne işim vardı bilmiyordum. Aptallık ediyordum. Gözlerim uyku uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bal rengi gözlerine baktığımda o harelerin arasına sığınan alevleri görmek mümkündü. "Annemin kıyafetleri yakıştı." dedi suratında kırık bir tebessümle. Kollarımı kaldırıp bedenime beş beden büyük gelen elbiseye baktım. Çuval giymiş bir kediden farkım yoktu. "Yaaa ne demezsin! Harika görünüyorum!" Kıkırdadı. Bana her baktığında bıyık altından güldüğünü fark ediyordum ama onunla tartışacak gücüm bile yoktu.
"Artemis çiçeğinin son moda muhteşem kıyafetleri. Başına da al bir yazma bağlasak o Yeşilçam filmindeki kadın gibi olacaksın. Ben de İlyas olurdum herhalde. Benim kamyonum yok ama üstü açık jipim var. İdare edersin artık!" Ne dediğinden hiçbir şey anlamamıştım. Hangi filmden bahsediyordu? Ben henüz Yeşilçam filmlerinin çoğunu izlememiştim.
"Umarım canımı sıkacak bir şeyden bahsetmiyorsundur üsteğmen. Senin hayır konuştuğunu hiç duymadım." Kaşlarını çatıp ciddiyetimi ölçtü. "Film diyorum. Üzerindeki basma elbise ile oradaki köylü kızına benzedin. Buralarda İlyas ve Asya'nın aşkı meşhurdur." Filmi izlemesem de az çok demek istediğini tahmin edebiliyordum. "Sen ve ben... Dünya ortadan ikiye yarılsa, gökyüzü ateş alıp kavrulsa bizden bir sevda çıkmaz üsteğmen. O film hangisidir bilmem. Ne anlatır merak da etmiyorum. Bildiğim tek şey asla bir araya gelemeyecek iki yanlış insan olduğumuz. Ve..."
"Ve..."
"Kader, en büyük oyununu bir şekilde beni senin nikahına düşürerek yaptı. Birbirine düşman iki insanı aynı sayfaya karı koca olarak yazdı. Kağıt üstünde..." Son kelimelerimi kinayeli bastırarak söylemiştim. Sözlerimi duygusuzca dinledi. Sessizliği onaydan başka bir anlama gelmiyordu. "Haklısın! Zaten aksini iddia etmedim. Derdinden ölmüyorum." Histerik bir şekilde güldüm. Bunu söylemesine gerek bile yoktu.
Zil çaldı. Gözlerim huzursuzca kapıya odaklandı. Burada olduğumu birinin görmesini istemiyordum. Bu evliliğin gerçek olmadığını biliyordum.Biliyorlardı. Hâl böyle olunca şu anki durumumuzu yanlış anlamaları işten bile değildi. Kilitli kapının ardında Erkin'in esmer yüzü belirdi önce. Siyah gözleri önce Barbaros'a ardından da bana ulaştı. Yüzünün rahatsızca kasılması ve bakışlarından yüreğine sirayet eden o gerginlik dikkatimden kaçacak gibi değildi. "Ben şey... "
"Sen!" Diye karşılık verdi üsteğmen. Erkin bocalar gibi ıslak saçlarıma ve bedenimin belden aşağısını örten battaniyeye baktı. Ardından gözleri üsteğmenin ıslak saçlarında ve kısmen ıslak olan kıyafetlerinde dolaştı. Yutkunuşunun sesini sanki o mesafeden bile duymuştum. " Kusura bakmayın rahatsız ettim. İşle ilgili bir konu için gelmiştim. Neyse!" dedi bedenini bizden olabildiğince çevirmeye çalışırken. "Ben gideyim. Belli ki pek uygun bir zamanda gelmedim. Yarın görüşürüz!" Sesin titremesi dudaklarımı dişlerimin arasına alıp utançla kızarmama sebep oldu. Kim bilir neler düşünüyordu hakkımda. Kendisini evden gönderip teselliyi komutanın kollarında aramıştım. Yani en azından o böyle olduğunu sanıyordu.
Üsteğmen hiçbir şey söylemeden ardından kapıyı kapattı. Bir açıklama yapacakmış gibi öne çıkmasını fark etmiş ve aklından geçenleri sanki okumuştum. Hiçbir şey söylemeden tam karşımdaki berjere kendini rahatça bıraktı. "Yarın kapı için çilingir çağırır gerekeni yaparım. Şimdi uyu. Bugün epey yoruldun!" Cümlesindeki imayı kinayeli bir bakış tamamladı. Doğru anlayıp anlamadığımdan emin olmadığım için bir şey söylemek istemedim. Saat epey geç olmuştu ve uyumak çok daha doğru bir tercih gibi gelmişti. Odasına gidip yatabilirdi fakat bunu yapmıyordu. Sanki bana göz kulak olma derdindeydi.
İki büklüm olacak şekilde bacaklarımı karnıma çekerek başımı küçük yastıklardan birine bastırdım. Ağlamıyordum aslında fakat gözyaşlarım benden bağımsız bir şekilde akıp yastığı sırılsıklam etmişti. Ben yas tutmayı bile beceremiyordum. Ve en kötüsü de yanımdaki adam derdimi biliyor, halimden anlıyor ama destek olmayı yaralarımı sarmayı beceremiyordu. Aramıza koyduğu sınırlar ancak bu kadarına müsaade edebilmişti. Bir beklentim yoktu aslında. Sadece bu kadarını da yapmasını istemezdim. Yarım olan hiçbir şeyi sevmezdim ben. Ya hiç olmamalı ya da tamamen benim olmalıydı.
Kabus dolu bir sabaha gözlerimi açtığımda ilk önce nerede olduğumun ayrımına varamadım. Elektrikli soba hâlâ yanıyordu fakat sobanın sahibi ortalarda yoktu. Televizyonun üzerindeki nota göz attım. Göreve gittiğini yazmıştı. Nezaket icabı kapıyı çekip gitmemi istememişti ama bunu yapmam gerektiğinin ayrımına varacak kadar akıllıydım. Benim için bıraktığı anahtarı aldım. Üzerimdeki elbisenin baldırıma kadar sıyrıldığını fark edip toparlanma ihtiyacı hissettim. Evdeki eşyalarımı toparlayıp kendimi dışarıya attım. Ürkek ve utangaç ruh halim etrafımdaki bazı insanların dikkatini çekmişti. Ben küçük adımlarla kendi evime doğru yol alırken bakışmalar ve imalı tebessümler yanaklarımın kızarmasına sebep oldu.
Üsteğmenin bana bıraktığı anahtarı anahtar deliğine yerleştirdiğimde duyduğum sözlerle neye uğradığımı şaşırdım. "Ben sana ateşle barut yan yana durmaz demedim mi? Geç bile kaldılar! Yakında bebek haberlerini alırız!" Bölük pörçük sözlerden bir şey anlamasam da konuşulanları zihnimin bir kenarına yazmıştım. Onun evinden çıkmam muhtemelen zihinlerinde belli başlı kötü fikirler oluşturmuştu. Bunları önemsemeyecek kadar yaralıydım. İstediklerini düşünebilirlerdi. Aklımda buraya yerleşmek gibi bir fikir yoktu.
***
Özel kuvvetler komutanlığı 1993
Barbaros oturduğu gri masada yumruklarını sıktı. Gözleri keskin bir şekilde kendisine talimatlar veren albayının üzerinde dolaştı. Zihni sadece dinlediklerine odaklansa da öfke yine kulaklarından taşıyordu. Albay sırtına geriye doğru yaslayıp, "Buna izin veremeyiz üsteğmen!"dedi. Bakışları üstlerden gelen raporlardan birinde ilgiyle dolaştı. "Terör örgütü hiç boş durmuyor. Halkı askere karşı kışkırtıyorlar. Küçük çocukları, genç kızları kaçırıyor ve onları devlete karşı terör faaliyetlerinde bulunmaya zorluyorlar. Zavallı kadınları özgürlük savaşçısı olma hevesiyle kandırıp kendi milislerini dağda tutmak için kullanıyorlar. Ele geçirilen doğum kontrol hapları da bunu destekler nitelikte. Halka zulmetmelerine izin veremeyiz. O insanlar bu vatanın öz evlatları. Bir çoğu terörü bizler gibi lanetliyor. Milletimizi korumak bizlerin en değerli vazifelerindendir."
"Elbette albayım. Yıldırım Timi elinden gelenin en iyisini yapmaya hazır." Üsteğmen Barbaros Ege Demirsoy'un elini alnına dayayarak söylediği bu sözler albayın gözlerindeki ateşi harlamıştı. "Gerekli bilgiler sana verdiğim evrakta mevcut. Haberleri köy halkından bir stajyer hemşire verdi. Araştırdığımızda haklı olduğunu anladık. Oyunları tersine döndürme zamanı geldi."
"Emredersiniz albayım." Albay sırtını geriye doğru bırakıp Barbaros'u keskin keskin süzdü. Bakışları sertleşmiş düşünceleri açık olan alın çizgilerini belirginleştirmişti. "Şu göçmen kız! Onunla ilgili bir gelişme var mı? Bizi Vladimir'e götürecek herhangi bir ipucu yakalayabildi mi?" Barbaros, ciğerlerindeki sıkıntılı nefesi vererek bulunduğu yerde dikleşti. Alina'nın adının geçmesi bile onu heyecanlandırmaya, dengesizleştirmeye yetiyordu. Parmaklarıyla oynamak istese de ciddiyetine gölge düşürür endişesiyle ellerini dizlerinin üzerinde sabit bir şekilde bıraktı ve bakışlarını kaçırdı.
" Vladimir ile daha önce bir telefon görüşmesi yaptı. Eylem planlarına ilişkin bazı ipuçları elde ettik. Önümüzde tehlikeli bir operasyon var. Henüz sırası gelmediği için operasyon hazırlığını bir süre daha bekletiyorum. Gerekli hazırlığı yaptığımızda planlarını altüst etmek için asla beklemeyeceğiz." Albay ciddi bir şekilde başıyla onayladı. Barbaros'a olan kızgınlığı henüz geçmiş değildi. "Şu gelinlik yakma hadisesi... Berbat ettiğin incirleri toplamaya vaktin oldu mu?" Barbaros başını eğip tırnaklarını dizlerine batırdı. Dişlerini sıkıyor çene kaslarının daha da belirginleşmesine sebep oluyordu. Gözlerindeki ürkütücü ifade albayın da gözünden kaçmamıştı.
"Emrettiğiniz gibi gönlünü aldım. Peki anlaşamazsak da aramızı düzeltmek için gayret gösteriyorum. Bu yakın davranışlarım sayesinde kısa süre sonra olumlu bir iletişim kurabileceğimizi düşünüyorum. Eğer bana güvenirse ki bunun için elimden gelen neyse yapmaya hazırım her şey çok daha kolay olacak. Bizi Vladimir'e götürecek ve suçlarını ispatlayacak her şeyi Alina'dan alacağım. Hak yerini bulacak sonunda!" Albay ayağa kalkıp Barbaros'a sırtını döndü. Yanı başında metal bir merdiveni andıran gövdesine kadar uzanan bir saksı masası vardı. Masanın hemen kenarına asılmış bir halde duran fısfısı alıp çiçeklerin üzerinde gelişigüzel dolaştırdı.
"Çiçekler ilgi ister Barbaros. Sevgiyle büyür, taç yapraklarını güzel kılan şey su ve güneş olduğu gibi güzel bakışlar ve tatlı sözdür. Çiçeklerin de duyguları vardır. Hissiz görünmelerine sakın aldanma! İnsanlar gibi güzel sözler duyduklarında açar ve etraflarına güzel kokularla birlikte mutluluk ve sevinç yayarlar. Bu yüzden görevinin yollarında asla dikenler olmamalı. Sana güvensin! O zaman bizim için kapılar sonuna dek açılacak." Albay kalkması yönünde işaret verir vermez Barbaros düştüğü uykudan uyanır gibi asker selamı çakarak ayağı dikildi.
"Sana güveniyorum!" Dedi albay. Aldığı cevap ise şaşırtmayacak cinstendi. " Sizi utandırmayacağım komutanım!" Barbaros kafasını meşgul eden onlarca soruyla birlikte kendisini dışarı atmıştı. Komutanlığın hareketliliği her zamanki temposunu da zihni Alina ve Vladimir ile meşguldü. Alina ile arasını iyi tutmak onun için fazlasıyla zordu. Birbirlerinden böylesine nefret ederken nasıl iyi bir iletişim kurabileceklerini bilemiyor ve sahte davranışlarda bulunarak onun güvenini kazanma fikrine ısınamıyordu. Daha önce de pek çok farklı görevde bulunmuş ama hiçbirinde bu kadar zorlanmamıştı.
Dün yaşadıkları şeyi defalarca göz önüne getirdi. Erkin ve Alina o evde çay içerken verandada epey bir zaman onları izlemiş, birbirlerine baktıklarına ve tebessüm ettiklerine şahit olmuştu. Yüreğinde bir şeylerin ters gittiğini fark ediyor ve bu durumdan rahatsızlık duyuyordu. Neden? Neden aralarındaki bu yakınlık Barbaros'u bu kadar rahatsız etmişti kendisi de bilmiyordu. Bir zehir o farkına bile varmadan kanına karışmış, tüm duygularını alabora etmişti.
Düşünceleri huzursuzca nefeslenmesine sebep oldu. Omzundaki yük bedenine çok ağır geliyordu. Alina'ya yalan söylemişti. O huysuz kadını yanında tutabilmesi için Bosna'daki kardeşlerinden haberdar olmaması gerekiyordu. Barbaros görevini tehlikeye atmamak için onun Bosna'daki kolunu kanadını kırmış ve en azından bir süre daha Türkiye'de kalması için hayatına bir sebep kazandırmıştı. Vladimir'i yakalayana kadar, Alina Barbaros'un dizinin dibinden ayrılamazdı. İlle de yanından ayrılacaksa bileğinde kelepçelerle kodese tıkılmak üzere ayrılabilirdi. Başkası düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemezdi.
Barbaros uzun koridordan geçip komutanlığın önemli operasyonlarının karara bağlandığı ses yalıtımlı, gizli odasına çevirdi adımlarını. Kapıyı açıp içeri göz gezdirdiğinde Yıldırım timi çoktan büyük ahşap masanın yanında yerini almıştı. Sandalyeler dikdörtgen şeklindeki sade masanın etrafında rahat sayılabilecek siyah deri detaylarıyla sıralanmıştı. Ortamda yaptıkları işin ciddiyeti kalın siyah perdelerle tamamlanmış, penceresiz oda askerlerden gelen sigara ve parfüm kokusuyla ciğerleri yorucu bir hava almıştı. Barbaros masanın baş köşesine oturup bölgenin topografya haritasının bulunduğu duvarı ardında bıraktı. Masanın üzeri haritalarla, plan ve telsizlerle doluydu. Sarımtırak bir ışık yüzlerinde gölgeli bir aydınlığa sebep oluyordu.
Barbaros time selam verip planı beyaz yuvarlak bir ışık tutarak hazırladığı harita üzerinden açıklamayı planlamıştı. Meselenin ne olduğunu tim biliyor, fazlasını komutanlarından öğrenmek üzere toplantı odasında bulunuyordu. Barbaros boğazını ayıklayıp elindeki kırmızı tahta kalemiyle iki noktayı işaretledi. Kadınlı erkekli grup ondan gelecek talimatları büyük bir dikkatle bekliyordu.
"Bu gün burada Dağlıca köyüne yönelik olarak yapacağımız operasyonun detaylarını planlamak üzere toplandık. Hakim tepeler Göllerbaşı tepesi ve Hisar tepesi... Bu iki noktaya gözetleme noktası olarak kullanacağız. Dürbün ve termal kamera ekipmanları bu anlamda önemli. 3. Nokta mezra tepesi olacak." Barbaros eline aldığı mavi tahta kalemi ile birkaç mağarayı ve geçiti işaretleyip timin dikkatini küçük tıklatmalarla o yöne çekti. "Bu işaretli yerler teröristlerin sığınma ihtimalinin bulunduğu sızma noktaları. Buralarda güvenliği sağlamamız operasyonun selameti açısından oldukça önemli."
Barbaros siyah bir kalemle haritadaki bir başka alanı işaretledi. "Burada destek timi bulunacak. Köyün içine en yakın ve olaya en hızlı müdahale edecek askerleri buraya konuşlandıracağız. Böyle sivil halkın ve operasyonda sızma eyleminde bulunacak görev arkadaşlarımızın güvenliğini sağlayabileceğiz. 12 kişilik ekip bura için yeterli olacaktır." Ozan içinde biriken sıkıntıyı güç bela gizliyor, elinden geldiğince Barbaros'a olan dikkatini korumaya çalışıyordu.
"Sızma işlemi için Zeren ve Türkan'ı seçtim. Zeren köylü kızı, Türkan ise kadın terörist kılığında içeri sızacak." Duydukları Ozan ve Umut'u aynı anda sıtmaya tutulmuş gibi korkuyla titretmişti. Sıklaşan nefesleri Barbaros'un dikkatinden kaçmamıştı fakat kendini onlara rağmen işine vermeyi başardı.
"Siz ikiniz kampın yerini öğrendiğinizde bize işaret sinyali yakacaksınız. Doğru zaman geldiğinde teröristlerin dikkatini dağıtıp kontrolü devralacağız. Sıcak çatışma gerekecektir. Güzellikle teslim olacaklarını sanmıyorum. Köyden kaldırdıkları kızların zarar görmemesi için onları korumak sizlerin görevi. Detayları operasyon planının olduğu o kağıtlarda bulacaksınız."
"Emredersiniz komutanım!"dedi Tim kararlılıkla. Bu işe kafası yatmayan iki kişi dışında herkes emredilenden fazlasını düşünüp sorgulamamıştı. Barbaros masaya doğru birkaç adım yaklaşıp bal rengi güzel gözlerini kısarak "Sizin için yolunda olmayan bir şey var belli ki!"dedi. Bu itham delikanlıların yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. Zeren ve Türkan kızgın bakışlarını kendilerine tutkun olan görev arkadaşlarında gezdirdi. Sebebini bilmek ve bu bilginin herkesçe tahmin edilebilir olması kızarmalarına sebep oluyordu.
Ozan daha fazla kendisini tutamayıp, "Bu çok tehlikeli bir görev!" diye atıldı. Ne Barbaros'un ne de Zeren'in çatılan kaşlarını, öfkeden kızaran yüzünü görmeyecek kadar korku doluydu. "Ya zarar görürlerse! Teröristler tarafından..." Devamını getirememişti. Umut da ondan farklı düşünmüyordu ama düşüncelerini ifade edecek cesareti göstermesi o an için pek mümkün değildi. "Görevi bizden birine verin komutanım! Bu uğurda seve seve ölmeye hazırız!"
"Biz hazır değil miyiz?"diye öne atıldı Zeren. Öfke ateş olmuş, siyah bir soba gibi kulaklarından tütüyordu. "Burada sadece sen mi varsın? Cesareti ve gücü olan sadece erkekler mi? Bizler vatan uğruna ölmeyi bilmiyor muyuz?" Türkan söze girmek istediyse de vazgeçmişti. Çünkü Timin tamamının da bildiği üzere Ozan'ın tek derdi Zeren'di. Haddini bilmeyerek sevdiği kızı korumaya çalışıyordu. Umut öne çıkmadığı için bir şey söylemenin yersiz olduğunu düşündü.
"Ö-öyle demek istemedim!" Dedi Ozan! Derdini anlatamıyor doğru kelimeleri düşünüp seçemiyordu. "Ne demek istedin Ozan?" Barbaros elindeki kalemle ahşap masayı birkaç kez tıklattı. "Kararımı çoktan verdim Ozan! Bu konu tartışmaya açık değil? Zeren köylü kızı kılığında operasyona dahil olup sızma işleminde bulunacak. O entariyi sana giydirmemi düşünmüyordun herhalde!" Yıldırım timi Ozan'ı o entari ile hayal edince ister istemez kıkırdadı. Barbaros'un tekinsiz bakışlarını üzerlerinde hissettiklerinde güç bela dudaklarını toparlayıp yüz ifadelerini ciddileştirmeye çalıştılar.
"Toplantı bitmiştir." Barbaros'un sesi ilk Zeren'i ayağa kaldırmış, komutanının hemen ardından öfkeyle kapıyı çarparak çıkmasına sebep olmuştu. Ozan daha fazla dayanamayıp aynı hırsla Zeren'in peşinden gitti. Genç kız üniforması içinde dişi bir aslan gibi cesaret naraları atarken Ozan yavrusunu dağlarda kaybetmiş zavallı bir Ceylan'ı andırıyordu. Kendisine ateş püskürmek için fırsat kollayan Zeren'i kolundan çekiştirip yüz yüze gelebilecekleri bir mesafeye getirdi.
"Git buradan Ozan! Seninle konuşmak istemiyorum. Artık bir dostluğumuzun olduğuna bile inanmak istemiyorum." Ozan başını reddeder gibi sallayıp hüzünlü bir şekilde derdini anlatamadığı genç kıza odaklandı. "Zayıf biri olmadığını biliyorum Zeren. İkimiz de bu yollara kolay girmedik! Ama..."
"Ama ne? Tüm derdin kadın olmam mı? Beni bu göreve layık bulmuyor musun? Başaracağıma inanmıyor musun?" Ozan sevdiği kadının koluna dokunmak için öne atıldığında Zeren aralarına birkaç adımlık mesafe daha koyma ihtiyacı hissetti. Öfkeli siyah gözleri Ozan'ın ela bakışlarından bir an olsun ayrılmıyordu. "Beni korumaya çalışmaktan vazgeç! Komik oluyorsun! Kimsenin sana ihtiyacı yok! Herkes gibi geldim buraya! Gece gündüz çalışıp en iyisini yapabileceğimi kanıtlayarak bugünkü ünvanımı aldım. Görevim vatana hizmet! Kimsenin gerisinde kalmaya, savunulmaya ihtiyacım yok!" Ozan öfkeyle yumruğunu duvara indirdi. Yaptığı şeyin ellerine zarar verebileceğini düşünmüyor, operasyondan önce kendine yapabileceği belki de en büyük kötülüğü yapıyordu. Bu darbeyle Zeren'in bakışları sert bir şekilde anlık olarak kapanıp açıldı. Karşısındaki adamın acısını ondan daha fazla hissetmesi normal miydi?
"Anlamıyorsun!" dedi ses tonunu biraz daha kısarak. Bağırarak hiçbir yere varamayacaklarını anlamış onun kalbine ruhundaki sevdanın fısıltısıyla yaklaşmak istemişti. " Sana bir zarar gelse..." devamını getirememişti. Bunu hep yapıyordu. Birkaç kelimelik lafı bir araya getirip de şu savaş delisi kıza derdini anlatamıyordu. Sesi kısılıyor, kalbi ritmini şaşırıyor beyni bir anda 1000 türlü sesin feryadında zonklamaya başlıyordu. Ne vardı konuşabilseydi! Ne vardı "ulan sana yanıyorum ölüyorum" diyebilseydi. "Duy beni farkına var artık" diye haykırmak neden bu kadar zordu?
"Bana bir zarar gelse..." dedi Zeren kızgınlıkla. Hoyrat sesi Ozan'ın yüreğini dağlamaya yetmişti. "Gelsin!" dedi pişman olmayacağını düşünerek. "Gelsin de senden tamamen kurtulayım Ozan!" Bunun ihtimali bile Ozan'ı şeytan çarpmış gibi sendelemeye yetmişti. "Ne dediğinin farkında mısın?"
"Peki ya sen? Beni ne kadar küçük düşürdüğünü biliyor musun?" Zeren histerik bir şekilde güldü. "Tabi ya! Haklısın! Sana göre biz kadınlar saçı uzun aklı kısa insanlarız değil mi? Tek derdimiz yemek ve temizlik yapmak, çocuk büyütmek olmalı! Bundan başka ideallerimizin olması bile gereksiz değil mi? Sizin arkanızda saklanarak sizin bize kazandırdığınız parayla asalaklar gibi yaşayalım! Bundan fazlasına layık değiliz değil mi?"
"Böyle düşünmediğimi biliyorsun? Benim için değerlisin? Kimsenin incitmesini istemeyeceğim kadar... Çok..." Son sözlerini daha kısık bir sesle Zeren'in taş kesen kalbine değdirmek ister gibi yumuşattı, ne yazıkki bu çabası sonuç vermeyecekti. Zeren dolan gözlerini belli etmemek için yutkundu. Dudaklarını birbirine bastırıp ciğerlerindeki efkarlı nefesi kendinden uzaklaştırma ihtiyacı hissetti. Ozan'a sırtını dönüp uzaklaşmak için birkaç adım daha attı. Biraz sert çıktığına farkındaydı ama Ozan'ın da dişiyle tırnağıyla kazıyarak geldiği bu yeri küçümsemeye hakkı olmadığını biliyordu.
Bakışlarını yıkılmış bir halde kendisine bakan görev arkadaşına çevirdi. "Unutma Ozan! Aslanın dişisi de aslandır!" Ozan başını eğip kare kare dizilen seramikleri hüzünle baktı. Bu kıza derdini anlatamayacağını anlamış ve pişmanlık içinde susmayı tercih etmişti. "Bence görev dışında konuşmamalıyız!" Diyen Zeren'e ilkinden çok daha kırık bir şekilde acıklı acıklı gülümsedi. "Eğer istediğin buysa..." Zeren ardına bile bakmadan çekip giderken başlasın diye günlerce gecelerce dua ettiği tüm güzellikleri kaybettiğini bilerek için için kanadı. Belki de Zeren'i tamamen yitirmiş ona dair olan umutlarını gönül bahçesinden acımasızca koparmıştı. Artık yapabileceği tek şey o iyi olabilsin diye dua etmekti.
🪻🪻🪻
Merhaba arkadaşlar. Aslında daha erken planlamıştım ama son dakikada birkaç şey daha eklemeye karar verdim. Umarım bölümü sevmişsinizdir.🪻☺️
Barbaros ve Alina'nın işi zor fakat heyecanlı bölümler bizi bekliyor. Her zamanki gibi uzun soluklu olacak sanırım kurgumuz. Beni çok heyecanlandırıyor. Şimdiden keyifli okumalar. Yorumlarınızı bekliyorum. 🪻☺️❤️ yıldız atmayı unutmayınız
Instagram: seyma_yldz_koc
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.85k Okunma |
327 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |