2. Bölüm

1. Bölüm

The_Older
the_older

Eveeet. İLK BÖLÜM İLE KARŞINIZDAYIIIIIIIIIM.

Çok heyecanlıyım ne yalan söyleyeyim. Umarım seversiniz.

Sevginizi lütfen belli edin.


Suriye- Tel Abyad (Yıl 2017)

Gölge Operasyonu

“300 metre kaldı,” dedi Yüzbaşı. “Sessiz ve hızlı olun.”

Soğuk bir kış gecesi. Karla kaplı dağlık arazi, sessiz ve tehditkar. Dokuz kişilik özel bir tim. Görevleri düşman mühimmat deposuna sızmak, depoyu imha etmeden önce adamı alıp için zorlu bir yolculuk yapıyordu. Tim lideri ekibin önünde kararlı adımlarla ilerliyordu. Yaklaşık 2 haftadır aralıksız yürüyordular. Hepsi yorgundu ama her şey yeni başlıyordu.

En arkadan bir ses tüm sessizliği bozmuştu. Bir üstü olan komutanına hitaben. “ Komutanım geçen ki dürümü ben ısmarlamıştım ya hani. Bana ne zaman ısmarlamayı düşünüyorsunuz?”

Kaşları çatıldı. Hemen önünde olduğunu bilmeden sorduğu soru her an patlaya bilirdi bir yerlerinde çünkü. “ Lan sen birine ne ısmarladıysan listesini mi tutuyorsun?”

Gözleri kocaman oldu. Sıçtığının farkındaydı. “Ne münasebet komutanım. Öylesine sordum. Hiç öyle bir şey yapar mıyım ben?” Dedi telaşla. Ama önündeki komutanından ses alamamıştı. Yapardı. Bunu herkes biliyordu.

Dar patikada ilerlerken, öndeki iz sürücü, dur işareti yaptı. Telsizden fısıldadı:

“İki kişi nöbette. 50 metre ileride.”

Bir anda herkes durup yere çöktüler. Dikkat çekmeye gelmezdi. En azından şimdilik. Sonrası Allah kerimdi.

Komutan bir an bile tereddüt etmeden cevap verdi:

“Keskin, sol. İzci, sağ. Diğerleri beni takip edin ve sessiz olun.”

Keskin nişancı, susturuculu tüfeğini omzuna yerleştirip hedefini aldı. Sol nöbetçiyi tek atışla yere serdi. İzci ise bir gölge gibi sağdaki nöbetçiye yaklaştı ve onu sessizce etkisiz hale getirdi. Diğer altı asker komutanlarının arkasından sessizce takip ettiler.

Arkadaki Çaylak derin bir nefes alarak mırıldandı:

“Adamlar devriye dediysek, bildiğin film sahnesi gibi ilerliyoruz. Tam Hollywood işi!”

Keskin yüzünde alaycı bir ifade oluştu. Şahsen operasyonlarda olmazsa olmazlarından biri olan Çaylak her zamanki gibi çaylaklığını sergileyişi onu ve tim arkadaşlarının sinirinin bozsa da hoştur yani. Ne diyebilirdik ki şimdi. Keskin arkasını dönmeden sırıtarak cevap verdi:

“Hollywood’da olsan şimdiye kadar ölürdün. Burada şansın daha fazla.”

Çaylak gözlerini kısarak Keskin’e baktı. “ Komutanım yapmayın ya. Bir hevesimiz vardı kursağımızda bırakıyorsunuz.”

Keskin gözlerini kısarak Çaylak’a baktı. “ Bırakalım Çaylak bırakalım. Senin hevesin kursağında kalsın bir zahmet.” Çaylak hafifçe gülümseyerek başını salladı, ama

Keskin hızlı bir hamleyle ensesine şamarı çakmıştı.

Komutan hiçbir tepki vermedi. Böyle bir timde olmakta Allah’ın hikmeti olması lazımdı? Sadece elini kaldırarak grubun ilerlemesini işaret etti.

Mağaraya vardıklarında içeriden hafif bir ışık ve sesler duyuluyordu. Komutan kısa bir gözlem yaptı. Elindeki dürbün ile mağara çevresine baktı. Çevresi ve mağara girişi tutulduğunu gördü. Ama adamların teröristler ile alakası olmadığını buradan bile fark etti. İçinden kendi kendine söylendi. Bari bunun hakkını verseler diye. Dürbünü biraz daha yaklaştırdı. Adamlar silah tutmayı bile bilmiyorlardı. Sonra telsizle emirlerini verdi:

“İzci sağdan gir. Çaylak sola geç. Keskin, girişte kal. Patlayıcı, hedefe odaklan. Timsah önüme geleni vur emirim ile. Gölge ve diğerleri benimlesiniz. İşi halletme zamanı. Temiz çalışın.”

“Anlaşıldı,” dedi İzci.

Patlayıcı, bombalarını kontrol ederken hafifçe gülümsedi:

“Komutan, bir gün ‘Patlayıcı’ yerine başka bir kod adı seçmeme izin verecek misiniz? Belki ‘Kurtarıcı’ falan?”

Gölge hiç düşünmeden araya girdi:

“İşin patlatmak, adın da bu. Daha ne istiyorsun?”

Komutan, hiçbirine aldırış etmeden mağaraya giriş için işaret verdi:

“Harekete geçin. Hata demek ne demek biliyorsunuz.” Dedi. Biliyordular bu yüzden hepsi aynı anda yutkundu. Hata demek ölüm demekti. Tabi bu itlerin elinden değil kimde onları öldüremezdi. Ama yaptıkları tek hata ölmeyi tercih edecekleri cezalara mahkumdu.


Mağaraya sessizce girdiklerinde girişteki iki nöbetçiyi etkisiz hale getirdiler. Ancak içerideki bir terörist alarmı fark etti ve bağırdı. Silah sesleri mağaranın içinde yankılanmaya başladı.

Komutan, kısa ve net talimatlar vererek çatışmayı yönetti:

“Pozisyon alın. Ateşlemeden hareket etmeyin.”

Çaylak, bir kayanın arkasına sığınmış, heyecandan nefesini kontrol edemiyordu. “Komutan, ne yapıyoruz şimdi?” diye sordu panikle.

Komutan sadece şunu dedi:

“Siper al ve ateşe devam et Çaylak! Yoksa götüne kurşun yiyeceğinden şüphen olmasın!” diye bağırdı.

Yutkundu Çaylak. Kaya’nın arkasında bile olsa gözünü kısarak karşısındaki komutanına baktı. Götüne yiyeceği kurşunun ‘bu itlerden mi yoksa bizzat komutanından mı yiyecekti acaba?’ Diye düşünmeden edemedi. Komutanı sessizliği ve o sessizliğin altında yatan vahşi kurt ile bilinirdi. En çok da bundan korkuyordu işte.

Patlayıcı, mühimmat deposuna ulaştığında telsizden seslendi yeri çok müşkil bir yerdi:

“Komutan, bağlantılar tamamlanmak üzere. Ama biraz daha zamana ihtiyacım var.”

“Devam et,” dedi Komutan. “Güvenliğini sağlamaya odaklanın.”

O sırada girişte çatışmanın arasında kalan Şahin ve Bozo son anda kendilerini büyük kayalığın arkasına attılar. Bozo, Şahini süzdü. Şahinde aynı şekilde Bozo’yu süzdü. Hızılıca kendilerini toparladıklarında silahlarını önlerine alıp taşa sırtlarını dayadılar.

“ Lan! İyi misin?”

“İyiyim.” Şahin, Bozo’yu süzdü. “Sen?”

Bozok sadece başını sallamakla yetindi. Ama kesinlikle bir yerinin kırıldığını düşünüyordu. Şahsen öyle bile olabilirdi. Ama sesini çıkarmadı.

Çatışma daha da büyüyordu. Adamların her biri teker teker ölüyordu. Sayılarının azaldığını fark ettiklerinde ise rastgele mermi boşaltıyorlardı. Buda timin işine geliyordu. Ya mermileri bitecek öleceklerdi, yada aptallıkları ile.

Patlayıcı işini tamamladığında telsizden haber verdi:

“Hazır. Geri çekiliyoruz!”

Komutan gruba baktı. “Tahliye için harekete geçin.”

Ekip hızla mağaradan çıktı. Güvenli mesafeye ulaştıklarında Patlayıcı, uzaktan kumandayı çıkardı ve son kontrolleri yaptı. Bir an durup ekibe döndü:

“Patlayalım mı?”

Timsah kaşlarını çattı. “Lan aptal! Patlayalım mı, ne? Biz mi patlıyoruz?” Dedi.

Timdeki herkes kısa bir durdu. Hakkı buldu herkes Timsah’ın bu dediğini. Bir an patlayıcı bile durdu ve dedi şeyin mantık hatasını düşündü.

Çaylak, kendini tutamayarak sırıttı:

“Vay, hayatımda ilk defa büyük bir patlamaya bu kadar yakınım.”

Keskin, başını iki yana salladı. “Dilerim o kadar yakın değilsindir.”

Komutan, soğukkanlı bir şekilde tek kelime etti:

“Ateşle.”

Patlayıcı düğmeye bastı. Büyük bir patlama sesi dağın yamacını inletti. Mağaranın girişleri çökmüş, içerideki mühimmat ve düşman etkisiz hale getirilmişti.

Tahliye noktasına ulaştıklarında helikopter çoktan hazırdı. Ekip yorgun ama görevini başarıyla tamamlamış olmanın huzuruyla doluydu. Çaylak, helikoptere binerken kendi kendine konuşuyordu:

“Komutan gerçekten çok az konuşuyor ama işini kusursuz yapıyor. Belki ben de bir gün…”

Gölge, gülerek cevapladı:

“Sen önce konuşmayı bırakmayı öğren, sonra belki bir gün Komutan kadar susabilirsin.”

Komutan, hiçbirine bakmadan helikoptere bindi ve kısa bir cümleyle operasyonu sonlandırdı:

“Görev tamamlandı. Dönüyoruz tim.”

Helikopter havalanırken ekibin geri kalanı, Komutan’ın az ama etkili konuşmalarının görev sırasında onları nasıl odakta tuttuğunu bir kez daha anlamıştı. Gölge Operasyonu, başarıyla tamamlanmıştı.


1 buçuk yıl kadar sonsa…

Elimdeki … rujun tonuna baktım. Mükemmeldi. Elimdeki ruju diğer aldıklarının yanına sepete ekledim. Sepet ağzına kadar aldığım marka makyaj malzemeleri ile doluydu. Sepeti koluma takıp kasaya doğru ilerledim. Her adım attığımda ayaklarımın altında zeminde tok bir yankı yayılıyordu. Kasaya geldiğimde sıranın uzunluğunu gördüğümde yüzüm düştü. Beklemeyi sevmezdim.

Sıraya girip sıranın bana gelmesini bekledim. Beklenemez bir hal aldığında ise telefonumu çıkarıp gündeme baktım. Bir adamın karısı, kocasını bıçaklamış. Sonra ise kendisi polise teslim olup suçunu itiraf etmiş. Sevk edildiği mahkemede tutuklanmasına karar verilerek cezaevine yollanmış. Gözlerimi kısarak daha da yenilerine baktım. Bir haber sayfasında yazan başka bir haber , ilgimi çekince durup okumaya koyuldum. Türk askerleri Suriye el-abid de yaptıkları ölüm çukuru operasyonunu başarıyla sonuçlandırmışlardı.

Bu bir yıldır operasyonlar artmıştı. Ola ki hava, kara, deniz kuvvetleri. Bu bir yılda hiç durmamış ardı ardına baskınlar çatışmalara girmişlerdi.
Bu bir yıl… Askerliği bırakmam üzerinden tam olarak bugün bir yıl geçmiş oluyordu. O gün benim için öldüğüm hem de dirildiğim gündü. Kontrolü kaybetmemek gereken bir görev, kaybetmemek gereken bir alan yönetimi ve kontrolü kesinlikle kaybetmemem gereken bir duygularım… ama hepsini kaybetmiştim. Kontrolü, duygularımı ve yönetme yetkimi. Hepsini… Buda benim için bir sondu. Derdimi almıştım. Son kontrol kaybedişimdi, son duygularımı yönetemeyişimdi. Alan o gün büyük bir gürültü ile sarılırken havadan uçaktan kopan parçalar düşüyordu. İnsanlar, görevliler herkes çığlık içinde uçağın düşüşünü izliyordu. Uçaktan parçalar her bir yana düşmeye devam ederken gürültüyle tamamen düşüp boş alana çakıldığını dün gibi hatırlıyordum.

Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ama yangın söndürülmüş herhangi bir can kaybını kendimizi hazırlayıp uçağı arama köpekleri ile arandığında sadece… sadece 3 ceset çıkmıştı. O koca uçak enkazından sadece 3 ceset çıkmıştı. 3 kişi dışında alınan tüm biletlerin iptal edildiği ve hiçbir sivilin bilmediği söylenmişti.
Irak uyruklu bir terör örgütü başıydı kendisi o üç ceset arasında. Diğer ikisi de örgütünden olduğunu düşündüğümüz kişilerdi yaptıkları kimlik doğrulamasından sonra. Bu biraz zor olmuştu çünkü tanınamaz bir haldeydiler ama yine de imkansız olmamıştı. Her yerde turuncu kod ile tüm askeri birlikler tarafından aranan bu teröristin o uçakta kendi kurdukları düşünülen tuzağa nasıl düştükleri ise halen merak konusuydu. Kendi kurdukları tuzak, yine kendi sonları olmuştu. Ve benim sonum…

Ailemin o uçağa binmediğini öğrenmediğim her an bir ölüden farksızdım. Öğrendiğimde ise ilk işim babamı aramak ve konuşmak olmuştu sonra ise bir hafta kapatmıştım kendimi askeriyeye. Bu süre zarfında çok düşünmüştüm. Hem de çok. Bir insan vatanı nasıl vazgeçilmez şeyi ise askerlikte benim için öyle bir şeydi. Asker olmam tam olarak beni bütün kılan tek şeydi. İnsan hem vatanı, hem de kendisini tam hissettiği bir şeyi bırakmak konusunda çok zorlanır. Başka seçeneğim olsaydı tabi. Benim ise yoktu. Bu son yaşadığım her şeyi bitirmem için gerekli olan tek şeydi. Dilekçemi yazıp gizlice albayın masasına yerleştirmiştim. Ne kendi timi ile, nede başka biriyle bu konuda tartışmak istemiyordum. Bu istifaya izin vermeyeceklerine kadar emindim. Askerliği de buraya kadardı demek ki. Kısa ama güzel.

Derin bir nefes alıp önüme döndüm. Ağırlığımı bir ayağımdan diğer ayağıma verdim.

“Ne yaptığını sanıyorsun!” bir çığlık duyduğumuzda benle birlikte herkesin başı dışarı döndü.
Bir adam bir kızın kolundan tutarak zorla çekiştiren kadın direniyor adamın onu tutan elinden kurtulmaya çalışıyordu. Elimdekileri sırayı geçerek kasaya bıraktım. Hızla çıkışa ilerledim. Kapıda durduğumda bu olaya müdahale etmek yerine izleyenleri fark etmiştim. Ne yani böyle bir şeye mi dönüşmüştük?
Kız bir kez daha adamın kolundan kurtulmaya çalıştığında adam sinirle bağırıp elini havaya kaldırıp kıza vurmak üzere iken iki adımla adamın dibinde bitip kolunu tutup bükmüştüm. Adam bu sefer acıdan çığlık atarken kızın kolu serbest kalmıştı.

“ Siktir!” Adamın çenesini kaldırıp yüzüne bir yumruk attım. Adam acıyla inlediğinde bu sefer alnının ortasına bir kez daha geçirdiğimde yere düşmüştü.


Yumruklarımı sıktım. “ Bir daha,” dişlerimi sıktım. Gözlerinde elini işaret ettim. “ bu siktiğim elin herhangi bir kadına kalktığını görürsem belanı okurum! Anladın mı!” Adam gözleri kocaman olmuş bir şekilde bana baktığında burnundaki kanı elinin tersi ile sildi.

Yüzünü buruşturarak “Ne yaparsın?” dedi.

Gözlerimi kıstım. Yüzümde alaycı bir sırıtış oluştu. Bu tür adamların hayranıydım. Eğilip topuklu ayakkabıların topuğunu adamın yerdeki eline bastırdım. Adam acıyla inleyip kurtulmaya çalıştığında çenesinin altından bir yumruk daha geçirdim.

Eğilip adama baktım. “Bir daha bir kadına elin kalkmayacak?”

Orta yaşta diyemeyeceğim adamın burnumdan kanlar bir su misali aktığını fark ettiğimde bunu o da anlamıştı. Bir kez daha elinin tersi ile burnunu dilediğinde elinde gördüğü kanla durdu. Sonra ise bana baktı. Dişlerini sıkarak. “Tamam.”

“Duyamadım?” Topuğun ucunu biraz daha bastırdım.

“Tamam. Bir daha bir kadına dokunmayacağım tamam!”

“Güzel.” Yüzümde bir sırıtış belirdi. Eğildiğim yerden doğruldum.

Topuklularımı adamın elinden çektiğinde arkamı döndüm. Korkuyla kendini yere atmış duvara yaslanıp bileğini tutan kıza kıza baktım. Piç herif onu geberticektim. Bu azdı bile. Arkamı tekrar dönüyordum ki adam yok olmuştu. Derin bir nefes aldım. En azından ders aldığını ön görüyordum. Yani umarım.

Elimde birkaç sızıyor görmezden gelip doğrudan kıza doğru ilerledim. Yaklaşık benden 2 yıl daha genç olmalıydı. Belki 1yıl. Açık renkte siyah saçları ve yuvarlak bir yüzü vardı. Siyah saçları omuzlarına kadar dökülüyordu. Boyu ise ortalama benle aynıydı. Siz çökmek yerine kızın önünde durdum.

“İyi misin? Sana bir şey yaptı mı?” Kız başını kaldırıp bana baktı. Başını her iki yana salladı. “Sevgilin miydi?” dedim bu sefer. Başını hızla iki yana salladı. “Abim.” diye fısıldadı. Başımla onayladım. Başını hızla iki yana salladı. Başımla onayladım. “Merak etme bir daha bir şey yapamaz o zaman.”

Gülümseyerek elimi uzattım. Kız tatlı ve iyi birine benziyordu. Etraftakiler dağılırken kız bir elime birde kendi eline baktı. Ama fazla düşünmeden elimi tuttu. Bende elini kavrayıp kızı yerden kaldırdım.

“Siz polis misiniz? Yoksa asker mi?” Gözlerimi kıstım. Kız üzerindeki tozlardan kurtuldu. Gözümden akan bir kaç damla yaşın da izini sildi.

“Sıradan bir vatandaşım.” Dedim. Artık öyleydim. Yani yalan söylemiyordum. Ellerimi cebine koydum. Tek kaşını havaya kaldıran kıza arkamı döndüm. “Fazla sıradan olmayan bir vatandaşım.” Dedim bu sefer. Ben yürümeye devam ederken arkamdan kıkırdak sesi bu dediğim ile birlikte. Derin bir nefes aldım.

Adımlarını durdurdum. Arkamı döndüm. “Bugünü benimle geçirmeye ne dersin?”

Gözlerini şaşkınlıkla kırpıştıran kıza baktım. Sivillerden zarar gelmezdi. En azından bu kızdan. “Olur.” Dedi. Başımla kızı onayladım. Arkamı döndüm tekrar. Bu sefer almalıyım kesinlikle.

“Nereye?”

“Almam gerekenler var.” Dedim arkamı dönmeden. Bir sepet marka makyaj malzemelerini almadan gideceğimi sanmıyordum. Nıç. Kesinlikle sanmıyordum. O kadar koymuşum o sepete benle geleceklerdi.

“Hey! Bekle!” Derin bir nefes alıp verdim. Ayaklarım ne kadar o mağazaya hemen gitmek isterse durdu. Omuzlarım çöktü. Kız yanıma geldiğinde bana döndü. Bana doğru uzattığı ele kısa bir bakış attım. “Ben Umay. Umay Yıldız.”

Uzattığı elini tereddüt etmeden sıktım. Adının Umay olduğunu şuan öğrendiğim bu kızda nedense hiçbir şekilde kötü art niyet sezmiyordum. “Mira Efil. Mira Efil Gürsoy.” Dedim. “Şimdi bir kez daha beni durdurmana müsade etmeden,” kızım ensesinden tutup yanımda sürükledim. “almam gereken bir sepet dolusu marka makyaj malzemeleri var.”

Her iki elimi de komple dolduran alışveriş çantasıyla caddelerde ilerlemeye devam ettik. Umay arada bu durumdan şikâyetçi gibi gözükse de her girdiğimiz mağazada bana ayak uyduruyordu. Çantaları bize ait bir masanın üzerine yerleştirdim. Benim bıraktığım yere Umay da elindeki alışveriş çantalarını koyduğunda çanta modelleri ile dolu mağazada dolaşmaya başladık.

“O adam. O adam senin neyin oluyor?”

Gözlerim Umay'daydı. Ama o bunun farkında bile değildi. Bir sırt çantası eline aldığında durdu ama bozmadan devam etti. “Abim.”

Abisi. Öz abisi olup olmadığını merak etmiştim doğrusu şimdi. Bir abi bir kardeşine nasıl böyle davrana bilirdi ki? Yutkundum. “Ne için kavga ediyordunuz peki?” Bir an fala gittiğimi fark ettiğimde yutkundum. Başımı ona çevirdim. “Özür dilerim. Söylemek zorunda değilsin tabiki.” Çantayı geri bıraktı. Sevmemişti belliki.

“Sorun değil.” Arkasını dönüp gittiğinde bir yere oturmak istediğini anlayıp bende peşinden gittim.

“Klasik abi sorunu desem çok mu genel bir şey olur?” dedi başını bana çevirerek birden. Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırıp karşısındaki koltuğa oturdum. Dudak büzerek başını aşağı yukarı sallayarak kendi sorduğu soruya kendi cevap verdi benim cevap vermemi beklemeden. “Sanırım fazla genel olur.” arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. Bende tekli pofuduk koltuğa yaslanıp önümdeki masada duran çantalar ile ilgileniyormuş gibi yaptım. Umay’ın belli ki abisiyle arasında belki de ailesi ile ilgili bir sorun vardı. Bende bu soruna karışmışım yanlışıkla sanırım. Kesinlikle istiyerek karışmıştım.

“Bu en büyük abim. 3 kardeşiz. Ben en küçüklerim. Birde ortanca abim var. Onu kimse çok görmez ama. Bu abim işte,” diye söze başladığında dikkatle onu dinlemeye koyulum.

“kendi istediklerini birine yaptırmayı seven biri. Kendi istediklerini birine yaptırmayı seven ama başkasının ona söylediği ve yapmasını emrettiği şeyleri yapan biri. Abimi seviyorum,” dediğinde başını yasladığı yerden kaldırıp bana baktı. Sanki bu son dediğine cidden inanmamı ister gibi. “ama yaklaşık 1buçuk yıl önce ailem beni abimin evde olmadığı gün yani sıkıştırıp abimin sevdiği kıza abimin başka biri ile sözlü olduğunu söylememi tehtit ile istedikleri ana kadar.” gözlerim fal taşı gibi aralandı. Bu- bunu nasıl bir anne baba yapardı ki? Arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. Bende tekli pofuduk koltuğa yaslanıp önümdeki masada duran çantalar ile ilgileniyormuş gibi yaptım. Umay’ın belli ki abisiyle arasında belkii de ailesi ile ilgili bir sorun vardı.

“Sende dediklerini yaptın?” dedim cevabı bildiğim halde yine de soru sorarcasına. Başını tereddüt ile aşağı yukarı salladı.

“Yemin ederim yapmak zorunda bıraktılar. Başka bir seçeneğim yoktu. Başka bir seçenek vermediler bana. Abimin sevgilisi bu söylediklerime inandı ve abime bir şey söylemeden bu ülkeyi terk etti o gün. Ailem ne istese onu yapmak zorunda kaldı benim onun bana istediklerini yapmak zorunda bıraktığı gibi. O gün sevgili olan kızı aradı, bulmak için çabaladı ama bulamadı. Bir iz dahi bulamadı.” dedi. İçli bir nefes çekip konuşmaya devam etti. “ Ailem de bunu fırsat bilip abim daha olayı anlamadan aynı gün biri ile nişanlandırıldı zorla.” Ses çıkarmayıp konuşmasına devam etmesini bekledim. Adamı biraz olsun hırpaladığıma pişman olmuştum.

“Bugünde ilk defa o bir buçuk yılın ardından bu olayı öğrenince hıncını çıkarmak istedi.” omuzları düştü. “ben olsam bende ilk hıncımı çıkarmak isteyeceğim kişi bunu ona söylemesini değil de asıl ne olursa olsun söyleyen kişiye kızardım. O da bunu yapmak istedi. Bana bağırıp çağırmak, belki de dövmek. Bir bakıma da haklı aslında.” dedi. Derin bir nefes alıp verdim. Umay her ne yaşamış veya şuandan itibaren yaşayacak ise ailesinin kendisinin üzerine bıraktığı günahın bir suçu bedeliydi.
Elini çantasının kulpuna doladı Umay. Gözleri hâlâ karşısındaki boşluğa takılıydı. Sanki her şeyi anlatınca üzerinden bir yük kalkmış ama yerine kocaman bir utanç çökmüş gibiydi. Başını kaldırmadan konuştu.

“Ben... ben o günden beri kendimi affedemedim. O kızın yerinde olmak istemezdim ama onun yerine geçmek de istemedim. Ailem... benim için böyle bir yalanı istemeyi nasıl göze aldı bilmiyorum.”

O an ne diyeceğimi bilemedim. Her ne kadar bu olayda bir kurban gibi görünse de, bir başka hayatı karartmıştı. Ama bu yaşta, o baskıyla… Kim ne kadar doğru karar verebilirdi ki?

“Elinden geleni yapmışsın,” dedim sessizce. “Ama şimdi elinden geleni yapmak için hâlâ bir şansın olabilir.”
Başını kaldırdı. Gözlerinde öyle bir karmaşa vardı ki, insanın içini delip geçiyordu. Umay hâlâ oradaydı ama aynı zamanda çok uzaktaydı.

“Ne gibi bir şans?” dedi, dudakları zorla kıpırdandı.

“Gerçeği anlatmak gibi,” dedim omuzlarımı silkerken. “Belki bir şey değişmez, belki o kız geri dönmez, belki abin seni affetmez ama... sen kendini affedebilirsin.”

Kısa bir sessizlik oldu. Ardından hıçkırığını bastırmaya çalıştı. Başını çevirdi ama titreyen omuzları ele veriyordu. Ona ulaşabilecek bir cümle daha kurmalıydım, bir şey daha söylemeliydim ama sözlerin değil, sadece sessizliğin işe yarayacağı anlardan biriydi bu.

Yanına geçtim, sessizce çantaların üzerine oturdum. Elimi usulca omzuna koydum. Tepki vermedi ama elimi de itmedi. Bu bir şeydi.
Dakikalar geçti, insanlar mağazada dolaşırken biz bir kenarda öylece kaldık. Sonra gözyaşlarını kolunun tersiyle silip doğruldu.

“Bir yere oturalım mı?” dedi Umay, çantaları kollarında taşırken. “Biraz kafamı dağıtmak istiyorum.”

Başımı çevirdim. Yakındaki bir kafeye gözüm takıldı. “Orası olur mu?”

“Olur,” dedi, yavaşça.

Kafeye girdiğimizde içerisi sıcak ve loş ışıklarla doluydu. Hafif bir müzik çalıyordu. Garson bizi cam kenarındaki iki kişilik bir masaya aldı. Siparişimizi verdikten sonra, oturduk. Umay karşıma geçti. Kollarını masaya yasladı, yüzü biraz daha toparlanmıştı ama o gözlerdeki ağırlık hâlâ duruyordu. Derin bir nefes içime çektim. Söylemekte kararsız kalsam da söylemeyi seçtim. Bu anlatacağımı beni tekrar etkilemesini umursamadım. Veya ben öyle düşündüm.

“Ben,” dedim yavaşça, “askerliği bıraktığımda dünyamı da bırakmış gibiydim. İnsan bazen bir karar verir ve o karar her şeyi değiştirir.” Burnunun direği sızladı. Boğazıma bir yumru yer edindi kendine. Eskileri unutmaya çalıştıkça hep karşıma bir türlü çıkmayı başarıyorlardı.

Umay dikkatle beni dinliyordu.

“Sen de öyle bir karar vermişsin. Farkı şu: Benim kararım bana bedel ödetti. Seninki… başka birine. Ama biz insanlarız. Her gün doğrudan çok uzağa düşüyoruz. Bizi insan yapan şey, her sabah yeniden denememiz.”

Umay başını eğdi. Bir süre öyle kaldı. Sonra, yüzünde buruk ama içten bir gülümsemeyle başını kaldırdı.

“Anlamıştım. Yani asker olduğunu,” gözlerini kaçırdı. “Benim abim de asker. Tabi bu kötü bir tanışma faslı ile tanıştığın abim değil. Ortanca abim. Çok gözükmeyen abim. Ve... Ben onun ödediği bedelleri çok iyi biliyorum. Senide anlıyorum. Görevini bırakman seni nasıl etkilediğini düşünmek bile istemiyorum.” dediğinde buruk bir gülümseme ile başımı yana yatırdım. “Beni bugün yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim,” dedi. “Beni tanımıyordun bile…”

Omuz silktim. “Beni de tanımıyordun. Ama sen de durmadın, geldin. Yanımda yürüdün. Elimi tuttun. Bazen insanlar bir günü birlikte geçirmeye karar verir. Bazılarıysa bir hayatı.”

Gözleri parladı. Bir şey söyleyecek gibiydi ama garson geldi, siparişleri masaya bıraktı. İkimiz de sessizce içeceklerimize uzandık. Sanki o anda her şey biraz daha normalleşmiş gibiydi. Savaş alanından çıkmış iki yorgun savaşçı gibi... geçici de olsa barış ilan edilmişti aramızda geçmişimiz konusunda. En azından tam olmasada şimdilik. Savaş alanından çıkmış iki yorgun savaşçı gibi… geçici de olsa barış ilan edilmişti aramızda geçmişimiz konusunda. En azından tam olmasada şimdilik.

Bu sefer ben sordum. “Yarın ne yapacaksın?”

Umay biraz düşündü. “Bilmiyorum. Belki ilk kez kendim için bir şey yaparım. Belki de yine başkaları için.”

Gülümsedim. “Her ne yaparsan yap, kendini de unutma. Çünkü... kimse seni senin kadar taşıyamaz.”

O an ilk kez içten bir kahkaha attı. Ardından ben de güldüm. Ve belki de o akşam, tüm karanlığına rağmen, yıllar sonra hatırlanacak en aydınlık anlardan biri olmuştu benim için. İlk defa bu bir yılın içinde gülmüştüm. İlkler her zaman iyi bir başlangıç olmamıştı benim için ama bu ilkin iyi başlamasını umuyordum.
Yanaklarımı şişirip elimde tutuğum bardak ilgileniyormuş gibi yaparken Umay da sustu. Masada anlık bir sessizlik oluşmuştu. O an kafede bir şeylerin değiştiğini hissettim. Belki de içgüdülerimdi, yıllarca susturulmamış ama susturulmaya çalışılmış o dikkat duygusu... Belki sadece içten gelen bir huzursuzluktu. Ama göz ucuyla kapıya baktığımda, içeri giren dört kişilik grup bu hislerimi doğrular gibiydi.

Kafeye girer girmez yerlerini belirlediler. Hızlı ama dikkat çekmeyecek şekilde...… Üzerlerinde sıradan, sokağın herhangi bir köşesinde görebileceğin kıyafetler vardı ama yürüyüşleri fazla kontrollüydü. Omuzları fazla dik, gözleri fazla keskin...… Masaların arasından geçerken çevreyi süzüş biçimleri, benim gibi biri için fazlasıyla belirgindi. Sessiz bir alarm kafamda çalmaya başlamıştı.

Biri cebinden telefon çıkardı ve konuşmaya başladı. Sesi düşük, kelimeleri hızlıydı. Konuştuğu kişiye değil de etrafa hitap ediyormuş gibiydi. Umay’ın gözleri, hafifçe kısıldı. Yüzünde bir tedirginlik belirdi. Bana doğru eğildi.

“Onlardan biri,” dedi neredeyse fısıltı halinde, “bizim mahallenin kenarındaki pasajda dolanır hep. Abimi birkaç kez onunla tartışırken duymuştum. Pis işlere bulaşmışlar.”

Saniyelik bir bakışla grubu süzdüm. Oturdukları masa kafedeki en geniş görüş açısına sahipti. Giriş kapısı, kasa, dışarıdaki kaldırım... Hepsi görüş alanlarındaydı. Tam planlı bir yerleşim. Bu tür organizasyonlar ya hızlı soygun içindir, ya da birilerine gözdağı vermek için.

“Sakin ol,” dedim Umay’a, dudaklarımı zar zor kıpırdatarak. “Burada olanları izle ama panik yapma. Gözünü kaçırma ama doğrudan da bakma. Lütfen bugünü başka bir olaya karışmadan geçirelim. Hem belki.” Bir kez daha o tarafa baktım göz ucuyla. Sonra Umay’a baktım. “Belki de normal bir şekilde takılmaya gelmişlerdir?”

“Umarım.”

Kafede uğultular hafifledi. İnsanlar farkında olmadan seslerini kısmıştı. Bu tür bir gerilim ortamı, çoğu kişi fark etmese bile herkese geçerdi. Arka masalardan birinde bebek ağlamaya başladı. Garson, grubun yanına gidip sipariş almak istedi ama ses tonu tedirgindi.

Sonra olan oldu.

İçlerinden biri, garsona ters bir çıkış yaptı. “Sana sipariş vereni mi görüyorsun burada?” dedi yüksek ve kaba bir sesle. Garson irkildi, arkasına bile bakmadan uzaklaştı. Bu sırada diğer üç kişi farklı yönlere döndü. Biri kafedeki müşterileri süzüyordu. Diğeri cep telefonuyla oynamaya başladı ama ekran kapalıydı. Üçüncüsü—o bir şeyin cebinde yerini yokluyordu.

Klasik dikkat dağıtma ve oyalama hamlesi. Biri gürültü çıkarır, diğeri cebindeki silahın, bıçağın ya da gazın yerini yoklar. Kafedeki dikkat dağıldığında harekete geçerler.
Omuzlarımı geriye attım. Kaslarım istemsizce kendini kilitledi. Adrenalinin sıcak dalgası bedenime yayılmaya başlamıştı. Parmaklarım masanın kenarında sabit duruyordu ama içim savaşın ortasındaydı. Kalkarsam hedef olurum, oturursam zaman kaybederim. Nıç. Bence hiçbir şey yapmadan yerimde, yerimizde oturmalıydık. Başka hiçbir olaya karışmayacağım. Başka hiçbir olaya karışmayacağım. Başka hiçbir olaya... karışmıyacağım.

Ve sonra...

Tıng.

Yere düşen cam bardak sesi, herkesin yüreğini ağzına getirdi. Kafedeki çatal-kaşık sesleri, fısıltılar bir anda kesildi. O an herkes o dört kişiye döndü. Sessizlik onları merkez yaptı. Bir adam aniden ayağa kalktı.
“TELEFONLARI MASAYA BIRAKIN! ŞİMDİ!”ŞİMDİ!”

Elinde- elinde tuttuğu şeyin silah olduğu şüphesizdi sanırım. Tam olarak görmesem bile duruşu, sesi, çevreye yayılan sessizlik her şeyi anlatıyordu. Diğer üç adam da aynı anda kalktı. Birinin elinde metal bir çubuk, diğerinin elinde kemer vardı. Biri hâlâ cebinde bir şeyle uğraşıyordu.

Umay’ın soluğunu tutmuş gibi olduğunu fark ettim. Ona bakmadan, sadece göz ucuyla kontrol ederek sağ yanımdaki boş servis tepsisini elime aldım. Başımı hafifçe eğip, gövdemi sandalye hizasında alçaltarak iki masa ileriye doğru yöneldim. Hadi ama bir olaya karışmayacağım dedikten sonra şu lanet olası adrenalin tutkusu.

“Masaların altına girin,” dedim iki kişilik yaşlı bir çifte. “Yavaşça, ama hızlı davranın.” sonra adamların insanların yanına yaklaştığını fark ettiğinde “Belki de biraz daha hızlı.”

Tam o sırada silahlı adam kasaya yöneldi. Garson, gözleri büyümüş şekilde elini havaya kaldırmıştı. Kasanın ardındaki genç kadın ağlamaya başlamıştı.
İşte bu, benim için sinyaldi.

Dizimle hızla yakınımdaki adamın diz kapağına bastım. Adam şaşkın bir iniltiyle yere yığıldı. Aynı anda tepsiyi başına indirdim. Arkadaki bir müşteri çığlık attı. Hedef aldığım ikinci adam bana dönerken, tepsiyi savurup suratına geçirdim. Dengesi bozuldu ama kendini hızla toparlamıştı şerefsiz.

Yere düşürdüğüm tepsiyi alıp havaya kaldırarak kafama geçireceği sırada elimi cebine götürüp diğer elimle de durmasını işaret ettim. Adam bana şaşkınlıkla baktı ama nedense durdu. Oysaki durmasını beklemiyordum. Cebimdeki yeni aldığım rujun kapağını açıp tepsiden yansıma bakarak sürmeye çalıştım. Ama tepsi bir tık yukarıdaydı. “Biraz aşağı indirir misin lütfen?” adam şaşkınlığı git gide arttı ama bunu da işletmeden bir tık aşağı indirdi. Ruju güzelce dudağıma yaydım. Olduğuna tam emin olduğumda tepsiden gözümü ayırıp rujun kapağını kapattığımda ise birden ayağımı yukarı kaldırarak tepsiye hızlı bir tekme attım. Tepsi adamın suratına çarpıp sert bir şekilde yere devrildiğinde adamda sarsıntıyla yere yığıldı. Burnumu buruşturdum. Adamın burnunu kırmıştı sanırım.

Umay’ın sesi o an bir şok gibi kafamda patladı.

“Mira! Arkanda!”

Silah tutan adam bana çevrilmişti. Ama Umay elinde, masadan kaptığı bir cam şişeyle onun tam karşısında duruyordu. Gözlerinde korku değil, meydan okuma vardı.

“Silahı bırak,” dedi, sesi çatallansa da netti. “Yoksa ben seni bırakmam.”

Adam afalladı. İşler planladıkları gibi gitmiyordu. Ben o anı kullanarak arkasından yaklaştım. Kolunu kavrayıp silahı düşürdüm. Aynı anda sağ dirseğimle burnuna sert bir darbe indirdim. Adam inledi, sendeledi ve yere yığıldı.
Ortalık darmadağın olmuştu. Kimi masaların üstü devrilmişti. İnsanlar masaların altına saklanmış, bazıları ağlıyordu. Ama artık tehdit kalmamıştı.

Polis sirenleri uzaktan yaklaştı. Bir müşteri dışarıdan yardım çağırmıştı belli ki. Çok geçmeden üç ekip arabası kafeye yanaştı. Üniformalı memurlar içeri girip bizi ayırdılar.

Kimliğimi sormadan önce bir polis memuru bana ve Umay’a döndü. “Sizleri hem olaya karıştığınız için hem de olay hakkında ifade verkem için karakola götürmek zorundayız.”

İkimizde sesimizi çıkarmadık. Ne eski asker olduğumu söyledim, ne de bu olayla bir ilgimiz olmadığını. Umay’ı polis arabasına binerken gördüm. Gözleri hâlâ bana kilitliydi. Yüzü yorgun ama gururluydu. Ben kapıya yaslandım, derin bir nefes aldım. Elimi saçlarıma götürdüm. Bu sadece rastgele bir olay değildi. Bu, zincirin ilk halkasıydı. Ve bu zincirde artık yalnız değildim. Umay da o zincire takılmıştı. İstemeden.

 

1saat sonra…

Tamı tamına bu nezarethanede yarım saattir bulunuyorduk. Yarım saatlik bir ifadenin ardından her şeyi eksiksiz anlatmıştık. Ama anlamadığım bir şekilde ‘suçsuz olduğumuz halde bana göre’ asırlık bir süre gibi gelen ama sadece yarım saat gelmiş olduğunu öğrendiğim bir süre boyunca buradaydık. Ne biri gelip halen burada neden olduğumuza dair bir şey söylüyordu, ne de başka bir şey.

“Hep bir günün böyle mi geçer? Aksiyon nezarethane yolları falan?” dedi Umay kıkırdayarak karşı demir parmaklıkların arasında. Derin bir nefes verdiğimde bulunduğum tarafta bir tur daha attım. Yaklaşık 101. Turum falandı geldiğimizden beri. Belki daha fazla.

En sonunda pes ederek demir bankın üzerine oturdum. Başımı arkama yasladım. “Kısmen evet. Sence neden hâlen buradan çıkarılmadık?” dedim.
İçli bir nefes sesi duydum. Umay olduğunu düşündüm. “Bilmiyorum ama bu nezarethane olayı abimin kulağına giderse çok kızacak.”

Gözümü kapadım. “Hangi abin?” dedim. Sanki on tane abisi vardı kızın da hangi abisi diyordum. Durdum bir an. Annem ve babamın kulağına giderse kızar değilde; abimin kulağına giderse çok kızar demişti. Ailesinin umurlarında değil miydi?

“Ortanca olan. En büyük abimin şu dakikadan itibaren umurunda olduğumu düşünmüyorum.” Dediğinde ürperdim. Tabiki de onun umurundasındır, diyecektim ama diyemedim.

“Kendine haksızlık etmeyi bırakmalısın. Hem nezarethanedeyiz bilmem farkında mısın?”

“Bence farkında.” Diye hırıltılı bir ses duyduğumda yan tarafımdaki demir parmaklıklara baktım gözlerimi aralayıp. Hırpaladığımız adamlardan biriydi bu.

“Al sana bir saçmalık daha. Çıkmamamız yetmiyor gibi daha bir de bunlarla aynı yerdeyiz. Hem farkında olup olamadığını sana sormadım be adam!” diye çıkıştım sonda küçük çocuklar gibi. Bu adama ayrı bir sinirdim. Beni yerde sürüklemişti puşt.

Bu çıkışıma güldüğünde Umay, “Mira sakın,” diye bir uyarıda bulunmuştu hemen anlayıp ama yerimden kalkıp adamı demir parmaklıklar arasında uzanmayı ve dövmeyi deneyeceğim sırada büyük bir kapı gıcırdama sesi yükseldi.

Yerimde ani bir şekilde durmam nedeniyle sendeledim ama hemen toparlanıp kapıya döneceğim sırada Umay’ın şaşkın sesi yükseldi nezarethane duvarlarında. “A- abi?”

Gözlerimi şaşkınlıkla kırpık döndüğümde ilk önce Umay’ın o şaşkın ve gelecek olan azarı bilmenin getirdiği korku dolu yüz ifadesini gördüm. Tamamen onların tarafına döndüğümde ise açık olan geniş kapıda durup her iki kolunu göğsünde birleştirmiş bir vaziyette duran adamı gördüm.

Bu o söylediği asker abisi olmalıydı. Çünkü burnunu kırdığım abisine hiç benzemiyordu. Hem bunun burnu da kırık değildi, diye gülümsedim. Adamın gözleri alev gibi yanıyordu adeta. Uzun boylu bir adam. Bir askere göre kumral saçları biraz uzamış ve dağılmıştı. Kare çenesini kastıkça ise daha çok sinirlendiğine dair bir şeyler seziyordum burada durdukça. Yavaş bir bakışla Umay’a sonra ise karşısına denk gelen dövdüğümüz adamlara baktı. Onlara bakınca alev alev yanan gözleri biraz daha alevlenmişti. En son başını yana çevirip benle göz göze geldi. O an içime bir şey oturdu. Gözleri üzerimde durduğunda yutkunup Umay’a baktım. O da bana baktığını ve dudaklarını kemirip başını vay halimize dercesine bir sağa bir sola sağladığını görmem bana hiç yardımcı olmamıştı. ŞAKA MI BU OLANLAR?

“Demek,” diye bana bakarak söze başladığında çenesi daha da kasıldı. Sonra ise önüne dönüp adamlara baktı. Başımı çevirip adamlara baktığımda boş boş bu ortamdaki atmosferi izlediklerini fark ettim. “ben olaylara karışma dedikçe karışma fikrini sana daha makul oldu ha?” Umay’a bir bakış attığında yutkundum. Asker olduğumu bilmiyordular. Eski asker. Eski.

“Onun suçu yok.” Dedim hemencecik.

Kapıya yaslandı. Bana döndü. “Bunla ilgileniyor muyum peki ben?” Gözlerimi şaşkın şaşkın kırpıştırdım. Bence ilgileniyordu ama sustum. ‘Bugün olmaz’ dediğim her şey oluyordu zaten. Ondan susmak bence en iyi şeydi şu anlık.

“Abi özür diler,”

“Özür dileme.” Diye sözünü bölüdü kardeşinin. Dışarı çıkmak için bir hamle yapıcağında kaderimi kabullenip tekrar metal bankalara bıraktım kendimi.

“Abi! Bizi çıkar mıyacak mısın?!”

Dışarı çıkıp kapı arkadan polis memurları tarafından kapatılmadan önce “Hayır.” Diye bağırmıştı.

Lanet olsun ki kalmıştık burada. Derin bir nefes alıp verdim. Sonra bir kez daha nefes alıp verdim. Umay isyan edip kendini karşımda benim gibi banka bıraktı. Bana kısa bir bakış attığında boş boş onun tarafa bakıyordum.

Elimi burun kemerime atıp sıktım. “Abin olacak şahıs. Bizi buradan bilerek çıkarmayacak değil mi?” Eğer böyle bir şey yapmaya kalkarsa öldürürdüm kendisini. Yemin ederim ki öldürürdüm.

“Sen- seninkilerden biri bizi çıkaramaz mı?”

“Yani bizi burada süründürecek diyorsun?” dedim elimi yanıma bırakıp.

“Sende bizi çıkaracak biri yok mu diyorsun?” dedi.

“Yok!” diye çıkmıştım. “Kaldık senin ucube abine!” dedim.

Suç bizim değildi. Kim bilir bizim olsa daha neler yapardı. Yutkundum. Abisinin burnunu kırdığımı öğrendiğinde ise kesin buraya mahkum olurduk. Ancak benimde pek buna izin vermek gibi bir niyetim yoktu.

15 saat sonra...

Gözlerim uykusuzluktan yanıyordu. Kaç saattir buradaydık? 5? 6? Bir gün? Çünkü ben 422. Dakikada artık saymayı bırakmıştım. Ne giren vardı ne çıkan. Sadece bir ara yanımıza yeni biri daha eklenmişti o kadar.

Umay karşımda ağlamaktan gözleri şişmiş bir durumda duruyordu. Yan tarafta da adamlar sızıp kalmıştılar. Belliki nezarethane, hapishane gibi yerlere alışıktılar.

Buraya geldiklerinden beri hiçbir direniş göstermemiştiler.

Gözlerimi ovuşturdum. Artık yanmaya başlamıştılar. Biz buraya geldiğimizde güneş yeni yeni batmaya başlamıştı. Günün ayma ihtimali yüzde kaçtı hiçbir fikrim yoktu bu yüzden.

“Üzgünüm.” Dedim Umay’a. “seni bulaştırmamam gerekirdi. Eğer bulaşmasaydın buralara düşmeyecektin.” Dedim.

Burnunu çekti. Ayağa kalkıp demir parmaklıkların önüne oturdu. “Sen beni bulaştırmadın ki. Kendim bulaştım. Hem emin ol ayak işi yapmaktan daha eğlenceliydi. Abilerim mi hep beni kızdıracak?” Dedi gülümseyerek. Ama bir yandan da az önce ağladığı için göz yaşlarını siliyordu. Bu da dediklerini pek de örtüşmüyordu.

Yanaklarımı şişirdim. “Pekala,” dedim her bir kelimeyi uzatarak. “abin ne kadar inatçı biridir?” dedim bakışlarımı tavana kaldırıp her bir detayı kaç saattir hep aynı şeyi yaptığımı bilmediğim bir şekilde tekrar yaparak. Ancak şu en köşedeki tavanda bulunan lekenin yağ mı? Yoksa yosun mu olduğunu bir türlü çözememiştim. Gerçi yağın tavanda ne işi vardı. Ha? En köşedeki şey sakız mıydı yoksa?

“İnatçılığı konusunda konuşmak bile istemiyorum.” Dedi. “tek umudum Türk polislerin abime rağmen olan vicdanları.” Dediğinde bir kez daha yutkundum. Türk polislerin vicdanları tartışmaya açık bile değildi ama Umay’ın abisinden pek emin değildim işte.

Kapalı kapı kling sesi ile açılıp büyük bir gürültü ile itildiğinde loş hava birden aydınlandı. Gözlerindeki yanmalar kendini belli etmese de açılan kapıdan vuran ışıklar yüzünden yanmaya başlamıştı. Hiç kıpırdamadı ama gözlerimi kapamak ile yetindim. Kapanmadan öncede Umay’ın da benim gibi gözlerini kapadığını ve kıpırdamadığını görmüştüm.

“ Umay Yıldız,” bir takırdama sesi geldi ama takamadık. “ve Mira Gürsoy. Serbestsiniz.”

“Yine abimin serbestsiniz yalanı ile bizi umutlandıracaksanız ben hiç almayayım. Burası çok iyi gelmeye başladı. Sadece bir yastık alabilir miyim?” Umayı’ın bu dediğine içten içe kıkırdadım. Bizi 15 defa -belki daha fazla- bu hücreden çıkarıp sokmuşlardı aralıklar halinde ve her defasında bir prosedür veya başka bir şey yüzünden illaki tekrar sokmak zorunda bırakmışlardı bizi hücrelerimize.

“Umay Yıldız ve Mira Gürsoy,” bir Kling sesi daha geldi ama bu sefer daha da yakındandı bu ses. “serbestsiniz.” Tek gözümü aralayıp acaba kabus mu görüyorum diye baktım. Ama hayır. Memur polis kapılarınızı açmış her ikimize şaşkınlıkla bakıyordu.

Ayağa kalktım üzerimi hızla sirkeleyip demir parmaklıkların dışına doğru ilerledim. “Eğer bu sefer de bir oyunsa o komutanın omzundaki rütbe onu kurtarmayacak.” Dedim dişlerimi arasında.

“Ne yani şimdi serbest miyiz?” Umay heyecanla oturduğu yerden kalktı. Demir parmaklıkların arasından çıkıp yanıma geldi.

“Evet serbestsiniz. Ama,”

“Ama kesinlikle hesap vereceksiniz. Teşekkürler Yusuf. Bundan sonrası bende. Seni yeterince bu konularla rahatsız ettik diye düşünüyorum.”

Şaşkınlıkla saçıma götürdüğüm elim donup kaldı. “Estafurullaf. Sen dedin ben yaptım kardeşim.” Elimi saçımdan çekip gözlerimi kırpmadan memura ve hemen arkasında ellerini göğsünde birleştirmiş tüm kapıyı kaplayan şu Umay’ın sinir bozucu ortanca abisine baktım.
İlk defa gülümsediğini gördüm. Polis memurun teminat ilerleyip sırtını sıvazladı. “Eyvallah.” Başıyla küçük bir selam verdiğinde polis memur arkasına dönüp kapıdan çıkmadan önce ikimize kısa bir attı. Gülecek gibi olduğunda yanak içlerini ısırdığını buradan bile fark edecek gibi oldum. Arkasını dönüp kapıdan çıktı ama.

Deri ceketimi giyip nezarethane kapısından çıkmak üzere kıpırdandım. “O zaman benden bu kadar. Ben gideyim siz abi kardeş halledin.” Kapıdan adım atacağım gibi önümü dev bir cüsse kapattığın da aniden sendeledim. Yüzümü son anda dev çarpışmadan kurtarıp geriye atak yaptım. Aynı anda Umay.

“Hey ama! Beni tek bırakamazın.” Diye sıkıştığında yüzümü buruşturup başımı yukarı kaldırdım.

“Nereye gidiyorsun bakalım suç ortağı?” Gözlerimi kırpıştırdım.

“Evime gideceğim tabi,” dedim tek kaşımı kaldırarak. “bugün çok yorulduk. Dinlenmek iyi olur.” Diyerek yanından geçiyorsun ki tekrar önüme geçtiğinde derin bir nefes alıp bu sefer ona arkamı dönüp Umay’ın yanına gittim. Kulağına eğildi. “Şu abine bir şey de onun emirleri bana dökmez. Yemin ederim bugün ki üçüncü burun kırma vakasına karışmak istemiyorum.” Dedim yandan demir parmaklıkların arkasındaki burnu kırılan adama bakarak.

Kıkırdadı. “Kusura bakma,” dedi fısıldayarak.” Ama maalesef beni tek bırakamazsın!”

Dişlerimi sıktım. “Lan benim mi abim? Ben niye ona hesap vermek zorundayım?!” Ben niye hesap veriyordum!? Yemin ederim bunun da burnunu kırarım. Asker olması bana sökmezdi.

Omuz silkti. Derin bir nefes aldım. Bugün kaçıncı kez bu derin nefes alma işini yapıyordum bilmiyorum ama umurumda değildi yoksa kesinlikle sinir küpüne dönecektim. Omuzlarını esnettim. Tekrar kapıya döndüm.

“Umay’ın suçu. Ben demedim adamın kafasına tepsiyi fırlat diye.”

Umay’a göz ucuyla baktığımda bana dönmüş ağzı beş karış açık bir şekilde bana bakıyordu. “Sen fırlattın be o tepsiyi adamın kafasına. Hem az önce abime karşı beni savunuyordun be!”

“İyi yapmışım.” Dedim kendimden gurur duyduğunu belli edercesine omuzlarımı dikleştirerek.

“Hangi adam?” Tartışmamızın arasına giren ses ile durup ona döndük.

Umay başını eğip en köşeye sinmiş başını tutan demir parmaklıkların arkasındaki adamı işaret etti. Hepimiz o adama kısa bir bakış attığımızda adam başını kaldırıp bize baktı. Gözlerini tedirgin olarak anında kaçırdı ama. Bu yaptığı şeye ise donup baktım. Korkmuş muydu be?

“Umay. Ben her geldiğimde böyle mi olacak? Ben kardeşimi görmek için her geldiğimde bir olaya karıştığını mı öğrenmek zorundayım?”

Umay gözünde geçen hüznü gördüm. İçimde bir yerlerde pişmanlık beni yiyip bitirdi. Benim yüzümden olmuştu. Ben belki de ilk hamleyi yapamasaydım böyle olmayacaktı?

“Abi özür dilerim ama bu sefer-“

“Abisi.” Diyerek sözünü kesti Umay’ın “ben özür dilemeni istemiyorum. Sizleri görmeye her geldiğimde veya ben olmadığımda, güvende olduğunu bilmek istiyorum.” Dedi kendini demir kapının pervazına yaslayarak. Diğer abisinin aksine bu abisi ile arasında çok farklı bir bağ olduğunu hissediyordum. Buruk bir gülümseme oluştu yüzünde. Umay tırnaklarını stresten kapatırken, abisinin yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. Kollarını yaslandığı yerden her iki yana açtı. Başını yana eğerek. “Gel buraya bakalım küçük Yıldız.” Dedi.

Umay’ın yüzündeki hüzün birden yok olurken gözünden bir damla göz yaşı süzülüşünü izledim. Koşarak abisinin kollarının arasına hiç tereddüt etmeden girdiğinde birbirlerine sıkıca sarıldılar. Burnumu çekip başımı yana yatırdım. Benim abim hiç olmamıştı ve sanırım bu duyguyu hiç bilmeyecektim.

Onlar birbirlerine sıkı sıkı sarılırken bir sağına bir soluma bakarak yanlarından çaktırmadan geçmeyi denedim. Kapıdan bir adım attığımda tam olarak belimde bir karıncalanma hissettim ama durmasını adımlarını hızlandırdım. İmzaları atıp çıkmak istiyordum.

“Abimin burnunu da mı sen kırdın asi kız?”

Sessizce söylediği şeyi duymuştum ama duymamayı dilerdim. Boğazım düğümlendi. Abisinin burnunu kırdığımı bu kadar çabuk öğrenmiş olamazdı!

Bölüm sonuuuuuu.

Bölümü nasıl buldunuz?

Oy sınırını bilerek bu kadar çok koydum hemen bitimesin diye haberiniz ola

Abilere sövüldü gibi ne dersiniz? sdfghn

Kızımız askerliği bıraktı evet... Diyecek hiçbir sözüm yok size bırakıyorum.

Restauranttaki kavgaya ne demeli?

En çok hangi kısmı sevdiniz?

Diğer bölümde görüşmek üzereee.

SEVİLİYORSUNUZZZZ.

 

 

Bölüm : 12.05.2025 22:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...