
Öncelikle finale geçmeden önce bu kitaba başladığımdan beri yanımda olan herkese teşekkür ederim. Beni hiçbir zaman yanlız bırakmadığınız için. Sürekli beni destekleyen yorumlarınızı ve oylarınızı esirgemeyen okurlarım sizlere hep minnettar olacağım. Ben kapanış konuşması yapmayı bilmem. O yüzden uzun tutmayıp sizleri final ile baş başa bırakıyorum.
Lütfen bu sonda beni yalnız bırakmayın.
Oy sınırı 160, Yorum sınırı 300. İki günde biteceğine emin olmak istiiyorum.
Eminim ki bitiriceksiniz. Sizlere güveniyorum.
Derin nefes alıp verdiğimde yavaşa arkama döndüm. Aramızda olan bir nefes alışı kadar sadece olan mesafe kolumun onun koluna sürtmesine neden olmuştu. Yutkunarak başımı kaldırmadan gözlerimin hizasındaki göğüs kafesinde oyalandı bakışlarım. Buradaydı. Buradaydı değil mi? Geçen seferki gibi halüsinasyon değildi yani? Gelmeyecekti ama. En azından öyle düşünüyordum. Göğsüm yerinden çıkarcasına atarken, bir yandan da elektrikler çarpmaya başlıyordu kalbimde. Bu neyin nesiydi böyle? Göğüs hizasında başını aşağı eğdiğini anladığımda gölgesi yakınlığımızdan dolayı her yeri kısmen gölgesiyle karanlığa gömmüştü. Başımı yavaşça yukarı kaldırdığımda gözleri felaketim olmuştu anında. Gözleri gözlerimde oyalandığında gözlerinde hiç görmediğim bir duygu ile parladı. Kırgınlık mıydı? Hayır bu özlemdi.
Gözlerimi baştan şaşı vücudunda gezdirdim gözlerimden ayırarak. Üzerinde siyah bir takım vardı. Tamamen siyah. Siyah takım, siyah gözler ve bir türlü hangi renk olduğunu anlayamadığım o saçları tek değişik olan şeydi. Ama öyle bir yakışıklı olmuştu ki sanırım şuraya yığılabilirdim. Gözleri baştan aşağı hareketlerimi izlerken bunları yapmıştım evet. Dudakları yukarı doğru kıvrılır gibi olmuştu ama hayır gülümsememişti. Benim yaptığım gibi baştan aşağı beni süzdüğünde siyah gözleri bir anlık parladı. Çeneni daha çok kaldırarak gözlerimi gözlerine diktiğinde üzerimde olan bakışlarını yüzüme çekti. Sanki bakışlarında bir şey arıyordu. O an arkada diğerlerinin de olduğunu yeni fark etmiştim. Gökay, Yağız, Cem ve Utku. Hissettiğim şey ise o an hep bir adım arkasında olacaklarıydı. Ne yaparsa yapsın hep destekleyecektiler.
Dudaklarını araladığında bir nefes alışı kadar yakınlığımızı da kapatmasına neden olmuştu. Her nefes alışı tenime değiyordu bana bir yandan da vücudumuz temas ediyordu. Şimdi diyeceği şey ne az önceki olanları umursamıştı, ne de geçmişteki yaşantıları. Bunun üzerine şaşkınlıkla ona baktım. “Bakışların keskin, ama en tehlikesi ne biliyor musun? Onlara alışınca başka hiçbir şeyin etkileyici gelmemesi.”
Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdığımda ne diyeceğimi düşündüm. Ne anlama getiriyordu? Ne anlama mı getiriyordu? Allah aşkına biri bana istifa şansı verse iki dakika düşünmez iç sesliğini bırakırdım.
Gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Söylediği şeye cevap bekliyordu. Ama benim nutkum tutulmuştu. Onca zorluğa ve yaşananlara rağmen bana böyle derin ve sarsıcı bir ifadeyle bakması, sadece ağzından çıkan kelimelerin beni darmadağın etmesi, kendime yaptığım en büyük ihanetti. “Alışmak her şeyin sıradanlaşmasına sebep olur,” bir adım geri çekildiğimde müziğin sesinden başka hiçbir şey duyamıyordum. Sadece o ve ben; etraftaki her şey birden silikleşmiş, zaman yalnızca ikimizin arasında akıyordu. Ve arada ritmi değişen kalp seslerimiz, birbirimize ne kadar etkilenmiş olduğumuzu açıkça hissettiriyordu. “Ama eğer benim bakışlarım hâlen etkiliyorsa,” elimdeki ince kadehi havaya kaldırdım ve alaycı bir tebessümle devam ettim. “O senin sorunundur.”
Konuşmam bittiğinde geri geri yavaşça birkaç adımlayıp tepkisini görmek istemiştim. Başını aşağı yukarı salladığında yüzünde tebessüm oluştu. Kaşlarımı şaşkınlıkla havalanırken önüme döndüm. Güldüm. Ama sonra kendime kızarak gülüşümü sonlandırdım. Elalara doğru ilerledim. Emir’e ise böylece arkamı dönmüş olmuştum. Hem o güldü diye gülmemeliydim. Ama çok tatlı oluyor gülerken! Dehşete düştüm iç sesimin söylediği şeyle. Tatlı falan olmuyordu! Arkamdan kıkırdama sesleri gelirken aldırmadan yürümeye devam ettim. Kim olduğunu olduklarını tahmin ediyordum çünkü. Yağız ve Utku’dan başka kimse değillerdi.
Ela’nın yanında durdum. Ela’nın yanında Aras. Arasın yanında ise Ozan vardı zaten.
“Bu saçmalık böyle devam mı edecek?” Diye sitem etti Ozan. Neredeyse balo tamamen başlamak üzereydi.
“Devam etmesine gerek yok. Burası bizim masa. Sizin değil.” Dedi elindeki kart numarasını göstererek Toprak. “Başa bir masaya alabiliriz yani sizi.” Diye bu seferde Pırıl sevgilisinin dediklerini devam ettirmişti. Şaşkınlıkla elindeki karta baktım. 19. Nasıl olurdu?! Bir masada bir çift değil de iki çift yan yana mı olacaktı? Elimde tuttuğum karta baktım. Yanılma yoktu bende de 19 yazıyordu. Şaşkınlığınım katbe kat artarken Emir elini cebine sokup o da kartını çıkartıp yazana baktı. Şu ana kadar bakmamış mıydı yani? Sırf ben burası bizim yer dedim diye mi beni onaylamıştı? Ne kadar demolize değil mi? Her iki çiftin partnerlerinden biri eski sevgili. Düşman. En azından sıkılmayacağız gibi. Saçma olan nokta da buydu. Biri bir diğeri izin eskisi veya düşmanıydı. Böyle bir masa düzeni olmazdı! Ağzımdan bir küfür savurduğunda kartın ön yüzünü bize gösterip hemen buluşturmuş ve cebine tıkamıştı sinirle. Görülen görülmüştü ama. Onda da 19 numara yazıyordu.
Mikrofondan biri konuşmaya başladığında müzik sesi kesildi ve birden ortadaki kasvetli havaya son vermişti bu ses. Herkes yönünü sahneye çevirdiğini gördüğümüzde bizde o yöne baktık. “Öncelikle hepiniz hoş geldiniz bizleri onurlandırıp geldiğiniz için sevgili bakanlarımız öncelik olmak üzere her birinize teşekkür ederiz.” Deyip yüzüne gülümsemesini konduran müdüre baktık hepimiz. Alkışlar konuşması kesildiği an yükselirken bizde eşlik ettik diğerleri gibi. Gözlerimi etrafta gezdirdiğimde bakanların birkaçını görmüş olmuştum. Sahneye yakın bir kısımda hemen duvar kenarında onlara özel bir kısım yer alıyordu. Bir kadın bakan ve üç erkek bakan olduğunu gördüğüm kadarıyla söyleyebilirdim. “Burada her birinizin şaşkınlıklarını görür gibiyim sevgili öğrenciler. Evet fark ettiğiniz gibi karşı okulumuz ile bir rekabet içerisindeydik ve bu baloya son anda bir değişiklik yapıp iki okulu da kapsayacak şekilde düzenledik.” Herkesten anında bir şaşkınlık nidaları kaparken bizim bunu Aras sayesinde önceden bilmemiz bir avantaj olmuş muydu bilemedim şimdi. Evet ilk balo salonuna yapıldığında bizim 12’ler dışında öğrenciler olduğu fark ediliyordu tabi ki de. Bununla beraber meraklarda artmış olmalıydı. Ve bu duydukları herkesi şoke etmişti. Aras’ların okulu ve bizim okulun arasındaki rekabet dillere destandı. Bu rekabet tüm diğer okullar tarafından neredeyse çok iyi bilinirdi. Gerek erkeklerin basketbol maçları, kızlar ve erkeklerin voleybol maçları, bilge yarışmaları, notlar... Kısaca her şey bu iki okul için rekabetten yanaydı.
Ama bunu bilmeyen Emir başta olmak üzere tepkisiz kalmamışlardı. “Nasıl?” Dedi etrafına bakarak. Sanki her şeyi yeni fark ediyormuş gibi. Sanki az önce burada yokmuş gibi. Zorla getirilmiş gibi. Başından beri zorla getirilmişti belki de?
Arkasında bir hareketlenme olmuştu. Gökay stresle ellerini kemirirken, Yağız, Utku ve Cem fısır fısır bir şey konuşuyorlardı bu tarafa bir bakıp birde Emir’e bakarak. Gözleri buraya kaydığında direkmen yanımızdaki yabancılığı yeni fark etmiş olacak ki kaşları çatıldığında tüm yüz kasları seğirdi. “Ne işin var lan senin burada!?” bağırmamıştı belki ama bağır gibi olduğunda bizim ortam yine gerildi.
Kollarımı göğsümde bağladığımda Emir bakışları anında öfke ile beni bulmuştu. Şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalıştım. Ne yapmıştım şimdi? Ne dönüyordu burada? “Sende hoş geldin Emir Ayan.” Şaşkınlıkla başımı aramızda sadece iki kişi olan Aras’a çevirdim. Aras bakışlarımın farkında olmadan dümdüz karşısındaki adama bakıyordu.
Her şeyin karışacağı belliydi. Öyle ki gözleri kızaran bir adet Ayan vardı. Bu huyu hiç hoşuma gitmiyordu. Gözlerinin kızarması canımı yakıyordu. Ama elinde olmadığını da biliyordum. Her kızdığında veya utandığında gözlerinin kızarması hem hoşuma gidiyor hem de içimin burkulmasına neden oluyordu lanet olsun ki. Farkında mısın bilmiyorum ama onu düşünmüyorum dediğin zaman bile onu düşünüyorsun. Ben... Sen? Gece her zaman olduğu gibi dediklerime karşı çıkacaksın ama ben senin iç sesinim bir yandan da dile getirmediklerini ama içten içte düşündüklerinden başka sana hiçbir şey söylemedim. Akside iddia edilemez. Senin yarın gitmek umurunda bile olmazdı. Sırf yarım kalacak bir hikayeniz olacak diye ailene karşı gelmeye çalıştın. Sırf Ayan’ı yalnız bırakmamak için, son kez konuşmak için karşı geldin. Belki de haklıydı ilk defa veya her zaman ki gibi. İçten içe düşündüklerimi dile getiremiyordum belki de. Hatta belki de bile değil. Düşünmüştüm.
Aklımı kurcalayan soruları kendime yeni yeni sormaya başladım. Aras ve Emir tanışıyorlardı. Hatta diğerleri de. Öyle ki şu anda birbirlerini öldürürcesine bakıyorlardı. Oysaki Aras’ın beni her Emir ile ilgili bir şey yaşadığımda sadece beni teselli ettiğini düşünürdüm. Tanımadığını. Ama şimdi görüyordum ki tanışıyorlardı. Bu birbirlerine olan bakışlarının başka bir anlamı olamazdı çünkü. Ama Emir’in bakışları birbirlerine olan nefret dışında başka bir şeyin onu tetikleyip nefretini daha da körüklediğini düşünmeme neden oluyordu. Gözleri bizim taraftaki Aras ve benim aramda giderken arada da Toprak’a kayıyordu. Sonrada sanki içinde bulunduğu durum ona komik gelmiş gibi ilk başta gülerken sonra ise ağzından bir şeyler mırıldanmış elini saçlarına daldırıp dağılmasına neden olmuştu.
Emir etrafında dönmeye başladığında Toprak mınzur bir ifadeyle mırıldandı. “Bu sefer ortalığı dağıtmak için kılımı bile kıpırdatmayacağım.” Gözleri bizim tarafa kaydığında yüzündeki eğlence kendini daha da belli etmiş ve buda midemin kasılmasına yetmişti. “Birbirinizi yerken bana bile gerek kalmayacak. Birbirinizi sandığınız kadar iyi tanıyıp güvenmediğiniz o kadar belli ki.” Bu sözle birlikte saniyesinde sessizlik çökerken sessizliğin çökmesine izin vermeden Utku araya girdi.
“Sikerim senide, sözlerini de! Sana ne lan bizden puşt!”
“Aynen öyle kardeşim.” diyerek onayladı Cem, Utku’yu. “Şimdi sana öyle bir şey yaparız ki zevkin alasını burada yaşarız. Siktir git işine bak!”
Ozan da, Emirler’in tarafında olduğunu belli ettiğinde bu konuda diğerleriyle Toprak’ın üzerine yürüdüler. Toprak’ın arkasında da tanıdığım başlıca kişiler olarak; Yılmaz, Cenk ve birkaç kişi daha belirdiğinde bizimkiler kollarını dirseklerine kadar sıyırıp yüzlerine eğleneceklerine dair tebessümlerini kondurmuşlardı. Ama aynı sırıtışta karşı taraftakilerinde de vardı. Dehşet içinde birbirlerine dalmak üzere olan guruplara baktığımda istemesem de gözlerim yalvarırcasına Emir’e kaydı. Onun ise yerinde kıpırdamadan benim her hareketlerimi dikkatlice izlediğini gördüğünde sekteye uğradım. Az önce benle konuştuğu iltifat mı? Yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadığım o bir dakikalık an iki cümlelik konuştuğu andan hiçbir şey kalmamıştı. Bakışları ne kadar bu düşünceyi kabullenmesem de bir yabancıya bakar gibi buz gibi ruhsuzdu. İçime bir acı, bir korku kapladı. Birkaç haftada tanıdığım Emirden uzaklaşmış mıydı? Emir bir anda yutkunduğunda adem elması hareketlenmişti. Başını her iki yana salladı. Kendini toparlamaya çalışır gibi bir hali vardı. Sanki o an bakışlarımı anlamıştı. İçimden geçenleri okumuştu. Bakışlarımdaki yalvarışı kaptığında olanları anlamaya çalıştı. Etrafına ben göstermesen hızla baktığında birbirine girmek üzere olan ekipleri gördüğünde yüzünde bir kas seğirdi ama bir şey yapmadı yanındaki elini yumruk haline getirdiğinde hemen arkama takıldı gözleri sabahtan beri olduğu gibi yine. Aras’a. Endişeyle yerimden rahatsızca kıpırdandım. Bir şeyler yapmalıydım. Yoksa kesinlikle bu balo zehir olacaktı. Önüme gelen bir tutam saçı arkaya attım. Tam hızla durdurmak için araya girecektim ki bir ses beni durdurdu.
“Hey! Sakın aklınızdan bile geçireyim demeyin!” Bir anda tutukları yakaları saldıklarında derin bir nefes verdim. Tam zamanında!
Felsefeci yanımıza kadar koşar adımlarla gelip her iki tarafında ortasında durup işaret parmağını tehditkâr bir şekilde salladı. “Bugün olmaz. Bugün bu baloda olay çıkarsa dört yıllık öğrencilerim demem canınızı okurum! Bu balo kavga etmeniz için bir mekan değil. Bir kerecik olsun şaşırtın ve beni dinleyin!” Yanlış değilsem kırka merdiven dayamıştı. Buna rağmen kesinlikle yirmilerinde gösteriyordu. Giydiği lacivert takım elbise, siyah saçları alnından dökülürken koca göbüşü hocaya ayrı bir hava katmıştı.
Gözleri her birimizin üzerinde gezindiğinde elleriyle şakaklarını ovaladı. “Dağılın.” bıkkınlıkla söylediği söz ile yutkundum. Sın anda bir kargaşadan kurtulmuştuk. Ozan ve diğerleri karşısındakilere düşmanca bakmaya devam ederken hocanın dediğini tınlamamışlardı bile. Bunu fark eden hoca. “Dağılın dedim size!”
Bu sefer üçletmeden dağıldıklarında herkes partnerlerinin bulunduğu yerlere geçmek için gerilediler. Ela’nın kolunun koluma sarıldı. “ Off!” dedi sessizce. ” Cidden hazır değilim.” Gözlerimi devirdiğimde başımı her iki yana salladım.
“Kardeşim pek et sevmez. Yani merak etme Ela.” gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırarak bana baktı. “ seni yemeye kalkmaz. En fazla senin için her şeyi yapar.”
Kaşları çatıldı. Ağzını açtı ama geri kapadı. Sövmek için açtığına emindim ilkinde. Ama durdu. Kolunu benden ayırdı. Sonra ise ağzını tekrar araladığında konuşmaya koyuldu. “Sevmediği et parçası uğruna mı her şeyi yapacak?”
Ela’yı düzeltme gereği duyarak gülümsedim. “Aşık olduğu insan uğruna.” Gözlerindeki şaşkınlığı gizleyemedi öyle ki şaşkınlığını direkmen dışarı yansıtıyordu.
Ozan birden karşımızda belirdiğinde elini Ela’ya uzatmış tutmasını bekliyordu. Bir adım geriledim tepkilerini aha iyi görebilmek uğruna. Ela bakışları ona uzatılan el ile Ozan’a olan bakışları arasında giderken aklından ne geçiyordu kesinlikle bilmiyordum. Bilmeyi ister miydim? Neden olmasın? Gözleri içinde kaldığı karmaşadan ayırıp bana baktığında sanki ne yapması gerektiğini söylememi ister gibi bir hali vardı. Başımı o eli tutması gerektiğini göstererek aşağı yukarı salladım. Sanki benden onay istemese bile o eli tutacaktı gibi bir izlenim bende bırakmıştı. Çünkü ben başımı onay vermek için hareketlendireceğim an o eli sıkıca tutmuştu. Ozan’ın yüzünde oluşan şaşkınlık Ela’nın onu kendi masalarına çekmesi ile şaşkın bakışları son bulurken yüzünde Ela’nın görmediği ama benim gördüğüm bir gülümseme oluştu. Sanırım aşk konusunda o kadarda berbat değilmişiz ailecek ya? Yüzüme yayılan gülümsemeye şaşırmadan daha fazla yayılmasına izin verdim. En azından birimiz bir diğer yarısını bulmuştu. Gerçi bu düşündüğüm şeyleri ikisi duysa inkar ederlerdi. Aşk konusunda yüzü gülmeyen bir aile olarak sanırım bir ilki yaşamış olma ihtimalimiz vardı. En azından ikizim mutluydu!
Elimde birden hissettiğim sıcak temas ile gözlerim irileşti. Başımı hızla elimdeki sıcaklığa çevirdiğimde elimi sıkıca saran bir başka el gördüm. Yutkunarak başımı kaldırdığımda elimi tutan elin sahibini gördüğümde gözlerim irileşti. Gözlerine baktığımda ise anında içinde kendimi kaybolmuş bir şekilde bulmuştum. Siyahları beni içine çekiyor ve bir bilinmezliğe boşluğa sürüklüyordu. Derin ve karanlık... Korkutucu ama cazip ediciydi de. Yakışıklı ama bir o kadar da soğuktu da... Birden daldığım düşüncelerden dalıp başımı hızla iki yana salladım. Ne yapıyordum ben böyle!? Elimi hızla çektim. Elimi nereye koyacağımı bilemediğimden stresle göğsümde birleştirdim. Elimi çekmemle yüzü düşmüştü ama belli etmedi. Gülümsedi. Rahatlığından ise eser yoktu.
“Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sitem ettim. Rahatlığı daha da sinirlerimi bozuyordu. Gözlerim onun dışında her yerde oyalanıyordu. “Ayrıldık hatırlatırım. Elimi tutamazsın. Ondan öncede elimi tutamazdın zaten!” dediğimde bu sefer son cümleme kararan gözlerimi onunkine tehlikeli sularda yüzdüğünü benimsetmek istediğimi belli edercesine bakıyordum.
Öyle mi dercesine bir ifade ile beni süzerken yutkundum. “Ondan önce elini tutuyordum Gece. Hatırlatırım.” dedi tek kaşını başka olasılık olmadığını göstermek için kaldırmıştı.
“Ayan!” dedim dişlerimin arasında. “Geldin gelmedin sinirlerim ile oynamaya başlıyorsun. Ben senin elini tutmadım ki hiç sen tutuyordun! Hem senle muhatap olmak istemiyorum.” dediğimde masamıza doğru ilerledim. Gelir gelmez sinirlerim ile oynaması sinirlerimi bozuyordu. Bunu düşünürken bile ne düşündüğümü bilmiyordum mesela. Sinirden beyin hücrelerim uyuşmuş gibiydi.
Yakınımdan gülüş sesi geldiğinde sesindeki şaşkınlığı gizlemedi veya gizleyemedi. “Sen bana Ayan mı dedin?” Siktir! Ben Ayan mı demiştim ona? Soyadıyla şuana kadar hiç hitap etmemiştim. Gelmesin gelmesin! Başka masaya gitsin. Belki de dalga geçmez, uğraşmazdı?
Takii yanıma gelip kısık sesle kıkırdayana kadar bu belkiye sığınmak istedim ama on saniye kadar sürmüştü bu belki kelimesine sığınmam. Kıkırdayarak yanım da yerini alan Emir’in yüzüne bakmasam da varlığını hissediyordum. Vücudunda sanki alev almış gibi sıcaklık yayıyordu. Tuhaf kısım ise bu sıcaklıktan hiç rahatsız olmamamdı.
Kulağıma doğru bir ürperti hissettiğimde konuşmaya konuldu. Sesi lanet gele ki tapılasıydı! “ Şuana kadar kızdığında bana ilk defa soyadım ile seslendiğinin farkında mısın?” Farkındaydım! Maalesef ki fakındaydım!
Pas vermediğimde gülüşünü duydum ama ona doğru dönmedim. Gülüşünü bir kere dahi olsa görmek istiyordum son kez oysaki. Herkes zorda olsa masalarına geçmiştiler ve evet her çiftin yanında başka bir çift vardı. Bu sadece bir hata veya yanlış anlaşılma değildi bilerek yapılan bir şeydi. Müdür konuşmasını sonunda bitirdiğinde son kez hepimize döndü. “Dediğim gibi eğlenmenize bakın. Ama onun dışında verilen dans müziği çaldığında sizlerin eğlenmiş bir şekilde görmek istiyoruz. Dinlediğiniz için teşekkürler.” dediğinde sesler yükselmiş müzik eskisi gibi çalmaya başlamıştı.
Telefona gelen bildirim ile heyecanla elime alıp açtım. Bu gerginlik bana göre değildi! Mesaj gelmişti gördüğüm kadarıyla. Açıp baktığımda Eladan geldiğini gördüğümde beklemeden açtım.
Suç ortağım: Çok stres olmuş gibisin biraz kendini rahat bırak.
Şaşkınlıkla etrafıma baktığımda hemen ilerimizde çaprazımızda duran Ela ile göz göze geldim. Kaşlarını çatmış bir şekilde bana bakıyordu.
Ben: Verdiğim nasihatler kadar kolay değilmiş uygulamak!
Suç ortağım: Evet değil! Bunu öğrendiğin iyi oldu.
Ben: Ne yapıcam Ela? Konuşamıyorum onunla. Toprakların burada olması daha da içime kapanmama neden oluyor. DENİZE DÜŞÜP BOĞULAN BİRİNDEN FARKIM YOKMUŞ GİBİ HİSSEDİYORUM.
Suç ortağım: BAĞIRMA BE. Yapabileceğim bir şey yok. OLSADA YAPMAM HEM. Konuşmanız için tam zamanı olabilir.
Suç ortağım: Hem öyle durmayı bıraksana tuhaf davranıyorsun
Ben: Şu anda nasıl durup gözüktüğümü pek takacak havamda değilim.
Ben: Hem sen değil miydin yapamam diyen? Ne ara yapar oldun??
Gözlerimi ona çevirip tepkisini merak ettim. Mesajı gördüğünde göz ucuyla Ozan’a baktı sonra ise kendi kendine omuz silkip yüzüne bir gülümseme oluşturduğunda tekrar yazmaya başladı. Bildirim geldiğinde tekrar bakmaya koyuldum.
Suç ortağım: Partnerim çok yakışıklı ve kriz anı yöneticisi gibi bir şeyy.
Suç ortağım: Senin şu anda yüzüne dalıp giden dağ ayısının aksine.
Gözlerim irileşirken başımı direktmen yanımdaki Emir'e çevirdim. Siyah gözlerini üstümde gezinirken gördüğümde gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. Gözleri boynumda bir noktaya odaklanmış, kendi kollarını ise masaya yaslamıştı. Nereye baktığını bilmiyordum tam olarak ama gözlerindeki şaşkınlık, huzursuzluk ve acıyı gizlemiyordu. Yutkunduğunda badem elması boğazında hareketlenmesi kalbimin atışını hızlandırdı. Hayır ya! Hayır! Sevgili kendim, konuştuk bunları ama. Yapma böyle! Emirin gözleri boynumda ayrılıp gözlerime değdiğinde yerimde rahatsızca kıpırdandım. Zaten fazlası ile yakın duruyordu. Ne istiyordu benden?! Kalp krizinden ölmemi mi? Boğazını temizleyip yaslandığı masada dikleştiğinde sesindeki soğukluk vücuduma işlerken tavırları bu soğuk sesinin tam tersini gözler önüne sürüyordu.
Gözleri ile boynumun bir noktasını işaret etti. “Boynundaki iz,” dediğinde bir kez daha yutkundu. “Daha önce var mıydı? Yoksa sonradan mı oluştu?”
Şaşkınlıkla dediği şeyi idrak etmeye çalıştım. Boynumda iz mi vardı? Yoktu ki ama? “Ne demek iz var?” dedim.
Gözleri tekrar boynumu buldu. “Zarar görmüş gibi. Zedelenme veya başka bir şey gibi,” alev alan gözeri beni buldu. “Biri sana zarar mı verdi?”
“ Hayır be!” diye çıkıştım. “kim bana zarar vermeye kalma cesaretinde buluna bilir söyler misin?” Gözlerim Toprak’ı buldu. Pırıl ile hırsla bir şeyler konuşuyordu. Bu şahsın benle ilk günden beri uğraşmasından bıkmıştım. Başıma ne geldiyse bu ve çevresinden gelmişti zaten. Derin bir nefes alıp verdiğimde gülümsemeye çalışarak önüme gelen saç tutamını geriye iteledim. “O gün,” gözlerimi kaçırdım. Nedense açıklama gereği duyuyordum gerek olmadığı halde “sıcak olan su yüzünden zedelenmiş olabilir. Tenim biraz hassastır.” dedim. Evet tenim hassastı ama ben bunu nasıl fark etmemiştim bunca gün? Eğer sonradan olmuşsa boynuma aldığım darbeleri hissetmez miydim?
Toprak’a kilitlediği bakışlar ve o bakışların ardında ne düşündüğünü çok merak ediyordum. Ama bir yandan da boynumdaki izin ne durumda olduğunu meraktan çatlayan bir tarafım vardı. Telefonumu masadan alıp hızla masadan ayrıldığımda lavaboya ilerlemeden önce ikizimin masasına ilerleyip Ela’yı da peşime taktım. İlk başta sorguladığında bu telaşımı sonra sorgulamamdan gelmişti. Bu katın lavabosuna girdiğimizde ardımızdan kapıyı kapattık. Tuvaletin içinde ilerlediğimde lavabonun önünde durup aynadan kendime baktım. Sağ boyun kısmımı öne çıkardığımda gözlerim şaşkınlıkla aralandı. Boynum cidden kızarmış zedelenmiş gibi gözüküyordu. Biri belki dikkatli bakmasa anlayamazdı ama bariz bir şekilde ortadaydı. Dişlerimi dudaklarıma geçirdiğimde aynadaki akışlarımı kopardım. Ela bana sorgularcasına bakıyordu. Sorgularcasına bakışlarına cevap olarak boynumdaki kulağımın bir tık gerisinde ve üç parmak kadar altında bulunan nokta. Kaşlarını çatarak kapıdan ayrılıp yanıma ilerledi. Ellerimi şakaklarıma götürüp ovuşturdum. Başım dönmeye başlamıştı birazcık sanki? Ama üstlenmedim. İzi gördüğümde koktuğum için oluşan bir şey olduğuna adım kadar emindim. Ela yanıma geldiğinde elindeki çantayı lavabonun üzerine koydu. Elini boynuma götürdüğünde gözlerimi kapadım. Nedense içimde kıpırdanmalar vardı. Ela’nın eli tahminen yaranın olduğu kısma değdiğini hissettiğimde gerildim ama değdiği gibi geri çekmişti.
“Bu nasıl oldu Gece?” Bilmiyorum dercesine iki yana salladım başımı. “En son ben senin yanındaydım ve bunu hiç görmedim,” yutkundu aynı Emir’in yaptığı gibi ama Emir gibi kızgınlık yoktu o gözlerde. Telaş vardı. Dile getirmek istemiyormuş gibi rahatsızca yerinden kıpırdandı. Kendini lavaboya yasladı. “biri sana şiddet mi uyguladı Gece ben yokken?”
Dişlerimi öyle bir sıkıyordum ki kırılmalarından korkuyordum. “Bunu niye herkes söyleyip duruyor! Zaten en son senle birlikte hazırlanıp çıktım Ela! Kim bana şiddet uygulayabilir söyler misin?” diye çıkıştım. Yeterdi. Kimse bana şiddet uygulayamazdı. Buna izin vermezdim.
Kafası karışmış gibi bana bakarken boynumu işaret etti gözleriyle. “O zaman bu nasıl oldu? Kendinden olacak hali yok”
Omuz silktim. “Bilmiyorum ama her şey o Toprak piçi yüzünden olduğunu biliyorum! Başıma ne geldiyse hayatımın içine etmeyi hep başarıyor her konuda!” Evet maalesef. Aynı ilkokulu okumuştuk, aynı ortaokulu okumuş ve nasıl oluyorsa halen aynı lisedeyiz! Kısacası çocukluğumun her dakikasında olup içine sıçmayı başarıyordu. Ve buda onun elinden çıktığını biliyordum işte!
“Toprak sana o günden sonra hiç yanaşmadı ki Gece? Hatta tuhaf bir şekilde okulda bile yoktu, ortalıkta gözükmüyordu. Tamam uzaklaştırma alsa bile gelmesi gerekn konular olduğunda bile yoktu. Takii bugüne kadar hiç görmedik yani. Yoksa sen gördün mü?”
Başımı iki yana salladım düşünmeden. Görmemiştim gerçektende. O günden sonra görmemiştim. Uzaklaştırma almıştı evet. Ama uzaklaştırma cezası bittiğinde bile yoktu. “Yoktu.” dedim.
“Bu ize bakacağız en kısa sürece.” Tam onaylayacağım sırada durdum. En kısa süre diye bir şey olamazdı ki bu saatten sonra bizim için? Hatta günüm bile yoktu. Saatler lehime işliyor bir daha bu günleri görmeyeceğimi hatırlamama neden oluyordu. “Yine böyle yaptın bak.” daldığım düşüncelerden sıyrılıp karşımda bana bakan Ela’ya döndüm.
“Yine ne yaptım ki ben?”
Başını iki yana salladığında ağlayacak kadar vardı. Göz boğumları sinirden mi bilmiyorum ama yaşarmaya başlamıştı. “Ne mi yaptım yine? Birkaç gündür sürekli zaman ile ilgili küçücük bir şey desek dalıp gidiyorsunuz!” Sert çıkışı beni şaşkına çevirdi. Bir dakika. Gidiyorsunuz derken? Ozan, Ozan da mı dalıp gidiyordu? Ama ben bunları yaparken hiç isteyerek yapmıyordum ki. Zaman kavramı duyduğum gibi bilinç altımın dışında her şey olup bitiyordu. “Sizi birden bu kadar mutsuz yapan şeyi söyleyin bende bileyim!”
“Ela-” Dediklerine itiraz edeceğim sırada sözümü kestiğinde bana doğru yürüdüğünde gerilemek zorunda kaldım.
“Yalanlamaya kalkma Gece. Arkadaşın değil miyim?” dediğinde bana doğru bir adım daha attığında ben de son kez bir adım attım. Çünkü duvar ve onun arasında sıkışıp kalmıştım!
Boğazıma oturan yumru vicdan azabı çekişimi daha katlanılmaz bir hale getiriyordu. “Ela yok bir şey cidden,” cidden diyordum ama sanki gözlerim ona başka bir şey söylüyormuş gibi yüzünü buruşturup başını iki yana salladı.
“Halen gözlerimin içine baka baka yalan söylüyorsun Gece. Sevdiğim kişi gözlerimin önünde bana buz kesiyor. Aldırmamaya çalışıyorum ama zor. Neden biliyor musun? Çünkü aynısı sende de var!”
Yutkundum. Gözlerime hücum eden yaşlara öyle bir direniyordum ki bunu anlatacak güç bile bulamıyordum. Benden cevap alma umudunu kesince arkasına dönmeden lavabonun üzerine bıraktığı çantasını hızla alıp çıkışa ilerlediği sırada gözlerimden bir yaş firar etti. Eli kapının kolunu tuttuğunda iç çektim. “Özür dilerim önceden söylemediğim için.” kapının kulbünü tutan eli üzerinde donup kalırken kıpırdamadı. Ben ise devam ettim. Son gündü. Ben arkadaşımla vedalaşmak istiyordum! “Bugün son. Son günümüz. Buralardan gidiyoruz.” Hızla bana döndüğünde gözlerine akın eden yaşları görmem içimin burkulmasına neden olmuştu. Konuşmaya devam ettim. “Taşınıyoruz yani. Bana yapılanlar ailem için son oldu.” Dedim iç çekerek. Sanırım her şeyin ortaya çıkışı bugüne kısmetmiş.
Ela donmuş bir şekilde bana bakarken ağzını sık sık aralayıp geri kapatıyordu. Konuşmak için doğru cümleyi bulmaya çalışıyordu kısmen. “Nasıl?” dedi kekeleyerek. Bende bir bilesem nasıl olduğunu.
“Nasılı yok sanırım. Her şey bir anda ve hızlıca karar verilmişti. Sen gelip hadi alışverişe dediğin günü sabahı güzel bir uykuya uyandım sanıyordum,” omuz silktiğimde ağladığımın farkında değildim. “ama meğersem boktan bir uyanışmış. Birden herkesi, tüm ailenin bir yerde toplu görüyorum ve karar alındığını öğreniyoruz. Öğreniyoruz dedim çünkü Ozan benden önce orda olsa bile benle aynı anda öğrenmişti bu kararı ve en çokta o itiraz etmişti. Sesimi bile çıkaramadım. Kurtuluş geliyordu bana bir yandan ama bir yandan da ölüm gibi bir şey. Ben o an ölüm ve yeni bir hayat şansı arasında gidip geldim. Ama sanırım ölümü seçerdim.” dediğimde kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Gözlerimden sessizce ardı adına akan göz yaşlarına izin verdiğimde Ela bir anda önümde belirip kollarını bana sardı.
Hıçkırıklarım artarken bir andaki bu çöküşüme şaşırmadan edemiyordum. Gözlerimden yaşlar firar ediyordu ama sessizce gözlerimden süzülüyordu. Sessizce ağlayışım canımı yakıyordu. Oysaki bağıra çağıra ağlamak istiyordum. Ela kollarını bedenimden ayırdığında. “Ağlama. Eğer Emir’e söylersek belki anneni ikna-” başımı hızla iki yana salladım.
“Emir’e hiçbir şey demeyeceğim.” Ellerim ile göz yaşlarımı sildiğimde Ela çantasından peçete çıkartıp bana uzattı. Derin nefes alıp verdiğimde peçeteyi aynanın karşısına geçip makyajımı bozmadan silmeye çalıştım göz yaşlarımı.
“Demek zorundasın. Gidemezsiniz! Sevdiklerinizi arkanızda bırakamazsınız.”
Göz yaşlarımı sildiğimde elimdeki peçeteyi çöp kutusuna attım. “Söylediğin kadar kolay değil.”
“Kolay!”
“Kolay olsaydı şu anda kırk kez ikna etmiştim!”
Daha kısık bir sesle. “Gitmenizi istemiyorum. Çocukluk arkadaşımsınız ve ben bugünün son gününüz olduğunu bildiğim halde burada duramam.”
“Boş versene. Bugünü güzel geçirelim yeter.” Çıkış kapısına hızla ilerleyip kendimi dışarı attım.
Kendi masamıza doğru ilerlediğimde hızlı ve düzensiz nefesler alıp veriyordum. Sağ elimi kalbimin üzerine getirdiğimde aptal kalbimin mantığıma ters düşmesinden hep nefret edecektim. Elimi kalbimden çektiğimde masaya geçtim. Burada durmayı planlıyordum ama burada da duramayacaktım sanırım.
Kısa bir süre sonra müzik kesildiğinde eğlenen herkes ortaya geçmişti. Herkes partneri ile dans pistinin olduğu yerlere geçtiğinde yeni fark etmiştim. Çaprazımızdaki Ela ile Ozan’a baktım. Ozan Ela’nın elini tutmuş diğerleri gibi ortaya çekiyordu. Ama yüzleri sirke satıyordu. Ah Ela! Öğrendiğini Ozan’a söylemiş olmalı! Tüm bu öğrendiğine rağmen elini tutmasını biliyordu ama. Yüreğimden Tut şarkısı melodisiydi bu. Nereden duysam bilirdim. Melodi ilerlerken bizim masada bir hareketlenme oldu. Toprak Pırıl’a elini uzattığında Pırıl’ın şaşkınlığı gözüme çarpmıştı. Gözlerini kısarak bize döndüğünde ikimize attığı bakış: sizden bir bok olmayacağını biliyordum, izleyin görün dercesineydi. Hem niye bize bakıyordu bu?! Gel saçımı yol diyordu. Toprak’ın elini tuttuğunda yüzünde aşk dolu bir tebessüm oluştu. Ben bu Toprak’ı asla anlamayacaktım. Masadan ayrılıp büyük alana diğerleri gibi ilerlediklerinde elimi masaya yerleştirip ritim tutum. Emir ile dans edecek değildim ya. Zaten ben istesem de dağ ayısı benle dans etmezdi ki. Başımı kaldırıp dansa kaldırılan çiftlere ve kalkma üzere olanlara baktım. Gökay ileriden geçtiğini kıl payı gördüğümde gülümseyerek bir elini siyah saçlı olduğunu gördüğüm kızın beline götürmüş alana çektiğini görmüştüm. Vay be! Neymişsin sen Gökay. Yağız hemen önümüzden alana doğru ilerlediğini gördüğümde şaşkınlığı gizlemedim. Kumral bir kızın elini tutup büyük alana ilerliyordu. Kız baya güzeldi! Onun arkasından Utku hemen ileriden bir kızla ilerlediğinde morali hiç olmadığı kadar yerinde gibiydi.
Ritim tuttuğum elimi sinirle sıktım. Kıskanmıyordum hayır! Ne var ki sanki dansa kalksak? Dünyanın sonu değil ya? Derin nefesler alıp verdiğimde müzik melodisi yerine şarkı başlamıştı artık. Gözlerim dan çiftlerinde gezdiğinde yanımdaki Emir’in de alanda bakışlarının gezdiğini görmüştüm.
Elimi daha çok sıktım. Hayır kesinlikle kıskanıyordum! Bakışlarımı çaktırmada Emir’e çevirdiğimde elinde telefonla uğraşıyordu. Şu an telefona bakılacak sıra mıydı? Yüzümü asarak çiftlerde gezdirdim gözlerimi tekrardan. Bende dans etmek istiyordum!? Ama diyemezdim ki benimle dans eder misin diye!
“Benimle dans eder misin?” Buz gibi bir ses hemen yanımda hissettiğimde başımı hızla yanıma çevirdim. Emir karşımda elini bana uzatmış bir şekilde baktığını gördüğümde kalp krizlerinden kalp krizlerine giriyordum. Az önce telefonuyla uğraşıyordu? Yoksa ben içimden söylemem gerekenleri dışımdan mı söylemiştim az önce? Üzerimdeki siyah gözleri girdaptan farksızdı ve beni bir mıknatıs gibi içine çekiyordu.
Bir an tereddüt ettim. İstiyordum ama mantığım izin vermiyordu. Ve belki de ben mantığım ile hareket etmeliydim. Gözlerim onun gözlerinde kilitlendi. Ama kalbim mantığımdan üstündü "Tabii," dedim, dudaklarımı zorlayarak hafif bir gülümsemeye dönüştürmeye çalıştım. Ben bir mıknatısın çekim alanına girmiştim!
Elimi tuttuğunda, içimde bir kıvılcım çaktı. Ama yüzümdeki soğuk maskeyi düşürmedim. O beni dans pistine doğru götürürken, şarkının sözleri içimde yankılanıyordu:
*"Benden çaldıkları unut dedikleri
Kaybettiğim kaderi buldum.."*
İlk adımı o attı. Ellerimiz birleştiğinde, teninin sıcaklığı avucuma yayıldı. Gözlerimi ondan kaçırmadım. Dans ederken etrafımızdaki herkes bulanık birer gölgeye dönüştü. Sadece biz vardık; o ve ben. Ama yine de mesafemi korudum. Tutkumu hissetmesini istemiyordum... ya da belki istiyordum? Kendimle savaşıyordum. Müzik ilerlerken gözlerini bir an olsun benden ayırmadı. Sanki içimden geçen her duyguyu görmek istiyor gibiydi. Bok görürdü!
"Gece," dedi, sesi fısıltı kadar yumuşaktı, "Neden bu kadar soğuksun?"
Bir an duraksadım ama sonra başımı hafifçe yana eğdim. "Soğuk değilim," dedim sakin bir şekilde, "Sadece dikkatliyim. Bir daha aynı şeyleri yaşamak istemem." Son söylediğimin altında yatan imayı yakalamıştı.
Gülümsedi. O gülümseme... Beni paramparça eden o gülümseme. "Dikkatli olmak bir daha aynı şeyleri yaşamana engel değil," dedi.
Ona cevap vermedim. Adımlarımız müzikle uyum içinde süzülüyordu. Şarkının nakaratı geldiğinde, kalbim daha hızlı çarpmaya başladı:
*" bir akşam vakti
Senle yeniden doğdum
Benden çaldıkları unut dedikler
Kaybettiğim kaderi buldum.."*
Ben bir gece vaktinde kaybettiğim kaderimi bulmuştum. Ama bulduğum kader beni yerle bir etmişti. Şarkı gereğinden fazla anlamlıydı! Gözlerimin derinliklerine bakıyordu; sanki ruhumu görmeye çalışıyordu.
"Gece," dedi tekrar, bu sefer daha yakından, "Bana izin ver."
"Neye izin vermemi istiyorsun?" dedim, sesim neredeyse duyulmayacak kadar alçaktı.
"Seninle konuşmama... seni anlamama."
Bir an için nefesim kesildi. Ama sonra kendimi toparladım ve gülümsedim; soğuk ve mesafeli bir gülümsemeydi bu.
"Belki başka bir zaman," dedim ama başka bir zaman olmayacaktı. Bugün sondu. Belki de bugün her şey konuşulmalıydı.
Dans devam etti. Her adımda ona biraz daha yaklaşıyor ama aynı zamanda biraz daha uzaklaşıyordum. Şarkının son sözleri yankılanırken, içimdeki fırtına şiddetlenmişti:
*"Dost düşman bir olup çıksa da yoluma
Vazgeçmem senden yine de
Ben aşkla yürürüm ateşe
Yeter ki sen ellerimden tut "*
Müzik sona erdiğinde, ellerimiz ayrılmadık. Birbirimize baktık; o anın ağırlığı havada asılı kaldı. Bir şey söyleyecek gibiydi ama sustu. Ben de sustum. Herkes müziğin kesilmesi ile ayrılmıştı ama biz büyülenmiş gibi birbirimize bakıyorduk. Her ne kadar birbirimizi yok etsek de bizi çeken bir şey vardı.
Daldığım düşüncelerden uyanıp ellerimi hızla çektim ellerinden. Kaşlarını çatarak o da bana baktığında bir adım geriledim. Ne yapıyordum ben? Ondan uzak durmaya çalıştıkça neden her zaman dibinde bitiyordum. Alkışlar yükseldiğinde herkes bu ortamı alkışlıyor, kendilerini alkışlıyordu. Yutkunduğumda bir adım geriledim ondan. Gözlerine bakmaktan korktum. Bugün sondu ben ne yapıyordum? Daha fazla acı çekmeye mi çalışıyordum?
Telefonu masaya koyduğumda her iki kolumu da masaya yerleştirip başımı iki elimin arasına hapsettim. Herkes eğleniyor birbirleri ile sohbet ediyordu. Dans ettikten sonra her ikimiz de konuşamamıştık. Emir benim ondan rahatsız olduğumu sanmış olmalı ki dans sonrası benden benden uzak duruyordu. Toprak ve Emir’in atışmalarını izlerken bir an birbirlerine dalacakları sırada araya girmeyi başarmıştım. Yarım saat olanları görmezden gelip araya girmiştim evet.. Aralarına girmeyi istemesem de mecburen girmiştim işte. Yoksa Emir ve Toprak birbirini iyi benzeteceklerdi. Pırıl korku ile Toprak’ın koluna girip uzakaştırdığında bende Emir’in yakasından tutup arkamdan çekmeye başladım. Şaşkınlıkla tuttuğum yakasına baktığında eğilerek çektiğim yöne doğru gelmek zorunda kalmıştı. Bir köşeye uzaklaştırdığımda yakasını bırakıp omuz silktim. Şaşkın bakışlarını bana kenetlediğinde ne bakıyorsun? Dercesine ona baktım. Güler gibi oldu ama sonra aklına ne geldiyse gülmekten vazgeçti.
“Kavga etmenden nefret ediyorum.” dedim dudaklarımdan buz gibi çıkan kelimelerle. Kendi kendime bile söylemediğim bir gerçek gibi şaşkındım ama dışa yansıtmamayı seçtim.
Boş bakışları üzerimde gezerken canım yanıyordu ama her şeyi ben istemiştim böyle. “Nefret etmeni gerektirecek kadar umursadığını sanmıyorum.”
Dediği şey kalbimi param parça etmeye yetmişti. Ağzımı araladığımda itiraz edecektim ama geri sustum. Belki de yalanlayacaktım ama inkar etmem düşüncelerini değiştirmeyecekti. Nasıl düşünüyorsa öyle kalsın daha iyiydi.
Yerimden rahatsızca kıpırdandım. “Toprak’ı bu hale getiren sen ve diğerleri miydi?” Dedim konuyu değiştirerek.
Güldü. Ama gülüşünde yatan alay içten içe yaktı beni. Konuyu değiştirmeme gülüyordu. Gözünü kısarak bana yaklaştığında arkaya geri adımlıyordum ki kendimi durdurdum. “Evet,” dediğinde aramızdaki mesafeyi yarım adım olarak bırakmıştı. “Ama diğerleri ile değil kendim bu hale getirdim. O eli ben kırdım, yüzünü ben bu hale getirdim.” dediğinde buz kesildim. Bu kadarını da yapmış olamazdı değil mi?
Dediği şeyi idrak etmeye çalışırken başımı kaldırıp gözlerine baktım. “Nasıl? Neden? Ne zaman?” dedim ama sesimi ben bile zor duyuyordum.
Durdu. Araladığı ağzını geri kapadı. Gözleri yüzümün her zeresin de gezindiğinde her detayı ezberlemek istiyor gibi gözüküyordu. "O gün üzerine o piçin su döktüğü gün. Senin canını yanarken benim donup izlediğim gün," dedi. İçimde uyanan anılar birden kızgınlığa dönüştü. O anı hatırlamak içimde fırtınaların kopmasına neden oldu ama dışıma o fırtınadan eser bile yoktu. Gözlerinin çevresinin yavaş yavaş kızardığını gördüğümde kızgınlığıma rağmen içimin burkulmasına neden oldu. "sana yemin ederim o salise o şerefini siktiğimi oraya gömmek istedim ama yapamadım. Yerimden bile kıpırdayamadım. O an bana ne oldu bilmiyorum ama kendimden nefret etmeme neden olan bir an olduğunu biliyorum. Siz," dediğinde eli belime doğru uzandığını gördüm göz ucuyla ama elini yumruk yapıp geri çekti. Bakışlarımı tekrar ona çevirdim. Bana bakarken ki o soğuk bakışlarının yanına pişmanlıktan başka bir şey kalmamıştı. "sizi müdür odasına kadar götürdüğünde ortamda cirit atıyordum. Öfkeme yenilmek istemedim. Çünkü bu benim için artık yaptığı şey sondu ama yenildim. Öfkeme yenildim. Kansız okuldan uzaklaştırma almış. Spor salonuna eşyalarını almak için indiğinde arkasından gittim." bu kısımdan sonra gözlerini kaçırdı. "elini kırdım. Öldürürcesine dövdüm." gözlerini kaçırmıştı çünkü bu yaptıklarını bana söylerken utanıyordu. Belki başkasının yanında bu konu açıldığında utanmazdı. Ama benim yanımda utanıyordu. Bakışlarını bana çevirdi bir anda. Bu ani bir şekilde bana bakışı beni sekteye uğratırken kalbim aniden hızlı atmaya başladı. "o piçin her iki elini kırmalıydım. O gün o kovayı taşıyan her iki elini kırmalıydım. O gün o vücudunu taşıyan, onu senin yanına kadar taşıyan ayaklarını kırmalıydım ki bir daha aklına bu tür şeyler getirmeye kalktığında ona aynı şeyleri bir daha yapacağımdan şüphem olmadığını bilsin." Son olarak gözümün içine bakarak söylediği şey kalbimin teklemesine neden olmuştu.
Yüzüme bakıp bir şey dememi beklemedi. Tam tersi arkasını dönüp gitmeye kalktığında hızla kolundan tutup kendimi yukarı çekip bedeni kendime doğru çektiğimde teni tenime çarptı. Hiç düşünmeden dudaklarını dudaklarıma kenetledim. Sıcaklığını hissettiğim anda dünya bulanıklaştı. Elleri yanımda şaşkınlıkla dururken ben her iki elimi yüzüne yerleştirip dudaklarını dudaklarıma bastırdım.
İlk anda taş kesilmiş gibiydi, şaşkınlığını bedeniyle belli ediyordu. Ellerini çekmişti, vücudu hareketsiz ve savunmasız bir şekilde durmuştu. Sanki bu anda ne yapacağını gerçekten bilmiyordu. Kalbim yerinden fırlayacak kadar hızlı atıyordu ama ben onu öpmeye devam ettim. İçimde fırtınalar koparken, onun hareketsizlikle hafif titrediğini hissetmek beni korkuttu. Acaba geri mi çekilseydim?
Tam o sırada, dudakları yavaşça karşılık vermeye başladı. Önce emin olmayan bir tereddütle hareket etti, nefesi yüzüme karıştı. Sonra bir anda tüm yavaşlık ve şaşkınlık yerini tutkuyla karışan bir sıcaklığa bıraktı. Şaşırmış ama sonunda o anın içinde kendini bırakmıştı. Elleri sonunda harekete geçti, yavaşça kollarıma dokundu. Kalbinin hızlı atışlarını hissediyordum. Dudakları dudaklarımdan yavaşça ayrıldığında derin nefesler alıp verdim. Bedenini geri çekmesini beliyordum ama hayır çekmemişti. Sert, şaşkın ama bir yandan da bir o kadar yumuşak ve çatık bakışları gözlerime kenetlendi.
“ Seni seviyorum.” Dedim. Ağzımdan dökülen her şey bu anın büyüsü gibi benden habersiz çıkıyordu. Dediğim şey ile gözleri büyürken kaşları çatılmıştı. Yutkunduğumda bir eli yandan kalkıp aramıza girdi. Elini çenemin altından tutup yüzümü yüzüne yaklaştırmış ve dudaklarımın üzerine derin bir öpücük bırakmıştı ödemek ister gibi. Şaşkınlıkla gözlerim aralandı. Dudaklarını dudaklarımdan ayırdığında şaşkınlığım ağzımın açık kalmasına neden olmuştu.
“ Şimdi ödeştik.” Dedi yüzündeki gülümseme ile. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Ben neden şaşırıyorum ki? İlk öpen bendim. Onun daha çok şaşırmam lazımdı? Sanırım ben malım? Beynim bir pekmeze dönüştüğü için hiçbir şey algılayamıyordum. Derin nefes alıp verdiğimde ağzımı kapadım. Yanaklarını birden utançtan kızarırken kendimi terasın korkuluklarına ilerlerken buldum. Lanet olsun kızaran yanaklar!
Arkamdan gülme sesi yükseldiğinde yanakların daha çok alev almaya başladı. Hava sıcak mıydı ne? Dur bir dakika. Gülüyor muydu o? Arkama sinirle döndüğümde yanıma ne ara geldiğini bilmiyorum ama döndüğüm gibi tenin tenine çarpmış eli belime gittiğinde beni korkuluklara yaslamıştı. Gözlerim siyahları ile buluştuğunda yüzü yüzüme olan yakınlığı nedeniyle nefes almakta bile zorlanıyordum.
“ Pollyanna kız.” Pollyanna... Yine o şeyi demişti.
Gözlerimi kırpıştırdım. Kaşlarım çatıldı. “ Bana neden sürekli Pollyanna diyorsun?” dedim merakıma yenik düşerek. Güldüğü için kızmayı planlarken ağzımdan çıkana bak? Gözlerini kıstı. Kıstığı siyahları gözlerim ve dudaklarım arasında gidip geliyordu.
Kısa bir süre düşünür gibi yaptı. Kesinlikle düşünmüyordu bunu bilerek yapıyordu. “ Pollyanna; saf, merhametli, masum ve iyi kalpli anlamlarına gelir.” Dedi.
“Ben bunlardan hangisiyim de bana hep Pollyanna diyorsun?” Dedim. Merakımı gidermek isteğiyle. Hayır. Kesinlikle dedikleri hoşuma gitmiyordu.
“Hepsi.” Hiç düşünmeden dediği şey buz kesilmeme neden olmuştu. Oysaki bunların hiçbiri olduğumu sanmıyordum.
Çeneni kaldırıp ona baktım. Hepsi... Hepsi olduğumu düşünüyordu. Ama hiç biriydim.
Onun için Pollyannasın. Ne kadar değilim desen de. Bir kere beni savunan götün kurtlanırdı zaten.
...
Terasta bulunan geniş bankaların üzerinde uzanırken yıldızlar olduğundan parlak gözüküyordu. Zaman bizim için durmuş gibiydi. Balo alt kattaydı ve devam ediyordu. Biz ise buradaydık. Hiçbir şey yokmuş gibi. Sadece zaman bizim için durmayı kabul etmiş gibi. Ama o durmuş zamanın içindeyken bile birbirimize söylemediklerimizi söylemek için yeteri kadar vakit olduğunu sanmıyorum. Sessizlik bir yandan hoş bir yandan da kopacak fırtınadan önce bir uyarı gibiydi.
“ Beni neden öptün?” dedi Emir huzursuz bir ses tonuyla. Hemen aşağıdan geliyordu sesi. Çünkü sen bankta uzanırken o senin hemen altında uzanıyor. Haklı.
Dediği şey beni şaşırtmadı. Beni şaşırtan sormaması olurdu büyük ihtimalle bunu neden yaptığımı. Ama onu neden öptüğümü bende bilmiyorken nasıl cevaplayacaktım ki bunu?
Lafı dolandırma da buldum çözümü. “Peki sen neden bana karşılık verdin?” Ağzından bir şey gevelemişti sorun ile. Sanırım lafı dolandırdığımı ve konuyu tam olarak ona çevirdim diye bu soruyu sorduğu için kendisine küfrediyordu.
Gözlerimi görebildiğim her yıldızın üzerinde gezdirdim. “Bazı güzellikler karanlığın arkasında saklı oluyor değil mi?” Bakışlarını üzerinde hissetmem bir yana aniden sorduğu şey ile gözlerimi kıstığımda başımı onu göremeyeceği mi bildiğim halde başımı sağa çevirdim ama aşağıya bakmadım.
“Nasıl?” dedim şaşkınlığım sesime yansımışı. Ne demek istemiştir kesinlikle anlamamıştı.
Boğazından hırıltılı bir nefes verdiğinde bir hışırtı sesi duydum. Başını gökyüzüne yıldızlara çevirdiğini varsayarak bende başımı önüme çevirip yıldızlara baktım. “Ne nasıl? Sen şuanda sadece karanlıkta parlayan saf güzellikleri görmüyor musun?” dediğinde başımı sağa yatırdım. Nedense içimden bir ses o gökyüzündeki karanlıkta ortaya çıkan güzelliklerin yıldızlara anlam yüklemeye çalıştığını ama tamamen başka bir nedenden söylediğini söylüyordu.
Vücudumu yana yatırdım. Başımı biraz daha aşağıya indirdim. Her iki elimi başımın altına yerleştirdiğimde yastık misali kullanmaktı amacım. Emir’in bedeni baştan aşağıya gözlerimin önünde olduğunda iç çektim. Ellerini kolunun arkasında birleştirmiş gökyüzüne odaklanmıştı tamamen. Bir ayağını dizinden kırıp kendine doğru çekmiş, diğer dizini ise serbest bırakmıştı. Kısa bir süre sessizce onu izlediğimde hiç kıpırdamadı. Odaklandığı tek yer; gökyüzünü saran sadece görünebildiği kadar olan trilyonlarca yıldızlar.
Balonla o görmediği halde onayladığımda aynı anda onayladığıma dair de bir mırıltı çıkarmıştım. “Evet,” dedim hâlen ona bakarken. Birden soğuk bir rüzgâr estiğinde ürpertici soğukluk tenimi sıyırıp geçmişti. “ Görüyorum.” Dedim. Sözlerimi bitirdiğim an hızla başını bana çevirmişti. Gözleri kocaman açıldı. Bedenimi baştan aşağı saran korku ile başını bana çevirdiği gibi önüme döndüm. Siktir!
Hızla dönmemle kafam uzandığım tahtalara sürüldüğünde topuzumun bozulmaması için çabalarım devam ediyordum. Evet şuan bunu da düşünüyordum. Stresle karnımın üzerindeki elimle uğraştığımda tırnaklarımı yoluyordum. Birden bedenim sarsılıp yere çekildiğinde ağzımdan tiz sayılabilecek bir çığlık koptu. Lanet olsun! Bina başımıza yıkılmış olamazdı değil mi? Çığlığım devam ederken bedenim yumuşak başka bir bedenin üzerine düştüğünde ağzım kocaman açıldı. Emir’in üzerindeydim! Emir’in üzerine çekilmişti! Gözlerim fal taşı gibi açılırken birbirimizin kalp atışlarını hissederiz diye ödüm kopuyordu. Her nefes aldıp verdiğinde nefesi tenime vuruyordu. Hızlı hızlı nefesler aldığımı farke ttiğimde nefesimi tuttum. Sakin ol. Yok bir şey. Nefes al... Nefes ver... Nefes al... Nefes ver. Nefes al... Ver... Veya siktir etsene! Bir boka yaramıyordu. Ellerimin altında hissettiğim sıcaklık ile gözlerim irileşti. Başımı eğip sıcaklığın neyden kaynaklandığını göreceğim sırada gözlerim daha da irileşti. Emir sırt üstü yatarken, ben onun üzerinde uzanır bir şekilde hiç de makul bir duruş sergilenmiş gibi gözükmüyordu. Bir şey daha ekleyebilir miyim maalesef ki iç sesin olarak? Onayladım kendimce hızlıca. Dudaklarınızın arasında mesafe görmüyorum. Gözlerim yuvalarından fırlarcasına bu sefer büyüdüğünde yerimden sıçrayarak kalkmaya çalıştığımda Emir gözlerimin içine bakarak kollarımdan tutup beni tekrar göğsüne bastırdı. Ellerim göğüs kafesine bastırıldığında yanaklarım elma kadar kızardığına emindim.
“Benim bahsettiğim parlayan yıldızlar değildi,” yutkundu. Yutkunuşu gözüme sokarcasına badem elmasının hareketlenmesine neden olmuştu. Siyah gözeri benim gözlerimi göz hapsine aldı. “Sendin,” dediğinde dudakları yana kıvrıldı “Sen ve senin olduğun her şey.” Ama sonra yüzündeki gülümseme düz bir şerit gibi bir hal aldığında boynunu kaldırıp zaten ona yapışık bir şekilde uzanmamın yanı sıra daha da mesafeyi kapatmasına neden olmuştu. Hatta mesafenin kaldığından bile şüphem vardı.
Gözlerinin içine bakmam erimeme neden oluyordu. Bu da bu göğsünden kalkmamı engelliyordu. Hem ellerimi de sıkıca tutuyordu zaten kalkmak istesem de izin vermiyordu. Neye kalp krizi geçireceğime şaşırırken artık nefes almaya çalıştım.
Dudaklarım aralandığında ağzı açık kalmış olan dudakları dikkatimi çekti. Kendimi toparlamak için başımı iki yana salladığımda dudakları dudaklarıma sürtünmüştü. Ürperdim. Benle aynı şeyi hissetmiş gibi şaşkın ama hoşuna gitmiş gibi bir ifadeye bürünmüştü.
Dudaklarımı araladığımda hızla konuşmaya koyuldum. Burada biraz daha bu şekilde kalırsam beynim sulanacağına şu dakika ant içebilirdim. “Benimde bahsettiğim yıldızlardı.” diyeceğim sırada ağzımdan tam tersi kelimeler dökülmeye başladı ardın sıra. “Benim bahsettiğim sendin.” Dudaklarımdan dökülen kelimelere içten içe şaşırıyorum ama bunu dışıma nasıl oluyorsa yansıtmıyordum. Yutkundum. “Sen ve senin olduğun her şey.”
İçimde oluşmaya başlayan -kendim zorla oluşturmaya çalıştığım- buzlar bir çıtırtıyla çözülmeye başladığını ve içimde kıpırtıların oluşmaya başladığını hissetmiştim. Dumura uğramış gibi bana baktığında o gözlerinden ne geçtiğini anlayamıyordum. Nakışlarını toplayıp gözlerimin en derinine dokunduğunda bu birkaç saattir sık sık yaptığım gibi yutkundum. Başımı ani bir temastan kaçınmak için o kadar geri atmıştım ki hem belim, hem de boynum tutulmuştu -hiçbir işe yaramamıştı- ama halen bir rüzgarın esip aramıza girmesi kadar bir mesafe kaldığını sanmıyordum. Siyahları gözlerimden dudaklarıma ondan sonra hızla tekrar bana kaydığında nefesimi tutum. Yarın gidecektim ve her şeyin tekrar başlamadan bitme ihtimali vardı, bir de başlayıp acı bir ayrılık ile bitiş ile bitmesi vardı. Ellerimi göğsünden çekip kalkmak istedim ama başaramadım. Değil kalkmak kılımı bile kıpırdatamamıştım. Vücudum sanki bana ihanet ediyor. Son gün olsa bile bugünü en azından ona borçlu olduğumu söylüyordu sanki içimde bir yer. Sanki değil. Maalesef söylüyor. O kişide ne yazık ki benim. Hiçbir şey söylemeden konuşmadan küs bir şekilde bir tarafın buruk bir şekilde gitmek ve adamın nefretini kazanmak var. Birde; Hiç tatmadığın bir aşkı bir günlüğüne -birkaç saatliğine- dibine kadar tatmak. Bencillikten başka bir şey de yapmamış olacaktım. Ben bunu Emir’e yapamam. Şu an şu dakika bu şeyden kurtula bilir- Kurtulamayacaksın. Kurtuldun sanacaksın ama kurtulmak kelimesinin yanından bile geçemeyeceksin. Gideceksin. Tamam. Ama her şeyi öğrendiğinde ne yapacaksın? Bir kırık kalpten daha fazlasını yapmış olacaksın. Sen buna bencillik de ben sana bunun tam tersini söylemenin her zaman bir yolunu bulurum.
Taş kesilmiş vücudum sıcak bir ten ile buluştuğunda titredim. Emir’in dudaklarına küçük ama tutkulu bir öpücük koyduğumda gözlerimi kapadım. O da dudaklarını bana karşılık olarak dudaklarıma bastırdığında nefesim kesildi. Dudaklarımı dudaklarından ayırmadan beni kucağından kaldırıp belimden kavradığında kendimi bankta Emir’in altında buldum. Dudağıma kondurduğu son buse ile ayrıldığında vücudunu üzerimden çekmeden gözlerimin içine baktı. Sonra ise boynuma orda gereğinden fazla takılan bakışları tekrar gözlerimde yerini bulmuştu.
“Senin içinde bir şeyi değiştirir mi bilmiyorum ama bende değiştirmeyecek. Yine de,” dedi. Yerimde rahatsızca kıpırdandım. Kendisi hiç rahatsız olmuş gibi gözükmüyordu. Nefesi bir kez daha yüzüme vurdu. Dediği şeye odaklandım. “özür dilerim. Her şey için."
Şaşkınlıkla gözlerim irileşti. Ellerim birden titremeye başladı. Şu an tek istediğim onunla olmak, güzel günler geçirmekti. Ama maalesef bizde zaman olduğunca azdı ve bu bunu bilmiyordu. Söylemesem haksızlık ve bencillik edecektim. Söylersem ise her şey daha kötüye gidecekti. İlk seçimin bencillik değil bunu kafandan çıkar. Eğer bencillik ise bir kez ise kendini düşün ve bencillik yap. Çünkü öbür türlüsü her ikinizin de zararlı çıkmasına neden olacak. Ama eğer aklındakiler daha yerine oturmamış yapboz parçalarından ibaret ise kalbinin sesini dinle o sana parçaları bir bütün haline getirmene yardımcı olacaktır. Kalbinin sesini dinle demişti. Eğer bu yoldan çıkamıyorsan kalbinin sesini dinle. O sana parçaları bir bütün haline getirmene yardımcı olacaktır, demişti. Bir an aklımı susturup kalbimi dinlemeye çalıştım. Cevap netti.
Yüzü fazla beklememe bile tahammülü yokmuş gibi asıldığında üzerime eğildiği yerden kalkacağı sırada sol bileğini tuttum. “Sana her bakışımda, sanki kalbimin bir köşesinde seni sevdiğimi fısıldayan bir ses vardı o zamanlar. Şu anda o sese teşekkür etmek istiyorum.” Rica ederim.
...
Sanırım insan hatalarından ders çıkarmıyordu veya çıkaramıyordu bilemem. Canımız istemediğinden değildi bu ders çıkaramamamız. Çıkaramadığımız içindi. Belki de insanlar sadece aşk denen şeyden ders çıkaramıyordur? Bilmiyorum sadece ben çıkarmıyordum belki. Belki de illaki canımın yanmasını istiyordum. Onun Toprak’ın kolunu kırdığını söylediğinde neden Emir’i düşünmeden öptüğümü bilmiyordum. Pus dağılmaz mıydı? Bir tehlike sezdiğinde dağılmaz mıydı kuşlar? Gözümü kapattığımda ben neden bunların hiçbirini hissetmiyordum? Ben neden diyecek bir söz bulamıyordum? Neden her şeyi kabullenmişken içimde bir yer kabullenmiyordu bu durumu? Kalacak yerim varken neden bu yüzü kendimde bulamıyordum? Neden Emir’e olan hislerimi o ve kendim aramızda başka hiçbir şekilde anlaşamıyorduk? Başımı iki yana salladım. Düşünmeyecektim bunları şimdi gidersem arkama bakmayacağımı biliyordum. Şimdi gidersem arkamdan gelmeyeceğini de biliyordum.
Her iki kolumun dirseklerini masaya yerleştirdiğimde başımı her iki elimin arasına hapsettim. Gözlerimi kısarak yaklaşık bizim masamızdan 5-6 masa daha uzaklıktaki masaya odaklandım. Kızın eli önündeki adamın eline yaklaştığını gördüğümde yüzümdeki tüm kaşlarımın sinirden seğrildiğini hissedebiliyordum. İki kız ve 3 oğlan. İki oğlan diğer iki kızın sevgilisi veya bu baloda arkadaşı olarak birbirlerini seçmişlerdi bilmiyorum ama partneriydiler. Yani o kız elini Emir’in elinden çekmezse olacaklardan sorumlu olmaya bilirdim. Olacaklardan kısmen kendimi sorumlu tutmama ihtimalim, tutma ihtimalimden daha yüksekti diyelim. Gözlerimi o masadan çekip önüme döndüm. Bana karşı olan şaşkın bakışları üzerimde bizzat gördüğümde gözlerimi kırpıştırdım şaşkınlıkla. “Ne?”
Aras derin nefes alıp anlını ovuşturmuştu. Burada durmaya bile tahammül etmediğini gereğinden fazlasıyla belli ediyordu. Belki de Emir’in bulunduğu ortam diyelim. Bunun nedenini o ana söylemeden kesinlikle söylemeyi düşünmüyordum. Bence okul arasındaki savaştan daha öte bir şey idi. Yağız, Ela, Ozan, Cem ve Utku beşlisi gözlerini aynen benim gibi kırpıştırarak benim bu halime izliyordular sanırım. Geri, benim halimde ne vardı ki? Hemen onların yanındaki Gökay’a baktım. Bana hiç anlamadığım bir şekilde bakıyordu. Bu bakışı Gökay’ın yüzünde ilk defa görüyordum. Hüzün içeren bir mutluluk? Veya başka bir şey. Kollarını göğsünde bağlamış kendini masaya vermişti.
“Sanırım bu duruma alışmamız gerek.” dediğinde Utku hangi duruma alışmaları gerektiğini anlamıyordum.
“Aynen öyle kardeşim.” dedi Cem kendini Utku’ya yaslarken.
Derin bir of çekerek tekrar kendimi bu ortamdan soyutladım ve eskisi gibi aynı yere odaklandım. Bende mi gitseydim acaba? Diye düşündüm. Ama bu sefer odaklandığım gibi gözlerim irileşti. Yerimde dikleştiğimde daha iyi bakmaya çalışıtım dikkat çekmemeye çalışarak. O... O kızın eli neredeydi? O kızın eli neredeydi?! Emir bakışları kızın tutuğu koluna hiç değmezken rahat gözüküyordu. Sırtı da bana dönüktü zaten! Gülüştüklerin de derin nefes alıp vermeye başladım. Elimi anlıma götürüp ovuşturdum. Bakışlarımı tekrar oradan kopartıp sinirlenmemeye çalıştım. Sinirlenme Gece. Sinirlenme. Sadece kolunu tutuyor.
Bir kahkaha koptuğunda irileşen gözlerim ile önüme döndüm. Yağız gür bir kahkaha atarken bir elini masaya dayamış yere kapaklanmamak için kendini tutarken diğer elini ise karnını tutuyordu. Diğerlerine dehşet içinde baktığımda gülmemek için yanaklarının içini kemirdiklerini fark etmiştim. Hızla ayağım ile masanın altından Yağız’ın ayağına topuklu ayakkabılarımın topuğunu geçirdiğimde acıyla inledi. Eğilip ayağını tutup kıvrandığında ağzından küfür savurduğunu duydum. Omuz silktim. Diğerleri de az önce benim yüzümde olan dehşet ile Yağız’a baktıklarında bu sefer hep bir ağızdan kahkahalara gömülmüşlerdi. Zaten çamur içinde olan ben bu yaptığım ile çamura gömülmüştüm sanırım.
Yağız’ın ağzından bir inleme daha döküldüğünde kolumu göğsümde bağlayıp ona baktım. Kaşlarını çatarak bana baktığında gözlerini kısmış sorgularcasına bu yapığımı kınadığını tavrı ile belli ediyordu. “Bu yaptığını arkadaşıma söyleyeceğim!” diye sitem etti. Anlamadım? Dercesine ona baktım. “Ayağıma topuklu ile bastın! Oysaki bunu düğünde yaparlar ve sen benim ayağımı çürüttün!” dedi. Bu sefer kendini tutamayıp gülen bendim. Derin nefes alıp kendimi toparlamaya çalıştım.
“Bunu söylersen büyük ihtimalle kendi kazdığın çukura düşmek zorunda kalıcasın.” dedim alaycı bir ifade ile ama sonra o alaycı ifade kalmamıştı bile. “Daha set basmalıydım!” dedim dişlerimin arasından.
Başımı iki yana sallayıp tekrar odaklandım aynı yere. Odaklanmamla arkamı dönüp 5-6 masa ilerimde duran masaya hızla ilerlemem bir oldu. Masanın yanına geldiğimde bakışlar bana çevrilmişti ama umursamadan Emir’in yanında yerimi aldığımda masanın üzerinde duran eline uzandım. Şaşkınlıkla masanın üzerinde onun elini saran elime baktığında bakışları beni buldu. Yüzüne içten bir gülümseme yolladığımda önümüzdeki diğerlerine baktım.
“Siz ayrılmamış mıydınız?” Bunu diyen hemen karşımdaki kumral uzun boylu diyebileceğim bir boyda olan erkek çocuktu. Tanımıyordum.
Yüzümde dıştan içtenlikle sanılabilecek bir gülümse ile baktığımda içten içe o gülümsemede patlamak üzere olan bir yanardağ yatıyordu. Başımı her iki yana salladım. “Biz hiçbir zamana ayrılmadık,” dedim. Vücudum kasılmaya başlamıştı. Emir bunu fark etmişti ki elinin üzerinde olan elimi tutup aşağıya çekmiş elini belime koymuştu. Gözlerimi kırpıştırarak bu yaptığına şaşırmayı planlarken söze girdi. Benim cümlemi tamladı. “Sadece ayrıldık düşüncesi barındırdık. Ayrılmak bizim kitabımızda yazmıyor.” dedi.
Yutkunarak başımı aşağı yukarı fark edilmesi mümkün mü bilinmez bir şekilde salladım. Karnımda kelebekler uçuşuyordu. Biz nasıl böyle bir hataya düşmüştük? Kendimizi koruma mevzusu olsa bile birbirimizi nasıl bırakabilmiştik? Göğsümde hissettiğim ağrıyla kendimi Emir’in kollarının arasındayken gücünü biraz ona dayadım. Kolu biraz daha sıkıca belimi sardığında kendimi toparlamaya çalıştım.
Elimi masaya koymamak için kendimi zor tutarken boynumda hissettiğim bir sıcaklık ile titredim. “İyi misin?” başımı yanıma çevirdiğimde burun buruna gelmiştik neredeyse. İyi olduğuma dair bir mırıltı çıkardım. Hiç iyi değildim.
“Bizimkilerin yanına gidelim.” dedim gözlerinin içine baktım. Cevap vermedi. Ama bu isteğimi onaylamasını diledim.
“İyi misin Gece?” kızıl saçlı kıza baktığımda içimde fırtınalar koptu o kızdı.
Gülümsedim. “İyiyim teşekkürler.” dedim. “Gidelim mi Emir?” dedim tekrar ona bakarak. Kısa bir süre durup baktığında başını eğip kabul etti. Eli belimden ayırdığımda hızla ilerledim. Bizimkilerin yanında da duramayacaktım.
Ellerimi her iki yanımda serbest bıraktığımda koşarak salondan çıkıp binanın çıkışına doğru giden merdivenlerden aşağıya indim. Kapıdan dışarı çıktığımda esen rüzgar tenimi okşayıp geçmişti. “Gece.” Başımı hızla arkaya çevirdiğimde Emir’in nefes nefese kalmış bir şekilde girişte durup bana baktığını gördüm. Tekrar önüme döndüğümde binadan biraz daha uzaklaşıp ilerideki banklara doğru ilerledim. Yarın gidiyordum ve sevdiğim çocuk arkamdayken hiçbir şey söyleyemiyordum. Yarın gidiyordum ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Yarın gidiyordum ve lanet olası bir hissin beni sardığını hissediyorum. Kapana kısılmış elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bankların önüne geldiğimde oturmak yerine ayakta dikildim. Işık yoktu. Sadece binalardan ve geçen arabalar sayesinde oluşan loş bir ortam havası. Duygularımı belli etmememi sağlayacak tek şeyde buydu sanırım.
“Gece.” tekrar ismimi seslendiğinde arkama döndüm. Tüm heybeti ile karşımda duruyor telaşla bana bakıyordu. “İyi misin diye sormayacağım. İyi değilsin. Ve ne olduğunu söyleyeceksin.” dediğinde boğazıma yumru oturdu.
Alaycı bir tonla tekrar arkama dönüp ilerideki çiçeklere odaklandım. “İyiyim. İyi olmamam için bir neden yok artık. Varlığın bana huzur veriyor ve bu huzurun içinde ecdadım da gelse sanırım kötü olamam.” Varlığı bana huzur veriyordu ama bir süre sonra burada olmamam onu görememem beni öldürecekti.
İlerideki sokak lambaları sayesinde ışık vuran çiçeklere baktım. Gül, Menekşe, Lale ve Çuha çiçeği... Çuha çiçeğini gördüğümde yüzümde kederli bir gülümseme oluştu. Sert bir rüzgar daha esti. Ürpermem titrememe neden oldu. Ellerimi göğsümde birleştirdim. Bu havada böyle dışarı çıkmak aptallıktı zaten. Ürperti birden yerini sıcaklığa bıraktığında omuzlarımda bir ağırlık hissetim aynı doğrultuda. Bir kol bedenime sardığında bir ceketin bedenime sarıldığını fark ettim. Şaşkınlıkla üzerimdeki cekete sonra ise ceketin sahibine baktım. Emir ilerleyip farklı farklı çiçeklerin olduğu yere ilerlediğinde yutkundum. Omuzumdaki ceketi tutup arkasından yavaş adımlar ile ilerledim. Ben arkasından ilerlemeye devam ederken o tam Çuha çiçeklerinin yoğunluk bulduğu yerde durduğunda bende durdum. Başını aşağıya indirdiğinde dikkatlice onu izliyordum. Bakışları nedense hemen aşağısındaki bir adımlık bir şekilde önünde duran Çuha çiçeklerine olduğunu hissediyordum.
Omuzlarımdaki ceketi biraz daha sıktım. Başını her iki yana salladığında başını dikleştirdi. “Seni ilk kaybettiğimde,” dediğine gözlerimde serbest bırakılmak isteyen göz yaşlarım beni gereğinden zorluyordu. “Bu çuha çiçeği sana vermiştim.” dediğin de şaşkınlıkla ona baktım. Nasıl? “Pırıl’ın annesinin doğum günüydü. Ve sen her şeyi yanlış anlayıp gitmeye kalktığında sana son olarak sevdiğin şeyi vermek istedim. O kedi,” başını iki yana salladığında bana doğru döndü. Üşümüyordum şu an. Sıcaktan ölmek üzereydim ve bu sıcaklık hiç hayra alem değildi. Gözlerindeki pişmanlık ve keder canımı yakıyordu. “o kedi ile sana verdiğim Çuha çiçeği her şeyin sonu oldu. Sana her şeyin sonunda bu Çuha çiçeğini verdim bilmeden.”
Tam bu dediği ile aynı fikirde olmadığımı söyleyecektim ki çalan telefonum ile vazgeçtim. Arayan kişinin kim olduğuna bakmadan açtım. "Kızım." Annemin sesini duyduğumda arkama dönüp Emir'den biraz uzaklaştım. İlerleyip bir ağacın yanında durduğumda gövdesine yaslandım.
"Efendim anne?" dedim, arkama baktığımda Emir'in halen orada durduğunu gördüğümde derin nefes alıp telefondaki anneme odaklandım.
"Kızım böldüm balonu ama bu kedi ile ne yapmayı düşünüyorsun? Bizle gelemez ve odana eşyalarını toplamak için geldiğimde kedinin üstünü kemirdiğini gördüm. Bizimle gelemez." dediğinde buz kesildim.
Hızla sakin bir şekilde konuşmaya çalıştım. "Anne eşyalarımı kendim toplayabilirdim eve geldiğimde. Kendimi yormana gerek yoktu. Hem hayır kedim de benimle gelecek."
"Kızım," dediğinde annem bir şeyin kırılma sesi geldi arkadan. "Bizimle gelemeyeceğini iyi biliyorsun. Kediyi bir süreliğine bizim ile kalmasına izin vermiş olabiliriz ama onun bir ailesi var ve bizim ile gelemez." Doğru söylüyordu. Ailesi vardı. Bizim ile gelemezdi. Ama...
"Anne, giderken bana burayı son kez hatırlatacak şey hep o kedi olacak. Hem o ses ne? Anne kedimi rahat bırakır mısın?"
Annem derin bir nefes alıp verdiğinde "Kedin kesinlikle beni sevmiyor. Her neyse. Bu kediye ne kadar bağlandığının farkındayım ama bizim ile gelemez."
Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes alıp verdim dışarıya. Haklıydı. Ne kadar istemesem de bırakmak haklıydı. "Tamam anne," sesimdeki tüm keder kendini belli ediyordu. "yarın buradan tamamen gitmeden önce kediyi eski yerine bırakırım."
Ellerim biraz daha sıkılaşarak ceketi omuzlarımda tutmaya devam ettim. Annem başka bir şey demeyip bu yaptığımı onaylayıp telefonu kapattığımda ağaca yaslanmayı bırakıp gözümden bir damla yaşın süzülmesine iziin verdim. Burnumu çekip yanağımdaki yaşın izini sildiğimde arkamı dönüp aynı Emir'in durduğu yere ilerledim. Odaklandığı tek yar çiçeklerin olduğu yerdi. Peki neden bu kadar sessizdi? Bu sessizlik beynimi kemiriyor, etrafımda yankılanan düşüncelere gem vuramıyordum. Başımı çiçeklerin biraz ilerisindeki ağacın gölgesine çevirip buna odaklanmaya çalıştığımda, varlığını yanı başımda bir kez daha hissettim. Derin derin nefes aldığı belli olan Emir, az önceki sözlerimle yetinmiyordu. Bunun gözlerindeki o kararlı parıltıdan belliydi.
“Beni aptal yerine koyma,” diye başladı, sesi beklediğimden sert çıktı. Yutkundum. Onun sertliğine cevap verir miydim? Bilmiyordum, çünkü içimdeki karışıklık hâlâ yerini koruyordu. “Bir şey var, Gece. Bir bok var. Ve sen hâlâ bana hiçbir şey anlatmıyorsun.”
Başımı biraz daha çevirdim ama bu, göz göze gelmemizi engellemiyordu. Çiçeklerin arkasında duran o kararlı insan, bana daha önce hiç olmadığı kadar tanıdık ama aynı zamanda ürkütücü geliyordu. Çünkü netti. Çünkü gözlerindeki öfke kadar korkusuzca konuşuyordu. Bu tartışmada benim galip çıkmamın mümkün olmayacağını biliyordum ama yine de kendimi bırakmayacaktım.
“Anlatılacak bir şey yok,” sesim, söylediklerime inanmıyormuşum gibi kısık çıkmıştı. Aslında doğruydu da. Bunun nesi yalan olabilirdi ki? Olan biteni, yıkılmış hayallerimizle birlikte geride bırakmaktan başka yapabileceğim ne vardı? Üstelik bu sondu.
Ama olmadı.
“Nereye gittiğini söylemeyecek misin?” Gözlerini daha da kısıldığını gördüm. Oysa ben lafın buraya geleceğini düşünmemiştim bile. Konuşmayı duymuştu! Ellerim bir anlığına sıkılıp gevşedi, sanki ağzımdan çıkacak olan kelimeler için kendime bir dayanak arıyordum. Bu sondu, diyebileceğim bir yer kalmamıştı ki artık. Emir bunu duymayı hak etmiyor muydu? Tabii ki ediyordu ama kelimelerin boğazımdan bir türlü geçmemesine engel olamıyordum.
Başımı hafifçe çevirebildiğim kadar yukarı kaldırdım; onun siyahları içinde boğulan gözlerine baktım. “Yarın,” dedim, tüy gibi hafif bir sesle, tam anlamıyla titremekte olan kelimelerle, “Biz gidiyoruz. Kendimize ait olmayan bir yere.”
Gözlerindeki kararlılık, şiddetle yerini kargaşaya bıraktı. Sanki bir fırtınanın tam ortasında, az önce söylediğim her şeyini ellerinden almış gibi bir tepki verdi. Omuzlarındaki kasları gerildi. “Nereye?” diye sordu, ses tonu yalvarır gibi olmuştu bir anda. Tüm öfkesi, yerini sızlayan bir meraka bırakmış gibiydi. “Ne demek gidiyorsunuz?!”
Yanıt vermekte dilimin tutulduğu bir an vardı. Gözlerimde beliren yaşları geri göndermek için elimden geleni yapıyor ama başarılı olamıyordum. “Başka bir yere...” dedim. Sesim hâlâ titrek ama daha belirgindi. “İzmir’e.”
“İzmir mi?” diye tekrarladı, sanki uzun zamandır bilmesi gereken bir şeyi yeni öğrenmenin verdiği acı her tarafını sarmıştı sanki.
"Gece...” dedi, sesi bir gidip bir geliyordu sanki. Emin olamıyordum ama bu hali, onu hiç olduğundan daha da karmaşık hissettirmişti bana. “Sen bunu buradan gitmeden önce mi söylüyorsun? Yoksa...”
Başımı yere eğdim. Daha fazla onunla yüzleşemeyeceğim kadar yoğun bir duyguyla doluyordum, çünkü onunla yüzleşmek, kendi içimdeki gerçekle yüzleşmek demekti.
“Başka ne zaman söyleyebilirdim ki?” dedim, gözlerimi kaçırmayı başararak. “Zaten başından beri bunu konuşmak mümkün olmadı.”
“Sen benimle hiç konuşmadın ki!” Ses tonundaki hayal kırıklığı ve öfke o kadar belirgindi ki irkildim. Hareketsiz donup kaldım, ama göz göze gelmeden önce geri adım atamadım. “Biz burada kör dövüşmeye devam ederken, sen her şeyi planlayıp çekip gitmeyi mi düşündün? Bu mu yani planın? Her şey tekrar düzelmek üzereyken!”
“Plan diye bir şey olmadı...” diye birebir fısıldayarak açıkladım, kelimeler çıkarken kalbim yerinden fırlayacakmış gibi hissettim. Ellerim kaskatı olmuştu ceketimin içinde. “Her şey ailemin aldığı bir karardı, anladın mı? Elimden hiç, ama hiç bir şey gelmedi.”
“Belki de gelmemiştir. Belki de hiç şans vermemişsinizdir,” diyerek beni kesintisiz bir akışla boğdu. “Ama bana bile bir şey söyleme gereği duymaman... Gece, bu kadar kaçmasına göz yumamayacağım. Olmaz!”
İçimde kopan fırtına dışarı yansımasın diye bir adım geri attım. Ama Emir durmadı. O heybetiyle önüme dikilmekteki kararlılığını açıkça ortaya koyuyordu.
“Sadece bir günümüz vardı,” diye devam etti, ellerini iki yanına indirerek. İçinde bulunduğumuz loş ortam bile onun keder dolu bakışlarını örtmekte başarısız olmuştu. “Sadece bir gün içinde kalmak ve dengemizi bulmak zorunda kalmışken, bu sana göre doğru mu yani?”
“Neyi doğru yanlış yapabilirdim ki?” dedim sonunda. Sesimin biraz daha çatallandığını fark ettim, çünkü sakinliğimi koruyamıyordum. “Her şeyi baştan mahvettiğimizde, elimizde birbirimizi incitmek dışında ne kaldı, Emir? Seni... Kendimizi bir hiç düşündün mü? Başından beri birbirimizi incitmekten başka ne yaptık? Son gün her şey düzelmişken mafetmemi mi bekliyordun?" derin nefes alıp veriyordum.
"Bunu anlamıyorsun, Emir," dedim, sesim boğuk çıkıyordu ama yine de devam ettim. "Hiçbirimiz bu durumdan kazançlı çıkamayız. Ne kadar çok konuşsak da, ne kadar çabalasak da işler değişmeyecek. Olanlar, olacakları değiştirmiyor."
Emir başını yavaşça iki yana salladı. Bu hareketinde hem kabulleniş hem de direnişin izi vardı. "Yanılıyorsun, Gece. İnsanların hayatları bir şekilde değişebilir. Kaybettiklerini düşündüğünde bile, doğru kelimelerle belki bir şeyleri geri kazanabilirsin. Ama sen, hiç denemeden pes etmeye karar vermişsin."
Öfkesine karşılık veremeyecek kadar bitkindim. Ancak her kelimesi içimde yankılandı. Gerçekten pes etmiş miydim? Yoksa bunu en başından engelleyebilecek kadar bile şansım olmamış mıydı?
"Sen ne yapacaksın peki, ha?" diye sordum, gözlerimi ona dikerek. Geriye çekilmeyeceğim bir noktaya gelmiştim artık. "Beni durdurabilecek misin? Bugün burada, bu bankta durup konuşarak her şeyi düzeltebilecek misin?"
Bir adım daha yaklaştı, bakışları ciddiyetle doluydu. "Eğer bunun seni kalmaya ikna edeceğini bilseydim, evet, her kelimeyi tek tek kullanırdım. Ama sen, sözlerime bile inanmıyorken nasıl ikna edeceğimi söyle bana?"
Bütün bu konuşma, kalbimi parçalara ayırıyor gibiydi. Onun kararlılığı beni her zamanki gibi etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda üzerinde durduğum toprağı da çatlatıyordu. Bir tarafım onunla kalmak için yalvarmayı düşünürken, diğer tarafım tüm bu duygusal ağırlıktan kurtulup koşarak uzaklaşmak istiyordu. Elimden bir şey gelmiyordu ama! Gitmem benim elimde değildi!
"Kalmak istememekten bahsetmiyorum," dedim, sesim biraz daha güçlenerek. "Ama geride kalan her ne varsa düzelmeyecek, Emir. Ailem gitmek istiyor. Onlar için buradan ayrılmak en mantıklı çözüm. Ve ben bir kez daha böyle bir şeyin ortasında taraf tutamayacağım."
Emir bunu duyduğunda yüzünde beliren ifade, tarif edilemez bir şekilde içime işledi. Hayal kırıklığını, öfkeyi ve buna karşı gelme çabasını aynı anda yaşıyordu. "Bunu neden önce söylemedin peki?" diye sordu, sesinin yükseldiğini fark etmez bir şekilde. "Başından beri bunu neden benimle paylaşmıyorsun Gece?"
"Çünkü... çünkü çok zordu, tamam mı?" dedim, artık kendimi tutmakta güçlük çekerek. "Sana her şeyi anlatacak gücüm yoktu. Söylenen her kelime beni biraz daha fazla pes ettiriyordu. Nefes aldığım her an, bu yükle nasıl başa çıkacağımı düşünerek geçti. Senin bu bir kaç gündür bana söylemediklerin ile başa çıkmakla meşguldüm."
O öne doğru bir adım daha attı ve başını hafifçe eğdi, gözlerimde kalan gerçekleri görmeye çalışıyor gibiydi. "Yükün yarısını taşıyabilirdim. Eğer buna izin verseydin, seni tek başına bırakmazdım," dedi. Sesi acı doluydu artık, her kelimesinde buruk bir sitem vardı. "Ama sen her şeyi yüklenmeyi seçtin, Gece. Beni dışlamak mı sandın çözüm olacak? Dinlememek senin kararındı."
Başımı hızla iki yana salladım, kurmaya çalıştığım her cümlenin anlamsız olduğunu düşünerek sustum. Ama Emir susmadı, bu kez kararlı ve net bir şekilde, gözlerimin içine bakarak, "O yolculuk gerçekleşse bile, bu hikâye burada bitmeyecek," dedi. "Çünkü sen nereye gidersen git, ben seni bırakmayacağım."
Emir’in yüzüne bakamıyordum. O an, orada duruyor ve beni gözleriyle delip geçiyordu. Ama her ne yaparsa yapsın, bu vedayı kolaylaştırmayacaktı. Üstümdeki ceket, tenime dokunan bir hatırlatıcıydı. Onun sıcaklığını hissetmek, bu anı daha da katlanılmaz kılıyordu. İstemsiz bir şekilde omuzlarımı çekip düzelttim ceketi, bedenime bu kadar ait bir şeyi ondan almışım gibi hissediyordum. Olayların buraya kadar gelmesi... Her şey benim suçumdu.
“Gece,” dedi ve sesindeki titrek öfke beni yerimde mıhladı. “Bu düşüncesizce bir hareket... sen farkında mısın bilmiyorum ama hiçbir açıklama bu kadar incitici bir terk edişi hafifletmeye yetmez.”
Burnumun direği sızladı. Gözümü hiçbir şeye sabitleyemiyordum. Sanki onun bakışlarından kaçmaya çalışıyor ama bu kaçışın beni daha da içine çeken bir girdaba dönmesine engel olamıyordum.
“Bunu düşüncesizce yapmıyorum,” diye inledim, kelimelerim suyun altından çıkmaya çalışan biri gibi tıkandı. "Ailemi, olanları, bizi düşünüyorum. Peyderpey kalkıp gitsek de, tam anlamıyla yarım yamalak... ne fark ederdi? Belki de bu hikaye burada bitecek. Yine bir şey fark edecek miydi? "
“FARK EDERDİ!” Beni o kadar sert bölmüştü ki sesinden irkilmekten kendimi alamadım. Bu defa gözlerimi kaldırıp ona baktım. Gözbebekleri deli bir volkan gibi lav püskürtüyordu. Hem derin sular kadar karanlıktı, hem de ışık saçamayacak kadar bulanık. “Fark ederdi çünkü burada kalmayı bile göz önüne almadan, BURADA konuşmayı bile düşünmeden her şeyi bitirmenin ne kadar bencilce olduğunu anlamıyorsun! Beni öptün! Her şeyin baştan başlama ihtimaline inandım hiç olmamış gibi. Ama şimdide çekip gitmekten bahsediyorsun!”
“Ben BENCİL değilim!” Sinirim bir anda dağıldı ve kelimeler hızla dudaklarımın arasından döküldü. Hayır, DEVAM ETMELİYDİM. “Benim elimde olan bir şey olsa zaten gitmezdim, Emir! Sizden, senden, her şeyden bu kadar kolay kopabilir miyim sanıyorsun?! Seni öptüm. Çünkü son günümüzde birlikte olmak istedim. En azından son kez! Buna bencillik diyorsan ise evet. Bencilliğin alasını yapmak ise evet! Bencilim! ”
Derin bir nefes alıp onun da konuşmasına izin verdim. Belki özrümü haykırırdım ama o an için kendimi ondan savunma ihtiyacı bana hükmetmişti. Ama o susmadı.
“Bunu mu demek istedim şimdi ben?!” Gözleriyle beni öyle bir tarıyordu ki söyleyeceklerimin içine düğüm olmasına neden oluyordu. “Gece, ben senden bu kadar kolay vazgeçen bir adam mıyım? Biz her şeye rağmen bu kadar basit bir şekilde kenara itilecek bir hikaye miyiz?!”
“Bilmiyorum!” dedim. Yönetemedim kendimi. Ağzımdan dökülen bu itiraf başkalarını değil, sadece beni afallattı.
“Nasıl?” Sorusunda ne kızgınlık vardı, ne başka bir şey. Tamamen saf bir şaşkınlıktı.
Elim titriyordu. Elimde ne varsa kaybettiğimi hissetmek gözlerimdeki yaşların kaynamasına yetiyordu. “Bilmiyorum... sadece, belki de basit bir şekilde kenara itilecek bir hikayemiz vardır,” dedim.
Ama bu cümle, kesmek bir yana Emir’in daha fazla adım atmasına neden olmuştu. Sinirden çenesi kasılıyordu
Elleriyle saçlarını sıkarak yüzünden yukarı doğru aldı. Göz göze geldiğimizde sanki içindeki fırtına, bakışlarıyla yüzüme çarpıyordu. Yerimde sabit kaldım. Adım atamadım. Belki bir şeyler yapabilirdim ama... Kımıldayamadım. O ise durmadı. Sanki içindeki karmaşayı saf bir enerji gibi bana yöneltiyormuş gibi bir hali vardı.
"Her şey yarım kalırdı ama bizim hikayemiz değil," dedi. Kelimeleri soğuktu ama sesindeki acı, araya karışmayı başarıyordu. "Ama ne zaman bir şeyleri yoluna koymaya kalksam, sen giderken bir taş daha düşürdün aramıza. Şimdi bak Gece, böyle gidemezsin. Gitmek istiyorsan, önce beni kırmaya cesaret et."
Gözlerimi kısarak bakışlarını yokladım. O kadar derindi ki bir dakika daha baksaydım içindeki o bataklığa dalmaktan korkardım. Ama içimde zaten batmanın buruk bir tadı yankılanıyordu. Kelimeleri dilimin ucunda çırpınıyordu ama sesim çıkamıyordu.
"Emir... lütfen zorlaştırma," dedim sonunda. Sesim bir rüzgârdan daha hafifti, söylediklerim belirsiz bir gölge gibi havada dolaşıyordu. Ona daha fazlasını borçlu olduğumu biliyordum ancak cesaretim yerle bir olmuştu. "Seni kırmak istemiyorum yapacağım hiçbir şeyi bilmiyorum. Ama seni kırmak istemiyorum," diye tekrar fısıldadım.
"Beni kırmak istemiyor musun?" Gözlerindeki kararlılık yerini sert bir hayal kırıklığına bıraktı. Adımlarının sertliği beni ne kadar zayıflattıysa, aynı zamanda yere bağlayan bir ağırlıktı. "Peki, o zaman bunu anla. Gidemezsin. Bu kadar kararsızken, beni burada bırakmak ne kadar doğru geliyor sana? Sadece bana değil, kendine bile."
Hiddeti, yere savrulmuş bir mozaik gibi önümüze serilmişti. Ama bu beni ne kadar güçsüz hissettirse de bir yandan içimde bir kıvılcım daha uyandırıyordu.
"Beni bırakmak istiyor musun, Gece?" diye sordu bir kez daha ama sesi bu defa daha derindi. Daha yorgundu. Şimdi, gözlerine bakınca fark edebiliyordum; bu bir oyun gibi görünüp, aslında onun için hayati bir gerçeklik olduğunu.
Sonunda dayanamadım ve adım attım ona doğru. "Emir, bu benim kararım değildi. Ama işte buradayım ve söylediklerim de gerçek. Kalabilirim belki, ama nereye kadar sürecek ki? Biz sürekli kendimizi yok etmiyor muyuz? Gitmekle aynı şey değil mi bu?"
Sorum, onun hiddetini bir anlığına kesmişti. Yüzündeki çizgiler, sertliklerini kaybetmişti. Ama bu, geriye bir rahatlama değil; bir hüzün bıraktı. Derin bir nefes aldı.
"Gece," dedi. Duyduğu her ne acı varsa, sesinde yoğrulmuştu. "Beni anlamıyorsun ki. Gitmekle kalmanın aynı olmadığı... senden uzakta olmamla burada seninle adım adım parçalanmanın dahi eşit olmadığını bilemiyorsun..."
"Emir..." dedim, başımı eğerek. Gözlerine bakarken içimde yükselen özlem ve suçluluk tüm vücudumu ele geçiriyordu. "Bunu sana yapmayı hiçbir zaman istemedim. Ama hiç şansım olmadı. Bunu söylediğinde, beni burada beklemek zorunda bırakmanın ne kadar acı verdiğini biliyordum. Ama inan..."
Elim istemsizce aşağı doğru indi, parmak uçlarım titrese de cebimdeki boşluğun içinde sıkıştı. Ceketinin sıcaklığını üzerimde hissetmek belki de en büyük çelişkimdi. Gitmek isteyip de kalmayı istememek... bu nasıl bir saçmalığın ortasında kalmıştım böyle? "Ben de burada kalmak istiyorum Emir," derken sesim çatırdadı. Sanki kelimelerim yüreğimin köşelerinden kopup ulaşmaya çalışıyordular ona.
"Ama kalamazsın," dedi alçak ama kararlı bir sesle. Gözleri hâlâ yüzümdeydi; ya da artık derinlerde başka bir şey arıyor gibiydi. "Çünkü sen artık çoktan gitmişsin. Burada değilsin Gece. Burada sadece vedanı yapıyorsun. Bu benden çok şey alıyor ve sen bunun farkında bile değilsin." Ses tonu, kelimeler kadar yakıcıydı.
Yutkundum. Onun bu kadar doğrudan konuşacağını ve gözlerimin daha fazlasını net görmesini sağlayacağını tahmin etmemiştim. "Ben gitmek istemiyorum, ama kalmam gerektiğinde nelerden vazgeçeceğimi sen anlayamazsın," diyerek savunmaya çalıştım. Ama çıkan ses kendimden bile daha yabancı gibiydi.
"O zaman bu konuda daha fazla konuşmanın bir anlamı olmadığını mı düşünüyorsun?"
Bir adım daha attı bana doğru. Gözleri delip geçen ışıklar gibi üzerime dökülüyordu. "Gideceksin, tamam. Ama bana bir cevap vermek zorundasın. Gece, sen ne istiyorsun? Ailenin istediklerini mi yapmak istiyorsun yoksa burada kalıp kendine rağmen bir şeyler yaratmak mı?"
Bu soruyu cevaplamak, her şeyi çökertecek bir deprem gibiydi. Anladım ki, bunu ondan saklamanın daha az acı verici olduğunu düşünüyordum ama asıl doğrular artık saklanamıyordu. "Ben..." Tama gelmek üzereydim ama ne diyebilirdim ki? İlk kez bir hikayeyi noktalama cesaretini kaybetmiş gibiydim. Yapışıp kalan bu sessizlik her yanımı sararken, Emir’in gözlerine bakmaya cesaret dahi edemedim. Sessizlik boğazıma bir yumru gibi oturmuştu. Kelimeler dudaklarımın kıyısına kadar gelse de dışarı çıkacak bir kuvvet bulamıyordum. Ellerinle dünyayı tutmaya çalışıp, gerçeğin soğukluğunda titrediğin bir halde yüzleştiğin anlarla doluydu bu gece. Ve ben buna hazır değildim. Hiçbir şeye hazır değildim.
Bazen hiç konuşmamak, her şeyi anlatmanın başka bir yoluydu belki de. Ama Emir… o asla benim gibi düşünmüyordu. Onun için sessizlik; cevabı saklamaktan ziyade, cevabın bizzat kendisiydi.
"Anladım," dedi sonunda. Bu iki kelimenin ardında ne büyük bir yıkım gizliydi, kalbimi sıkı sıkıya kavrayan o iki hece, bıçak gibi keskin. Kendimi bir an yatıştırıp ona bakmaya çalıştım ama başaramadım. Hissettiğim şey, onun az önce söylediği pek çok kelimenin toplamından daha ağırdı. Belki duymak istediği bir şey değildi bu, ama hayal kırıklığı içinde dişlerini sıktığını gördüğümde, sessizliğimin ona öyle çok şey anlattığını hissettim ki...
O adım atmadı, ben de. Sadece olduğu yerde durdu. Ellerini yumruk yaparak, nefesini kontrol etmeye çalıştı. "Bu kadar kolay," dedi, sesi ancak duyulabilir bir fısıltıya dönmüş halde. "Benim için vazgeçmek bu kadar kolay olamazdı. Ama senin için, her şey bu kadar kolay mıydı Gece?"
Bu kez başımı kaldırmaya cesaret ettim. Tam ağzımı açıp "Öyle değil!" demeye hazırlanırken, onun yüz ifadesindeki kararlılık beni susturdu. Gözlerinin içinde, her düşündüğümü anladığını ama buna rağmen, bunu kabul etmek istemediğini görebiliyordum. "Öyle değil," dedim, bu kez daha yumuşak bir sesle, neredeyse fısıldar gibi. Ama o çoktan gözlerimin içine bakmayı bırakmış, kendi içine dönmüştü bile.
"Git, Gece." Dedi. Gözlerim kocaman aralandığında ağzım aralandı. Ama sonra geri kapandı. Karanlık olan gözleri, derin bir boşlukla gözlerimi bulduğunda yutkundum. Gözleri, içindeki tüm duyguları yitirip sadece siyah bir kuyu gibi görünüyordu; sanki içinde hiçbir şey yoktu, sadece soğuk bir evrende kaybolmuş gibiydim. "Arkana bakmadan git. Çünkü arkana baktığında ben olmayacağım." Kaşlarım anında çatıldığında Emir, kısa bir süre gözlerimin içine bakarak sesindeki hafif titremeyi saklamaya çalıştı. Onun ciddiyetinde bir mecazlık aradım, ama hayır. Yüzünde en küçük bir ifade değişikliği bile yoktu; ruhsuz bir şekilde bana bakıyordu. Sanki gözleri ruhsuz bir maske gibiydi, içindeki tüm hayat kırıntıları silinmişti. Gözlerini kapadığında, sanki son bir umut ışığı da yanmış gibi oldu. Ardından arkasını dönüp binaya doğru ilerledi. Git, Gece. Demişti. Çünkü arkana baktığında ben olmayacağım... .
Gözden kaybolduğunda dizlerimin üzerine çöktüm. Bu olanların hepsi benim suçumdu. Hepsi. Ondan vazgeçmemiştim. Lanet olsun ki ondan vazgeçmemiştim. Ama sorduğu soruya cevap verememiştim. Kalbimin durduğunu hissediyordum; sanki atmak için bir nedeni kalmamıştı, bir gövde gibi boş ve hareketsizdi. Üzerimdeki ceketi çıkardığımda önümde sımsıkı tuttum. Asıl şimdi her şey bitmişti.
...
O gece çok farklıydı. Kalbim sürekli bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. On’un yıldız dolu sessizliği soluk aldırmıyordu ve gökyüzü haddinden fazla karanlıktı. Bu sessizlik, içimde kopan fırtınayla çelişiyordu. Beni anlamayan, sustuğum her an daha fazla beklemekten yorulan bir kafesin içinde gibi hissetmiştim. İşte o an, gitme fikri kafama bir taş gibi oturdu- ama aynı zamanda benim taş kalbim parçalanmış gibiydi. Önümdeki bavuluma toparlanmış eşyalarıma baktım. Demek ki bu kadardı. Dünden beri gözüme uyku girmemiş ve sadece duvarı izlemiş olanları zihnimde saniyesine saniyesinde tekrar canlandırmıştım. Bu kadardı her şey. Kediyi sabah erkenden Pırılların evinin yakınlarına bir yere bırakmıştım. Bırakırken kalbim parçalana bildiği kadar parçalanmıştı. Arkamdan gelmişti ama bıraktığımda. Her defasında aynı yere koymuştum ama her geldiğinde arkamdan. En sonunda başka bir kedi gelmişti. Bu sefer arkamdan gelmeyi bırakmıştı. Sanırım annesiydi. O zaman hiç olmadığı kadar ağlamıştım.
“Gece... saat geldi.” Annemin yatıştırıcı ama beni boğan sesi kapının ardından yankılandı. Ayağa kalkarken farkında olmadan duvara dayanmışım. Ellerim titriyordu.
Bavulum, oda kapısının yanında, gitmeye hazırdı. Hazır mıydı? Hayır. Ben hazır değildim. Aslında hiçbir şey, o dakika içine sığdırılabilecek hazır olmamıştı. Bir şey eksikti. Buradan gitmek belki de her şeyi geride bırakmaktı.
“Geliyorum anne!” dedim çatallanmış bir sesle. Sanki rahat bir nefes alabilmek için odadan çıkmam gerekiyordu. Ama bu rahat bir nefes neye yarayacak? Bavulumu alıp kapıya doğru yalnızca birkaç adım attığımda, sanki bir yere gitmiyor da kendimi çok daha derin bir uçuruma itiyormuşum gibi hissettim. Dudaklarımın arasından birer dua gibi dökülüyordu hissetmediğim kelimeler. ‘Bitmeyecek bu, bitmeyecek.’
Dışarı çıktığımda annem, Ozan ve babam arabayı yüklemeye başlamıştı bile. Hani bazen bir anda istemediğiniz bir geleceğe sürükleniyormuşçasına bir his dolar içinize—sadece izlemekle yetinirsiniz- işte aynen öyle hissettim. Evet, sadece izliyordum o bavulları yerleştirirken. Ama zihnim başka yerdeydi. O, burada değildi. Belki de hissetseydi... Belki de ne olursa olsun beni durdurmaya çalışırdı, öyle değil mi?
Arabaya bindiğimde, kalbimin derinliklerinde sadece bir arzu vardı; bakışlarını aramak. Birkaç kelime—belki de sadece bir gözyaşı... - belki o da yetmeyecekti, bilmiyorum ama kendimi durduramadan başımı yan çevirdim. Hareket etmek üzereydik. Hayır, bu gerçekten de oluyordu.
Ama bilerek yolları aksatıyormuş gibi hissettiren bir sessizlik oldu. O sırada çok uzaklarda karanlıkta bir figür belirdi. Dikiz aynasından gördüğüm figürle ilk başta onu tanımakta zorlandım. Ama hayır! Bu... bu Emir! .
Arabayı babam kenara çekerken ben hâlâ camdan Emir’in figürünü izliyordum. İçimdeki karmaşa daha da büyüyordu. Bu kadar kolay pes etmek istemiyordum ama elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Arabadan kafamı uzattığımda Emir’in gözleri benimkilere kilitlendi. O an tüm dünya durmuş gibi geldi, sadece nefes alabiliyorduk ama hatta o bile zorlayıcıydı. Gözleri yorgundu, kızgındı, ama hepsinden öte yalnız ve kırılmıştı. Yüzüm, bakışlarından kaçmadan durakladı çünkü bunu yaparsam onu tamamen kaybedeceğimi hissediyordum.
Ben hâlâ hiçbir şey diyemiyordum. Üzgün müydüm, sinirli mi? Belki de ikisi birden. Geceye karışan, karınca gibi kendini ezen gri bulutlar, az sonra nelerin geleceğini bilmemenin ağırlığını üzerime bırakmıştı. Böyle kalmayı beklemedim.
Emir'in yüzündeki ifade beynime mıh gibi kazınmıştı. O anı öyle net hatırlıyorum ki... Göz göze geldiğimiz o kısacık zamanda zaman durmuş gibiydi. Ama hareket etmekten başka bir seçeneğim olmadığını biliyordum. Ailem gitmeye kararlıydı ve buna karşı çıkacak gücüm kalmamıştı.
“Git. Arkadaşınla vedalaş. Seni bekleriz. Ama hızlı ol.” Babama baktım.
Dediği şeyi onaylayıp arabanın kapısını açtığımda bir hışımla yanına koştum. Yanına yaklaştığımda on adımlık bir mesafe kalmıştı ki elini durmam için kaldırdığını anladığımda ayaklarım yere çivilendi. Ağzını araladığında konuştuğunda susması için yalvarmak üzereydim. “Sadece gidişini izlemek istedim. Başka bir şey değil. Şimdi bin o arabaya arkana bakmadan git. Çünkü araba çalıştığı an burada olmayacağım.”
“Emir.” diyecektim ama gözlerimdeki soğuk ifade ismini yutmama neden olmuştu. Gözlerime akın eden yaşları siktir ettim. Beni silmişti.
Arkama dönüp tekrar koşarak arabaya bindim. Elim camın kenarında yüksekti ama hareketsizdi. Konuşacak bir şey bulamıyordum. Gidiyordum. Geri adım attı ve gözlerini benden ayırmadan olduğu yerde kaldı.
Gözlerim hafifçe dolmuştu. Neden bu kadar zordu? Kalbim neden baştan ayağa ağrıyordu? Gözlerimi bir kez daha onunkilere kenetlerken, o benim gidişimi izliyordu. Buradaydım ama aynı zamanda çok uzaktaydım. Camı aralamak istedim bir an. Ona bir açıklama yapmak, "Hayır Emir, bu düşündüğün gibi değil," demek istiyordum ama kelimeler dilime gelmeden boğazımda düğüm oluşturuyordu.
Emir’in gözlerinin içine hapsolmuş yüzümdeki yaşlar yanaklarımı bulmuştu. "Daha fazla bakma... Lütfen git artık. Gidişimi izleme.” diye içimden haykırıyordum ama Emir’in bakışları, beni bağlayan bir kelepçeydi. Sonunda arabamız kavşaktan dönerken görüntüsü tamamen karanlığa karıştı. O yok olunca, sanki bir parçan da senden ayrılmış gibi hissediyorsun.
Arabadaki sessizliği annem bozdu. “Gece,” dedi. "İyi misin?"
“Evet,” diye mırıldandım ama sesim ne kadar güçlü çıkmaya çalışsa da, kimseyi kandıramıyordu. Ruhum tam anlamıyla darmadağındı; paramparçaydım. Ellerimle dizlerimi ovuştururken, içimde bir şeylerin yerle bir olduğunu hissediyordum. Babam bir şeyler fısıldadı ama duymadım bile. Aklım çoktan geride bırakmaya çalıştığım bir yerde sıkışmıştı.
Bir süre sonra Ozan, dirseğini hafifçe bana dokundurup, “Gece, bu kadar sessiz durma. Elimizden bir şey gelmeyecek gibi,” dedi. Oğlum, sanki dünyanın en masum şeyini söylüyormuş gibi bunu nasıl böyle diyebiliyordu? Kalbim parçalanmışken, içim her an boş bir çuval gibi yere devrilmek üzereyken nasıl? Üzgünüm Ozan ama bu sefer sana katılamıyorum.
Arabamız ilerlerken gece boyunca dizlerimin üzerinde kenetlenmiş halde ne yapacağımı düşünüp durdum. Gitmek... geriye dönmemek... bir geleceği geçmişten soyutlamaya çalışmak... Ama Emir... Suratına kapanan o perdeye ne demeli? Havada asılı kalan "Sadece gidişini izlemek istedim," deyişini ne yapmalı?
Yolun sonu gelmiş gibiydi ama bu yol asla benim için başlamamıştı bile. Boğazım düğüm düğümdü; nefes aldıkça sadece daha da sıkışıyordu. Annem arka koltuğa dönüp durmadan sorular soruyordu: “Gece, bir şeye ihtiyacın var mı?”, “Her şey yolunda mı?” Ama bunların hiçbirine cevap vermeye cesaret edemiyordum. Çünkü bu durumda "iyi" olmak diye bir şey yoktu. İçim tam anlamıyla koca bir boşluktu.
Tam da o anda, arabayı hızla yanımıza yanaştıran bir araç sesi tüm gerginliği böldü. Babam şaşkınca aynadan geriye baktı ve arabayı kenara çekti. "Kim bu saatte yolumuzu kesiyor olabilir ki?" diye mırıldandı. Annemin yüzündeki ifade, aniden bir endişeye dönüşmüştü. Ne olduğunu anlamak için camdan dışarı baktım ama gördüğüm şey hayal dünyama bile sığamazdı.
O kişinin kim olduğunu hemen anlamıştım. O tanıdık yüz… yıllardır görmediğim, sesini bile unuttuğum ama hep imkansız bir şekilde geri dönmesini dilediğim o kişi. Abim! Kalbim bir an için duracak gibi oldu. Annem şok içinde arabadan indi ve ona doğru yürüdü. "Sen... sen nereden çıktın?" dedi, rahatlama ve hüzün ile doluydu.
Abim Fırat, ellerini ceplerine sokmuş, yüzünde hafif bir gülümsemeyle anneme bakıyordu. “Merhaba anne,” dedi. Sanki yıllar geçmemiş, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi.
Babam kapıyı sertçe açtı ve arabadan indi. “Fırat! Burada ne işin var?” diye söylediğinde hızla oğluna sarılmış kollarını onun bedenine sarmıştı. Fırat abim ile babam sarılırken annem aralarına girip ona sımsıkı sarıldı.
“Seni özledik oğlum.” dediğinde Fırat abim de anneme sımsıkı sarıldı. Annem ile ayrıldıklarında Fırat abimin yüzünde hüzün dolu bir gülümseme oluştu.
Ama o an, her şey benim için durmuştu. Abimin geri dönüşü, içimde var olmayan bir gücü uyandırmış gibi hissettim. Arabadan inip ona doğru bir adım attım. “Sen... gerçekten geri mi döndün?” dedim. Sesim titriyordu, kendimden emin değildim. Onun burada olmasının anlamı neydi? O bu kadar yıl sonra?
Fırat, gözlerini bana dikti ve sanki bütün dünya sessizliğe gömülmüş gibiydi. "Evet, Gece. Dönmenin tam zamanı olduğunu düşündüm," dedi. Bu kelimeleri öyle bir kesinlikle söyledi ki, bu geri dönüşün bir tesadüf değil, bilinçli bir karar olduğunu hissettim.
Anneme döndü ve kararlı bir ses tonuyla, “Bu aile için doğru olanı yapmanın zamanı geldi. Hiçbir yere gitmeyeceksiniz,” dedi. Başta ne demek istediğini anlamadım. Ama babam bu cümleyi duyduğu gibi. “Biz kararımızı verdik.” dedi.
“Bize açıklamadığın ne var Fırat? Bunca yıl nerede olduğunu bile söylememişken şimdi gitmememizi mi söylüyorsun?” Babamın sesi karanlık yol boyunca yankılanırken bir adım öne çıkan annemi tutmak için geri çekildim. Abim gerildi ama sinirini saklamayı seçti. Onun gerilimi babamın keskin sözlerini daha da anlam kazandırıyordu.
“Bunu burada, böyle konuşmayalım. Sadece bana biraz zaman verin,” dedi, sesi soğukkanlılık ve gizem doluydu. Babam ona ciddiyetle karşılık verdi: “Sorularımızı şimdi yanıtlayacaksın Fırat. Kim olduğumuzu unutmuş gibi bu şekilde kontrol etmeye kalkışma!”
Fırat, babamın öfkeli çıkışlarına rağmen bakışlarını bana çevirdi. Gözündeki biriken pişmanlık ve hüzünle, sanki benden destek ister gibi duruyordu. İçimde bir parçanın ona inanmak istediğini hissediyordum. Ama bu, geçmişte yaptığı her şeyin yükünü bir anda silip süpürebilir miydi? Sanmıyordum. Ne kadar kızgın olsam da abimdi. Bizi seven abimiz. Geçmişte bizi bırakıp kaybolmuş olabilirdi ama o abimdi.
“Hiçbir yere gitmemeliyiz,” dedi kararlı bir ses tonuyla. “Gitmek bir çözüm değil, inanın bana. Bunun ne anlama geldiğini şu an anlayamayabilirsiniz, ama çok geçmeden fark edeceksiniz. Lütfen bana güvenin.”
Bir anlık sessizlik oluştu. Annem, yüzündeki tereddütle ona doğru yaklaştı. Avucunu oğlunun omzuna koyarak, “Fırat... Neden geri döndün? Bize yalan söylemeyeceğini bilmek istiyorum,” dedi, sesi titriyordu.
Abim derin bir nefes aldı. “Anne,” diye başladı. “Ben yapmam gereken şeyi yapamadım. Ama şimdi bunu düzeltmek için buradayım. Eğer bana zaman verirseniz, her şeyi anlatacağım. Ama şu an gitmenize izin veremem.”
Bu durum garipleştiğinde babam araya girdi. “Bu kadar oyun yeter! Açık konuş! Neden gitmemizi istemiyorsun?!” diye bağırdı. Herkes nefesini tutmuştu sanki. Konuşma, bir bomba gibi patlamak üzereydi.
Fırat, yutkundu ve sonunda itiraf edeceği şeye hazır gibi görünüyordu. “Ben hata yaptım burada ailemi bırakıp başka bir yere gitmekte. Şimdi aynı şeyi sizin de yapmanıza izin vermeyeceğim.” Abimin gözündeki kararlılık her birimizin kafasında olup olmadık sorular oluşturduğunu biliyordum. Ozan ise bu konuda uzakta durmayı seçmiş arabaya yaslı bir şekilde olanları izliyordu sanki abimin söyleyeceklerini biliyor gibiydi.
Arabaya geri binmiştim ama içerisi artık daha da rahatsız edici bir hâl almıştı. Abimin varlığı, birkaç dakika önce net olduğunu düşündüğüm her şeyi altüst etmişti. Babam direksiyonun başında oturmuş, kaşlarını çatarak susuyordu. Annem ise abime inanmakla inanmamak arasında bir yerdeydi; bu, hareketlerinde ve bakışlarında fazlasıyla belliydi. Ama en çok kendimi anlamıyordum.
Arabadan inerken Emir’in yüzündeki ifadeyi tekrar tekrar gözlerimin önüne getiriyordum. Gidişimi izlememişti, beni suçlamamıştı, ama o bakışlar... Gözlerindeki o çaresizlik, yüreğimi parçalamaktan öteye geçmiş, beni derin bir boşluğa sürüklemişti.
Ya gitseydik? Ya Emir’e olan her şeyi burada bırakıp gitseydim? Kalbim bu kadar mı taşlaşmış olabilirdi? Fırat’ın geri dönüşüyle bu soruların hiçbir anlamı kalmamıştı çünkü artık gitmiyorduk. Ama Fırat abimin varlığı da bir boşluktu. Onun neden döndüğünü ve niye gitmemize karşı olduğunu gerçekten anlayabilmiş değildim. Yine de, arabadan indikten sonra kendimi daha da çaresiz hissetmiştim.
Eve geri dönmemizden başka seçenek kalmamış gibiydi. Herkes bir şekilde suskunluk içinde düşüyordu. Eve adım atar atmaz, içimden bir fırtına koptu. O an, içimdeki bu karışık duyguların beni zorladığını fark ettim. Odama koşar adım çıktım ve kapıyı sertçe kapatarak sırtımı ona yasladım. Derin nefesler almaya çalıştım ama olmuyordu.
Emir’in sesini hala duyabiliyordum. Kullandığı kelimeler kulaklarımda yankılanıyordu: "Sadece gidişini izlemek istedim!"
Elimi yüzüme kapadım ve yatağa oturdum. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladığında onları durdurmak için hiçbir şey yapmadım. Kendimi suçluyordum—görünmez kuralların içine sıkışıp kalmış biriydim. Kendi hayatımı kontrol edemiyor, bunu kimsenin de yapmasına izin veremiyordum.
Telefonum cebimde sessizce titreştiğinde bir süre bakmak istemedim. Ancak gözyaşlarımın arasından ekranı zorlukla gördüğümde, Emir’den gelen bir mesaj olduğunu fark ettim.
"İyi yolculuklar. Git dediğimde gittiğin için teşekkürler."
Mesajı okuduğum an kalbimin nasıl sıkıştığını tarif etmek zor. Cevap vermek istedim. Ama yazabileceğim hiçbir şey, onun hissettiği acıyı hafifletmeye yetmeyecekti. Telefonu yüzüstü bıraktım ama birkaç saniye sonra tekrar aldım. Ellerim titrerken sadece bir kelime yazabildim:
“Özür dilerim.”
Göndermeye cesaretim olmadı; derin bir nefes aldım ve telefon elimden kayıp yatağa düştü. Kalkıp camın önüne gittim. O an, karanlık sokaklardan geçen bir siluet gördüm ve kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Ama hayır. O değildi.
Düşüncelerim arasında boğulurken, gecenin karanlığı gitgide daha soğuk ve sessiz bir hal alıyordu. Pencereden dışarı bakmaktan, uzaklarda kaybolan Emir’i düşünmekten ve içimde büyüyen o dayanılmaz pişmanlık duygusuyla başa çıkmaya çalışmaktan kendimi alamıyordum. Ama ne yapacağımı da bilmiyordum. Kendimi hiçbir şey yapamıyor, sadece bekliyor gibi hissediyordum.
Telefonum yeniden titredi. Elime aldım ve ekranı açtım. Bu kez Emir'den bir mesaj yoktu, ama neden içimde bir korku hissi uyandığını tam olarak bilmiyordum. Derin bir nefes aldım ve titreyen ellerimle camın yanına tekrar yaklaştım. Arabamızın hâlâ dışarıda olduğunu, annem ve babamın içeride bir şeyler konuştuğunu duyuyordum. Ama onları duymak istemiyordum. Tek duyduğum, içimde tekrar tekrar yankılanan bir his: "Onu durdurmalısın. Hemen!"
Bir an için bütün korkularımı bir köşeye bırakıp, içimdeki o güçlü sese karşı koyamadım. Paltoyu hızla üzerime geçirip dışarı çıktım. Nereye gittiğimi tam olarak bilmiyordum. Ama Emir’in gidebileceği tek bir yer aklıma geliyordu: yazlık.
Adımlarımı hızlandırdım. Soğuk hava yüzüme vuruyordu ama bu his, içimdeki korkuyu geçirmeye yetmiyordu. Ormana doğru uzanan patikanın başına geldiğimde ayaklarım bir an duraksadı. Gözlerim, hafifçe dalların arasından süzülen ay ışığını izledi. Sadece rüzgarın sesi ve kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Nefesim daralıyor, korku beni boğuyordu ama yine de ilerledim.
Yürüdükçe, o karanlık ormanda hislerim daha da yoğunlaşmaya başladı. Emir’in sesini duyar gibi oldum. Kafamın içindeki tüm düşünceler birbirine karışıyordu: “Hayat sen varsan güzel.” Hayır! Bunu düşünmek istemiyordum. O, burada olmayacaktı, değil mi? Bu korkutucu düşünceler beynimi zehirlerken, yazlığın o tanıdık çatısını gördüm.
Kapıya yaklaştığımda içeride hiçbir ışık yanmıyordu. Bu kadar karanlık bir yerde hiçbir şey fark edilmeden hissedilemezdi. Kapıyı yumruklamaya başladım: “Emir! Aç kapıyı! Lütfen!” Sesim hem yankılanıyor hem de içimde bir boşluk yaratıyordu. Ancak hiçbir yanıt gelmedi.
Kapıyı tekmelediğimde hiçbir şekilde açılmadığında kapının açılacağına dair umudumu kesip her iki taraftaki camlara yöneldim. Camları itip açmayı denedim ama olmadı. Yerden bir taş alıp cama attım. Ama değil kırılmak çizilmemişti bile. Bir cam neden kırılmaz olarak takardınız ki! Beynime kan sıçramaya başlamıştı. Yazlığın merdivenlerinden inip başka bir yerden gire bilir miyim diye etrafa bakmaya çalıştım.
"Emir… Hayır, bunu yapmazsın," diyerek nefesim tükenene kadar fısıldadım. Ellerim titriyordu, ne yapacağımı bilmiyordum ama yapmam gereken bir şey olmalıydı.
Birden yazlığın arkasından gürültü koptuğunda gürültünün ardından siren sesleri yükselmeye başladı. Ayakları yere sabitlendiğinde titremeye başladım. Nefes almayı bırakıp koşarak yazlığın arkasına ilerlediğimde ayağım takılıp düşmekten son anda kurtulmuştum. Binanın arkasındaki karabalığı gördüğümde yutkundum. Hayır, hayır. Hayır! Olamazdı. Olamazdı değil mi? Cidden nefes alamadığımı ağladığımda koşarak karabalığın arasına daldım. İnsanları itip karabalığı aştığımda önümdeki solgun beden ile karşı karşıya geldim. Boğazımı yırtarcasına tiz bir çığlık attım. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüp yere damlarken hemşireyi kenara itip diz çöktüm. Bedeni kendime doğru çektim. Başını göğsüme yasladım. Emir’in hareketsiz yüzüne bir kez daha baktım. O tanıdık yüz... o çok sevdiğim yüz. Ama şimdilik solgun ve ruhsuz duruyordu. Hayır! Olamazdı! Sesler zihnimde uğultulara dönüşürken.
Gözyaşlarım yanaklarımdan hızla süzüldü ve nefes alışlarım daha da derinleşti. Hayır, nefes alamıyordum sanki. Kelimeler boğazımda birikti, dışarı çıkmaya çalıştılar ama yapamadım. Sonunda sadece, "Neden?" diye fısıldadım. "Bunu neden yaptın, Emir?"
O olduğunu bilmek, burada olduğunu görmek, ama bana dönüp hiçbir şey söylememesi ruhumu parçalayan bir ağırlık yaratıyordu. İçimde bir yer onun son anda, belki bir yolunu bularak kurtulduğunu hayal ediyordu ama... ama hayır, gerçek buydu.
Ellini kendime çektiğimde ellerimizi kenetledim. Elleri hala buz gibi soğuktu. "Lütfen gözlerini aç, lütfen beni bırakma," dedim ve sesim çatallandı. Onu omuzlarından sarsmaya çalıştım ama yine de hiçbir tepki alamadım. Kalbimde bir sızı büyüyordu. Emir'den kalan son sıcaklıkta biraz daha kalmak istiyordum.
“Hanımefendi lütfen kenara çekilin. İşimizi zorlaştırıyorsunuz.” Hayır, hayır. Zihnimdeki sesleri susturmaya çalıştım. Hayır o yaşıyordu. Öyle olmalıydı.
Biri benim kolumdan tutup Emir’in bedeninden çektiğinde kollarımın arasında olan vücudu yere düştü. "Seninle burada böyle kalamam... Emir, beni duyuyor musun? Duy lütfen! Beni böyle bırakamazsın!" Diye bağırdım. Gözlerimden akın eden yaşlar yüzünden hiçbir şey görmüyordum. Ancak en ufak bir karşılık bile alamadım. Beni tutan kollardan kurtulduğumda bedenini bir kez daha kendime çektim. Anlını anlıma dayadığımda gözyaşlarımla yüzüm onun saçlarına dayanmıştı ve tek hissettiğim buz gibi olan teniydi.
“Ölüm saati 10,43” Doktorun dediği şey ile boğazım yırtılana kadar bağırdım.
Biri beni belimden tutup Emir’in bedeninden bu sefer daha güçlü bir şekilde ayırdı. Beni tutan elleri vücudumdan çekmeye, kurtulmaya çalıştım direne bildiğim kadar. Ama hiçbir şekilde çırpınmam işe yaramamıştı.
“Gece. Lütfen yapma.” Ağlamaklı çıkan bu tanıdık ses daha çok ağlamama neden olmuştu. Kollar güçsüz kaldığımı anladığında bedenimi serbest bıraktı. Dizlerimin üzerine yavaşça düştüğümde ellerimi yere bastırdım.
“Gökay, yaşıyor. Ölmedi. Ölmedi yaşıyor deyin. Yalvarıyorum. Ölmedi!” Başımı her iki yana salladım. Yerdeki ellerimde yeni fark ettiğim kanlar ile gözlerim irileşirken daha çok ağlamaya başlamıştım. Önümdeki bedeni sedyeye kaldırdıklarında sedyenin yanına düşen eli gözüme çarptı. Ha- Hayır. Kolu baştan aşağı kesilmişti. Yere damlayan kanlar gözlerimin kararmasına neden oldu. “Hayır.” diye fısıldadım bu sefer.
Bir kol omzumu sıktığında yanıma diz çöktüğünü hissetim. Başım bir göğüs tarafına çekildiğinde yutkundum. “Utku. Bana öldü diyorlar. Ama ölmedi. Ölmedi. İnsan sevdiği kişinin öldüğünü anlamaz mı Utku?”
O anda, tamamen çaresiz ve yalnız hissettim. Hayatımda birçok anı hatırlayıp hepsini tekrar kaybetmiş gibi hissederim, ama sanırım asıl kayıp buydu. Gözyaşlarım yavaşça durduğunda, içimde bir yerde büyük bir boşluk oluştu. Artık bir şeylerin anlamı kalmamıştı. Ne bu anın, ne de gelecek olan herhangi bir şeyin.
5 buçuk yıl kadar sonra...
Evin arka tarafındaki küçük basketbol sahasından oğlum Aybars’ın tiz sesi yükseliyordu: “Anneeee! Babam hile yapıyor!” Sesinde anlam veremediğim bir neşe ve sitem karışımı vardı. Mutfakta tepsiyi tutarken istemsizce gülümsedim. Tazecik kekin kokusu mutfağı doldururken, oğlumun sesi kulaklarımda yankılanıyordu.
Camdan dışarı baktığımda Emir’i, Aybars’ın üzerine eğilmiş, gülümserken gördüm. Elindeki basketbol topuyla oğlumuzun etrafında dönüyor, sanki sahiden bir maç yapıyormuş gibi numaralar sergiliyordu. Aybars ise kollarını iki yana açarak onu durdurmaya çalışıyordu. Ardından Emir, oğlumuzun ikazına aldırış etmeden onu hızlıca kucağına alıp döndürmeye başladı. Bu görüntü, kalbimi hem şefkatle dolduruyor hem de eski günlerimizi anımsatıyordu.
Keki dikkatlice masaya yerleştirip üzerindeki örtüyü düzelttim. Saçımı arkadan toparlayıp bahçeye doğru ilerledim. Sahanın ortasına geldiğimde Aybars, beni fark ettiği an heyecanla Emir’in kucağından atladı ve yalın ayak hızla yanıma koştu. Küçük bir çığlık atarak kollarıma atıldığında içim bir kez daha eridi. Onu havaya kaldırıp kollarımla sardım. “Anne, babam neden hep kazanıyor?” dedi, sitem dolu bir çocuk sesiyle. Öyle tatlıydı ki, gülmemek için yüzümü sıkmam gerekiyordu.
Başını okşarken usulca, “Öyle miymiş?” dedim, alayla. Sonra yanağına bir öpücük kondurup onu tekrar yere indirdim. Diz çöküp Aybars’ın kulağına fısıldadım “Bakalım baban u seferde kazanabilecek mi?” dedim yanağından bir fiske alarak. Başıyla beni onayladığında diz çöktüğüm yerden doğruldum. Bu sırada Emir’e dönüp baktım. Elinde o tanıdık basketbol topu vardı. Etrafa yayılan kahkahalardan onun yine kazanan olmak için uğraştığını hissedebiliyordum.
Adımlarımı hızlandırıp yanına gittim. Gözlerimi kısıp yüzümü ona yaklaştırdığımda gözleri dudaklarıma kaydığında gülümsemem derinleşti. Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdığında hiç beklemediği bir anda basketbol topunu elinden çektim. Aynı eski günlerdeki gibi şaşkınlıkla geriye çekildi. Gözlerindeki ifadeyi görmeliydiniz; onu kandırışım yüzünden kızgın ve bir o kadarda şaşkındı.
“Oyunu kurallarına göre oynasan iyi edersin, kaptan,” dedim. O anlık şaşkınlıkla söyleyecek hiçbir şey bulamadan bana baktı ve ben de topu potaya doğru fırlattım. Top, pürüzsüz bir şekilde potanın arasından geçti ve bir anlık sessizlik hakim oldu.
Sessizliği bozan her zamanki gibi Aybars oldu. Ellerini çırparak, “Anne! Babamı yendin!” diye bağırdı. Sonra yine kollarını açarak hızla kucağıma atladı. Onun bu heyecanıyla kahkahaya boğuldum. Yanağına bir öpücük kondurup kollarımın arasında sıkıca tutum.
Emir, hem hayranlık hem de şaşkınlık dolu bir ifadeyle bana bakıyordu. “Ne oldu kaptan?” dedim, ona göz kırparak. Bir şey söylemeden başını iki yana sallayıp gülümsedi. Sanki o eski, gençlik yıllarındaki küstahlığından eser yoktu. Karşımda her yönüyle büyümüş, olgun ama hâlâ o eski Emir duruyordu.
“Tamam bakalım genç adam,” dedi Emir, bana doğru geldiğinde kollarını elime sardı. Aybars her ikimizin arasında kalmış bir şekilde melül melül babasına bakıyordu. “Oyundan çıkma vaktin geldi. Annenle hesaplaşmamız var.” Bu sözler üzerine Aybars suratını tatlı tatlı büzüştürdüğünde bana baktı. Emir sırıtarak Aybars’ı kucağımdan aldığında yanağına kocaman bir öpücük bırakıp yere indirdi. Yere indiği an ise koşarak eve yöneldi.
Ben, bir an onu izledikten sonra Emir’in yanına döndüm. Gözleri hâlâ üzerimdeydi; hem yarışmaya hazır bir ifade, hem de jestlerinde bir sevgi ve hayranlık vardı.
“Birinci raundu kazandığını sanıyorsun, ama bilin ki bu sadece ısınmaydı,” dedi gülümseyerek, ellerini beline koymuş halde.
“Pes etmeyi öğrenmedin, değil mi?” diyerek karşılık verdim, topu elime alarak ona bir adım daha yaklaştım. Bu sefer hafif bir meydan okuma enerjisi aramızda yükseliyordu. Ancak bu sessizlik fazla uzun sürmedi, çünkü aniden kahkaha atarak bu gerilimi kırdık. Emir fırsatı kaçırmayıp beni belimden kavrayarak kaldırdı ve kollarında döndürmeye başladı. Top elimden düştüğünde sekerek yanımızdan uzaklaştırdı. Rüzgar topladığım saçımı bozarken ayaklarımı tamamen yerden kesip kucağına aldı. Bir kolunu ayaklarımın altına geçirdi. Diğer kolunu ise sırtımın altından geçirmişti.
Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında yutkunup gözlerimi kapadım. Nefesi tenime değerken. “Sanırım bir tek konu sen olunca pes ediyorum.” Gözlerimi aralayıp yüzümü inceleyen Emir’e baktım. Yüzümde hüzün dolu bir gülümseme oluşurken dudaklarımı dudaklarına bastırarak küçük bir buse kondurdum.
“Seni seviyorum.” dedim dudaklarına doğru fısıldayarak.
Ayaklarımı kollarının arasından kurtarıp yere değdiğinde kolunu belime doladı. Sahadan çıkıp evimize doğru ilerledik. Sürgüyü çekip içeri girdiğimizde Emir elini belimden çekti. Şaşkınlıkla önümdekilerine baktım.
“Merhaba ikizim.” Ozan’a gözlerim dolu bir şekilde baktım. Kucağındaki yeğenini son kez öptüğünde yere bırakıp tekrar doğrulduğunda gözlerimdeki yaşların akmasına izin vererek Ozan’a koşarak sarıldım. Kollarını belime doladığında sımsıkı bana sarıldığında etrafında bir tur döndürdü.
“Ne ara geldiniz?” dedim mırıldanarak. Başımı boynundan ayırdığımda kollarını tutarak sarılmayı bıraktım.
Gülümsedi. “Yarım saat ancak olmuştur.” dedi.
Ozan’ın arkasından gülümseyerek çıkan Ela ile çoktan şoka girdim. “Selam Gece.” Diyerek üç adım kadar olan mesafeyi kapatıp kollarını belime doladı. Burnumu çekerek bende ona sarıldım. Hayır yaaa! Ağlamamam gerekiyordu!
Birbirimizden ayrıldığımızda göz yaşlarımı silmeye çalıştım. “Annelik daha da güzelleşmene mi neden olmuş ne?!” dedi ellerini her iki tarafına beline koyup beni baştan aşağı süzerek.
Burnumu bir kez daha çektim. “Kesinlikle.” O sırada bir kapı kapanma sesi geldiğinde bakışlarımın yönü kapı tarafıydı. İçeri Fırat abim ve yengem girdiğinde ağzım açık kaldı. “Kesinlikle yakışmış kardeşime.”
“Abi.” diye mırıldandım. Ayaklarımın bir an dolandığını hissettiğimde Emir buna engel olup kolunu belime dolayıp beni ayakta tuttu.
Aybars ve Şafak her iki dayısının sesini duymuş olacak ki odalarından çıkıp biri Fırat dayısının diğeri ise Ozan dayısının üzerine koşarak atladılar.
Salonda neşeli kahkahalar ve konuşmalar arsın dalıp gittim. Bana 5 yıl öncesine kadar böyle bir ailem olacak deseler büyük ihtimalle güler geçerdim. Ama şimdi bakıyorum da gülüp geçemeyeceğim kadar güzel bir ailem olmuştu. Emir... O gün o yazlıkta intihar ettiği an kafayı sıyırdığımı inanmıştım. Bana gözlerimin önünde o gün ölüm saatini söylediklerinde, önümden kaldırıp sedyeye kaldırıp götürdükleri sıra elime bulaşa kanı ve kolundan yere damlayan kanlar... Her şeyin o an bittiğini, dünyamın başıma yıkıldığını düşünmüştüm. Ama o günler geride kalmıştı. Emir nasıl olduysa ambulans ile götürüldüğü sırada birden kalbi atmaya başlamıştı. Düşük nabzı ve kestiği kolu ile düştüğü yeri öne sürdüklerinde dayanmasına ihtimal bile vermemişti doktorlar. Hayır, yaşıyordu ama.
“Gece.” Ela omzumu dürttüğünde daldığım düşüncelerimden sıyrılıp gülümseyerek ona baktım. “Daldın bakıyorum da.” Geriye yaslanarak başımı elanın omzuna koydum önümdeki manzaraya bakarak. Emir; Cem, Gökay ve Ozan ile bir köşede neşeli bir şekilde konuşuyordular. Fırat abim karısı ile hemen yanımızdaki çift kişilik koltukta birbirlerine sarılmış bir vaziyette konuşuyorlardı. Abim gittiği onca yıl sevgilisi ile yaşadığı sorunlar ile yüzleşmiş. Birkaç yıl önce evlenmişlerdi. Şimdi mutlu bir vaziyet ile buradaydılar. Ozan ve Ela ise nişanlıydı ve birkaç haftaya düğünleri vardı. Aras, Utku ve Yağız bakış açıma girdiğinde Aybars ve Şafak’ı ortalarına almış hararetle bir şey konuştuklarını fark ettim.
Derin bir nefes alıp başımı aşağı yukarı salladım. “Böyle bir aileye nasıl sahip olduğumu düşünüyordum.” dedim.
Elanın kıkırdadığını duyduğum yaslandığım omzundan başımı kaldırarak kıkırdadığını onayladım. “Bence böyle bir aileye nasıl sahip olduğunu düşünme,” gözlerimi kısarak devam etmesini bekledim. Eli ile başımı indirdiğinde dik oturmamı sağladı. Başımı hafif bir açı ile çevirdiğinde Emir ile göz göze geldim. “yaşa.” diye kulağıma fısıldadı. Haklıydı. Ne diyebilirdim ki? Emir’i dürten Gökay ile tekrar önüne döndü. Kollarımı göğsümde bağladı.
“O zaman ne yaporuz şimde?” Şafak kollarını bağlamış bir şekilde ayakta onun neredeyse 5 katı olan Yağız, Utku ve Aras’a bakıyordu merakla.
Üçü birbirine kısa bir bakış attığında Utku konuştu. “Yastık savaşı yapalım mı?” Gözlerim kocaman açıldı ama hiçbir şekilde ses çıkarmadan onları izleyip dinlemeye devam ettim.
“Neyle?” dedi Aybars kardeşinin yanında dikilerek. Bu hali kıkırdamama neden oldu. Nedense aynı Emir’in kopyasıydı.
Yağız, Arasın omzuna dokunarak ciddi ciddi. “Sen sehpayı al,” dedi. Diğer koluyla da Utkunun omzuna dokunduğunda her ikisi de şaşkın bir şekilde arkadaşına bakıyorlardı. “Sende sandalyeyi al.” dediğinde arkasındaki kapıyı işaret etti. “Ben kapıyı söküp geliyordum.” dediğinde bir kahkaha kopardım. Elada yandan güldüğünde hepimizin Yağız’ı dinlediğini anladım. Çünkü diğerleri de gülüyordu.
Aybars ve Şafak melül melül gözlerini kırpıştırıp Yağıza baktıklarında Şafak başını her iki yana salladı. “Amca sen bizden daha çocuksun biliyorsun değil mi?”
Hüzünlü bir gülümseme yüzümde belirdi. Yağız’ın ise yüzü düşmüştü. “Biliyoruz maalesef amcası,” Yağız’ı anlından iterek şafağı kucağına aldı Gökay. Ne ara sohbeti bırakıp gelmişti oraya hiç fark etmemiştim. Şafak’ı tek koluyla tuttuğunda yandan Yağız ve diğer ikiliye baktı eflak olmazsınız dercesine. “Biz pek takmıyoruz artık.” dedi. Şafak başını Gökay amcasının omzuna gömerken kıkırdadığını fark ettim.
Yağız tek kaşını havaya kaldırdığında kollarını göğünde birleştirerek tamamen Şafak’a yönelik bir şekilde “Anası kılıklı ne olacak. Herkesi kendine çekiyor.”
“Yağız.” diye ayağa kalktığında Emir içimde aniden kelebekler uçuşmaya başladı. Ozan da onunla birlikte kalktığında bir hışım Aybars’ı kucağına aldı.
“Noldu Yağız? Yoksa Gökay ile bir ilişkin var da haberimiz mi yok?” Yağız homurdanarak yanıma gelip oturduğunda dik dik bakmamak için kendimi zor tuttum.
“Herkesi kendine çekiyor ha?” dedim alayla karışık bir sinirle önüme bakarak.
“Dayı yengemin hamile olduğu doğru mu?” Gözlerim fal taşı gibi açılırken Aybars’a ve Ozan’a baktım.
Aybars Ozan’ın yüzünü o küçük elleri ile tutarak muhtemelen tek ona sorduğu şeyi tüm ev halkı duymuştu. Başımı bu sefer Ela’ya çevirdim. Dudaklarını kemiriyor gözlerini bir pot kırmanın verdiği utanç ile Ozan ve Aybars’a bakıyordu. Ozan yenine sen ne yaptın dercesine baktığında Emir başını her iki yana sallayarak Aybars’ı Ozan’ın kucağından aldı.
Kısa bir süreliğine oluşan sessizliği Şafak bozmuştu. “Anne! hamile ne demek?”
Şaşkınlığımı atlatamamış bir şekilde Ela’ya baktım. “Sen- Sen hamile misin?” Ela bir bana birde diğerlerine baktığında başıyla onayladı.
“Baba ben kötü bir şey mi söyledim?” Emir’in benim sevinçten bir çığlık atmadan önce gülerek başını her iki yana salladığını görmüştüm.
Sevinçten bir çığlık kopardığımda ayağa kalkıp kollarımı sıkıca Ela’ya dolayıp bir o yana bir bu yana salladım. Elanın kolları da belimi bulunca sımsıkı sardı beni. “Lanet olmasın. Çok mutluyum.” dedim.
Gözlerimden ardı ardına yaşlar akıyordu. Burnumu çekip Ela’nın hamile oluğunu hatırladığımda sarsmayı hemen kesim. Onunda gözleri dolduğunu fark ettiğimde hemen göz yaşlarını sildi ama ona baktığımı gördüğünde o da ağlamaya başladı. “Kaç aylık?” dedim.
Gülümsedi. Göz yaşlarını sildiğinde burnunu çekti. O sırada Ozan yanımızda biterken Ela’nın beline doladı kolunu ve başına bir öpücük kondurdu “4 haftalık.” dedi Ela.
“Ah ne güzel iki yer cücesi yetmiyormuş gibi başımıza bir tane daha-” Aras sözünü tamamlamadan koltukta oturan Fırat abim tarafından başına yediği yastık yüzünden susmak zorunda kalmıştı.
“Kapa şu lanet çeneni Aras!” diye mırıldandı.
Aşk, bazen bir bakışın, bazen de bir dokunuşun derinliğidir. Aşk, karanlıkta bile yolunu bulabilmektir.
Hayatım boyunca pek çok dönüm noktası yaşadım, ama bu evrimi tamamladığım ve mutluluğu yakaladığım hissi, bu anın içinde hissettiklerimden geliyor. Emir’le birbirimize duyduğumuz sevginin bize tanıdığı aile, bu evin içindeki kahkahalar, dostluklar ve anılar... Tüm bu güzelliklerin her birini sevgiyle yüreğimde taşırken, bir şeyin farkındayım: Geleceği yaratmak, geçmişin karanlıklarından beslense dahi ellerimizde.
Emir bu 5 yılda her zaman bana "Hep daha fazlasını hakkettiğini düşündüm." derdi. Ben ise şimdi bu "daha fazlasının" asıl anlamını çözebiliyorum. Daha fazlası, dünyadan kopmamı engelleyen sevgiydi. Daha fazlası, ailemin her bir bireyinde meşhur olan o tutkuydu. Daha fazlası, sevginin sonunda hepimiz için bir kurtuluş olduğu gerçeğiydi.
Salona döndüğümde Emir’in kollarında rahatça uykuya dalan Aybars ve Şafak’ı izledim. Bir müzik kutusu gibi; melodileri hafif ve huzurluydu. Ve işte o melodilerin her bir notasını benim içimden yazdığına inanıyordum. Hayat; kendi alın yazınızı kaleme almak gibi.
Bunu nasıl söylediğimi bilmiyorum ama hayal edenlere şunu derim: yıkılıp yeniden başlamadan da güçlü olabilirsiniz. Cesaret, bir duvarı iki kez inşa etmenin ardında yatar belki. Yani ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın; hak ettiğimiz o sevgi, bir kez bulduğunuzda tüm hayatınızın üzerine dokunan sihirdir.
Kapanış için ne söylemem gerek bilmiyorum. Sadece hikayemin, benimle benzer karanlık döngüleri kırmaya çalışan herkese ilham olmasını umuyorum. Bir gün hepimiz kendi salonlarımızda bu huzuru buluruz. Bir gün... Zaten hayatın asıl amacı da bu değil mi? Sevgiyi yakalamak ve ona sıkıca sarılmak?
Bu, benim hikayemdi. Bizim hikayemizdi. Ve umarım sizinki de en az bizimki kadar güzel olur.
Bir kitabın sonu...
Sevdiniz mi bilmiyorum. Sormayada çekiniyorum ama sevmediyseniz söyleyin lütfen?
Buraya duygularınızı emoji ile almak istesem son kez verir misiniz?
Gece ve Emir... Çocuklarının adını nasıl buldunuz?
Peki sonrda Ozan ve Ela'nın nişanlı olup evlenmesi?
Daha uzun bir 5 yıl sonrası yazmak isterdim ama özel bölümlere sakladım. Kim bilir belkide Emir'in intihar ettiği sahneyi daha detaylı bir şekilde özel bölüme alırım. Emirin ağzından bölümler okursunuz.
Bu bir veda değil demek isterdim ama sanırım veda...
Sizleri seviyorum bu kitabı asla unutmayın...
Son olarak siz sevgili okuyucular, bu sürecin en değerli parçalarısınız. İçinizde bir yerlerde bu kitabın bir iz bırakabilmiş olması en büyük arzumdu. Bana ayırdığınız vaktiniz ve bu hikayeye kattığınız yorumlarınızla süreci güzelleştirdiniz.
Bu kitabı bir solukta okuyup bitiren ya da sayfalar arasında kaybolan herkese selamlar! Yeni hikayelerde buluşmak dileğiyle... Teşekkür ederim.
Yakıştırmadığınız bir final olduysa özür dilerim
Instagram kullanıcı adı; arttholder
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 226.87k Okunma |
14.8k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |