
Medya: Cihan Mürtezaoğlu (Sarı söz) 🎶🎶
Alina'nın kaleminden
Güneş karların parıldayan kristallerinin üzerine tatlı bir yansıma bırakarak sessizce kızıllarını dünyadan çekti. Yüzümde kırık bir gülümseme vardı. Gece boyu uyumamıştım. Etrafta ıssız bir sessizlik hakimdi. Arada sırada karların üzerinde dolaşan minik gölgeler görsem de karanlık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Hana televizyonun karşısında Susam Sokağını izliyor, anlamadığı sözcükleri dudak büküp ekrana küskün bir yüzle bakıyordu. Zamanının tamamını benimle geçirdiği için artık daha fazla yalnızlık hissettiğini anlamıştım. Kendi akranlarıyla gezip oynamak bir şeyler yapmak istiyordu. Onu kreşe yazdıracak ve Türkçe öğrenmesine katkı sağlaması için de elimden geleni yapacaktım.
O gün Erkin'in sözleri kalbimi darmadağın etmişti. Kardeşlerimin hayatta kalma ihtimali yere düşen bir kar tanesi gibi zayıftı. Fakat insanoğlu umut etmekten kurtulamıyordu. Bir gün aynı sofranın başında yeniden birbirimize gülümseyeceğimiz anların hayaliyle yaşamaktan vazgeçemiyordum. Aslında çok göz yaşı dökmüştüm ama sesimi kimseler duymamış, yüreğime diktiğim o iki mezar taşından yine kimsenin haberi olmamıştı. Hayatıma bir şekilde devam etmek zorunda olduğumu biliyordum. Eğer apar topar yargılanmak üzere buraya getirilmeseydim ve Hana'nın güvenliğini sağlama derdine düşmeseydim saklanıp bunca zaman asla sinmez, başıma gelecek her şeyi göze alıp peşlerine düşerdim. Ne halde olduğunu düşünmek istemiyordum. Artık çok geçti. Bir kardeşimin hayatını diğerlerine tercih etmek zorunda kalmıştım. Muris'in ülkesini savunmak için savaştığını biliyordum. Bu yüzden içim rahattı fakat Berina'nın durumu ne yazık ki farklıydı. Şimdi ikisinin ölümü ile başa çıkmak zorundaydım.
Mantıları sıra sıra dizip iki ayrı tabağa yarım porsiyon hazırladım. Üzerine sarımsaklı yoğurdu yuvarlak olacak şekilde dolaştırdım. Oldukça lezzetli görünüyordu. Ne yazık ki dün ezile ezile bulamaç haline gelmiş olan midem en sevdiğin yemek olan bu mantıyı bile kabul etmiyordu. Çatal kaşıkları koyup masamızın etrafındaki sandalyeleri çektim. Hana büyük bir keyifle sandalyesine oturmuş ve mantının nefis kokusunu gözlerini kapatarak içine çekmişti. Onun mutlu olması için çok fazla şey olmasına gerek yoktu. Sevdiği insanlar yanında olduğunda bir de yemek masası dolu olduğunda Hana'dan daha mutlu kimse olamazdı.
"Muhteşem olmuş sestra! Hımmmm! Bitecek diye yemek bile istemiyorum neredeyse." Fazla dayanamadı ve çatalla yuvarlak mantılardan birini çıkartıp yoğurda banarak ağzına aldı. Dudakları yoğurtla lezzetlenmiş, ağzından homurtuya benzer sevimli sesler çıkmaya başlamıştı. Büyük bir aldatmanın azizliğine uğramıştı. Çiğnemekte zorlandığının farkındaydım ve bu haline gülmekten kurtulamıyordum. Her koşulda yüzümü güldürenimdi.
"Tamam minik kız! Biraz yavaşlasan iyi edersin. Midene oturursa gece boyu kıvranırsın!"
"Adım bıldırcın!" Dedi boğuk boğuk. Ona bu ismi kimin taktığını az çok tahmin ediyordum. Gülümseyip ikiye böldüğü mantıdan bir tane daha ağzına attı. " Harika olmuş harika!" İmrenen bakışlarım bir süre daha Hana'nın üzerinde dolaştı. Şimdi ona eşlik ederek bu harika sofrada neşelenmek vardı. Eğer kalbim buz kesmeseydi bu yalancı gülüşlerimin arkasına saklanmak zorunda kalmazdım. Birkaç kez çatalla didikleyebilmek için kendime de küçük bir tabak mantı hazırladım. Hana'nın hiçbir şeyden haberi yoktu- ki olmasını da istemiyordum. Onun içindeki umudu öldürmemem gerekiyordu. Benim yüzleşmek zorunda kaldığım bazı gerçeklerle karşı karşıya gelmemeliydi.
Ben mantığı didiklerken Hana'ın da iştahının kabardığını fark ettim. Önce duraksadı ardından da mantı tabağını birkaç santim ileriye doğru itti. Yüzündeki mahcup ifade aklından geçenlerin beni kızdırcağını ön sinyallerini veriyordu.
" Neyin var Hana? Neden yemeğini yemiyorsun?" Sorum çatalının yana düşmesine sebep oldu. Gözlerimle kendisini süzdüğümde üst ön dişlerini dudaklarına geçirdiğini ve mahcub bir şekilde tebessüm ettiğini gördüm. "Şey! Şey diyecektim?"
"Ne diyecektin?" Dedim puslu bakışlarımın arasında onu didik didik ederken."Babinos! Pencereden gördüm eve geldi. Yani şey... Hımmm... Bunlardan ona da götürsek olmaz mı?" Soruyu sorarken gözünün birini kapatmış ve benim göstereceğim tepkilerimden çekinip ürkek bir şekilde tatlı tatlı derdini anlatmıştı. Onunla aramızda iyi bir iletişim olmadığı ortadaydı. Göreve gittiği günlerde huzurluydum ama yüz yüze gelmek zorunda kaldığımızda işler ikimiz için de hiç iyi gitmiyordu. Aramızdaki nefret duvarı kolay kolay yıkılmayacaktı biliyordum. Şimdi bu tabaklar onun karşısına çıkmam iyi olmayacaktı.
"O kendisi için bir şeyler hazırlamıştır Hana! Bence sen de kendi yemeğinle ilgilenmelisin!" Başını eğip dolu dolu gözlerle dudaklarını büktü ve yemeğine hüzünlü hüzünlü baktı. Bu beni kırmak istemediğini gösteriyordu ama belli ki komutanı düşünmeden de edemiyordu. Aralarındaki bağa imrenmemek imkansızdı. Bana ateş püsküren bu adam Hana ile nasıl bir ilişki kurduysa küçük kardeşimin komutanın gelişini dört bir gözle beklediğini fark ediyordum. Pencere önünde geçirdiği saatlerin haddi hesabı yoktu. Kürşat, Erkin ve Ozan'ı da sevmişti ama Üsteğmen'in yeri nedense diğerlerinin çoktan önüne geçmiştir.
" O sinirli biri biliyorsun değil mi Hana?" dedim bunun iyi bir fikir olmadığına ikna etmek için. Beni duymuyordu bile. Omuz silkip küskünce bakışlarını pencereye çevirdi. Evin içindeki zayıf ışık Hana'nın gözlerinin derinliklerinde parlıyordu.
Daha fazla dayanamayıp tüm gardımı indirdim. "Pekala! Son kez ona yemek götüreceğim ve yaramazlık yapmasına tahammül edeceğim ama sen de bir daha benden böyle bir şey istemeyeceksin!" Bir anda yüzünde gülücükler açmaya yanakları sevinçten kızarmaya başladı. Ellerini neşeyle çırpıp iri iri açtığı siyah gözleriyle komutanın evindeki ışığı işaret etti.
"Hemen götürecek misin? Lütfen soğumadan götür! tadı güzel olmuyor sonra!" Omuzlarımla baygın baygın Hana'nın heyecanını izledim. "Hemen götüreceğim oldu mu?" Minik dişlerini göstererek 32 diş sırıttı. "Ben de geleyim mi?" Hevesle söylediği sözlere göz devirdim. "Hayır, sen oturup yemeğini yiyeceksin! Ben de hemen tabağı bırakıp geleceğim! Hava çok soğuk dışarı çıkman senin için iyi olmayabilir." Dudaklarını büzse de kendisine sunduğum bu ikramı kaybetmemek için geri çekildi. Ayağa kalkıp tezgahın karşısında yerimi aldım. Tepsiden bir tabağı dolduracak kadar mantık koyup üzerinde yoğurtlu sosumu gezdirdim.Komutanın yemeği yiyip yemeyeceğini bilmiyordum ama bu artık insanlık vazifesi haline gelmişti. Hana komutan doymadan yemeğine elini bile sürmeyecekti.
"Ben birkaç dakikaya gelirim!"deyip üzerimdeki giysilerle karlara saplanan birkaç zorlu adım attım ve evine ulaştım. Derin bir soluk aldım. Üzerimde kareli, dizde bir etek ve beyaz kazak vardı. O geceye kıyasla sönüp kalmıştım ama zaten kendimi o üsteğmen barzosuna beğendirmek gibi bir derdim de yoktu. Kapıyı hafifçe tıklattım. Bakışlarım pencere ile kağının ahşap yüzeyi arasında mekik dokudu. Ne ses vardı ne de seda. Evde olduğundan emindim fakat ortalıklarda görünmüyordu. İçimi kurtların kemirdiğini hissettim. Yoksa beni görmemek için ya da eve davet etmemek için evde yokmuş numarası falan mı yapıyordu? Eğer öyle bir durum varsa zaten onun yüzünü görmeye çok da hevesli değildim. Evde olmadığını ya da uyuyup kaldığını söyleyip Hana'yı sakinleştirmek benim için çok daha tercih edilebilir bir durumdu.
Arkamı dönüp gitmeye yeltendiğimde kapıyı ikinci kez çalmış olmanın iç huzurunu yaşamak için kapıyı birkaç kez daha tıklattı. Küçük sevimsiz bir gıcırtının ardından kapı tuhaf bir şekilde kendi kendini aralandı. İçeride hayaletler olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bunu kasten yapmış olamazdı değil mi? Adımlarım birkaç adım geriye gitse de tuhaf bir şekilde içeri çekildiğimi hissedebiliyordum. İçimi saran merak duygusu elindeki mantının verdiği güçle birleşmiş ve adımlarımı salona yönlendirmişti. Dudaklarımı hafifçe ısırıp küçük bir bocalayışın ardından içeri süzüldüm. Elimde tabakla öylece vestiyeri geride bıraktım ve salona giriş yaptım. Ev pis sayılmazdı ama dağınıktı. Bu dağınıklığa hiç şaşırmıyordum. Evde geçirdiği zaman sınırlıydı. Bazen haftalarca dönüp geldiğini bilen olmazdı. Neden bunu takip ettiğimi bilmiyordum. Benim için önemsiz biriydi aslında! Hayırsızın tekiydi işte! Ölse bile üzülmezdim! Nasıl olsa ölüm artık benim için çok da olağan dışı bir durum değildi.
Ahşap bir masa benim masamın tam tersi istikamette yerini almıştı. Tüplü televizyon ve kablolu telefonda evimin tam tersi olacak şekilde yerleştirilmişti. Buraya daha önce de gelmiş ama evi incelemeyi aklımın ucundan dahi geçirememiştim. Polisiye kitaplarla dolu raflar dikkatimi çekti. Okumayı seviyor muydu? Birkaç tanesine dokunup içlerinden şiir kitaplarını inceledim. Şiirlerle ilgiliydi belli ki! Etrafta olmaması huzursuzluğumu ikiye katlamıştı. Evde olduğunu biliyordum peki neden ortalarda görünmüyordu?
Huzursuzca iç çekip elimdeki mantıyı mutfak tezgahının üzerine bıraktım. Şu an burada olmamam gerektiğini biliyor ama kendimi onun dünyasını uzaktan bir hevesle seyrederken bulmaktan kurtulamıyordum. Hemen şimdi burada beni bulsa ona derdini nasıl anlatacaktım bunu ben de bilmiyordum. Olan olmuştu şimdi daha fazla oyalanmadan çekip gitmek en doğrusu olacaktı. Gitmek için yeniden kapıya yöneldiğimde masanın üzerindeki o kalın defter dikkatimi çekti. Bakıp bakmamakta kararsız kalmıştım ve ne yazık ki engin sabırsızlığım yine üstün gelmişti.
Bir şiir defteri... Kendi el yazısı ile yazılmış birbirinden güzel şiirlerin olduğu deri kaplı bir defterdi. Siyah, ince, uzun bir kalem, altın harflerle ismini koruyup kolluyordu. Hem defterde hem de kalemde adını görmek bana kendimi ait olmamam gereken bir kumsalın içinde zavallı bir kum tanesi gibi hissettirmişti. Acem kalmalıydım aslında ona ama neden bilmiyorum yapamıyordum. Merak duygusunun beni esir aldığını görse o an ne yapardı bilmiyordum. Her zamanki gibi esip gürler kükreyip beni kapı dışarı ederdi belki. Merak etmiyor değildim yaşanacakları ama sırf bu merakım yüzünden yakayı ele vermek isteyecek kadar da aptal değildim.
Gözlerim bir şiire uzandı. Sayfalarını çevirip onun iç dünyasına sürgün edildim. Yazdıklarından anlam şelalesi dökülüyordu. Duygular gerçekti... Acılar gerçekti. Bu cümleler öylesine seven bir adamın olamayacak kadar hisliydi. Bir ateş komutanı böylesine hoyrat, yangılı bir kafese tıkıp feryat figan ağlatmasa ne kalem böyle konuşurdu ne de yürek bu yazılanların altına imza olurdu. Çok sevmişti belli ki. Hazel'i çok istemiş, onunla bir yuva kurma hayaliyle senelerce gözlerini yumup açmıştı. Ben istemeden de olsa onun hayalini yıkmış, dünyasını başına geçirip duygularını ölüm kusan molozlarının altında boğmuştum.
İçimi bir kıskançlık aldı. Ben hiçbir zaman böylesine büyük bir aşkla sevilmemiştim. Maher beni severdi ama aşkı ilk hendekte pes etmiş ve vicdanı kendi canının ve keyfinin derdine düşmüştü. Oysa komutan onun gibi değildi. Hazel denilen o gazetecinin farkına varır varmaz aracın patlayacağını bile bile uzaklaşmayıp onun kurtarmaya çalışmıştı. Oysa çoktan olan olmuştu.Hazel o tırın içinde can vermişti. Komutan sevgilisinin cesedine bile Maher'in benim bedenime verdiğinden daha fazla değer vermişti. Orada yanmasını yok olup silinmesini istememişti. Acılar içindeki hali gözlerimin önüne her geldiğinde kendimden nefret ediyordum. Oysa suçsuz olduğumun farkındaydım ama o mahşer meydanında suçsuzluk da bir işe yaramıyordu. Direksiyon benim elimdeydi ve operasyonu gerçekleştiren de benden başkası değildi. Boyumdan büyük işlere kalkışmış ve işin sonunda bir çok kişinin ölümüne sebep olmuştum. Başımı her yastığa koyduğumda bu azabın boğazımı sıkıp beni nefessiz koyduğunu hissedebiliyordum.
Sonra bir gün yollarımız ayrılacak.
Eksik asla tamamlanamayacak bir hikayenin sahte buruk karakterleri olacağız.
Birbirimizin geçtiği sokaklardan geçmeyeceğiz.
Bir gün hasta olduğunda sana sıcak bir çayla sarılarak eşlik edemeyeceğim.
Öldüğünü bilmeyeceğim.
Yarım baktığım her gökyüzü için seni ve seni içinde öldürmeyi beceremeyen beni suçlayacağım.
Sonra bir kuş kanat çırparak deryaya dalacak ve onu izleyen beni senle bütünleşen hayal aleminden çekip çıkaracak.
Gökkuşağı başıma taç yaptığı tüm renkleri ezile ezile dağılan beynimden silip atacak
Renksiz kalacağım.
Tüm renklere düşman bir süvari dolaşacak ruhumda
Dört nala yakıp yıkarak nefretle fethedecek senden kalanları
İşte o zaman ne seni affedecek bu yürek ne de sensizliği kader edinen beni
Boğazıma oturan cam kırıkları nefes alış verişimi zorlaştırdı. Bu sözleri ona yazmıştı. Onu özlemiş, bu eve, bu odaya kapanıp saatlerce onu düşünmüştü. Ne işim vardı benim burada? Hâlâ ölü bir kadının hayaliyle yaşayan bu adamı ne hakla merak ediyordum? Onlara ait bu şiirleri neden okuyordum sanki? Ve en kötüsü de dönmemeye giden bir cesedi hangi akılla kıskanıyordum. Hiçbiri beni ilgilendirmezdi. 'İsterse en büyük hayalleri kurup yeri doldurulamayacak şiirler yazsın bana be!' demek istedim. Kendi dilim bile kahkahalarla güldü. Sıkıysa desene!
Derin bir nefes alıp çıkışa yönelmek istedim. Yine aynı şey olmuştu. Gözlerim ansızın ona ait bir detaya takılmış ve kaçmak için fırsat kollayan ayaklarıma isyan bayrağını çekmişti. İçerde çift kişilik bir yatak vardı. Yatağın sağ ve sol yanında komodinler, komodinlerin üzerinde koyu renk abajurlar ve renkli bir resimin olduğu sade bir fotoğraf çerçevesi... Çerçevedeki kadın son gördüğüm günden epey farklı ve dikkatten kaçmayacak kadar güzeldi. Hazel... Üsteğmen hâlâ onun fotoğrafını evinin baş köşesinde saklıyordu. İçimi paralayan duygu kıskançlık mıydı? Neden onun bir başkasını düşlemesi beni bu kadar rahatsız ediyordu?
Başımı çevirip aynadan kendime baktım. Hâlâ erkeksi giyiniyordum. O ise yaptığı işe rağmen günlük hayatında oldukça çarpıcı görünüyor ve makyajını kendisine yakıştırmayı biliyordu. Benim gibi bir erkek Fatma ile onun arasındaki farkları saymaya kalksam gün doğardı. Komutan zevksiz bir adam değildi. Kimi yanına kimi karşısına alacağını iyi seçmişti.
Bakışlarım yatağa dikildiğinde ellerim istem dışı gömleğimin üzerindeki köz yığınına ilişti. Belki de burada birlikte uyuyorlardı. Hatta belki uyumaktan fazlasını yapıyorlardı. Neler düşünüyordum böyle? Keşke hiç gelmeseydim diye mırıldandım. Burada olmak bana iyi gelmemişti. Onu tanımak ve anlamak istemiyordum. İstediğim tek şey uzak olmaktı. Yüzüne görmemek, sesini duymamak ve ona dair basit gereksiz detay bilgileri yüzlerce kez aklımdan geçirmemek... Evlerimiz yakınken tüm bunlar öyle zordu ki!
Kapıya yeltendiğimde bir kapı gıcırtısının kulaklarıma dalga dalga yayıldığını hissettim. Başımı çevirip duvarların ardındaki bedene baktığımda kaskatı kesilmişti. Belinden aşağı sarkan beyaz bir havludan başka üzerinde hiçbir şey yoktu. Neredeyse çırılçıplaktı ve ben bu saatte bir aptal gibi onun evine girmiş bunun için izin bile almamıştım. Birkaç kez bocalar gibi yerimde kıpırdandım. Daha sonra yakalanmayacağımı düşünerek o an aklıma gelen ilk şeyi yaptım ve duvarın arkasına saklandım. Beni görüp görmediğini bile bilmiyordum. Duvarın ardından ona tuhaf bakışlar attım. Gösterişli bir vücudu vardı. Görevini en iyi şekilde yapabilmesi için sürekli fitness yaptığını, eğitimlerden geçtiğini biliyordum. Bu işte pazu gücü önemliydi. Güçlü kollar, güçlü bacaklar başarıyı getirmede çok etkili olabiliyordu.
Bulunduğum duvarın birkaç metre önüne gelir gelmez bakışları ilk tezgahın üzerindeki yemeği buldu. Buraya geldiğimin en önemli delili de sanırım o boşnak mantısıydı. Getirdiğime getireceğime bin pişman olacağımı nereden bilebilirdim ki? Suratında beliren tebessüm kendisine yumruk atma isteğimi perçinledi. Hana'yı kırmayı da bir türlü öğrenememiştim. Kumral bedeninden akan damlalar parke zeminin üzerine ıslak izler bırakarak dökülüyordu. Göz kafesi çelik bir zırh gibi bedenini sarmış, kürek kemikleri her adım atıp hareket ettiğinde gözlerine ilişir olmuştu. Bakımlı olduğunu her halinden anlayabiliyordum. Bakışlarımı kaçırıp duvarın dibine iyice sindim. Ona bakmak istemiyordum. Tüm bu detayları bilmem içimdeki suçluluk duygusunu perçinliyordu.
Sırtım ona dönük olduğu için ne yaptığını göremiyordum fakat ağzını şapırdatmalarına bakılırsa kendisine getirdiğim yemeğin tadına bakıyordu. Sanırım daha fazlasını yapıp bütün tabağı bitirmiş bile olabilirdi. Keşke şu an burada olmasaydım. Sadece mantıyı bırakıp gitsem ne kaybederdim ki? "Sanırım burada bir sapık var!" Güçlü sesini duyduğumda dudaklarımı dişlerimin arasında öğüttür gibi ezdim. Bugün benden çektikleri hiç az değildi.
"Orada olduğunu biliyorum göçmen kızı! Neden saklanmayı bırakıp karşıma geçmiyorsun!" Ciğerlerimdeki nefesi sesli bir şekilde bıraktım ve başımı yumruk yaptığım ellerimle birlikte duvara vurdum. Yakalanmıştım! Daha fazla saklanmak yersizdi. Sindiğim duvardan ayrılıp kendimi tamamen ortaya çıkaracak şekilde ona doğru birkaç adım attım. Yüzüne gözlerine bakmak benim için tam bir işkenceydi. O an yer yarılsaydı ve içine gelebilseydim bunu bana verilmiş büyük bir ödül olarak göreceğimden hiç şüphem yoktu.
Elindeki çatalı dudaklarının arasından geçirip küçük bir çınlama eşliğinde tabağa geri bıraktı. "Hımmm! Söyle bakalım neden geldin? Ya da neden saklanıyorsun!" Yine İngilizce konuşuyordu. Gözlerimi devirip sıktığım dişlerimin arasından, "Sadece yemek getirmek istemiştim?"diye geveledim. Sonra hatalı bir şey söylediğimi düşünmüş gibi sözümü geri alıp, "Yani Hana benden getirmemi istemişti! Bana çok yalvarınca dayanamayıp dediğini yaptım hepsi bu! Seni düşündüğüm falan yok yani!" Kaşının bir kaldırıp alaylı bir şekilde sırıttı. "Ben de göreve gitmeden önce bana iyi şanslar öpücüğü vermek için geldiğini düşünmüştüm! Sevgili karıcığım!" Vurgulu son sözü bende parke zeminin üzerinde tepinme isteği uyandırmıştı.
"Rüyanda bile göremezsin! Lojmanın girişindeki Bataklıktaki kurbağaları öpmeyi bile sana tercih ederim! Onlar bile prense dönüşebilir ama sen asla!" Bu tamamen yalandı. Üzerine alınıp kişiselleştirdiğini bile düşünmüyordum. Baş ve işaret parmağının arasındaki boşluğa çenesine yerleştirip ucunu hafiften karizmatik bir şekilde kaşıdı. "Demek aramızda bataklık kurbağaları ile fantezi yapmayı seven birileri var! Bence senin için doğru bir tercih! Ben genellikle kadınları tercih ediyorum!" Aşağılayıcı davranışları sinirlerimi bozmaya yetmişti eğer burada biraz daha kalırsam iyi şeyler yapmayacağım ayan beyan ortadaydı.
"Keşke kadınların da senden hoşlanacak kadar şapşal olduğunu söyleyebilseydim. Bana laf yetiştirmek için harcadığın zamanı evini toplayıp daha tertipli biri olmak için harcasaydın kendimi çöplükte gibi hissetmezdim. Etraf o kadar dağınık ki bilseydim gelmeden önce kaybolmamak için evinin krokisini falan çıkarırdım. Her yerden pantolonlar gömlekler sarkıyor."
"Burasının yoğun çalışan bekar bir adamın evi olduğunu söylemek isterim. Eve doğru düzgün uğramadığım için bu tarz şeylerle uğraşmaya fazla vaktim olmuyor. Belki sen iyi bir eş olup bana bu konuda yardımcı olabilirsin!" Üzerine birkaç adım atıp suratımdaki sahte tebessümle "Çok beklersin üsteğmen! Beni hizmetçin ve bakıcın gibi görmekten ne zaman vazgececeksin merak ediyorum!"
Benden uzaklaşıp yeniden yemek dolu tabağa yöneldi. Ancak o zaman yarısını birkaç çatal darbesiyle bitirdiğini görebilmiştim. "Dün geceden bu yana hiç değişmemişsin göçmen kızı! Aynı asi küstah konuşma tarzı..." Dün geceyi hatırladığımda yüzüm düştü ve gözlerim istem dışı nemlendi. Kardeşlerimin ölüm haberini almak beni o an bitirmişti. Ve öfke acıyla birleşince ister istemez beni ona karşı savunmasız bırakmıştı.
"Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum!" Konuşmayı devam ettirmemek için kapıya yönelmek istedim fakat çevik bir hamleyle önüme geçip beni mutfak masasıyla bedeni arasında sıkıştırdı. Ona bakmamaya çalışıyordum. Bu saatte burada olmam bile başlı başına bir sorundu aslında. Ve karşımda çıplaktı. Saçlarından gelen şampuan kokusunun ciğerlerimi esir aldığını ve tüm benliğimi sardığını hissedebiliyordum. Aramızdaki mesafeleri kaldırması teması kaçınılmaz kılacaktı.
"Neden evdesin? Yemeyi bırakır bırakmaz gitmeyi tercih edebilirdin ama buradasın!"
"Sen ne söylediğinin farkında mısın? Buraya senden faydalanmaya geldiğimi düşünecek kadar aptal değilsindir umarım! Geldiğimde kapı açıktı. Tıklattım ama duymadın! Ben de eve birilerinin girmiş olabileceğini düşünüp etrafa göz gezdirdim. Hata yapmışım!" Son sözümü yüzümde kırık bir tebessümle söylemiştim. "Senin gibi nankör birini düşünmek hiç de doğru bir davranış değilmiş!" Masanın üzerindeki defteri kaldırıp bana gösterdi. "Birileri şiir defterimi karıştırmış!"
"Karıştırmadım!" diye bağırdım. Evet biraz kurcalamış olabilirdim ama orada yazan şeyleri tamamen anladığımı kimse söyleyemezdi. "Hem ben Türkçe bile bilmiyorum! Karıştırmış olsam bile orada yazan şeyleri nasıl anlamamı beklersin?"
"Sorun karıştırman değil, sorun beni bu kadar merak ediyor olman!" Bunu söylerken ciddiydi. Evini karıştırmamdan hoşlanmamıştı. Çekmeceler ve dolaplara musallat olmamıştım. Sadece açıkta kalıp çok görünür olan şeylere göz gezdirmiştim hepsi bu! Onu neden bu kadar sinirlendirmişti anlamıyordum. Kalçasını tezgaha yaslayıp kollarını göğsünde buluştururdu. Ona bakmamak için verdiğim mücadeleyi atalarım bilse sırf bu yüzden bana madalya takardı.
"Yemek bahanesiyle evime geliyorsun. Eşyalarımı kurcalıyorsun. Neden?" Ona sırtımı dönmeye çalışarak, "Kötü niyetle hiçbir şey yapmadığımı biliyorsun! Sadece şu Allah'ın belası yemeği getirecek ve defolup gidecektim. Hepsi bu! Neden bu kadar tedirgin oldun. Kapısını kilitlemeyi bile beceremeyen birine göre fazla ukalasın!" Kapıyı işaret edip ses tonumu arttırarak devam ettim. "Evin o kadar kıymetliyse kapını bacağını kilitlemeyi dene! O zaman kimse endişelenip eve hırsız girdi zannederek evine girmez. Hem mahremiyet istiyorsun hem de kapına örtmeyi bile beceremiyorsun." Ben bunları söylerken yan tarafta bulunan ve benim kiler olarak kullandığım küçük odanın kapısını yüzünü ve bedenini benden ayırmadan yumuşak bir şekilde kapattı. Bu hareketiyle istem dışı oraya yönelmiş ve ne gizlediğini merak etmiştim. Ben bir şey söylemeye bile yanaşmadan kapıyı ardından kilitleyip anahtarı avucunun içinde sıktı.
"Ne saklıyorsun? Orada görmemi istemediğin ne var?" Abartılı bir rahatlıkla, "Hiçbir şey!" Dedi. "Sanırım özel çamaşırlarımı senden korumak için odayı kilitli değil zırhlı yapmam gerekecek!" Histerik bir şekilde kalkana attım. "Hah! Sen ve o aptal çamaşırların umurumda değilsiniz!"
"Çamaşırlarım aptal değil Artemis çiçeği! Sen burnunu sokmadan önce hepsi benimle olmaktan son derece mutluydu!" Onunla aynı pozisyonda durup alayla fısıldadım. "Kapını kitlersen o pejmürde, kokuşmuş şeylere kimse bakmaz!"
"Burası güvenli bir lojman. Dışarıda pek çok asker zaten nöbet tutuyor. Etrafımızdaki insanlar asker eşlerinden ve çocuklarından oluşuyor. Neden evime girmek istesinler ki? Girmek isteyeni bir kilit mi tutacak zannediyorsun? Ayrıca onlar kokuşmuş ve pejmürde değil!"
"Seninle daha fazla polemiğe girmek istemiyorum!"diyip kapıya yöneldim. Tutup beni kendine yaklaştırdığında gözlerimi sımsıkı yumdum. Bedenim istem dışı kasılmış ve titremeye başlamıştı. Bana dokunmasın böylesi bir hareketliliğe sebep olacağını tahmin etmiştim. İnfilak edilmesi gereken bir bomba gibiydim. Bu davranışından rahatsız olduğumu anlar anlamaz kollarımı çözdü. Kısa bir sessizliğin ardından, "Neden gözlerini kapıyorsun?" Diye söylendi. Hâlâ karşımda durduğunu ve bir nefes kadar yakınımda olduğunu bilmek midemin ezilmesine sebep oluyordu. Bana bakan bal rengi gözlerini hayalimde canlandırmaya bile tahammülüm yoktu. "Neden gözlerini kapatıyorsun!"
"Çünkü çıplaksın!" Alaylı gülüşü titrememi arttırmıştı.
"Sorun değil!"
"Benim için sorun!" dedim üstüne basa basa. Onun sorun haline getirmemesi umrumda bile değildi. Bu ortamda baş başa üsteğmen bu haldeyken yalnız kalmamız hiç doğru değildi. Attığımız imzalar gerçek bir ilişki için yeterli sayılmazdı. Bundan rahatsız olduğumu fark ettiğinde vestiyerdeki ceketlerden birini üzerine geçirdi. Bunu yaparken bakışlarını benden bir an olsun ayırmamıştı. "Edep sen ne güzel şeysin!" Dedi dalga geçer gibi.
"Evet güzel şey!" dedim kinayeli kinayeli dişlerimi sıkarken. "Açılmamış gül goncası benim eşsiz vücudumu görmeye dayanamıyor anlaşılan!"
"Senin çirkin vücudun umrumda bile değil kas yığını!" Ceketin düğmelerini ilikleyip kaşının birini kaldırdı. "Şimdi oldu mu artemis çiçeği?" Dudaklarımı öne doğru toplayıp kaşlarımı çattım. Ağzımdan cık tarzı bir ses çıktı. "Olmadı üsteğmen! Ben Artemis çiçeği falan değilim! Bir ismim var! Alina... Bana bu şekilde hitap etmenizi istiyorum!" Yüzünde esrarlı bir ifade belirmişti ve ne yazıkki sözlerimin yerini bulacağına asla inanmıyordum.
"Alina demek! Anlamı ne?"
Hiç düşünmeden, "Asil!"demek dedim. "Senin her istediğinde incitip üzemeyeceğin kadar asil ve güçlü!" Ardından Hazel'in bulunduğu çerçeveyi sertçe yüzü yere bakacak şekilde indirdim. "Bence sevgilin o asil kadınla baş başa bu halde kaldığını görmesin!" Vereceği cevabı beklemeden arkamı dönüp çekip gittim ve kapıyı ardımdan sertçe kapattım. Keşke giderken ardımdan "Hoşçakal Göçmen kızı!"dediğini duymamış olsaydım. Öfke ona karşı tüm ruhumu esir alıyordu. Çok kızgındım. Çok öfkeliydim. Öfkem derya deniz olsa köpürerek lav olur üzerine sıçrardı. Niye bu kadar kızgın ve üzgündüm bilemiyordum. O eve gittiğime gideceğime bin pişman olmuştum. Onu çıplak göreceğimi, yazdığı şiirleri okuyacağımı bilmiyordum. Aslında okuduklarımdan hasret, aşk, özlem dışında çok fazla bir şey anladığımı söyleyemezdim ama yine de bu kadarı bile kalbimde tuhaf bir sızıının büyümesini sebep olmuştu.
Ölü adımlarım sonunda kendi kapımın önüne gelmemle son buldu. Kapıyı ardımdan kapatıp sancılanan sol yanıma ellerimle bastırdım. Birkaç kesik nefesin ardından televizyon karşısında oturan kardeşime gözlerim ilişti. Geldiğimi fark etmemişti bile. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Onu gördüm anları zihnimden atmak istiyordum. Timdeki diğer askerler gibi olmalıydı. Ama onlardan farklı bir yere komutanı yerleştirmekten kurtulamıyor ve uzak duramıyordum. Ben uzak durmaya çalışsam da o bir fırsatını bulup yine karşıma çıkıyor ve beni delirtmek için elinden geleni yapıyordu.
Örgümü sol yanıma alıp uçlarıyla oynadım. Ellerim orada olsa da aklım bambaşka yerdeydi. Pencerenin perdesine yaklaşıp bakışlarımı sırtındaki kocaman çantayla birlikte evden çıkan üsteğmenine yerleştirdim. Üzerinde operasyonda giydiği üniformalardan biri vardı. Çelik yeleği, tüfeği, tabancası, boynundan sarkan adının yazılı olduğu o metal künye... Hana işten geldiğini söyleyip olayı dramatize etmişti ama belli ki komutan bugünü evde uyuyarak geçirmiş ve operasyona hazırlanmıştı.
Dalgalı, kumral saçları biraz daha kısalmıştı. Güzel görünüyordu. Uzun boyu, geniş omuzları ve atletik bir vücudu vardı. Sabahları erkenden kalkıp koşmaya gittiğini, sürekli ağırlık çalıştığını ve her fırsatta spor yaptığını biliyordum. Beslenmesine de dikkat eder kendini ayakta tutacak gıdalarla beslenmeye gayret ederdi. Kısa olan sakallarını traş etmiş bir yüzünü bir mermer gibi pürüzsüz bir hale getirmişti.
Adımlar hiç ummadığım bir anda duraksayıp tam karşımdaki bahçe lambasının önünde durdu. Kısa bir bocalamanın ardından hızlı bir hamleyle yüzünü bulunduğum pencereye çevirip sert bakışlarını üzerime dikti. Bana baktığını fark ettiğimde hızlı bir şekilde geri çekilip perdeyi sertçe kapattım. Kalbim deli gibi çarpmaya başlamıştı. Sadece dışarı bakmak istemiştim aslında kendisini izlediğini anlamış mıydı? Of ben mi demiştim sanki evlerimizi yan yana koyun diye? Bu ne korkunç bir tesadüftü böyle?
İlk fırsatta ne yapacağımı biliyordum artık! Buradan olabildiğince uzaklara gidip kendime kardeşimle kalabileceğim küçük bir ev tutmak... Komutanla karşı karşıya gelmemizin mümkün olmadığı bir yer herkes için çok daha iyi olacaktı. Ondan uzak kalmak istiyordum. Davranışlarım, düşüncelerim beni korkutuyordu. Taşıyamayacağım duygusal yüklerin altında ezilmek istemiyordum.
Ürkekçe yeniden pencereye yöneldim. Bu sefer perdeyi ilkinden çok daha az aralamış ve beni görme payını olabilecek en az seviyeye indirmiştim. Fakat yerinde olmadığını görmek kalbimin daha fazla kan pompalamasına sebep oldu. Başım yana çevirir çevirmez demir kapıyı aşıp evimin girişine doğru yürüdüğümü fark ettim. Bana mı geliyordu? Biraz önce yaptığımız o tuhaf tartışmadan sonra hâlâ hangi yüzle kapımı çalacaktı merak ediyordum. Kendisine baktığımı fark etmişti! Bu duraksamalar ve çatılan kaşlar hep o yüzdendi. Kapı tıklamasını duymuş ve duymazdan gelmiştim. Yaklaşık 1 dakika geçmesine rağmen çekip gitmek yerine biraz öncekinden daha sert bir şekilde kapıyı üç kez tıklattı.
Hana "Babinos geldi!" Diyerek ellerini çırpmaya başlamıştı. Ben hâlâ saklanmaya devam ederken küçük kız öne atılıp çoktan kapının demir sürgüsünü çekmeyi başarmıştı. Hemen peşinden koşup arkasında yerimi aldım.
Yüzünde biraz öncekine kıyasla çok daha yumuşak sayılabilecek bir ifade vardı. Yine o meşhur pişmanlıklarından birini yaşıyor olmalıydı. "Merhaba!" dedi samimi çıkarmaya çalıştığı ses tonuyla. "Yine neden geldiniz? Hesap sormalarınız, azarlamalarınız yetmedi mi?" dedim buz gibi bir sesle. Bu yapıp edip pişman olmaları da iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı zaten. Elindeki maskeyi parmaklarının arasında sıktı. Yüzündeki sıkıntılı mimikleri ilk bakışta fark etmiştim. "Ben biraz önce sana kaba davrandım sanırım."
Alaylı bir iç çekişin ardından kaşlarımı kaldırıp manasız iyi niyetine güldüm. "Sizin şu sonradan akıllanmalarınız da iyice kabak tadı verdi artık. Benim kalbim oyuncak değil! İstediğiniz zaman kırıp istediğiniz zaman tamir etmeye çalışamazsınız. Bir söz söylediğinizde ya da bir davranışta bulunduğunuzda bunu iyice aklınızda eleyip öyle dile getirmeyi deneyin. O zaman daha fazla özür dilemenize, gönül almanıza gerek kalmaz!" Yüzündeki sinsi sırıtış ve zoraki iyi niyet onu samimi bulmama engel olan yegane şeydi.
"Çok kaprislisiniz! Ne desem üzerinize alınıyorsunuz! Allah'tan gerçek bir evliliğimiz yok. Yoksa sayenizde başında bir dirhem saç bile kalmaz tırnaklarıma kadar dökülürdü. Erkekler bu kadar çabuk kalpten gidiyorsa bunda kadınların payı büyük olmalı. Ben birkaç haftada yaşlandım bile!"
Elimle çıkışı gösterip, "Söyleyecekleriniz bittiyse gidebilirsiniz!" dedim. "Buraya sadece vedalaşmak için gelmiştim. Çok da özürlük bir şey yaptığımı söyleyemem. Beni her fırsatta paylayan sizdiniz!" İççekit. "Neyse, Sonuçta benim işim kolay bir iş değil. Gidip de gelmemek var dönüp de bulunmamak var!"
"Döndüğünüzde beni bulmamak için Allah'a yalvardığınıza yemin edebilirim ama ispatlamam." Kahkahalarla güldü. Oysa çok da komik bir şey söylememiştim. "Öyle bir şey söz konusu değil!" dedi altını kırmızı bir kalemle çizer gibi. "Sizi geldiğimde iyi görmek isterim. Hana'yı da elbette." Bunu söyledikten sonra sevgili kardeşime göz attı. Bal rengi gözleri sarı sokak lambasında iyice ortaya çıkıp parıldamaya başlamıştı. Onlardan etkilenmemek imkansızdı. "Bugünkü sözleriniz gözlerimi yaşarttı." dedim kinayeli kinayeli. "İçinizdeki öküze ne yaptınız merak ediyorum doğrusu. Yoksa görmeyeli sucuk falan mı oldu?" Beyaz dişlerini göstererek kahkahalarla güldü. Biraz önceki davranışlarının aksine gereğinden fazla iyiydi. Hatta olması gerekeni kıyasla çok çok daha iyi... Artık ikinci bir kişiliği olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ne düşündüğünü ve planladığını anlamak zordu.
"Bence yeterince komiklik yaptınız! Daha fazlasını kaldıracak gücüm yok! Size bazı haberlerle geldim."
"Haberler mi?" Başını sallayıp beni onayladı. "Çalışmak istediğinizi söylemiştiniz. Türk vatandaşlığı meselesi hallolduğuna göre buradaki hastanelerden birine girip hemşirelik yapabilirsiniz. Sanırım başvuru yapmıştınız. Cihangir'in eşi Ayşen dün müjdeli haberi verdi. Kabul edilmişsiniz. İşinizle ilgili detayları konuşmak için hastaneye gidebilirsiniz. Eksik evrakları tamamlamanız gerekiyor." Bu aldığım en güzel haber olabilirdi. Karşısında ciddi durmayı tercih ettiğim halde dudaklarım istem dışı geriye doğru kıvrıldı. "Şaka yapmıyorsunuz değil mi?"
"Ben şakaları genellikle sizi sinirlendirmek için yaparım! Şaka yok! İşe kabul edildiniz! Müjdeciniz de ben oldum üstelik!" Gülümseyerek Hana'ya baktım. Söylediklerimizden hiçbir şey anlamadığı yüzündeki ifadeden belli oluyordu. "Ne zaman başlayacağım?"
" Ayşen hemen pazartesi gelsin dedi. Onun asistanı olarak da pozisyon alabilirsiniz. Başarılı bir doktordur." Biraz duraksadıktan sonra tatlı bir telaşla, "Teşekkür ederim!" demeyi akıl ettim. "Rica ederim ama böyle kuru kuruya bir teşekkürle kurtulamazsınız. Artık ilk maaşınızla bana bir baklava ısmarlarsın! Buralarda adettendir. İşe başlayan, çocuğu olan hayırlı haber alan herkes birbirine tatlı ısmarlar. Bir anlamda kutlama yani! Ama siz ben maharetliyim elimle açarım derseniz de benim için kabul!"
İşin zorunu halletmiştim baklava benim için hiçbir şey değildi. Artık evde oturup tüm gün geçmişte yaşadıklarımı düşünmeyecektim. Çalışmak ve zihnimi dağıtmak istiyordum. Buna gerçekten ihtiyacım vardı. "Baklava sözüm olsun komutan! Tim için en güzel yerden en lezzetli baklavaları alacağımdan emin olabilirsiniz." Omzunu kapının girişindeki ahşap kirişe yaslayıp kollarını birbirine bağladı. "Ben kendi ellerinizle açarsınız diye düşünmüştüm aslında ama hazır olan da kabulüm tabii!" Benden daha uzun olan boyuna yaklaşabilmek için parmak uçlarımda yükseldim ve gözlerinin en dibine bakarak alaylı bir şekilde fısıldadım. "Bence şansınızı fazla zorlamayın üsteğmen!"
"Ben ne yapar ne eder o baklavayı size açtırırım Artemis çiçeği!" Dedi meydan okur gibi. Bu küstahlığın kaynağı neydi acaba? "Açtırmazsınız üsteğmen!" İç çekti. "Bunu zaman gösterecek!" Aramızdaki tuhaf diyaloglar etkisiyle Hana gülmeye başlamıştı. Kıkırdamaları üsteğmenin yüzünde güller açtırmıştı. Ona olan sevgi dolu bakışlarını sevmiştim. Bu kadar kısa zamanda iyi bir bağ kurmayı başarmışlardı. En azından benimle didiştiği gibi onunla didişmiyordu. Hana komutanı yanağından ıslak bir öpücük aldığında çekinerek bakışlarını kaçırdım. Ben küçük bir kız olsam bile onu öpmeye cesaret asla edemezdim. Kardeşim benden cevval çıkmıştı.
"Görüşürüz bıldırcın!" dedi Hana'yı kucağından indirirken. Arkasını dönüp gitmeye yeltendiğinde aceleci bir şekilde ardından seslendim. "Üsteğmen!" Gövdesini yarım bir şekilde dönerek bana ilgili bir bakış attı. "Ben..." Parmaklarımı çevirmek istedim. Gözlerine bakarken bazı şeyleri dillendirmekte zorlanıyordum. "Ben lojmanda kalmak istemiyorum artık!" Dik duruşu ve sert adımları bana birkaç adım yaklaşmasını sağladı. "Bu ne demek şimdi?"
"Olmuyor işte! Aynı lojmanda evlerimiz yan yana... Olan bitenden sonra her fırsatta birbirimizi hırpalıyoruz. Ben bu stresli hayatı kaldıramıyorum. Hana ile ayrı bir ev tutup hayatımıza devam etmek istiyoruz. Böylesi ..."
"Saçmalık!" diye kestirip attı. Lafımı bölmesi kararlarımı sorgulaması canımı sıkmıştı. "Ben ciddiyim komutan! Aşılması zor acı şeyler yaşadık. Bendeki dil yarası sendeki gönül... Biz olan bitenden sonra asla yan yana gelmemeliydik. Bu en başından beri bir hataydı. Hatta bence bu evlilik bile bir hatanın ürünü. Biraz uzaklaşmak ikimize de iyi gelecek!"
"Olmaz öyle şey! İyi geçinemediğimizin ben de farkındayım! Haklısın! Hayırsızın tekiyim ! Kahrı çekilecek adam değilim ama sen de bu yüzden çekip gidecek kadar zayıf bir kadın değilsin! Bunu bir daha duymamış olayım!" Yeniden geri dönmek istediğinde olmaması gerektiğini bile bile kolunu tutup bu konuyu örtbas etmesine engel oldum. Yüzünü çevirip önce kolunu kavrayan elime ardından da kendisine öfkeli bakışları atan yosun gözlerime baktı. "Ben kararımda ciddiyim komutan! Böylesi herkes için çok daha iyi olacak! Lütfen anlayış göster! Yıldırım timinin ardındaki insanların bana yaptığı iyiliklerin karşılığını ödeyemem. Ama gitmem en doğrusu!"
Yüz hatlarından sinirlendiğini ve öfkeden kıpkırmızı kesildiğini görebiliyordum. Baş parmağını ve işaret parmağını kullanarak çenemi kıstırıp yüzümü yüzüne yaklaştırdı. Bu hamlesiyle birlikte parmak uçlarımda bir kez daha yükselmek zorunda kalmıştım. "Buraya gelmen bir sebebe dayanıyor Alina Mihaloviç. Canın tehlikede! İki ülke arasında ciddi Sorunlar çıkartabilecek birisin. Bu yüzden gözetimimiz altında kalman en iyisi. Yıldırım Timi seni burada layıkıyla koruyacaktır fakat uzaklaşırsan seni korumak bizim için çok daha zor olur. Kendini düşünmüyorsan minik kızı düşün! İstemiyorsan kapını çalmam ve görüşmeyiz! Ama yanlış bir karar verip ikinizi de ateşe atma!"
Elini çenemden indirdim. Bu kadarcık temas bile tenimin ateşten bir kayaya dönüşmesine yetmişti. "Beni korumanıza gerek yok üsteğmen! Bosna'da kendi başımın çaresine nasıl baktıysam burada da bakabilirim. Benim için yaptıklarınıza minnettarım! Ama yeter! Kendi kendime yetmek istiyorum artık!"
Öfkeden burun delikleri birkaç kez açılıp kapandı. " Bosna'da neler yaşadığımızı iyi hatırlıyorum. Seni yanan bir tırın içinden çıkarmıştım ve ne yazık ki kendi kendine yetebildiğini gördüğümü hiç sanmıyorum. Burası Bosna değil! Canının istediği gibi eline silah alıp ölüm saçamazsın! Kimse buna baş sallamaz. Bir hata yaparsan sana sahip çıkacak yeni bir ülke bulman hiç de kolay olmaz. Herkes Türkiye gibi alicenaplık yapacak vicdanda değil. Bu yüzden uslu dursan iyi edersin." Sözleri sinirlerimi yeniden zıplatmıştı. Üzerine yürüyüp onu bir kez ittim.
"Sizden izin almak için söylemedim komutan! Ben kararımı çoktan verdim. Böyle olması gerekiyor ve olacak. İşe başladığımda para biriktirip ilk işim yeni bir ev tutmak olacak." Beni kollarımdan sımsıkı tutup kendine yaklaştırdığında tüm bedenimin titrediğini hissettim. Şakaklarım terlemiş gözlerim gözlerine değdiğinde bulut bulut olmuştu. Hana bu yakınlığa şahit olmamalıydı.
" Burası tehlikeli bir yer Alina. Dağda ayrı bayırda ayrı şehirde ayrı hain var. Aslında çalışman bile tehlikeli ama... Ama işte!" Başımı meydan okur gibi dik tuttum. "Bir asalak gibi sizin desteğinizle hayatta kalamam. Bir mesleğim var. İnsanlara yardım etmek ve kendi ayaklarımın üzerinde durmak istiyorum. Beni anlamak zorundasınız."
"Bu konuyu yeniden görüşeceğiz. Ben gelene kadar sabredin Bayan Alina Mihaloviç! Eğer gelebilirsem!" Son sözü nefesimin kesilmesine sebep oldu. Gelememe ihtimali canımı yakmıştı. Sanki bir sözcük tüm dünyanın bir anda gözlerimin önünde yerle yeksan olmasına sebep olmuştu. Değişen yüz rengim gözlerinden kaçmamıştı. Her zamanki öfkesinin bal rengi bakışlarından silindiğini hissettim. Sanki yeniden dönüp gelmese aklı bizde kalacaktı. Sanki burada bir bekleyeni vardı. Yoktu işte! Olamazdı da! Biz kimdik ki onu bekleyelim! Ne yaşamıştık ki yitince ardından ağlayalım! Belki Hana ağlardı ama ben asla ağlamazdım. Ağlamazdım değil mi?
Bakışlarını elindeki maskeye indirdi ve keyifsiz bir şekilde siyah kar maskesini yüzüne geçirdi. Bu maske yüzünü kamufle etmek içindi. Bir asker olarak kimliklerini gizlediklerini biliyordum. Bir sicil numarası hepsi bu... Öyle zamanlar oluyordu ki kendi aralarında bile birbirlerine farklı isimlerle hitap ediyor, mesleklerini askerliğin dışında herhangi bir başka meslekle değiştirerek söylüyorlardı. Burası Türkiye'de tehlikeli sayılabilecek bazı terör noktalarından biriydi. Sevecen iyi insanlar olduğu gibi terör yanlısı kandırılmış insanlar da mevcuttu. Yaşamak için çok zor bir yeri seçmiştim aslında. Bir savaştan kaçıp bir başka savaşın içinde olduğumu anladığım an kız kardeşim adına yine endişelenmekten kurtulamadım.
Yanımdan uzaklaşıp kendisini almak için gelen araca bindi. Bir silüet gibi ardından öylece bakakalmıştım. Onu düşünmek istemiyordum. Aklımın hiçbir köşesinde yer bulamaması gerekiyordu. Hana elimi tutup görmeyeceğini bile bile arkasından el salladı.
🪻🪻🪻🪻🪻
23 Mart 1993 Dağlıca köyü BOZKURT OPERASYONU
Olumsuz hava şartları helikopter kullanımını imkansız hale getirmişti. Yıldırım timi operasyon için gerekli tüm hazırlıkları yapmış, bindikleri M1113 ZPT isimli zırhlı araçta 11 kişilik bir personelle Dağlıca köyü yakınlarına doğru harekete geçmişti. Başlarında siyah kar maskeleri üzerlerinde çelik yelekleri ve diğer ekipmanlarla yoğun kar yağışıyla mücadele etmek zorundaydılar. Kürşat maskesini çıkarıp operasyon planını bir kez daha dillendirdi. Tim ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Ferit istihbarat sonucu elde ettikleri terörist güzergahının hakim konumlarından birine yerleşti ve keskin nişancı tüfeğini hedefe uygun olacak şekilde yerleştirdi. Bedenini ona uygun olacak şekilde konumuna sabitledi.
Yadigar destek kuvvetlerim konuşlanacağı bölgede herhangi bir patlayıcı madde olup olmadığını taramış ve verdiği işaretle timi harekete geçirmişti. Barbaros elindeki termal kamera ile teröristlerin arasına sızan Türkan'ı uzaktan izledi. Genç kız bu kıyafetlerden nefret etse de görevi için gitmeyi kabul etmiş, çevirdiği şive ile onlardan biri olduğuna herkesi inandırmıştı. Daha önce teröristlerin içine sızdırdıkları Jiyan kod adlı Şahin isimli askerin yardımıyla onlara dahil olmuştu. Planlandığı gibi önemli mevkiler tutuldu. Barbaros elindeki dürbünle köylü kızı kılığındaki Zeren'in iyi olduğundan emin oldu.
Zeren altına yeşil çiçekli bir fistan gittmiş başına da yine aynı tonlarda oyalı bir yazma örtmüştü. Zeren'in aksine yüzü açıktı. Saçlarındaki örgüler diğer kızlardan farklı görünmüyor, konuşması onları hatırlatıyordu. Ona köydeki kızların kaçırılacağı haberini veren Rozerin eşlik etmiş, cesaretini time destek olarak göstermişti. Teröristler kapıları çalıp zorla kızları teslim almaya çalışıyor, onlara Rojmin kod adlı Türkan'da istemeye istemeye eşlik ediyordu.
"Yürü!" Diye ittirdi köylü kızı kılığındaki Zeren'i. Onu da ağlayıp sızlanan diğer kızlar gibi hazırladıkları otobüse zorla tıkmışlardı. Yanlarındaki Rozerin erkek bir terörist tarafından itilince daha fazla kendini tutamayıp "Hainler!"diye bağırdı. Kafasına tüfeğin kabzasını yemesi uzun sürmemişti. Rozerin kendisine acı veren teröriste nefretle bakarken Zeren onu düştüğü yerden kaldırıp otobüse yerleşmesine yardım etti. "Sesini çıkaranı acımam vururum!" dedi hain kızlara gözdağı vermek için. Gözleri bir yandan terörist kılığındaki Türkan'ı kesiyordu. "Jiyan!"dedi ellerini iştahla kirli, karma karışık sakallarında gezdirirken. "Bulduğun hevaller hep böle serttir!" Jiyan kod adlı Şahin aynı bozuk şive ile sırıtarak ona cevap verdi.
"He! Böle serttir! Yakında hepsi böyle olacag!" Terörist ağzından çıkan dumanları dişleriyle öğütür gibi pişmiş kelle misali sırıttı. Türkan ise imalı bir tebessümün ardından dişlerini sıkıp başını salladı. Terörist bu sinsi hareketleri kendisine yöneltilen bir yeşil ışık olarak algılamıştı. Otobüs dağ yollarında ağır ağır ilerlerken tek amaçları kendilerini bekleyen diğer terörist gruba katılıp irtifası yüksek dağlardaki kamplardan birine ulaşmaktı. Esas dertleri genç kızları kamplara mecbur edip kötü hava şartlarında yılgınlık gösteren teröristlerin mezesi haline getirmekti.
Ozan Zeren'i kaybetme endişeyle kıvranırken Zeren elindeki minik fenerle operasyon için uygun yere gelindiğini haber veren bir işaret yaptı. Yanıp sönen ışığı fark eden ilk kişi Barbaros olmuştu. "Yıldırım, operasyon başladı. Taktik kurt kapanı... Öncü 1 grup otobüsün etrafını sarıp kızları korumaya alsın. Öncü 2 şaşırtmaca ve dikkat dağıtma işine girişsin. Vurkaç yapıp grubu peşinize düşürün! Destek 3 Hilal için konuşlansın!"
"Emredersiniz komutanım!" Teröristler dikkatlerini çeken hareketlenmeyi fark edince huzursuzca birbirlerine baktılar. Sesler dağın alt tarafındaki çalılıklardan geliyordu. Baş terörist yanındaki iki kişiye söz konusu noktayı işaret etti. Otobüste iki iri terörist bulunuyordu. Türkan tim dikkati dağılmış bir halde bulunan iki teröristi etkisiz hâle getirmek için yakınlarına sokuldu. Şahin onlardan birini otobüsün dışına çağırmış ve baş teröristin güvenliğini sağlamakla görevlendirmişti. Terörist Ferit'in bacağından yaraladığı teröriste doğru kararsızca yönelmiş ve telaşlı bir şekilde yakasından yakalayıp kurtarmak için sürüklemeye başlamıştı. Gözlerini kırpan Zeren diğer erkek teröristi siper olduğu arka koltukta işaret etmişti. Türkan kendisine sırtını dönen teröristin boynunu aniden kavrayıp tek bir hamleyle kırdı ve aracın içine boylu boyunca yığılan teröristi sürükleyerek yere yatırdı. Zeren başındaki yazmayı çıkarıp kendini kızların çığlıklarına aldırmadan ön koltuğa bıraktı ve gaza asıldı. Teröristler fark etmiş olsa da artık çok geçti. Yeniden otobüse yönelmek istediklerinde karşılarındaki genç kız çoktan üzerlerine ateş açmaya başlayıp onları yaralamıştı. Türkan asıldığı kalaşnikof tüfeği ile kendilerine yönelen üç leşi yere serdi.
"İyi işti!" Diğerleri durumu fark etse de iki ateş arasında kaldıklarından otobüsün peşine düşmeyi düşünememişlerdi bile. Bir el bombası içlerine düştüğünde gürültüyle birlikte çığlıklar yükselmeye başladı. Öyle bir yerde pusuya düşmüşlerdi ki kendilerini savunabilecekleri bir siper bile mevcut değildi. Yaralı bir terörist elindeki telsize atılıp pusuya düştüklerini ölmeden önce bildirdi. Ayaklarının dibine düşen bomba teröristlerden birinin bacağının kopmasına sebep olmuştu. O feryat figan bağırırken öndeki otobüsten on kişilik bir terörist grup ortaya çıktı. Bu kızların bulunduğu otobüsün takip ettiği ikinci gruptu. Otobüsteki teröristlerden birkaç tanesi yoğun mermi atışı ile birlikte ölüp hiç olurken bazıları kendini güç bela atıp yamaçlara sürüklenerek sığınmayı başardı. Ateşin geldiği yönü karşılarına alıp onlara silahlarıyla cevap vermek istediler fakat biraz önce bombardımanı andıran silahlar susmuş ve bazı askerler çoktan açık hedef olarak onları hilal çemberinin içine doğru çekmeye başlamıştı. Ölen arkadaşlarının intikamını almak için kaçtıklarını düşündükleri grubun peşine düştüler. Barut ve kan kokusu her yerdeydi. Şarapnel parçaları ayaklarının altında çınlar gibi metalik sesler bırakıyordu.
Barbaros telsizine asılıp, " Öncü 2 , hilal zamanı! İplerle yamaçlara doğru hareketlenin." Askerler söyleneni yapıp gerdikleri ipleri kullanarak sert dağlarda güçlü botlarıyla adım adım ilerlediler. Teröristler kapanın içine düştüğünü fark etmiyor, intikam ateşiyle kendilerine yem olarak atılan asker grubunun peşine takılıyorlardı. Ozan Öncü 2 grubundaydı. Daha siper olmuş bir şekilde elindeki kalaşnikof tüfeği ile birkaç el ateş etti. Operasyon hızlandıkça mermileri de azalmıştı. Yedek şarjörü takıp siperinden başını çıkarıp ateş etmeye devam etti.
O an koluna düşen bir yangı nefesinin sıklaşmasına sebep oldu. Yarası alnının terlemesine, yüzünün kızarıp nefes alışverişlerinin düzensizleşmesine sebep oldu. Kan kaybediyordu. Devam edip kendisini yaralayan haini nişan aldı. Bu kadar ucuz kurtulmasına asla izin vermezdi. Bulunduğu kayadan başını çıkaramıyordu ve her geçen dakika kurşun yağmurunu arttırıyordu.
Başındaki bordo bereyi çıkarıp içine büyükçe bir taş koydu ve kayanın üzerine sabitledi. Aynı anda pek çok mermi bıraktığı bereye isabet etmiş ve Ozan da bu araladıktan faydalanıp kendini düz takla atarak daha korunaklı bir başka sipere atabilmişti.
Teröristler peşine düştükleri askeri grubu yakaladığını zannederken daha büyük bir birliğin etraflarını sardığını fark etmişti. İki ateş arasında kalmışlardı. Ya ölecek ya da teslim olacaklardı. İçlerinden kimisi ölmeyi tercih ederken kimisi elindeki silahı bırakıp teslim olmada karar kılmıştı.
Operasyon tamamlandığında bölgenin güvenliğinden emin oldular. Artık tahliye zamanı gelmişti. Barbaros yanı başındaki erlere ölen terörist cenazelerini teslim almayı emretti. Umut öne atıldığında sertçe yakasını tuttu. "Uzak dur asker!" Umut terörist cenazesinden neden uzak durması gerektiğini bilmiyordu. "Bu hainler bizden birini daha toprağa gömüp kanını akıtmak için ölümü bile intikam şölenine dönüştürür."
Yanındaki Cihangir ve Yadigar'a dönüp, "Kanca atın! Adamların temiz olduğundan emin olmadan yanına yaklaşmak yok!" O an bir patlama herkesi yeniden korunaklı bir pozisyona geçmeye zorladı. Barbaros ayaklandığında başıyla Umut'a uzaktan patlayan cesedi işaret etti. "Dikkatli olmazsan ananın sarmalarını cennette yersin! Güç kadar zeka ve bilgi de gerekir. Temkinli olup acele etmemeyi öğreneceksiniz." Cihangir esas duruştan ayrılıp kancayı attı ve sürükleyerek cesetleri inceledi. Üzerlerinden işlerine yarayacak bilgi verici bir şeylerin olup olmadığını kontrol ediyordu. "Temiz!"dedi komutanına. Tehlike en azından o an için bertaraf edilebilmişti.
Teröristler ceset torbalarına yerleştirilirken, baygınlık geçiren bacağını kaybetmiş bir terörist dikkatlerini çekti. Bulunduğu yer oldukça ulaşımı zor, kırç bir yamaçtı. Olay yerine dönen Türkan'a işaret edip sağlık bilgilerini kullanmak üzere teröriste yönlendirdi. Ardından Türkan, Cihangir ve Kürşat iniş için iplerini uygun bir ankraj noktası belirleyip emniyet kemeriyle güvenli bir şekilde teröristin bulunduğu alana yöneldi. Terörist acıyla haykırırken ellerini başının arkasına sabitlemiş ve yüzüstü yere kapanmıştı. "Yardım edin! Ölmek istemiyorum TC askeri!"
Barbaros elindeki ilkyardım çantasıyla müdahale etmesi gerektiğinin farkındaydı. Tehdit eden herhangi bir durum olmadığını anladığında çantasını açıp yapabileceği ilk müdahalelere girişti. "Şoka girebilir. Ayağını yukarıda tutun. Vücudunun sıcak kalması lazım." Kürşat soğuğa aldırmadan parkasını çıkarıp teröristin üzerine örttü. Düşman olarak görse de kendisinden eman dileyen birine zulmedemez, ölümün kollarına bırakamazdı.
Barbaros Turnikeyi kopan uzvun 5 cm yukarısına bağladı. Çantadan çıkardığı homestatik ajanı kullanarak kanamayı durdurmaya çalıştı. Ne yazık ki netice almaları pek mümkün görünmüyordu. "Cihangir. Dağlama için dumansız ateş yak. Doğrudan baskı yapacağız. Sonuç alamazsak riskleri göze alıp dağlayacağız." Dağlama lafı teröristin gözlerinin Diyarbakır karpuzu gibi açılmasına sebep oldu. "Canım yanacak! Bu ölümden beter!"
Barbaros'un terleyen alnı nasıl bir baskının altında olduğunu ele veriyordu. Bakışlarını yaradan çekip acı içinde ağlayan teröriste sabitledi. "Yaşamak istiyorsan sık dişini! Seni burada kurtlara yem edebilirdim ya da acı içinde ölmeni beklerdim. Çeneni kapayıp bize yardım etmeye çalış!"
Cihangir ve Kürşat kendilerine söyleneni yapmış ve kısa sürede ateşi yakmıştı. Yaklaşık 10 dakika sonra bıçak istenilen ısıya ulaştığında Barbaros teröristin haykırışlarına aldırmadan kesik bölgeyi dağladı. Bu biraz önceki yöntemlerden çok daha fazla işe yaramıştı. Teröristin ağzına yerleştirilen kumaş kısmen sesi önlese de yeterli gelmiyordu. Üsteğmen telsize yönelip, " Yıldırım Timinde'den merkeze, yaralı çok kan kaybetmiş bir terörist ele geçirdik. Durumu kritik... Yaralılarımız için helikopter talep ediyorum. Dağlıca köyü yakınlarındaki... Dağındayız." Telsizden gelen cızırtılı ses umutlarına galebe çalmıştı.
"Merkez'den Yıldırım'a. Hava şartları çok kötü! Helikopterin inmesi için uygun zemin söz konusu değil."
"Yıldırım Merkez, helikopter gelmek zorunda. Kaybımız yok yaralarımız var! En yakın noktaya bekliyoruz." Onay cevabı geldiğinde sargı işlerini çoktan bitirmiş ve teröristle birlikte zırhlı araca doğru yönelmişlerdi. Araca binip diğer zırhlı aracın peşlerine düşmesi yönünde emir verdi. Zırhlı araçta ter atan terörist Barbaros'a hayret dolu bir bakış attı. "Neden!"dedi isyan eder gibi. "Neden beni öldürmedin! Acı çekerek ölmeme izin vermedin!" Barbaros suskundu. Teslim aldığı adamın sözlerinin devamını bekliyordu. "Niye benim için kaynaklarınızı seferber ettin! Eğer aynı durumda sizden biri olsaydı teslim alır almaz işini bitirirdik. Belki daha da kötüsü." Üsteğmenin yüzünde iğrenen bir tebessüm belirdi.
"Bizden kimse size teslim olmazdı lağım faresi. Tek bir kurşun bile olsa kendimize saklar ama esareti ölüme yeğlemezdik. Seni kurtarmamın tek sebebi görevime ve milletime duyduğum saygıydı. Bizim sizden farkımız bu! Siz dava dediğiniz soytarılığa şerefsizlik alet ediyorsunuz, biz ise şerefimiz için yaşıyoruz. Seni orada ölüme terk etseydim senden bir farkım kalmazdı. Senden bir farkım kalmasaydı da Çanakkale'de ölüme gideceğini bile bile evlatlarını vatana kurban eden soylu anaların, kanı ile yıkanıp gömülen şehitlerimin yüzüne bakamazdım."
Terörist başını eğip sustu. Yanlış yolda olduğunu bilse de doğrusuna yönelmeye ne yüzü ne de cesareti vardı.
***
Zeren, koşuşturarak gelen ekipleri ve zırhlı araçları aradı. Ozan'ı her yerde aramış bir türlü izine tozuna rastlayamamıştı. Ferit'i bulduğunda yaralı arkadaşlarıyla ilgilendiğini fark etti. Helikopterin ineceği alana gitmeden önce zırhlı araçlara yerleşiyorlardı. Ozan'ın şu an çoktan aracına yerleşmesi gerekiyordu. Sert yamaçlara doğru baktı. Telsizle diğerlerine durumu bildirmiş ama olumlu bir dönüş alamamıştı. İşler öyle yoğundu ki neredeyse Ozan'ın yokluğunun farkına bile varamamıştı.
"Ah!" Zeren sesin geldiği tarafa yöneldi. Çalıların arasında neredeyse beline kadar kara gömülmüş bir halde duran Ozan'ı fark etmesi uzun sürmemişti. "Ozan!" Genç er, endişeli bakışlarını sevdiği kadına yöneltti. "Zeren!"
"Neden buradasın! Çoktan tahliye alanına geçmiş olmalıydın."
"Yaralandım!"dedi Ozan inler gibi. Kolundaki yangı göz açtıracak cinsten değildi. "Ayağa kalkabilecek durumda mısın?" Ozan güç bela ayağa kalkmaya çalıştı. Aslında kalkıp gidebilecek durumdaydı fakat Zeren'in yokluğunu fark edip etmeyeceğini anlamak istiyordu. Yollarını bir daha asla bir araya gelip gelemeyeceği onun için merak konusuydu. "Sanırım ayağımı burktum! Kalkamıyorum!" dedi yüzünü ekşiterek. Zeren hırsla ciğerlerindeki nefesi bırakıp büyük kayaların üzerinden atladı ve soluğu Ozan'ın yanında aldı. Belini tutup omzuyla gövdesine destek olmaya çalıştı. Bu şekilde biraz olsun onu hareketlendirmeyi başarmıştı.
"Sana yardım edeceğim! Acele etmeliyiz. Tim bizi bekliyor. Tahliye alanına geçiş yapacağız." Ozan yüzünde sevimli bir tebessümle ona tutunarak ayağa kalktı. Ayaklarındaki botlar arazide en iyi şekilde hareket edecekleri yapıda tasarlanmıştı. Bu botlar sayesinde bir daha keçisinin bile güçlükle çıkabileceği yerlere rahat rahat tırmanabiliyorlardı. Yüzünü Zeren'in başına yasladı ve ağırlığını biraz üzerine verdi. Zeren bu yakınlıkla kaşlarını çatıp alık alık Ozan'ın yüzüne baktı. Üzerlerindeki barut kokusu burnumdan ciğerlerine gitmiş ve Ozan'ın kokusuyla genç kızın bedeni hazırlıksız yakalanmıştı.
"Sende sarılmak için yer arıyormuşsun." dedi kinayeli bir şekilde. Sözü Ozan'ın dudaklarının hafifçe burkulmasına sebep oldu. "Seni rahatsız etmeyeyim!" diye geri çekilmek istediğinde Zeren barut gibi üzerine sıçradı. "Saçmalama! Av olmak istemiyorsan acele etmemiz lazım. Etrafımızda çakallar olabilir." Hızlı olmaya çalışarak engebeli arazide yürümeye başladılar. Etraflarında Ozan'a yardım edebilecek başka askerler olsa da Zeren onu yarı yolda bırakmayı uygun görmemişti. "Söylediklerim için özür dilerim! Ne yeteneklerini ne de gücünü hafife almak istememiştim. Ben..."
Sözleri, "Çeneni kapat ve tabanları yağla!" diyen Zeren'in sesiyle bölündü. "Kadınları kendinizden daha zayıf ve güçsüz görüyorsunuz. Bizim de bir şeyleri başaracağımıza inanmıyorsunuz!"
Ozan yüzüne bakmayı reddeden Zeren'e bir nefes kadar yaklaştı. Aslında şu an bunları konuşmanın ne yeriydi ne de zamanı. Fakat günlerdir uymuyor ve sadece bu operasyonu düşünüyordu. Derdini anlatmadan huzur bulacak gibi değildi. " Ben senin her şeyi başaracağını biliyorum. Sadece..." Söylemeyi düşündüğü cümle ciğerlerindeki tüm havayı infilak etmişti. İhtimali bile ölüm gibi geliyordu. "Sadece ne?" dedi Zeren tırnaklarını hafifçe Ozan'ın kavradığı beline geçirirken. Üzerindeki köylü kızı kıyafetlerinden kurtulmuş ve yeniden profesyonel bir asker gibi sıcak tutacak ve kendisini koruyacak kıyafetler giymişti.
"Ben seni kaybetmekten korkuyorum. O hainlerden biri sana zarar verseydi ben..."
"Sus Ozan!" Diye kükredi. Sesini hainlerden birinin duyması ve hayatlarının tehlikeye girmesi umurunda bile değildi. "Ben senin malın değilim. Bu meslekte ölmek de var öldürmek de. Yolun sonunda sakat kalabileceğimi çok iyi biliyorum. Bütün hayatımın altüst olabileceğini düşünerek ve inanarak bu yola girdim. Senin korkuların beni inandığım gayelerden daha fazla etkilemiyor. Sen nasıl vatan uğruna her şeyi göze alan bir askersen ben de öyleyim. Bir korkak gibi yaşayacak değilim. Eğer kendime güvenmeseydim, iyi işler başaracağıma inanmasaydım egom için şu silahı elime alıp o hainlerin karşısına çıkmazdım." Bir ceset gibi kaskatı duran Ozan'ı sola doğru çevirip yokuş aşağı indirmeye çalıştı. Onun çabasını gören Ozan da biraz olsun toparlanmış yaralanmasını fırsata çevirmemek ve ona yük olmamak için uğraşmıştı.
"Biliyorum. Ama içimde çağlayan o duygulara engel olamıyorum. Ben..."
"Sus!" dedi Zeren büyük bir çukurun üzerinden ayağındaki botları inleterek atlarken. Ozan'ın bakışları üzerinden bir an olsun ayrılmıyordu. Zeren duygusuz bir şekilde tepesinde dikilen Ozan'ı aniden hiç ummadığı bir anda omuzuna alıp inmesine yardım etti. "Dur! Belini inciteceksin! Beni taşıyamazsın!"
Genç kadın öyle çevik ve hızlı bir hamleyle Ozan'ın yerinden kaldırmıştı ki Ozan da neye uğradığının farkına varamamıştı. Genç kız önüne düşen siyah perçemlerinin ucuna üfleyerek yüzünden uzaklaştırdı. Ve kaşlarını çattı. "Sakatlandığını sanıyordum!"
"Evet sakatlandım ama sırtına yük olmak isteyecek kadar da aciz değilim." Zeren öfkeli yüz hatlarına esirgemeden Ozan'ın gözlerine sundu. " Ben de senin acıyıp korumaya çalışacağın kadar çaresiz değilim! Bir Türk askeri ile konuştuğunun farkına var astsubay çavuş Ozan Demirdağ!"
Ozan Zeren'i kollarından yakalayıp kendine yaklaştırdı. " Ben o Türk askerine gönül verirken yaşayabileceğim her şeyi çoktan kabullendim." Zeren kolunu ondan kurtarmak istedi fakat Ozan buna hemen müsaade etmeyecekti. " Sana susmanı söylemiştim astsubay! Senin gönül işlerini konuşmanın ne yeri ne de zamanı?" Meseleyi kişiselleştirmemesi Ozan'ın canını yakmaya yetişti. Ne yani gönlü olan sadece Ozan mıydı? Zeren, timdeki arkadaşlarından daha fazlası olarak görmüyor muydu onu?
"Hepsi bu mu?" Dedi Ozan kırgınlıkla. Bakışlarındaki hayal kırıklığı genç kadının içini yaksa da kendisini küçük düşüren bu adamı affetmemeye kararlıydı. "Evet öyle! Benim için sadece Yıldırım timindeki sıradan bir astsubay çavuştan fazlası değilsin. Hiçbir zaman da olmadın!" Ozan'ın kalbi camdan bir köşk gibi tek bir darbeyle paramparça olmuştu. Oysa sevildiğini sanıyordu. O iri siyah gözlere baktığında kendisi için eşsiz sevda türküleri okumuştu. Demek her şey bir yanılsamadan ibaretti. Demek şarkılar yalan söylüyordu. Aşk efsaneleri bile yazmazdı tek taraflı seven adamı. İçini doldurduğu tüm sevda kuyuları bombardımana tutulmuştu da bunu Zeren'in ruhu bile duymamıştı.
"Tamam!" Dedi Ozan hafifçe burnunu çekerek. Zeren onun düz bir çizgi halini alan titrek dudaklarının yeni farkına varıyordu. Bunu söylediği için pişman olacağını biliyor ama yine de gururuna yenilmekten kurtulamıyordu.
"Tamam tertip! Devrem... Badim..." diye kesik kesik ekledi Ozan. Şu saatten sonra bundan daha farklı bir hitapla istese de Zeren'e yaklaşamazdı. Oysa sevdiğim demek için uzun zamandır bekliyor, halinden derdinden anlayacağımı umarak sabahları ediyordu. Ne boş bir çabaymış dedi içinden. Sevilmemek bazı adamların kaderi oluyormuş. En büyük sevdalar bile bazen asla kendisinin olamayacak bir kalbe saplanıp kalırmış. Ben o kalbi içimde öldürene kadar sabret savaş gülü... Sonra göğüs kafesimin içindeki serçe olmaktan kurtulacaksın. O zaman o tutsak serçedeki yabani ve sevdaya karşı ürkeklik de ruhunda kalmayacak. Sen de benim için herhangi biri olacaksın.
Hafifçe sakatladığı bacağını umursamadan topallayarak zırhlı araca yöneldi. Onun perişan halini gören ilk kişi Kürşat olmuştu. Arkadaşına yaklaşmak istese de içindeki sese kulak verip uzak durmakta karar kıldı.
"Merhaba!" Kürşat'ın siyah bakışları kızıl saçlı güzel kızın üzerinde birkaç saniye dolaştı. "Merhaba!"
"Beni tanımadınız sanırım!" Kürşat onaylar gibi başını salladı. "Tahmin etmiştim. Yıldırım timi beni kısa bir süre önce tek göz Şerwan'ın elinden kurtarmıştı. Siz de benimle parkanızı ve mataranızdaki suyu paylaşmıştınız." Kürşat, oldukça perişan bir halde bulduğu genç kızın daha derli toplu ve modern kıyafetler içindeki halini görünce epey şaşırdı. "E-hatırladım. Benimle kürtçe konuşmuştunuz! Şimdi böyle Türkçe selam verdiğinizi görünce şaşırdım."
" Adım Rozerin! Dağlıca köyünden geliyorum. Teröristlerin planını askerlere bildiren bendim." Kürşat elini uzatıp, "Memnun oldum. Ben Kürşat!" dedi. Rozerin kendisine uzatılan eli sıkıp gülümsedi fakat anın verdiği heyecandan elini ondan uzaklaştırmayı akıl edememişti. Kurbanlık dana için anlaşmaya çalışan ticaret erbabı gibi elleri tokalaşır vaziyette sürekli aşağı yukarı inip kalkıyordu. Kürşat gülümseyerek, "Sanırım artık çekmemiz gerekiyor!" diye hatırlattı. Rozerin'in elleri kaynar suya dalmışcasına hızla Kürşat'tan uzaklaşırken yüzü kıpkırmızı kesilmişti. "Doğru! Operasyon hepimizi allak bullak etti."
"Evet sanırım!" dedi Kürşat. İçinden tehlikeli sularda olduğunu düşünüyor ve kendini yanlış yolları adımlamış gibi çaresiz hissediyordu. İçindeki meraka yenilip, kafasındaki o soruyu daha fazla geciktirmedi.
"Madem Türkçe biliyordunuz neden Kürtçe konuştunuz!" Rozerin'in kızaran yanakları artık yavaştan mora doğru dönmeye başlamıştı. "Ana dilimi sizin ağzınızdan duymak güzeldi! Ben de bu anı bölmek istemedim." Kürşat'ın bakışları onun küçük çillerin olduğu beyaz yüzünde ilgiyle dolaştı. Bunu bir iltifat olarak almalı mıydı? Yok yok! Asla iltifat falan almamalıydı. Hele ilgiyi hiç almamalıydı. Askersin sen asker kal diye bir şarkı olsa kendisi için bestelenmiş olurdu muhtemelen. Olacak iş miydi şimdi? Bu kaosun içinde aşk mı? Yok artık!
Rozerin'in portakal rengi kızıl saçları, minik çillerin olduğu çocuksu sevimli bir yüzü vardı. Güzel kızdı vesselam ama Kürşat'a göre asker adamın vatanı dışında sevdayla falan bir işi olamazdı. Rozerin, uzayan sessizlikten endişe duyup ellerini çırpar gibi iki yanına bıraktı. "Şey yani! Çok iyi konuşuyorsunuz. Genellikle yerli olmayanlar dilimizi pek bilmez. Türkler yani!"
Kürşat başını emme basma tulumba gibi iki kez salladı. "Ben timin yerel dil uzmanıyım. Yani dil konusunda iyiyimdir. Aslında başka konularda da iyiyimdir ama..." Kürşat ne saçmalıyorsun oğlum diye kendi kendini hayalinde çimdikledi. S... git! Kız kendisine asıldığını düşünecek! Namus davası, töre cinayeti çıkarma şimdi başımıza! Allah bilir kaç abisi vardır!
Konuşmanın bittiğini bilir gibi Cihangir Kürşat'ı perçeminden yakalama eğiliminde bulundu ama karşısındaki kız onu durdurmaya yetmişti. "Hadi bakalım!" Dedi Cihangir, Kürşat'a cilveli bir işmar çakarak. "Zırhlı araçlara yerleşiyoruz." Kürşat da diğerlerinin peşinden araca yöneldi. O sırada Türkan da teslim alınan teröristin arkasından araca yürümekle meşguldü. Üç astsubay adamı ite kaka araca bindirmeye çalışırken terörist umursamazca ardına bakıp Türkan'ı bakışlarıyla rahatsız ediyordu.
"Sen de bir naneler olduğunu sezmişen Rojmin!"dedi sinsi sinsi iştahla sırıtırken. "Bu p...lerden hangisiyle oynaş tutasan!" Umut sevdiği kıza laf atan teröristin icabına bakmak için öne atılırken Türkan ondan önce davranıp tüfeğini sertçe teröristin kafasına geçirdi. Ardından sert bir tekme ve yumruk darbesi teröristin muhtelif yerlerini buldu. Başı yarılmış, yaradan sicim gibi kan sızmaya başlamıştı. "Uy!" Terörist inlerken Umut öldürücü bakışlarını ondan bir an olsun ayırmıyordu. Üzerine atılmak istediğinde Türkan kendisini seven adamın yüzüne bakmadan kolunu gövdesine engel olacak şekilde öne getirip bu hamlesine engel oldu. Ve görev arkadaşlarının gözlerinin önünde kaba saba bir erkek gibi hırlayan boğazının elverdiği ölçüde tacizcinin suratına tükürdü. Ardından Umut'un hayret dolu bakışlarının ağzını koluna meydan okur gibi silip kendi baş parmağının ucuyla burnuna kontak bir fiske vurdu.
Türkan teröristin sözüne "S... lan Puşt!" Diye karşılık verdiğinde yanındaki yiğitler gülmeye çoktan başlamıştı. Öndeki subaylar başlarını eğip kıkırdadılar. Onu savunma ihtiyacı hissetmemiş, bu cengaver kızın bir asena kadar güçlü olduğunu daha ilk gördükleri anda anlamışlardı. Bu kız tıraşlı başı ve erkeksi tavırlarıyla kendilerinden daha fazla mavi kimlik kazanmaya hak kazanmış gibi duruyordu. Küfür konusunda da tacını kimseye kaptırmıyordu. Kimse küfür etmenin iyi bir şey olduğunu söylemezdi ama yaptıkları işte nezaket pek fazla yer bulamıyordu.
Daha fazla beklemeyip teröristi ite kaka zırhlı araçlara binip komutanlarının emrettiği gibi tahliye alanına yöneldiler.
🪻🪻🪻
Merhaba canlarım.Umarım iyisinizdir. Bu hafta benim için çok zor geçti. Doğru düzgün bölüm yazamadım. Bebeğimin boynuna yakın bir noktada kemik var ve bunu fark ettiğimizden bu yana hastane hastane dolaşıyoruz. Sıkıntılı bir şeye benzemese de operasyona girme durumu olabilir. Bu benim için oldukça endişe verici. Kafamı toplayamıyorum. 😞
Kötü şeyler düşünmemek için zihnimi güçlü tutma adına odaklanıp yazmaya çalışıyorum ama pek mümkün olmuyor. Salı günü yeniden tomografi için gideceğiz. Bize dua edin. Şimdilik hazır bölümlerden birini attım. Hoşçakalın. 🌹🪻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.85k Okunma |
327 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |