39. Bölüm

26.Bölüm: Palo Santo

Sylph
sylph

~Sabırla yeni bölümü bekleyen bütün okurlarım için… keyifli ve güzel dakikalar geçirmeniz dileklerimle~🫶🏻✨

 

Kitabın kapağını dikkatlice açarak sayfalarını incelemeye başladım. “Bu… Bu ne anlama geliyor?”

 

“Bilmiyorum,” dedi yaşlı kadın. Onun da kafası en az benim kadar karışık görünüyordu.

Teker teker kitabın bütün sayfalarını çevirdim ama sonuç değişmedi. Hala bütün sayfaları boş görünüyordu.

 

Kim? Neden kapağına bu kadar özendiği bir kitabın içini boş bırakır? Neden yetim bir çocuğun yanına içi boş kitap bırakır?

 

“Açıkçası sana vermem gereken başka bir şey daha vardı. Seni teslim aldığımızda boynunda asılı duran bir kolye vardı ama müdür değerli göründüğünden para için onu da sattı,” dedi mahçup bir şekilde.

 

“Kolye bulmuş satmış, çocuk bulmuş satmış. Eline ne geçtiyse satmış p*zevenk!” dedi Aida sinirlenerek.

Müdür hanım sessiz kalarak mahcubiyetle başını önüne eğdi.

 

“Nereye satmış kolyeyi bilginiz var mı? Eğer iyi para edecek değerli bir kolyeyse alelade bir şekilde satmış olamaz,” dedim merakla.

 

“Yakınlardaki bir antikacıya sattığını söylemişti. Epeyce de para vermişlerdi ona kolye için,” dedi kadın.

“Yakınlarda mı, ismini hatırlıyor musunuz?” dedim yaşlı kadına sorarak.

Elime geçen bilgiler çıkmaz sokaktan ibaret, hiçbirinin bir çıkışı yok.


Kolyeden bir şeyler öğrenebilme umuduyla kadının vereceği yanıtı bekledim.

“İki sokak ötede, eski fırının yanında olması lazım. Adı palo birşeydi tam hatırlamıyorum. Açıkçası uzun zamandır o tarafa gitmedim ama pek değişmiş olmasa gerek.”

 

“Anlayamıyorum, bir şeyler hala eksik. Başka bir yetimhaneye bırakılmışım, bu kitap ve kolyeyle beraber ama orda yeterli yer olmadığı için buraya göndermişler. Sizin eski müdürünüz olacak o alçak da bir haltlar çevirip beni de kolyeyi sattığı gibi satmış. Tamam, peki anlaştıkları önlüklü elemanlar kim ve ben nasıl tekrar bu yetimhaneye gelip evlatlık verilebilmişim?”

 

“Polis getirdi seni altı yaşlarındayken. 66.bölgenin doğusunda kalan dağlık alanda bilinçsiz bir şekilde geziniyormuşsun. Bileğindeki hasta bilekliğinde yazan bilgilerden yetimhaneyi bulmuşlar. Zaten sen geri geldikten birkaç gün sonra seni evlat edinmek üzere geldiler,” dedi müdür hanım.

 

Kurcaladıkça bu işten bok kokusu geliyor. Sonunun nereye çıkacağı meçhul…

“Anlaşıldı, burda işimiz bitti Aida hadi,” dedim ayağa kalkarak.

Başıyla onaylayarak kapıya doğru ilerledi Aida.

“Risin ben üzgünüm… Özür dilerim elimden daha fazlası gelmediği için,” dedi yaşlı kadın ayağa kalkarak.

“Hanımefendi, başkalarının üstlenemediği suçu vicdanınıza yük etmeyin. Geçmiş geçmişte kaldı. 20 yıl önce ölen bir bebek için yas tutmaya devam etmeniz gereksiz. Umarım dediklerimi anlayabilmişsinizdir,” dedim masanın üstündeki kalın kitabı alarak.

 

Üstünde yalnızca adımın ve numaramın yazılı olduğu siyah kartviziti cebimden çıkararak kadının masasına bıraktım.

“Hatırladığınız başka bir şey olursa iletişime geçmekten çekinmeyin,” dedim ve odanın girişinde bekleyen Aida’nın yanına ilerledim.

 

Benim için olmasa da bazı insanlar için geçmiş geçmişte kalmalı. Gerçek suçluların payını almadığı sorumluluk bir başkasının boynuna pranga olmamalı… Buna müsaade edemem.

 

Giriş kapısında hali hazırda bekleyen taksiye yerleştik Aida’yla.

“Hoş geldiniz, otele mi süreyim?” dedi taksi şoförü olan genç.

“Yok, ondan önce uğramamız gereken bir yer var. Yakınlarda bir fırın varmış biliyor musun?” dedim şoföre sorarak.

 

“Birkaç sokak ötede olması lazımdı, oraya mı?” dedi.

“Evet oraya lütfen,” dedim camdan dışarıyı izlerken.

Güneşin batımı yaklaştığı için gökyüzü yavaştan kızıllaşmaya başlamıştı.

 

Gerçekten de kadının söylediği gibi birkaç sokak ilerledikten sonra ara sokaklardan birine girmiştik.

“Burası,” dedi şoför sağımızı işaret ederek.

Fırın tarif edildiği üzere buradaydı fakat bitişiğindeki dükkan tamamen boş görünüyordu. Camında asılı duran kağıda karalanmış yazı uzak olduğu için net görünmüyordu.

“Biraz daha yakınlaşır mısın?” dedim şoföre.

“Tabi ki,” dedi aracı kaldırıma biraz daha yakınlaştırarak. Boş dükkanın camında asılı duran beyaz kâğıt daha okunabilir olduğunda dikkatlice süzdüm. Üstünde taşındıkları yeni adres yazılıydı.

 

“Fırına girmeyecek misiniz?” dedi genç şoför.

“Gerek yok, aradığımız antikacı burdan taşınmış. Sen en iyisi 66.Caddeye sür,” dedim şoföre.

“Tamamdır ama nereye taşındığını nasıl anladınız?” dedi sokağın çıkışına doğru sürmeye başladığında.

“Ne demek nasıl? Camın üstündeki kağıtta yazıyordu,” dedim kafa karışıklığıyla şoföre.

“Hangi kâğıt? Camın üstünde asılı bir şey yoktu ki!” dedi bana dikiz aynasından bakarak. Yüzündeki garip bakıştan ne düşündüğü rahatlıkla anlaşılabiliyordu.

“Aida, sen kağıda baktın mı?” dedim üstümdeki garip bakıştan kurtulabilmek için. Ben gözlerimle gördüm ve bundan eminim.

 

Başını elindeki telefondan kaldırarak, “Evet camın üstünde asılı duran kağıdı diyorsun. Ne yazdığını okuyamadım ama kâğıdı gördüm,” dedi Aida.

Derin bir nefes aldım rahatlayarak. Üstüme yapışan deli damgası beni gerektiğinden fazla yoruyor.

“Belki ben yeterince dikkat etmediğimden göremedim,” dedi taksi şoförü omuz silkerek.

 

Antikacının taşındığı yeni adrese varmamız uzun sürmemişti. Hala batmakta olan güneşin kızıl ışıkları antika dükkanının camından yansıyordu. Gözümü alan ışığı elimi siper ederek engellemeye çalıştım ve koyu tonlardaki ahşap detayları olan antika dükkanı inceledim.

 

Kendi halinde küçük boyutlarda olan mütevazi bir dükkandı. Üstünde asılı duran tabelasında ahşap kaplamalı ‘Palo Santo’ yazısı dikkatimi çekmişti.

“Sanırım müdürün söylediği palo bir şey bu olsa gerek…” dedim kendi kendime söylenerek.

Camdan yansıyan ışık yüzünden içerisi tam olarak ayırt edilemiyordu.

Kapıyı açıp taksiden inerken, “Geliyor musun?” diyerek Aida’ya sordum.

“Peki, geleyim madem,” dedi ve iç çekerek araçtan indi.

Önden ilerleyerek antikacının kapısını ittirdim. Küçük kapı zili çınladı dükkanın içerisinde. Aida da girdikten sonra kapıyı arkamızdan usulca kapattı.

İçerisinin de dışarısı gibi eski bir tarza sahipti. Koyu ahşap duvarları ve rafları oldukça eski görünen antika eşyalarla bezenmişti. Kimisi kilden kimisi metalden olan eşyaların her biri diğerinden bağımsız bir hissiyat veriyordu.

 

Biz raftaki eşyaların arasında kendimizi kaybetmişken tezgahın arkasındaki kapıdan bir kadın içeriye girdi.

Kapının kenarına asılmış olan çeşitli bitkiler geçerken kadının saçlarına takıldığından memnuniyetsiz bir ifadeyle homurdanarak, “Onlarca kere söyledim şu otları kapının yanına asma takılıyorum diye, ama yok anlamıyor işte!” dedi.

 

Beyaz saçlarını eliyle düzelttikten sonra tanıdık gelen simasıyla bize doğru dönerek, “Hoş geldiniz! Sizin gibi tatlı kızlara nasıl yardımcı olabilirim?” dedi oldukça yaşlı görünen kadın. Yetmişlerinin sonunda gibi görünen kadının bu kadar tanıdık gelmesi aklımı kurcalıyordu.

 

Ben bu kadını nerden tanıyorum?

“Siz…” dedim tek kaşımı kaldırıp kadını işaret ederek.

Gülümseyerek, ”Ah tatlım! Evet daha önce karşılaşmıştık değil mi?” dedi yaşlı kadın.
Elimdeki işlemeli siyah eldivenlere bakarak, “İşine yaradıkları için mutluyum ve güvende olmana da aynı şekilde,” diyerek ekledi sevinçle göz kenarları kırışırken.

 

“Ah evet! Siz o gün veterinere gelen kadınsınız!” dedim o günden kalan şaşkınlığımla.

Şimdi açıklığa kavuştu önümdeki yaşlı kadının neden bu denli tanıdık geldiği.

Aklımda tazelenen o günün görüntüsüyle heyecanlanarak, “Siz o gün orda ne yaptınız?” diyerek bağırdım.

Şaşkınlığımı yatıştırmak için ciğerlerime derin bir nefes çekerek, “Veteriner ne sizi tam olarak hatırlıyordu ne de tilki yavrusunu. Ben gördüm ve bundan eminim ama…”

 

“Şşşh, ilk önce biraz sakinleşmeye ne dersin?” dedi kadın ve elini sakince havaya kaldırarak tezgahın kenarında duran tabureyi işaret etti.

 

Köşedeki rafı incelemekte olan Aida’yı kendi haline bırakarak kadının gösterdiği tabureye oturdum ve hiç beklemeden sordum.

“Nasıl?”

Yaşlı kadının kırışık yüzüyle kocaman bir gülümseme vererek, “Onları gördüğünde buna şaşırmadın ama şimdi sana bu olanlar garip mi geliyor?”dedi.

 

“Onlar mı?” dedim bir anlık kafa karışıklığıyla.

“Evet onlar,” derken gözlerini tezgahın üstündeki elime indirdi ve başıyla işaret etti.

“Ama onlar…” dedim birkaç saniye nefeslenerek.

“Farklı mı sence, yani onlar ve ben?” dedi yaşlı kadın sanki bu durumdan keyif alıyormuş gibi gülümsemeye devam ederken.

 

“Siz… Siz onlardan farklısınız!” dedim kafamdaki karışıklıkla cevap vermeye çalışarak.

“Ama onlar da senden farklı tatlım. Kendi ırkın dışında herkes senden farklıdır,” dedi yaşlı kadın.

 

Kendimden emin bir şekilde, “Tabii ki insanlar hepinizden farklı, bunun farkında olmamak için kör olmak lazım!” dedim.

 

Kadın kıkırdayarak, “Hayır tatlım şu anda bahsettiğim şey insanlar değil! Demek henüz bilmiyorsun. Sanırım bu sohbet uzun süreceğinden bize eşlik edecek bir içeceğe ihtiyacımız var,” dedi kadın ve raflara doğru elini havada sakince birkaç tur salladı.

 

Ne olduğunu anlayamadan yaşlı kadını izliyordum ki elini salladığı yönden bize doğru bir şeyin geldiğini gördüm. Havada sakince süzülerek gelen çaydanlık ve fincanlar sırasıyla Aida’nın başının üstünden geçti.

 

Kafasını yukarıya doğru kaldıran Aida birkaç saniye üstünden bizim yanımıza süzülen çay takımını izledi. Hareket etmeden ayakta duruyor ve sadece tezgahın üstüne yerleşmekte olan çay takımına bakıyordu.

 

Hafifçe sendelemeye başlamadan önce donup kalmış Aida’ya seslendim.

“Aida iyi misin?”

Henüz bana cevap veremeden yüz üstü yere devrilince hızlıca ayağa fırlayarak Aida’nın yanına koştum.

 

Kendinden geçmiş bedenini sırt üstü çevirdikten sonra suratını nazikçe tokatlamaya başladım. “Aida, kendine misin? Şşş!”

 

“Ah çok üzgünüm, bir anlık düşünceyle hareket ettiğim için arkadaşının burada olduğunu unutmuşum. Bu durum onun için oldukça şok edici olmuş olmalı. Uzun bir süredir kutsal eserlere baktığı için onun da bizden olduğunu düşündüm ama sanırım o da senin gibi kendisinden haberdar değildi,” dedi yaşlı kadın tezgahın arkasından çıkarak yanımıza gelirken.

 

“Gel tatlım seni koltuğa yatıralım. Eminim koltuk yer döşemesinden daha rahattır,” dedi Aida’nın üstünde elini birkaç kere sallarken.

 

Kendiliğinden ayağa kalkan Aida bilinci kapalı şekilde köşedeki koltuğa ilerledi ve üstüne uzandı.

 

“Sanırım henüz gerçekleri kaldırabilecek kadar yeterli değil,” dedi ve tekrar tezgahın arkasına geçerek duvar rafındaki şişeleri incelemeye koyuldu.

“Sanırım burada bir yerde olacaktı…” dedi şişeleri kurcalamaya devam ederken.

Cam şişelerin birbirine çarpmaları yüzünden çıkan şıngırtı sesi etrafta yankılanıyordu.

“Ah işte burda!” dedi yaşlı kadın elinde koyu yeşil küçük bir şişeyle koltuğun yanına gelerek.

 

“Elinizdeki ne tam olarak?” diyerek sordum.

Kötü niyetli birine benzemese bile yine de bu elindekinin şüpheli olduğunu değiştirmez.

 

“Endişelenme canım. Bu sadece arkadaşının gördüklerini unutmasına yardımcı olacak bir iksir,” dedi.

“Daha öncesinde veterinerde iksir kullanmadan bunu yapmıştınız. O ve bu iksir arasında ne fark var?” dedim şüphelenerek.

“O gün veteriner beni unutmadı fark ettiysen. Ben zaten kendi görünüşümü değiştiren bir efsuna sahibim. Sıradan insanlar benim gerçek doğamı göremez. O gün veterinerin tilkiyi unutmasının sebebi de ben değilim. O büyü bana değil tilkiye aitti,” dedi açıklayarak.

 

“Nasıl yani o tilki?” dedim şaşkınlıkla.

“Ne zannediyordun, şehir merkezine kutup tilkisinin kendiliğinden geldiğini mi?” dedi, iksirden damlalıkla birkaç damla alıp Aida’nın dudaklarından içeriye akıtırken.

“Elbette ki kendiliğinden gelmiş olamayacağını biliyordum ama bu onun da sizin gibi olduğu anlamına gelmezdi ki?” dedim kafa karışıklığı içerisinde.

 

“Endişelenme, o yavru tilki ve ben bu konudan dolayı sana oldukça minnettarız. Eğer arkadaşım çocuğunu kaybettiğimi öğrenseydi başım büyük belaya girebilirdi,” dedi iç çekerek.

“Yani o tilki sizin arkadaşınızın çocuğu muydu?” diyerek merakla sordum.

 

O zaman bunu duyduğumda birinin evcil hayvanını çocuğu olarak gördüğünü düşünmüştüm, tilkinin gerçekten de çocuğu olduğunu değil!

 

“Evet aynı annesi gibi. İnsanın çocuğu nasıl insan oluyorsa bizim dünyamızda da bu kural böyle. Farklı ırkların olması biyolojik unsurları hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Sadece aynı kuralların farklı bir versiyonu diyebiliriz bunun için,” dedi ve ardından tezgahın arkasına ilerleyerek raftaki kavanozlardan birini aldı.

Ben de tezgaha dönerek tabureme geri oturdum. Yaklaştığımda kavanozun içerisinde daha önce görmediğim bir tür kurutulmuş çiçek olduğunu fark ettim.

 

“Bu hangi çiçek tam olarak. Bitkiler hakkında bilgiliyimdir ama buna benzeyen bir çiçeği daha önce hiç görmedim,” dedim kaşlarımı çatarak kavanozun içerisini izlerken.

 

“Görmemiş olman çok doğal çünkü bu insan dünyasında kendiliğinden var olan bir bitki değil,” dedi kavanozun kapağını açarak. İçerisindeki kurutulmuş açık mavi çiçeklerden birkaç tutam alarak demliğin içerisine ekledi.

 

“İnsan dünyasından değil derken neyi kastettiniz?” dedim şüpheyle kafamı kavanozdan kaldırarak.

“Sence ben ve benim gibi onlarca ırk bu dünyada nasıl varız? Bu oldukça garip değil mi?” dedi ve elini mutfağa doğru hafifçe salladı.

Yaşlı kadının yanındaki kapıdan bize doğru süzülen demir çaydanlık üstünden sıcak buharlar çıkarıyordu.

Nazikçe eğildi ve içerisindeki kaynar suyu çaydanlığın içerisine, kuru çiçeklerin üstüne bıraktı. İşini bitirdikten sonra usulca geldiği kapıdan geri gittiğinde artık buna alışmışım gibi pek de şaşırmıyordum. Sanki yaşlı kadının bunu yapabilmesi oldukça doğalmış gibi. Kadın porselen çaydanlığın kapağını kapattıktan sonra sonunda dikkatimi kendime çevirebilmiştim.

Kadının hareketlerini izlemekten olsa gerek söylediklerini düşünecek vakiti bulamamıştım.

Gerçekten de onlar bu dünyada nasıl varlar. Varlıklarını dünyada bulunan hiçbir kuralla açıklanamıyor.

Mutasyon mu?

Hayır!

Genetik mutasyon canlılara sihir yapabilme gücünü vermez.

 

“Nasıl? Bu dünyada nasıl varsınız?” dedim içimi kemiren şüpheyle sorarak.

 

“Kökenimiz bu dünyaya ait değil. Sadece başka bir boyuttan buraya geldiğimizi bilmen yeterli olacaktır. Ayrıca bizim gibilere siz deme huyundan bir an önce vazgeçmelisin. “Siz” değil “Biz” olacak doğrusu. Benim gerçek doğamı görebildiğine göre ve burayı, bu dükkanı gelip bulabildiğine göre sen de bizden sayılırsın. Ne kadarın bizden tam olarak bilmiyorum ama kesinlikle damarlarında sadece insan kanı akmıyor,” dedi kendinden emin bir şekilde.

Ardından ekleyerek, “Ve tabii ki onu da unutmamak lazım,” dedi ve elimi işaret etti.

“Kaos mührü mü?” dedim sorgulayarak.

Yaşlı kadın şaşkınca,”Oh, demek biliyorsun!” dedi.

“Maalesef biliyorum,” diyerek gözlerimi kaçırdım.

 

Derin bir iç çekerek, “Üzülme tatlım, hayatın bizlere neler getireceğini bilemeyiz değil mi?” dedi ve porselen çaydanlığı uzanarak sıkıca kavradı.

 

Demek sadece insan değilim… Bir yetim olduğum için bunun doğruluğunu aileme de sormam imkansız. Fakat bu yaşadığım ve gördüğüm anormallikleri açıklamak için oldukça mantıklı bir cevap.


Önümüzde duran fincanları sırasıyla doldururken merakla aklıma gelen soruyu sordum. “Peki bu bitkinin buradan yani bu dünyadan olmadığını söylemiştiniz. Siz bu bitkiyi nasıl temin ettiniz?”

 

Kıkırdayarak, “Güzel soruymuş. Kökeni bu dünyadan gelmese bile doğru şartlarda büyüyle yetiştirmek mümkün, yeterki elinde tohumu bulunsun,” dedi ve ardından derin bir iç çekerek sanki bu konudan dolayı üzgünmüş gibi, “Maalesef şu anda Othrys’ten tohum getirmek mümkün olmadığı için temin edemediğimiz onlarca bitki türü var,” dedi ve fincanlardan birini nazikçe benim önüme ittirirken diğerini de kendisine çekti.

 

“Othrys mi? Yunanistan’da ki dağ olan mı?” dedim karışık kafamla.

Kahkaha atarak, “Ah evet oraya artık öyle diyorlardı değil mi?” dedi.

 

Artık mı? Bu kadın Yunan’ların daha dün mü Othrys’i keşfettiklerini sanıyor?

“Nasıl yani?” dedim sorgulayarak.

“Şöyle anlatayım canım. Yeniler bu hikayeyi pek bilmez, o yüzden bu yaşlı teyzen sana anlatırken güzelce dinle. Biz zamanında Othrys’ten geldiğimizde sayımız çok fazla değildi. Ah… O güzel günler hala aklımda.
İlk geldiğimizde geçit Yunan’ların olduğu yere açılmıştı. İnsan ırkı henüz gelişmemiş olduğundan olsa gerek eski bez parçalarından giyiyorlardı.
Bazıları işinde gücünde uğraşırken, bütün gün tek yaptığı içip boş boş konuşmak olanlar da vardı. Kendimizi insanlardan soyutlamak için bulduğumuz bir dağa çıktık ve bir süre orada yaşadık.
Zaman zaman şehre inip güçlerini kullanarak olay çıkaranlarımız oluyordu.
Bu yüzden olsa gerek insanlar varlığımızı fark etmeye başladı. Çok geçmeden kendi aralarında anlaşıp bizim ancak tanrı olabileceğimize karar verdiler.
Bulunduğumuz dağın çevresini büyüyle koruduğumuzdan insanlar gelip bizi bulamıyordu ama o dağda yaşadığımızı biliyorlardı. Aramızdan şehre inip kendisini gösterenlere nereden geldiklerini sordular. Aslında onların sordukları dağdan gelip gelmediğimizdi ama bizimkiler bunu asıl geldiğimiz yer olarak düşünerek Othrys’ten geldiğimizi söylediler.
İnsanlarsa bunu öğrendiklerinde bulunduğumuz dağın isminin Othrys olduğunu düşündü ve oraya böyle seslenmeye başladılar. Komik olansa bizi gördüklerinde bizlere garip isimler takmalarıydı. Kendi hayal dünyalarında bizi tanrılaştırarak isimler verdiler ve bize tapınmaya başladılar. Kimisi toprağı için bereket ve verim istedi, kimisi de öldürülen kardeşi için intikam. Bizler de onlarla bu şekilde vakit geçirerek istedikleri ufak dilekleri kabul ettik. Bu gerçekten komikti…” dedi gülerek konuşmasına ara vermeden önce.

Bu kadın kaç yüzyıldır yaşıyor tam olarak?

 

“Bir dakika! Yani sen şimdi koskoca Yunan mitolojisinin sizin yüzünüzden, bir yanlış anlama sonucu ortaya çıktığını mı söylüyorsun?” dedim kaşlarım havalanmış şekilde.

 

“İnsanlar o çağda pek gelişmemiş olduğundan gördüklerini bilim ve mantıkla değil kendi inançlarıyla açıklıyordu. Gerçi haklarını yemiş olmayayım, bazıları vardı bizim tanrı olmadığımızı diğerlerine anlatmaya çalıştı fakat sarhoş ve deli olarak görüldüklerinden midir yoksa insanlar sürü psikolojisine çok fazla kapıldığından mıdır bilemem onlara inanmadılar,” dedi ve önümdeki çay fincanına bakarak, “soğutmadan iç! Gerçekten güzel bir tadı var ve oldukça faydalı,” dedi.

 

“Tam olarak ne işe yarıyor bu bitki?” diyerek şüpheyle sordum.

Çayından yudum aldıktan sonra, “ Zihni sakinleştirirken aynı zamanda içsel enerjiyi de dengeliyor. Senin içindeki karışıklığı göz önüne bulundurduğumda buna ihtiyacın varmış gibi duruyordu.” dedi ve derin bir iç çekerek, “Bu karışıklılığın sebebini bilmiyorum fakat her an patlamaya hazır bir bomba gibisin,” dedi.

 

Ellerimle gövdemi yoklayarak, “Öyle miymiş? Ben farklı olan herhangi bir şey hissetmiyorum ama?” dedim ve çayımdan bir yudum aldım.

 

“Bir sorun hissetmiyorsan dediğime fazla takılmana gerek yok ama ileride bu durum başını ağrıtırsa ve kontrolden çıkarsa bana ulaşabilirsin. Senin için elimden geleni yapmaya çalışırım,” diyerek kaşlarını hafifçe çattı.

Sanırım bende gördüğü bu durum onu tedirgin etti.

 

“Bu arada çayın tadı gerçekten güzelmiş adı ne olarak geçiyor?” dedim konuyu dağıltmaya çalışarak.

 

“Bizim dilimiz biraz daha farklı ama ‘Shifli’ olarak telafuz ediliyor,” dedi düşündeli bir şekilde.

 

“Anlıyorum, peki özel bir soru olmayacaksa siz nesiniz acaba tam olarak?” dedim, sanki bunu sormam saygısızcaymış gibi mahcubiyet hissederek.

 

Yaşlı kadının ağzından dökülen yüksek sesli kahkaha duvarlarda yankılandı. “Hiç güleceğim yoktu! Sen gerçekten bu kadar zamandır bunu anlayamamış mıydın?”

 

Mahcubiyetin yanına eklenen utançla beraber, “Şey… Evet sanırım öyle,” dedim.

 

Yaşlı kadın yüzüne düşen birkaç tutam beyaz saçı kenara ittirerek konuştu. “Ben bir…”


Okuduğunuz için teşekkürler🫶🏻

Zor zamanlarımda kitabımı okuyarak ve oy vererek bana destek olan bütün okurlarımın gözlerinden öpüyorum.☺️

Umarım yeni bölümü beğenmişsinizdir. Daha uzun yazmayı planlıyordum fakat finallerim biter bitmez yazıp yayınlamak istedim sizi daha fazla bekletmemek için.

Seygiyle, sağlıkla ve ışıkla kalın dostlarım…✨🫶🏻🐦‍⬛

 

Bölüm : 15.01.2025 17:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...