Kimsenin dikkatini çekmeyen, duvarda öylece asılı duran tabloya takılmıştı gözlerim. Gözlerimle birlikte zihnim de dolaşıyordu: Tablodaki yalnızlık mıydı, yoksa gecikmiş bir mutluluğun habercisi mi?
“Bizim çocuğun hiç ilgisi yok Türkçeye,” dedi Filiz Hanım, tok sesiyle düşüncelerimi bölerken. “Evde sürekli matematik çalışmak istiyor. ‘Çık biraz arkadaşlarınla oyna’ diyorum, dinlemiyor. Biraz sosyalleşmesi gerek, değil mi öğretmen hanım?”
İçimden, “Yalnızlıkla mutluluk belki de sandığımız kadar uzak değildir birbirine,” demek geçse de, dışarıya sadece beklenilen cümleyi sundum.
“Evet Filiz Hanım,” dedim. “Zaten okulda yoruluyorlar, serbest zamanlarında arkadaşlarıyla vakit geçirmeleri hem sosyal gelişimleri hem de akademik başarıları için faydalı olur.”
Oğlu Sefa’nın matematikle pek arası olmadığını da, sınıfta ne kadar sosyal olduğunu da iyi biliyordum. Ama Filiz Hanım gibi insanlarla gereksiz tartışmaların ne kadar yıpratıcı olduğunu da… ‘Gün’ ortamlarında gerçekler değil, nezaket kazanırdı.
“Kızım, çayları tazele istersen.”
İstemem. Ama yine benden beklenen hareketi yaparak, hayatta yapacak daha iyi hiçbir işi kalmamış gibi oturan bir grup kadına çay koymak için kalktım. Kafamdaki düşünceler netleşemeden, içlerinden birinin ağzından çıkan cümle dikkatimi çekti.
“Esma okulunu bitireli kaç sene oldu… İşe de başladı. Yok mu artık bir talibi? Yaşı da zamanı da geldi bence.”
Ne güzel bir kelime, değil mi?
“Söyleyeyim de, tepki gelirse ‘benim fikrim’ der kurtulurum” savunması…
“Henüz yok,” dedi annem. “Hem daha yaşı ilerlemedi ki. Esma 27 yaşında. Ben 30’a kadar kızımı evlendirmem, daha ayrılamam ondan.”
Annemin bu cümlesi üzerine, ‘Tabii tabii’, ‘Devir değişti artık’, ‘Kısmet bu işler’ gibi avuntulu sözler havada uçuşmaya başladı. 23 yaşından beri bu tür konuşmalara alışmıştım. ‘Yok mu isteyen’, ‘Kesin konuştuğu biri var da söylemiyordur’, ‘Yüzü güzel ama biraz kilo verse…’.
Ama hissettirdiklerine hâlâ alışamamıştım.
Öğretmen olmam, sınav kazanıp kendi memleketime atanmam, çocukların hayatına dokunmam kimsenin umurunda değildi. Önemli olan ne kadar ‘evlenilebilir’ biri olduğumdu. Öyle aşırı kilolu biri olmasam da toplumun “ideal” kadını gibi değildim. Kıyafet bulabiliyor, özgüvenle giyinebiliyordum ama toplumun bakışına göre bu yeterli değildi. Yeterince “küçük” değildim.
“Kamil Bey’in oğlu… Hani şu İstanbul’da avukatlık yapan. Duyduğuma göre memlekete dönüyormuş. Babasının bürosunda devam edecekmiş. Bir de… evlenmek için uygun bir kız bakıyorlarmış. İsterseniz Hamiyet’in kulağına kar suyu kaçırırım ben.”
5, 15 ve 25 yaşlarımın kalp ağrısı.
Üniversiteden sonra İstanbul’da kalmış, kendi ayakları üzerinde durmak istemişti. Önce ofis açmış, sonra başka bir büroya geçmişti. “Manisa’ya dönmem” diye yeminler etmişti. Ama işte… dönüyordu.
Bu dönüşün sebebi ben olsun isterdim.
Ama zihnimin daha mantıklı yanı hemen devreye girdi:
Ne olmuştu da Mehmet sözlerinden dönmüştü? Mutsuz muydu? Yalnız mıydı? Yoksa gönlünü kaptırdığı biriyle arası mı açılmıştı?
“Bırakın canım, ne kar suyu, ne baş göz etmesi… Kız tarafından istek götürülür mü hiç?” dedi annem. Ama sesinde o tanıdık tını vardı: “İstemem ama yan cebime koy” sesi.
Mehmet’in ailesinin çevrede itibarlı olması, annem için bulunmaz fırsattı.
Benim içinse mesele sadece Mehmet’ti.
Hâlâ… o küçük ilkokul kızı gibi, o çekingen liseli kız gibi, o umut dolu üniversiteli genç kadın gibi seviyordum onu. Ama bunu ne annem ne de bu odadaki kadınlar biliyordu.
Çayları sessizce dağıttım. Gözlerim Mehmet’in adını duymamış gibi boşluğa daldı.
“Yarın Sabahat’in düğününe gidiyor musunuz?” dedi Özlem Abla, konuyu değiştirmek için.
“Bizim büyük kızın düğününde çok yardımı dokunmuştu. Gitmek gerek… Altını da takacağız artık,” dedi bir diğeri.
Kadınların sohbeti eski seyrine dönerken, ben eski hâlime dönememiştim.
Aklımda Mehmet’in yüzü, kalbimde üniversiteli Esma’nın hayali vardı:
“Esma… bugüne kadar seni kırdığım için özür dilerim. Hadi evlenelim,” diyordu o hayal.
Bu cümle liseli Esma’ya göre gerçekleşmesi çok muhtemeldi. Üniversiteli Esma’ya göre imkânsızdı.
Peki, öğretmen Esma ne diyordu?
“Hayat devam ediyor. Şimdilik öğrencilerine odaklan. Geri kalan her şey… sonra.”
Kadınlar birer birer kalktı. En son Özlem Abla da gidince annemle yalnız kaldık.
“Duyduğunu biliyorum kızım,” dedi usulca.
“Mehmet’i diyorum. Geri dönüyormuş. Ailesi de uygun bir aday bakıyormuş. Bilirsin, çocukken çok severdim onu. Seninle de iyi arkadaştınız…”
“Anne, duydum,” dedim. “Heyecanını anlıyorum ama Mehmet’in düşündüğü kız tipi… benden farklıdır. Hiç o işe kalkışma.”
“O nasıl söz kızım? Senin neyini beğenmezlermiş? Güzelsin, öğretmensin, saygı görüyorsun. Hem Hamiyet Hanım seni hep severdi, sırf sen seviyorsun diye çocukken çarşaf böreği açıp getirirdi.”
“Anne… konu çarşaf böreği değil.”
“Olur mu hiç? İnsan birini seviyorsa onun için uğraşır. Kayınvalide dediğin de bir yerde annen gibi olur. Mehmet’in annesiyle iyi anlaşmak önemli.”
“Anne, hemen evlendirdin bizi. Hamiyet Hanım beni seviyor olabilir ama Mehmet… o ayrı mesele.”
“Sevgi zamanla da olur. Hem Mehmet’in ailesi kız bakıyorsa, demek ki onun da haberi var. Onaylamasa böyle bir şeye kalkışırlar mıydı?”
Belki sevmemişti ama… sevebilirdi.
İnsan değişirdi. Ben de değişmiştim.
İçimdeki liseli Esma, heyecandan titriyordu. Üniversiteli Esma temkinliydi. Öğretmen Esma ise sadece “Hayırlısıysa olsun,” diyordu.
“Kız tarafından haber salınır mı? Kendimizi rezil etmeyelim. Babam da istemez zaten.”
“Kızım, baban seni evlendirmek için can atıyor. Bu akşam konuşurum onunla. Uygun görürse ben de Yelda’ya usulca söylerim. Zaten o da birilerini arıyor. Ama önce… sen ne istiyorsun?”
“Niyetim var artık… yaşım 27.”
Yok.
Ama dilimle beynim o an bağlantıyı kesmişti.
“Yaşa!” dedi annem sevinçle. Mutfağa geçti. Çorbanın kokusu kısa sürede evi sardı.
Ben ise hâlâ koltukta oturmuş, ağzımdan çıkan o cümlenin ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyordum. Annem çorbayı karıştırırken yüzünde muzip bir gülümseme vardı. Heyecanımı anlamıştı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
5.27k Okunma |
349 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |