Gökyüzü burada, bizim bildiğimizden çok farklı. Her şey o kadar sessiz, o kadar derin ki, insan kendini sonsuzluğun bir parçası gibi hissediyor. Ay ışığı, burada güneşin aydınlatıcı sıcağından çok farklı bir his bırakıyor insanın üzerinde. Bu ışık, yumuşak ve sakin; bir sır fısıldar gibi.
Yıldızlar, burada daha yakın görünür. Tıpkı yaşamın karmaşasından sıyrıldığında kalbinin atışını daha net duyman gibi, Ay Krallığı’nın göğünde yıldızların nefes alışını hissedersin. Onlar sadece süs değil, birer rehber. Sanki geçmişi ve geleceği aynı anda anlatıyorlar, ama yalnızca dinlemeyi bilenlere.
Ben hiçbir zaman kendimi bir kraliçe ya da prenses olarak görmedim. Doğru, kraliyet kanı taşıyorum ve adım tarihe altın harflerle yazılabilir, ama bunlar beni tanımlamaz. Bana göre, bir insanın değeri, unvanlarında değil, kim olduğunda ve nasıl yaşadığındadır. Bu yüzden hep halkın arasında olmayı, kasabanın sokaklarında gezinmeyi tercih ettim.
Kasabaya indiğimde, hayatın gerçek yüzünü görürüm. Pazar yerindeki kalabalığın sesleri, çocukların neşeli çığlıkları, bir simitçinin tezgâhından yükselen taze ekmek kokusu… İşte bu, hayatın özü. İnsanların gözlerine bakmayı, onların hikâyelerini dinlemeyi seviyorum. Çünkü her hikâye, küçük bir evrendir ve bu evrenler birleştiğinde gerçek bir krallık oluşur.
Bazıları, ‘Prenses neden böyle davranıyor? Neden halkın arasında dolaşıyor?’ diye sorar. Ama anlamadıkları bir şey var: İnsanlara hükmetmek, emirler vermek ya da taç taşımak, bir insanı yüce yapmaz. Gerçek yücelik, önce kendine hükmetmekte yatar. Eğer kendi zaaflarını, korkularını, arzularını anlamadan başkalarına rehberlik etmeye çalışırsan, yaptığın şey yalnızca bir oyundan ibaret olur.2
Benim için insan olmak, halkımın arasında olmaktır. Onların yaşadığı zorlukları anlamak, sevinçlerini paylaşmaktır. Bir taç ya da taht, beni onlardan ayırmaz; aksine, bana onlarla bir olma sorumluluğunu hatırlatır. Çünkü herkes, önce kendi ruhuna sahip çıkmalı, kendi karanlıklarını fethetmelidir. Eğer insan kendi kendine hükmedemezse, başkalarını anlaması mümkün değildir.
Bazı günler, kasaba meydanında oturup halkla konuşurum. Bana ‘Prenses Celestia’ diyenlere sadece gülerim ve derim ki: ‘Bugün ben sadece Celestia’yım. Çünkü önce insan olmayı öğrenmeden, prenses olmanın bir anlamı yoktur.
Bu yüzden, bir gün gerçekten bir tahta oturmam gerekirse, halkım için değil, onlarla birlikte hareket etmek için geçeceğim. Çünkü krallıklar kurallarla değil, insanlarla anlam kazanır. Ve ben, bir taçtan çok bir kalbin peşindeyim.”1
Geçtiğimiz gece gökyüzünden Saklı Orman’a doğru uzanan ışıkları görünce içimde garip bir duygu belirdi. Büyükannem Xaina’nın her zaman sakladığı, sadece ipuçlarıyla bahsettiği sır… Belki de bu sır, yalnızca onun değil, benim de kaderimdi. Kütüphanenin ağır sessizliği içinde otururken, yüreğimde bir çağrı hissediyordum. Bu, basit bir meraktan ya da macera arzusundan fazlasıydı. Bu, kökleri geçmişe uzanan, dalları geleceğe doğru büyüyen bir yolculuğun başlangıcıydı.
Büyükannem, altı ışık efsanesinden bahsettiğinde hep bir bilgelik taşıyordu. ‘Saklı Orman, sıradan bir yer değildir,’ derdi. ‘O, gören gözlere hikâyeler fısıldar; duyan kulaklara şarkılar söyler. Ama her şeyden önce, cesur yüreklere kaderlerini gösterir.’ O zamanlar bu sözler, çocukluğumun masalsı dünyasının bir parçasıydı. Ama şimdi… Şimdi onların derin bir anlamı olduğunu hissediyordum.
Pencerenin önünde durup ormana baktım. Ay ışığı, ağaçların üstüne ince bir örtü gibi serilmişti. Ormanın karanlık derinliklerinde bir şeyler hareket ediyor gibiydi. Sanki beni çağırıyordu. İçimde bir ses yankılandı: Eğer bu sır benim kaderimse, onu bulmak için harekete geçmeliyim.
Korkuyordum, bunu inkâr edemem. Saklı Orman hakkında sayısız hikâye duymuştum. Bazıları onun sihirli olduğunu söylerdi; bazılarıysa oraya girenlerin asla geri dönmediğini. Ama büyükannemin sesi, korkumu bastırıyordu. ‘Cesaret,’ derdi, ‘karanlıkla yüzleşmek değil, o karanlıkta kendi ışığını bulabilmektir.
Büyükannemin sözlerini hatırladıkça içimde bir kararlılık büyüdü. Saklı Orman’a gitmek zorundaydım. Altı ışık efsanesi sadece bir hikâye olamazdı. Belki de bu ışıklar, bu çağrı, benim ait olduğum yolun işaretleriydi. Büyükannem bu sırrı çözmeye cesaret edememiş olabilir, ama ben onun bıraktığı yerden devam etmeliydim.
O gece kendime bir söz verdim. Saklı Orman’a gidecek ve bu ışıkların sırrını çözecektim. Kaderim ne olursa olsun, bu yolculuğu tamamlayacaktım. Büyükannem Xaina’nın fısıldadığı o kelimeler kulağımda yankılandı: ‘Kendi hikâyeni yaz, Celestia. Ve unutma, kader yalnızca onu arayanlara kendini gösterir.’
Sabah olmadan hazırlıklarımı yapmaya başladım. Yanıma birkaç kitap, bir fener ve biraz yiyecek aldım. Ama asıl önemli olan cesaretimdi. Saklı Orman’ın karanlığına girmek bir başlangıçtı; asıl zorluk, orada kendi içimdeki ışığı bulmaktı. Ve ben, bu yolculuğa hazırdım. Çünkü biliyordum: Bu sır yalnızca benim kaderimdi.
O akşam, kalenin taş duvarları arasında sessizce ilerliyordum. Her adımımı dikkatle atıyor, ayaklarımın altında çıtırdayan taşlardan gelecek en ufak bir sesin beni ele vermesinden korkuyordum. Pelerininin kapüşonunu başıma çekmiş, bir gölge gibi koridorlarda kayıyordum. Saklı Orman beni çağırıyordu, ama oraya ulaşmak için önce kalenin gözcü duvarlarını ve dikkatli bakışlarını aşmam gerekiyordu.
Tam kapıya yaklaştığımda, bir ses duyuldu. Arkamdan gelen o tanıdık ses beni durdurdu. ‘Celestia. Nereye gidiyorsun böyle sessizce?’
Donakalmıştım. Yavaşça döndüm ve orada, gölgeler arasından çıkan büyük abim Valerian’ı gördüm. Gözleri her zamanki gibi keskin ve sorgulayıcıydı. İç çekerek pelerinimi indirdim ve çaresizce gülümsedim.
‘Valerian,’ dedim sakin bir sesle, ‘sadece biraz temiz hava almak istedim.’
O, kollarını göğsünde kavuşturup kaşlarını kaldırdı. ‘Temiz hava mı? Peki neden pelerinle ve gecenin bir yarısında? Ayrıca sen temiz hava almak için genelde Saklı Orman’a gitmezsin, değil mi?’
Bir an için sustum. Yalan söylemenin bir anlamı yoktu; Valerian beni her zaman tanırdı. Derin bir nefes aldım ve doğruca gözlerinin içine baktım. ‘Evet, haklısın. Saklı Orman’a gitmek istiyorum. Bir şey gördüm, Valerian. O ışık… Büyükannemin bahsettiği altı ışık olabilir. Bunu araştırmalıyım. Bu benim kaderim olabilir.’
Valerian bir süre bana baktı. Yüzünde, karışık bir ifade vardı. Hem endişeli hem de hayran gibi görünüyordu. Sonunda, ağır bir nefes verdi. ‘Celestia, Saklı Orman tehlikelerle doludur. Oraya tek başına gitmek akıl karı değil. Eğer bir şey olursa, seni nasıl koruyacağım?’2
‘Beni her zaman koruyamazsın, Valerian,’ dedim yumuşak bir sesle. ‘Ben sadece bir prenses değilim. Kendi yolumu bulmam gerek. Eğer bu benim kaderimse, onu takip etmek zorundayım. Korkuların beni durdurmasına izin veremem.’
O, bir an duraksadı, sonra omuzlarını düşürdü. ‘Pekâlâ,’ dedi nihayet. ‘Ama söz ver bana, dikkatli olacaksın. Eğer bir şey ters giderse, geri dönersin. Sakın kahramanlık yapmaya kalkma.’
Gülümsedim ve ona sarıldım. ‘Teşekkür ederim, Valerian. Söz veriyorum, dikkatli olacağım.’
Valerian beni bırakmadan önce gözlerimin içine baktı. ‘Kaderine inanıyorsan git, ama unutma: Ne olursa olsun, burası senin evin. Ve seni bekleyen bir ailen var.’
Onun bu sözleriyle, daha güçlü hissettim. Sessizce kaleden ayrılırken, Valerian’ın bakışlarının arkamdan beni izlediğini hissediyordum. Ama artık korkmuyordum. Çünkü biliyordum, bu yolculuk benim içindi ve ne olursa olsun, ailem her zaman yanımdaydı.3
Okur Yorumları | Yorum Ekle |