6. Bölüm

4. Bölüm

The_Older
the_older

Biraz geç geldiğin farkındayım bu bölümün o yüzden özür falan dilemiyorum vmvgklggl şaka şaka. Özür dilerim. Aşırı geç geldi.

Bu yüzden bu bölüm 10bin (Güncelleme 16bin kelime 😭) ve üstü kelime yapısına sahiptir. Sindire sindire okuyun acele acele okumayın. Bu bölüm fazla olaylı. Yeni karakterlerinin girecek araya. Kısacası anlamak için yavaş okuyun. Ve yavaş okurken yorum yapmayı da unutmayın.

Oy sınırı 45 Yorum sınırı +100 iyi okumalar dilerim.

 

 

Hata yapmak insanidir, ama aynı hatadan pişman olup ders çıkarmamak kayıptır.

“Sen kimsin?” dedim bir adım gerileyerek.

Başını kaldırıp bana baktığını hissetim. Bir adım öne doğru attı ve bir adım daha. Yüzü görüş alanıma girdiğinde yüzündeki gülümseme ile. “İyi akşamlar genç bayan.”

Ağzım şaşkınlıkla açık kaldığında önümdeki kişiye baktım. Nasıl olurdu?

“Sen.” dedim kekelememeye dikkat ederek.

Hayır.

 

˙⋆✮

 

Ellerimde boks eldivenleri olmasına rağmen ellerimi birbirine sürttüm. Bir yumruk daha indirdim önümdeki kum torbasına. Sonra bir yumruk daha. Ardı ardına yumruklar indirmeye başladığımda Umay torbayı bıraktı.

“Sinirlerin neden böyle olduğunu sormayacağım bile. Seni anlamakta kesinlikle zorlanıyorum.”

Umay’a cevap vermedim. Derin bir nefes aldım ve bir yumruk daha kum torbasına attım. Geri geri giderek tekme savurdum bu sefer de. Kum torbası tutulmadığı için yerinde sallanırken kendimi yere bıraktım. Yorulmuştum.

Elimindeki eldivenleri ağzımla bağcıklardan birini çözdüğümde çıkardım ve serbest olan kalan elim ile diğerini de çözdüm.

Bugün kapalı olan spor salonundaydık. Nasıl olduğunuzu sormayın. Her arkadaş işe yaramaz değildir. Sabahleyin ne yapacağım diye düşünürken Umay aramıştı. Onu da alıp buraya getirmiştim.

Dünkü olaylar acayip derecede hızlı ilerlemişti. Babamn halen bir asker oluşu ve bunu bizle gizlemesi, Roket Dönerci’ye giderken ki yaşadıklarım, karşılaştığım kişilerin birer tim olması -Demir adı altındaki bahsinde orda olmasını bile söylemiyorum- ailem benden birşeyler saklıyor oluşu ve kardeşimin aniden şehir dışına çıkışı. Her bir olay tuhaf ve asılsız gibi geliyordu bana.

“Gazi nasıl?” Başımı kaldırıp Umay’a baktım. Ellerimi her iki yanıma koyarak destek alıp kendimi geriye yasladım.

Başını yana yatırıp dudak büzdü bir yandan da omuz silkerek. “İyi. Evde halamın yanında bıraktım.” dedi.

Gülümsedim. “Çok tatlı bir çocuk.” Umay öyledir dercesine başını salladı. Çok tatlı ve soğuk kanlı bir çocuktu. İlk onu Umay’ı almaya gittiğimde bir duvarın üzerinden ağlarken bulmuştum ve gözlemlemiştim. Gerçi orda Gazi’nin neden durduğu ve neden ağladığını dair hiçbir fikrim yoktu.

Dizlerinin karnıma kadar çekip ellerim ile kenetledim. “Size ilk geldiğim günü hatırlıyor musun Umay?” Umay hatırladığına dair mırıltılar çıkardığında etrafa baktım. “Gazi o zaman bir duvarın üzerinden ağlıyordu. Neden olduğunu biliyor musun?”

O sırada içeriye elinde üç bardak kahve ile bize doğru gelen Ekim ile durduk. Elindeki servis tepsisi ile bizim yanımıza gelirken alana çıktı ve tepsiyi yere benim yanıma bıraktı. Soruma cevap alamamıştım. Derin bir nefes aldım. Sonra alırdım.

Ellerini iki yanına koyarak bana ters bir bakış attı. “Bugün buranın kapalı olması benim tatil yapmam demek. Çalışmam demek değil.” Diye sitem ettiğinde gülümsedim.

Kendi kahvemi elime alıp bir yudum içtiğimde önüme gelen tutamı arkaya attım. Umay ve Ekim de benim gibi önüme çöktüklerinde kahvelerini ellerine almışlardı.

“Gelmeyince de neden gelmedin diye kızıyordun. Şimdi ise geliyorum diye mi kızıyorsun?“ Kahvemi önüme bıraktım. Bağdaş kurup oturdum bu sefer.

Göz devirdi. Kendini biraz geriye çekti. Ayaklarını kendine çektiğinde ise kendini ipe yasladı. “Gel tabii gel. Bir dahakine ben,” gözleriyle yanımı işaret etti. “ o boks eldivenlerini takar seni kum torbası niyetiyle yumruklarım. Sinirlerimi bozma Mira.” Dediğinde kahkaha attım. Bu kız benim kızımdı.

“Sizin şimdi nasıl tanıştığınızı anlamadım. Hem nasıl tanıştığınızı hem de nasıl bu kadar kafa dengi olarak birbirinizi bulduğunuzu.” Umay merak dolu bakışlar ile bize bakarken.

Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. “Çok eskiden bir görev sırasında tanışmıştık.” Dedi, Ekim. Başımı Ekim’e çevirdiğim de Ekim’in de benim gibi gülümsediğini fark ettim.

Umay şaşkın bakışlar ile Ekim’e dönüp. “Sende mi askersin!?” dedi.

Yüzümdeki buruk tebessüm solarken Ekim’in bu soruya nasıl cevap vereceğini çok merak ettim.

Ekim gözlerini kaçırdığın da Umay da kahvesini eline alıp bir yudum içti. Fincanı elinde tuttuğunda ağız kısmında daireler çizmeye başladı. “Eski asker.” Dedi.

Umay çaktırmamaya çalışsa da Ekim’in bakışlarından bir şey olduğunu anladığı için yüzü düştü. Bunu görmek tuhaf hissettirdi bana.

Konuya el atmak için öksürdüm. “Ekim de o zaman bir görevdeymiş.” Diye söze başladım. İkisinde anında bana bakarak beni dinlemeye başladılar. “Bizim amacımız o görevde adamı sağ çıkartıp komutanlığa teslim vermekti.” Diye devam ettim cümleme. Ekim’in gülümsediğini gördüğümde yerimde dikleştim. Kahvemi yanıma bırakıp Umay’a baktım. Umay dikkatlice beni dinlemeye devam ediyordu. “O gün işte görev bölgesine gittik ekipçe. Üzerimizde kamuflajlarımız ve askeri üniformalarımız yok tabi. Oraya uygun takımlar, elbiseler giymişiz.” Diye devam ettim.

O anı yaşıyormuş gibi içim kıpır kıpır olmuştu. Ekim kıkırdayarak Umay’a döndü. “Bende o sıra yılbaşı gecesi bahanesiyle toplanan bir gurubun içerisinde bir kadının yerine geçmek zorundaydım. Görevim bilgileri toplamaktı. Plastik makyajlar ile kendimi tam olarak o kadına benzetmiştim. Toplantı zamanı vardığımda ise tim benden önce gelmiş yerleşmişlerdi konuk kılığında.” diye devam etti.

Gülümsedim. Bu kıza yaptıklarım aklıma gelince ise gülümsemem sırıtışa döndü. “Toplantı olacağı kata çıktım kolay bir şekilde. Kimsede bir terslik olduğunu sezmemişti. Toplantıdan gereken bilgileri o sırada topladığım sırada ise içeriye büyük bir baskın yedik.” Dediğinde gülmeye başladı. Dudaklarını ısırdı.

Umay yandan yan dan kıkırdadığında göz ucuyla bana baktı. Ekim başını aşağı yukarı salladı. “Aynen Umay. Yani düşündüğün kişi tarafından bir baskın yemiştik. Bu baskın benim bilgim dışındaydı. Çatışma sesleri yükseliyor bir yandan etrafta kargaşa içinde; yöneticiler, toplantının büyük insanları çıkmak için bir yol arıyorlar bir yandan da silahlarına sarılmışlar olacaklara hazırlanıyorlar. Tüm delilleri yakmaya çalışıyorlar falan fistan. Onların içinde olup önceden tüm bilgileri almam işimi kolaylaştırmıştı en azından.” Dediğinde kıkırdamaya başladı. “İtlerin bende haberleri yok. En komiği de bu oluyor biliyor musun? Kendilerini bir bok sanırlar ve her şeyin önlemini aldıklarından emindirler. Bilmedikleri bir şey vardır ama; Türk askerleri için hiçbir şey imkansız değildir. Bir kesik bulurlar ve o kestikten sızmayı illaki başarırlar.” Dediğinde gururlu bir şekilde başını kaldırıp gülümsedi.

Yüzümde buruk tebessüm büyüdü. “Bizimde haberimiz yok bu durumdan aslında. Toplantının yapılacağı odanın kesinliği den emin olduktan sonra odayı bastık. Ani bir çatışma yaşamamak için de silah doğrultan herkesi omuzlarından, bacaklarında veya karın boşluklarından vurduk.” Dediğimde dudaklarımı ısırdım. Devam etmedim cümleye.

Umay gözleri kocaman bir şekilde bize baktı. Birden her şey yerine oturmuş gibi bir şok daha geçirip Ekim’e baktığında yerimde rahatsız bir şekilde kıpırdanıp son bir yudum daha içtim kahvemden. Umay için bunlar birer tuhaflıktı oysaki.

Ekim sol omzunu açtı. Kurşun izinin olduğu, dikiş izinin belli ettiği o yeri Umay’a gösterdi, en ters bakışlarını bana yollarken. “Evet. Can yoldaşlarımdan mükemmel bir hatıra.” Dedi. “Normal insanlar gibi bir mağazada, alışveriş merkezinde ne bileyim yolda tanışmak varken kaderin bana yüz çevirişi kurşundan daha çok canımı yaktı.” Diye bitirdi cümlesini.

Kesinlikle bizim suçumuz değildi. Onu zaten o göreve gönderilen bir timin olduğunu bilip veya bilmeden beni ilgilendirmez, o göreve gönderen TSK’ya sormak lazımdı. Biz sadece verilen emiri uyguluyorduk.

Umay. “Her mağazada veya AVM’de tanışmalar da normal bir şekilde tanışmıyor ya.” Dediğimde hepimiz güldük bu dediğine. Haklıydı. Bizde bunu biliyorduk. Denemiş ve görmüş de olmuştuk sanırım.

“O da bize silah doğrultmuştu. Türk askerine silah doğrultan oradaki her kes gibi onu da vurduk. Halen neden doğrulttu şunu anlamamış durumdayım ama o an herhangi bir ajan bilgisinde bize gelmediği için suçun da bizde olduğunu düşünmüyorum.” Diye araya girdim. Bir yandan da tepkisini ölçüyordum. Hâlen o kurşunu yediği için bana sinirli olduğunu biliyordum çünkü.

Öne doğru eğildiği. “O itlerin arasında ne yapmamı bekliyorsun? Silah benim tek güvencemdi.” Dedi. “Hem her silah doğrultan düşman mı? Sen nasıl bir askersin!?”

Göz devirdim. “Düşman kaynayan bir yer için ne kadar makul bir cümle oldu ama.” Gözlerimi kıstım. “Hem görünüşe bakılırsa silah nipel bir güvence olmamış gibi.”

Silah tek güvencesiymiş. Oysaki o işlerin arasından kolayca sızışabilecek bir kapasiteye sahipti. Kullanmasına bilene tabi.

Yerimden doğrulmadan önce kahve fincanı tepsiye yerleştirdim. Umay ve Ekim’in de bardaklarını tepsiye yerleştirdikten sonra boks eldivenlerimi de yerden alıp kalktım.

“Ekim sen tepsiyi alıp onları mutfağa götürürken bende bir lavaboya uğramam lazım. Bana eşlik eder misin?” Her ikisi de aval aval bana bakarken Ekim’e gözlerim ile çıkışı işaret ettim.

Başımı eğip iplerden kurtuldum. İplerin arasından geçtiğimde yere atladım. Boks eldivenlerini bulduğum ilk boş alana koyup Ekim’in inmesini bekledim alandan. Kısa bir süre sonra Ekim elinde kahve fincanların bulunduğu tepsi ile birlikte alandan atlayıp yanıma geldiğinde şaşkın bakışları üzerimdeydi.

O bakışlara şimdilik cevap vermeyip Umay’ döndüm. “Hemen geliriz.”

Kolumu Ekim’in koluna geçirip çekiştirdim yanımdan. Spor salonundan çıkıp mutfak ve diğer bölümlerin ayrıldığı alanın tam ortasına geldiğimizde durdum. Daha doğrusu durmak zorunda kaldım.

“Ne olduğunu anlatmayacak mısın? Niye bu kadar tuhaf davranıyorsun?” Kaşlarını çatıp elindeki tepsiyi banka koydu. “Tamam anladık beni seviyorsun hatta aşıksın ama kızı da yalnız bırakmasaydık.”

Alaya aldığı hiçbir şeyi umursamadan direk söze girdim. Yaklaşık 9 saatten az kalmıştı toplantıya. “Yardımına ihtiyacım var.”

“Kafayı mı yedin!”

Başımı iki yana salladım. “Kafayı falan yemedim. Yıllardır o adamı aradığımı biliyorsun.” Yıllardır o adamı arıyordum. Yıllardır o adamın peşindeydim. Sonunda ise böyle bir fırsat varken bırakamazdım.

Mutfakta tezgâhın üzerine tepsiyi koydu. “Ve yıllar sonra peşini bıraktığın adam. Evet biliyorum. Neredeyse iki yıl oldu Mira. Mira o adam ve kardeşi yüzünden şu anda görevini bırakmış durumdasın farkında mısın?” Yutkundum. Haklıydı ama bir yandan da haksızdı.

Önünü bana döndüğünde kendini tezgâha yasladı. Bende yanına ilerleyip kendimi geniş adaya tam karşısına yasladım sırtımı. “Haklısın ama bir konuyu kaçırıyorsun.” dedim.

Dikkatlice beni dinlemeye koyuldu ama yüzündeki ‘öyle mi dersin?’ dercesine alaylı bir ifade vardı. “Evet yıllar sonra peşini bıraktım; çünkü artık asker değilim. Kafamı toplamam lazımdı. Topladım diyemem ama önceki günlerde göre katbekat fark atarım. Ama,” dediğimde dikleştim. “ o adamların bu patlama ile bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Aksi, bu patlamada Omar’ın da kardeşi patlamada ölü bulunan sayılı kişilerden biriydi. O iti korumuyorum. Sadece bir yerde mantığa yatmayan şeyi dile getiriyorum.” Dedim. “Bir şeyi bizden bas baya saklıyorlar.”

Kaşlarımı çattım. Elimle anlımı ovuşturdum. “Benim kadar o da bu patlamanın kurbanlarından biri ve eğer şu zamana kadar yaptığı her türlü felaketlerden bir şey anladıysam o da intikam almayı sevdiğidir. Kurban olayı sevmez. Ya kurban seçer ya da kurban seçerdi.” Başka bir seçenek yoktu onun için. Ya kurban olduran ya kuran olduran.

O patlama yüzünden görevimi bırakmıştım. Ama işin içinde o patlamanın nedeninin halen bilinmemesi gibi bir sorun vardı.

Omar denen itin de kardeşi orada ölü bulunmuştu. Kardeşine bağlı biriydi. Kardeşini öldürecek kadar kafayı yememişti en son hatırladığım kadarıyla en azından. Hem neden bir uçak kazası ile kardeşini öldürmeye kalksın. Ne işine yarayacaktı kardeşinin ölümü? Bu işin içinde başka bir şey vardı.

Kollarını göğsünde birleştirdi, Ekim. “Pekâlâ belki de sadece Okey oynamak için toplanıyorlardır? Ne bileyim karılarını konuşmak içindir belki de. Kim daha çok para harcıyor falan?” Bıkmış bir nefes dışarı verdim. “Tamam ya belki de onca yıl kaçıştan sonra adam sıkılmıştır ve sadece oyun oynamak istiyordur bizlerle.” Dediğinde devam etti. Omuz silkti. “Büyük oyun.” Kollarını çözüp her iki yanına tezgâha koyup destek aldı yaslanırken.

Büyük oyun. İçimden bu cümleye güldüm. “Var mısın? Yok musun Eryiğit?”

Kaşlarını çattı. Eliyle yüzünü kapattı. Yarı sitem yarı alayla. “Şu soy adımı sırf beni gaza getirmek için kullanıyorsun değil mi?” Elini yüzünden çekip bana baktı. Yüzündeki o eski kadını görmek beni gereğinden fazla heyecanlandırdı. Tezgâha yaslanmayı bırakıp bir adım bana doğru attı. “Çünkü gereğinden fazla ile işe yarıyor. Varım.” Evet diyeceğini biliyordum.

Gülümseyiş bir adım bende doğru atıp Ekim’e sarıldım. “Teşekkürler.” Diye fısıldadım kulağına. Kollarını o da benim belime sararken aynı benim yaptığım gibi kulağıma fısıldadı. “Eskiden az öldürmeye çalışmadık değil mi? O zaman da ben vardım. Şimdi de ben varım. Hem olmazsam bu aksiyon dolu anlarda çatlarım, bana da yakışmaz.”

Gülümsedim. Bu kız tam bir çatlaklı. Kollarımızı birbirimizden ayırdığımız da dışarıyı işaret etti. “Arkadaşı bekletmek de yakışmaz.” Sanki beni hiç bekletmiyormuş gibi.

Spor salonunun koridorlarında ilerlerken aklımda tek bir şey vardı. Babamın bu işin içinde ne derecede olduğu. Adımlarımı Ekim’in adımlarından daha yavaş tuttum. Necat abinin her şeyden haberi var mıydı mesela? Bildiği halde babam hakkındaki şeyleri benden, bizden saklamış mıydı?

Kafamın içerisindeki düşünceyi bir kenara bırakıp şu ana odaklandım. Umay alandan çıkmış ve koşu bandının üzerine geçmiş koşuyordu gördüğüm kadarıyla.

Ekim önden hızlı adımlar ile Umay’ın arkasında ilerlerken bende onun arkasından yavaş adımlar ile takip ettim.

Umay’ın arkasından sinsice yaklaşıp dokunduğun da Umay koşu bandına tutunup düşmemeye çalıştı.

Umay, “Ekim!” sitemle karışık kızgın bir ton ile bağırmıştı.

Ekim bandın önüne geçip ayarlara baktı. “Ne çok yavaş ilerliyorsun biraz koşmaya ne dersin? Arkandan köpek seni kovalıyormuş gibi düşün bu koşuyu.”

Güldüm. Ben onların yanına varmışken Ekim ayarlarla biraz daha uğraştı. Umay bir çığlık attı. Koşu bandı biraz daha hızlandı o arada.

Umay, “Ekim! Abim beni öldürecek bir yerimi kırar isem. “ daha sıkı tuttu bandı “ Zaten bir eve hapsetmediği kaldı. Yavaşlat şunu. Allah’ım sana geliyorum tez vakit yanındayım. Cennete gitmek istiyorum. Ama cehenneme de gidebilirim. Çok günah işledim ben! En büyük günahım yengemin üstlerini parçalamak sonra ise bahçedeki kediye suçu atmaktı.” Ağzım açık bir şekilde Umay’ın dediklerini dinlerken Ekim’in de benden farksız bir halde olmadığını gördüm.

Umay delicesine koşmaya devam ediyordu. Ekim ayarları yavaşça kıstı. Tamamen durduğunda ise Umay halsiz bir şekilde koşu bandını üzerine oturdu.

“Sen yengemin üstlerinin hepsini yırtıp yakalanınca da suçu bahçedeki kedi ye mi attım dedin ben mi yanlış duydum? Ya ben sağırım ya da şizofreniyim.” dedim. Yanlış duymamıştım sanırım değil mi? Öyle demişti.

“Bende aynı şeyi duydum sanırım. Ve yine sanırım ki şizofreni yolunda ilerliyoruz kardeşim.” Dedi Ekim başını aşağı yukarı sallayıp dudak büzerken. Kesin şizofreniydik.

Umay derin nefes alıp vermeye başladı. Elini kalbine götürüp kalp atışlarını baktı. Sonra ise gözleri açıp etrafa baktı. Dediklerimizin hiç birini duymamıştı değil mi?

Etrafta bir tuhaflık varmış gibi kaşlarını çattı. Bakışları bizi bulduğum da ise, “Cennet böyle bir yer mi? Yoksa ben yaşam ve yaşam dışı boyutta sıkıştım mı? Siz de mi öldünüz?” dedi Umay. Saçmalıyordu ve sanırım ne dediği konusunda kendisinin bile haberi yoktu.

Ekim eliyle yerdeki Umay’ı işaret etti. “Şimdi sen,” Bizi işaret etti sonra da Umay onu izlerken. “Günah mı çıkardın bize dediklerin ile?” diye bitirdi cümlesini şaşkınlıkla.

Sanırım o tarz bir şey olmuştu az önce. Yanlış anlamadıysam. “Ben günah mı çıkardım?” Sesindeki şaşkınlık şaka değildi. “Ne dedim?” Ellerini koşu bandının üzerine koyarak gerdi kendini. Biz bir şey demeden bu sefer gözleri kocaman büyüdü. Sanırım dediklerini hatırlamıştı. Başını kaldırıp ikimize baktı. “Dediklerim kesinlikle doğru değildim. Öyle bir şey yapmadım. Kedi yapmıştı onu cidden.”

Başımızı aşağı yukarı salladık. Kesinlikle kedi yapmıştır falan filandır. Bu kıvırışa kesinlikle inanmamıştık.

“Bakıyorum da yengelerden nefret ediliyor ha? Dayının karısı mı? Yoksa amcanın mı?” Ekim kendini Umay’ı yanına koşu bandının üzerine yerleştirdi.

Umay, “İki abim var. Yani abimin karısı. Yengelerden nefret ediliyor demeyelim hem,” burnunu buruşturdu. “Davranışları tuhafıma gidiyor. Fazla şey davranıyor,” uygun bir kelime ararken Ekim devam ettirdi cümlesini. “Yapmacık ve sinir bozucu mu davranışları?”

Ben ilk gördüğümde o kadını böyle bir şey sezmemiştim. Halen de öyle olduğunu düşünmüyordum. Ya Umay fazla kıskançtı -ki hiç öyle bir şey olduğunu sanmıyorum- yada abisine fazlası ile düşkün olduğu için ona uygun olduğunu düşünmüyordu. Şöyle bir bakışlarına bakınca ise... Sanırım hiçbiri değildi.

Umay, Ekim’e baktı. Nerden bildiğini sorgulamadı. Başını aşağı yukarı sallayarak Ekim’i onayladı sadece. “Aynen öyle. Bana göre sevgisi bile yapmacık.” Bana baktı. Arkamı duvara yasladım. “O gün Gazi’nin kaybolduğu gün sende vardın. O gün dördüncü kez Karya’ya yani yengeme emanet etmişti abim Gazi’yi ve üçüncü kez kaybedişiydi. Genelde ya birlikte bakarlar Gazi’ye. İşleri olduğu zaman birinden birinin ise ya halama emanet ederdi. Ya da bana. Yalniz zorunda kalmadıkça ikisini yan yana bırakmazdı bile. Abimde bbiliyor sevmediğini çünkü.” Dedi.

Kaşlarımı çattım. Kollarımı göğsümde bağladım. "Gazi çocuğu değil mi? Neden sevmediğini düşünüyor?” dedim. Bir insan çocuğunu neden sevmezdi ki?

Ağzını araladı. Sonra ise ne diyecekse o an vaz geçti diyeceği şeyden. “Bir insan çocuğunu, sevdiği çocuğunu 3 kez ardı ardına kaybetmez. Ne olursa olsun.” diye cevap verdi. Haklıydı. Ama çocuğunu kaybetmesi de onu sevmediği anlamına gelmezdi öyle değil mi?

Her insan çocuğunu dalgınlık ile kaybedebilirdi. Çok doğal bir şeydi bu. Hele ki rahat bir anne ise. Ama rahat olması da çocuğunu benim gözümde sevmediği anlamına getiremezdi.

Kısa kısa sohbetler ettik biraz daha. Konuştuk. Birbirimize kendimizden bahsettik. Sevdiğimiz şeyler veya ailemiz ile ilgili konular açtık. Bazen tartıştık. Bazen güldük. Bir süre sonra ise Umay’ın eve dönmesi gerekmişti. Sonra ise hepimiz dağılmıştık.

⋆.˚🦋༘⋆

Elimdeki silahı kaldırıp önümdeki atış tahtasına hedef aldım. Beş saatten az kalmıştı. Beş saatten az kalmıştı ve biz halen planı sorguluyorduk.

Anladığım kadarıyla asıl amaçları bugün oradan Hüseyni’yi canlı ya da cansız ele geçirmek olacaktı. Ne için böyle bir şeyi yapacaklarına dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama eğer işin içinde babam varsa ve babam halen askerliği bırakmadıysa -ki öyle gibi- görev emrini de o verdiyse Hüseyni’yi ne olursa olsun canlı yakalamak isteyecektir ne için istedikleri önemli değildi. Kendisinin bu ile bir ayrı derdi var gibiydi. Ben ise Omar dan alacaktım.

“Omar’ı diyelim ki bir şekilde kaçırdık. Sonra ne yapacağız? Eve mi getireceğiz?” Sırıttı. “Benim ev olmaz. Asla bir kansızı evimde barındırmam.” Bana baktığında sırıtışı daha da büyüdü. “Sende hiç kalamaz babam öğrenir ise sana ne yapar düşünemiyorum bile.” Derken kastettiğinin bana zarar vermemesi olduğunu ikimizde anlamıştık. “Askeri bir ekibin orada olması ve bu emrin bizzat baban tarafından verilmesi konusuna hiç girmiyorum bile Mira. TSK’ya bağlı bir görev biçiminde oluşu hele ki.” Başını iki yana salladı.

Elindeki makaralı çakısını son kez kontrol edip keskinliğinden emin olduktan sonra giydiği yeşil rengiyle dikkat çeken ve straplez bir tasarıma sahip olan elbisesinin altındaki garteraya gözükmeyeceği şekilde yerleştirdi.

“Yakalanırsak başımıza bela alırız Mira.” Ayağa kalktığında göz ucuyla bana baktığını gördüm.

Namluyu hedef tahtasının tam ortasına nişan alacak şekilde tuttum. Derin bir nefes alıp verdim. “Yakalanmayacağız.” İçimden dörde kadar saydım. Ve ateş ettim. Susturucunun ucundan çıkan kurşun tiz bir etki ile tahtaya saplandı. Tam isabetti.

Üzerimde simsiyah bir elbise vardı. Gecenin içinden süzülür gibi parlıyordu elbisem adeta. Simsiyah, ama öyle sıradan bir siyah değil; her adımımda üzerimdeki minik parıltılar bir yıldız gibi kıvılcımlanıyor, sanki gece göğünü üzerime giymiş gibiydim. Kumaşı ağır ile değildi arasındaydı ama vücuduma öyle ustaca oturmuştu ki, taşıdığım her gramıyla zarafetimi hatırlatıyordu bana. Straplez kesimi omuzlarımı ve boynumu ortaya çıkarıyordu; boynumdaki ince kolyeyle birlikte, kendimi bir tablo gibi hissettim.

Etekleri kat kat dökülüyordu, adım attıkça aralanan kumaşlar bacaklarımı zarifçe gösteriyordu. Bileğimdeki taşlı bileklikle uyumlu, neredeyse dramatik ama bir o kadar da asil bir görüntü veriyordu. Elbisemin bel kısmı vücuduma oturuyor, sonra aşağıya doğru zarifçe açılıyordu. Yürürken merdivenleri inip çıkarken kumaşın hışırtısı neredeyse bir müzik gibiydi kulağımda.

Çatışmadayken rahat hareket etmemi sağlayacak, hareketlerimde herhangi bir aksaklık yaşamama izin vermeyecekti hem de davetiye için gayet uygun bir elbiseydi.

Umay’ın üzerinde ki elbise, satenin o yumuşacık dokusuyla tenine usulca sarılıyor, zeytin yeşili rengiyle adeta doğanın kendisine yakışan en asil tonunu taşıyordu. “Bu elbise beni anlatıyor,” demişti kendi kendine. “Sade ama iddialı, yumuşak ama kararlı…”

Straplez kesimiyle omuzlarını ve zarif boynunu ön plana çıkarıyor, beli saran kuşak ise figürünü vurgulayan zarif bir dokunuş katıyordu. O kuşağın yanındaki minimal çiçek detayı, elbisenin zarif ihtişamına feminen bir masumiyet katmıştı. Kumaşın yüksek yırtmacı, yürüdükçe bacağını zarifçe gösteriyor; bu detay, onun kendine güvenini taşıyan güçlü duruşuyla bütünleşiyordu. Aynı zamanda hem olası sorunda hareketlerini kısıtlamayacaktı. Hem de davetiye için olabildiğince iyiydi.

Silahı aşağı indirip gülümsedim. Paslanmak kesinlikle kurallarıma aykırıydı.

Ekim kendi etrafında dönüp çakıyı ne derecede hızlı alabileceğini kontrol etti. Sorun olmadığını kanaat getirdiğinde ise bana döndü tekrardan. Hemen arkamda kalan atış tahtasındaki atışı görünce ise gülümsedi.

“Kötüyü çağırmayalım o zaman. Yakalanmayacağız.” Hafif bir mırıltı ile Ekim’i onayladım. Tahtadaki atışı gösterdi gözleri ile bu sefer. “Paslanmışsındır sanıyordum.”

“Bu atışa kadar bende öyle sanıyordum. Sorgulama.”

Silahımı elbisemin atındaki gartere sıkıştırdım. Hareket edişimi etkileyip etkilemediğini de ileri geri adımlar ile tarttığımda sorun yaratmayacağını var sayıp dik durdum.

Plan basitti. Yıllar sonra peşini bir şekilde bıraktığım adamın – ara verdim demek daha makul – tekrar peşine düşüyordum. Ne olursa olsun; canlı, cansız, yaralı olup olmaması ilgilendirmiyordu. Onu babamın yolladığı ekipten önce yakalamam lazımdı. Yıllar sonra onca katliam yüzünden peşinde olduğum adamı yakalayamayıp her türlü sıyrıldıktan sonra şimdi bir davetiyede olup onu ecelini beklemesi ise çok tuhaftı. Onun bizden haberi yoktu belki de. Peşine düşme konusunda; ismimizi illaki duymuş olacaktır tabi ki de.

“İki kişiyiz. Onlar ise yüzlerce kişi olacak. Omar korumaları olmadan bir yere çıkmaz adım dahi atmaz bunu en iyi sen biliyorsun.” Dediğinde onu onayladım. “Öyleyse iyi bir planın olmalı?”

Gülümsedim. Plan pek beklediğim bir anda gelmemişti aklıma ama işime kesinlikle gelmişti.

Elimdeki çakıyı kaldırıp Ekim’e doğrulttum “Bundan sonra geri dönüş yok.”

“Geri dönüş arayan yok.”

✮⋆˙

Hisler… İnsanın en eski dili belki de. Kelimelerin bile sustuğu, mantığın adım atamadığı bir yer. Gözyaşının konuştuğu, bir bakışın bağırdığı, sessizliğin bile yankılandığı o iç dünya. Her şey orada başlar. Bir kıpırtı… Göğüs kafesinin tam ortasında, adını koyamadığın bir titreşim. Ne sevinçtir tam, ne korku. Ne aşk, ne de özlem. Ama vardır. Oradadır. Hissedersin.

Bazı hisler sessizce gelip yerleşir insanın içine. Tıpkı sabahın ilk ışığı gibi; fark etmezsin ama yavaş yavaş aydınlatır seni. Bazılarıysa bir fırtına gibi çarpar duvarlarına. Nefesini keser, dengeni bozar, seni seninle yüzleştirir. Kaçmak istersin ama kaçamazsın. Çünkü his, senden kaçmaz. Seninle yürür, seninle susar, seninle uyanır.

Kimi zaman tarifsiz bir mutluluk sarar bedenini. Gözlerin ışır, dünyaya gülümsemek gelir içinden. Sebep aramazsın, çünkü bilirsin: hisler mantıkla değil, varoluşla ilgilidir. Ama bazen de karanlık çöker içine. Hiç kimseye anlatamayacağın bir ağırlık. Gülüşlerinin altına sakladığın bir yorgunluk. Görünmeyen, duyulmayan ama iliklerine kadar hissettiğin…

İnsan hissettiği sürece yaşar derler. Belki de doğrudur bu. Çünkü bir an gelir, hiçbir şey hissetmemek en korkutucu olandır. Ne acı, ne öfke, ne sevgi… sadece boşluk. Ve işte o zaman, insan sadece nefes alır ama yaşamaz.

Hisler, insanın kırılganlığını hatırlatır. Gücünü de... Birine duyduğun özlem, seni parçalarken bir başka sevgi seni ayağa kaldırır. Bir anı acıtırken, bir hayal teselli eder. Ve bazen tek bir his, bir insanı baştan sona değiştirebilir.

Derin bir nefes alıp verdim. Benimde içime öyle bir his oturmuştu ki ne kelimeler anlatmaya yeter nede bir başka şey. İçimde bir kurt yerleşmişti sanki. Beni kemirip duruyordu. Ne olduğunu tam anlayamıyordum ama iyi bir şey olmadığını biliyordum.

Yanımdaki Ekim’e baktım. Planı anlattığımdan beri benim aksime stresli gözükmüyordu. Ben ise planı anlatırken bile stresliydim. Konuşmuyordu bile, hatta gereğinden heyecanlı gözüküyordu. Şu ana kendini bırakmış gibi gözüküyordu. Arabanın içerisinde elini pencereden sarkıtmış rüzgarın tenine değişini hissediyordu.

Önümdeki yola odaklandım. Turgut abi ricam ile bugün bizi buraya getirtmişti. Necat abiye güvenemezdim. O gün babamın odasındaki konuşmaları hâlen aklımdaydı. O günkü konuşma bile olmasa babamın sol kolu olduğu için ona güvenemezdim. Her an babama yumurtlaya bilirdi.

Araba kısa bir süre sonra 3 katlı tek bir mekanın önünde durdu. Etraf kalabalıktı içeriden gördüğüm kadar. Davetliler ve davetlilerin yanlarında getirdikleri korumaları. Normal bir davetiye için fazla korunaklı değil miydi? Bunu dışardan bakan biri rahatça görebilirdi ama kendileri sanırım asla.

Turgut abi arabadan çıkıp ilk kendi tarafında olan Ekim’in kapısını açtığında ona çıkmasına yardım ettikden sonra benim tarafa ilerledi. O gelmeden kapıyı açıyordum ki yapacağım şeyi önceden anlayıp işaret parmağını uyarırcasına salladı. Elimi geri çektim.

Araba kapısını açıp kenara çekilerek elini uzattığın da gülümseyerek elini tuttum. Ayaklarım yere ile buluşurken. “Abi bundan hoşlanmadığımı söylemiştim. “ dedim.

Elimi kavrayıp çıkmama yardımcı oldu. Elbisemden tutup bir yere takılmadığından emin olduğumda ise kapıyı kapattı.

“Kibarlık öğren biraz.” Göz kırıp beni birazcık ileri ettiğinde şoför kapısına ilerledi. “Sen bilmiyorsun ama sana gösteriyoruz insan birazcık bizden kapar”

Yandan ters ters bakışlar yolladım. Kibardım ben bir kere. En azından bir notaya kadar netdim. “Kibarım ben bir kere.” Dedim ama yinede.

Turgut abi ben bunu söylerken çoktan arabaya binmişti bile. Pıtı pıtı yürüyüp önümde duran Ekim’in yanına ilerledim. Öyle bir derin nefes çektim ki içime o an sanki tüm oksijeni ciğerlerime çekmişim gibi başım döndü bir an. Ama ustaca dışarı yansıtmadım.

İçimde ki his beni diri diri toprağa gömüp üzerime kum atıp beni güçsüz hissettirirken; Omar’a olan öfkem beni deliye çeviriyor, onu öldürdüğüm an zihnimde canlanınca ise bir fırtına kopuyordu içimde ve o kumlar üzerime dağılıp etrafa saçılıyordu.

“Hazır mıyız?” diye fısıldadı Ekim. Elini önünde birleştirmişti. Dışarıyı inceliyor gibi gözüküyordu ama insanları incelediğine emindim. Gözleri adeta insanları yıkıp geçiyordu.

İçimden ‘emin değilim” diye cevap verdim. Etrafıma baktım. Çoğu tanınan sözde ‘saygıdeğer’ insanlardı. Tanınan iş hayvanları, her türlü kaçakçılıktan adı geçen ve hiçbir zaman yakalanmayan hayvanlar, katiller. Tanıdıklarımın hepsi buradaydı neredeyse.

“Evet.” İçerden dışarı çıkan adamı gördüğümde ise Ekim’i dürttüm aynı anda. “Ve başladık.”

Elinde telefonu ile biri ile konuşuyordu. Konu pek hararetli gözüküyor gibiydi sanırım. Ekim ile kısa bir an göz göze geldiğimizde aynı anda ileri doğru adımladık. İnsanların gözleri bizdeydi ama. Büyük ihtimal le bizi tanımadıkları içindi veya daha önce hiç görmedikleri için. Belki de ikisi de.

Her adım da git gide daha çok o adama yaklaşıyorduk. Gözlerimi yerden kaldırıp önüne baktığında ise göz göze gelmiştik. Kaşları çatıldı. Telefondaki ne bir şeyler daha diyip kapadı. Onun adımları da bize doğru ilerledi. Bir kaç adımlık mesafe kalınca ise durduk.

Gözleri üzerimizde baştan aşağı gezi ince rahatsız oldum ama belli etmeden aynı şekilde karşılık verdik.

“Davet ettim ama doğruyu söylemek gerekir ise geleceğine hiç kanaat getirmemiştim, adı bela olan kadın.” Sesindeki şaşkınlık cidden de gelmiyeceğimi düşündüğünü gösteriyordu. Elini uzattığın da gülümseyerek elini sıktım.

“Bela demeyi bırakırsanız birde çok sevineceğim. Adım, Mira.”

Dün gelen kişi o gün davetiyede ki adamdı. İlk gördüğümde sekreye uğramıştım. Beni gördüğünde yüzünde şu anda olduğu gibi bir gülümseme ile ev adresimi o günkü münazaradan aldığını açıklamıştı.

Evin giriş kapısına ilerlediğimde dışarıdaki araba farları içeriye vuruyordu ve evin loş havasını bozuyordu. Kapının tam ortasında geride durduğumda kişiyi göremiyordum ardı ardına duran arabanın ışıkları yüzünü karanlığa gömüyordu.

“Sen kimsin?” dedim bir adım gerileyerek.

Başını kaldırıp bana baktığını hissetim. Bir adım öne doğru attı ve bir adım daha. Yüzü görüş alanıma girdiğinde yüzündeki gülümseme ile. “İyi akşamlar genç bayan.”

Ağzım şaşkınlıkla açık kaldığında önümdeki kişiye baktım. Nasıl olurdu?“Sen kimsin?” dedim bir adım gerileyerek.

Ağzım şaşkınlıkla açık kaldığında önümdeki kişiye baktım. Nasıl olurdu?

“Sen.” Dedim kekelememeye dikkat ederek.

“Bu kadar şaşıracağınızı bilsem daha önceden haber verirdim.” Bir adım daha attı. “İyi akşamlar adı bela kadın.” Elini uzattığın da bana artık tam karşımdaydı. Eline baktım. “Ben Araf. Tekrardan memnun oldum.” Bakışlarını elinden çekip yüzüne baktım. Elini tutmalı mıydım, tutmamalı mıydım? Kendime söverek uzattığı eli sıktım.

Yanağımın içini dişleyip “Mira,” dedim “adım Mira.” Soy adımı önceden de söylememiştim. Yine söylemedim. Gerçi evimi bulduysa bilmemesinin mümkünatı yoktu.

Elimi çektim. “Bu saatte burada ne işiniz var? Daha doğrusu evimi nasıl buldunuz?” Arkasında getirdiği adamlarına baktım. Bizim adamlar yabancı adamların etrafında çember oluşturmuştu. “Yoksa?”

İma ettiğim şeyi hemen anlayıp başını yana yatırdı. “Hayır aklınızda ki şey değil,”göz devirdi. Aklımdaki şey ise aldığım tabloydu. “Basit bir tablo için bu saatte kimseyi rahatsız etmem.” Bakışları arkamda bir noktaya takıldı.

“Ev adresinizi münazaradan aldım. Sizi rahatsız ettiysem kusuruma bakmayın,” İçimden baktım dedim. Kusura baktım, dedim ama yine bu dediğimi yuttum.

Eli ile bir işaret verdiğinde adamlarından biri siyah zarfı uzattı. Siyah zarfı elinde bir kez çevirdi. Adamının ona verdiği siyah zarfı bana uzattı bu sefer. Elindeki siyah zarfa baktım. Bu da neyin nesiydi böyle?

“İyi bir koleksiyoncuya benziyorsunuz,” elinde bana uzattığı zarfı işaretettiğinde kaşlarını çatıl zarfı elime aldım. Zarf siyahtı. Üzerinde ise başka bir şey yazmıyorsu.

“Bu nedir?”

“Yarın ki galeri sergisine ait bir davetiye. Sizi orada görmek beni çok mutlu edecek. Böyle bir koleksiyoncuyu görmek bizi şereflendirir doğrusu.”

İçini açmadan elimdeki siyah zarfa bakakaldım. Tanımadığı bir kadına, sadece hayatında bir kez gördüğü bir kadına bir galeri davetiyesi mi?

Çok hoş!?

Elimdeki zarfı geri uzattım. “Üzgünüm ama kabul edemem.” Her ne niyetle olduğunu bilmesen de kabul etmiyecektim. Asla.

Elimde ona doğru uzattığım zarfa kısa bir bakış attı ama almadı geri.

Doğruca yüzüme bakıp “Gelmen konusunda ısrar etmiyeceğim.” Elimde ona uzattığım zarfı işaret etti. “Ama belki fikrini değiştirsin diye zarfı da almayacağım. Eğer gelirsen, rahat ediceksen ise yanında istediğin kişiyi getirebilirsin. Sorun olmaz. Hatta daha iyi olur.” Onun teklifini kabul etmememin nedenini ona güvenmediğimi düşünüyordu. Aslında haklıydı da. Onu ilk gördüğüm andan itibaren güvenmem için bir neden yoktu. Tuhaf biriydi.

Yüzüme zoraki bir gülümseme yerleştirdim, “Pekala. “

Arkama dönüp merdivenlere ilerliyeceğşm sırada aklıma takılan bir soru ile durdum. Elimdeki zarfı her iki parmağının arasında kaşlarım çatık bir şekilde sallarken ona döndüm. O da arkasına dönmüş adamlarını geri çekerken derin bir nefes aldım.

“İyi bir koleksiyoncu olduğumu nereden biliyorsunuz?”

Sesimi duyduğunda adımları durdu. Arkasına dönmeden ise sadece şunu söylemişti;

“İyi bir koleksiyoncu olmanın asıl noktası; bir eserde biri tarafından değer görülmeyen tarafını asıl senin görmendir.”

Bunu dedikten sonra direkmen yukarı çıkmıştım. Bir kaç dakikadan fazla yanında durmak bile tuhaf hissettiriyordu.

Odama gittiğimde odamda yatağımın üzerindeki zarfa uzun bir süre bakmıştım. Önümdeki siyah zarfı açıp açmamak arasında gidip geliyordum. Bir yandan da benim soruma verdiği cevabı düşünüyordum. Açarsan eğer kendimi bu 2 yıl boyunca hiç olmadığı kadar bir kâbusda bulacağımı biliyordum. Açmaz isen zaten bir kâbusun içinde olacağımı hissediyordum. Zaman akarken düşüncelerimin arasında kendimi paralıyordum. Kabul etmek hataydı. Kabul etmemek ise daha büyük bir hata. Ben ise bir hata yaptım belki de sadece sonunda ise dayanamayıp bana verdiği siyah zarfı açmıştım.

Gördüğüm şey kalbimin ritimlerinin hızlanmasına neden olmuştu. Kalbim öyle bir hızlı atmaya başlamıştı ki bir an duracağını sanmıştım. Belki de durmuştu.

Babamın ağzından duyduğum adres ile bire bir aynıydı. O akşam asla gitmem dediğim bir şeyi bir kez daha yapmıştım işte. O adresi görmek benim için her şeyi değiştirmişti. Belki de diğer türlü bu galeri umrumda olmazdı. Bir tık.

Kimi kandırıyorum. Umurumda olurdu!

Şimdi buradaydım tam karşısında beni kendi davet ettiği o galeri sergisindeydim. Her şey güzel olacak demek isterdim kendime ama güzel olmayacağının da farkındaydık.

“Adının ne olduğunu biliyorum Bela.” İçimden kendime küfür ettim. Bela demesinden nefret etmeye başlamıştım. Bela demesine bile bir ayrı tik olmuştum şu anda ben! Hem bela ney Allah aşkına? 90’lı yıllar dizlerin de miyiz?

Dişlerimi sıkarak zoraki bir gülümseme kondurdum yüzüme. Gözleri yanımdaki Ekim’i bulunca anında Ekim’e baktım. Kendisi mal mal adama baktığını gördüğüm de ise göz devirdim. Böyle bakmaması gerek ama. İşi başlamadan bitirir ise onu gebertirdim!

Şuanda karşımdaki adamı hain, terörist veya her ne olarak görüyor ise konuşmayacağına emindim. Buda onun lanet bir huyuydu işte. Bu yüzden hiçbir zaman özel göreve yollanmamıştı. Daha çok bu kişilere karşı insan gibi konuşmak yerine; elindeki silahı ile konuşmayı severdi. Bilgi toplamak ve onun gibi hiçbir haltı yapmazdı.

Siktir! Bunu düşünmeliydim.

“Kendisi benim en yakın arkadaşlarımdan biri olur.” Diye duruma el attım. “Kusura bakma konuşmayı sevmez.” Kusura bakabilirdi. Ama Ekim konuşmaz ise eğer kusura bakmasın bir yerlerini kırardım.

Omzumla Ekim’i dürttüm. Bana ters bir bakış attı saniyesinde. Birkaç saniyede gözlerinden birçok duygu geçti.Gözleriyle bana bakıyordu sanki ama kendisi bir başka birine bakıyormuş gibiydi.

Bir an içinden bana küfrettiğine yemin edebilirdim ama o beni şaşırtarak, “Ekim.” O yüzündeki şey neydi? Gülümsüyor muydu bu?!

Araf’ın yüzündeki tebessüm usul usul solmaya başladı. Belli ettirmemeye ye çalıştı ama saydam bir cam gibi her şey belli oluyor, düz bir şekilde bize yansıyordu.

Neden solduğunu ben anlamadım ama Ekim’in yüzündeki gülümseme daha da büyümesinin nedenini onlar anladı. Her ikisinin bakışları da da manidar bir şeyler geçti ama ben bir bok anlamadım. Ben buradaki hiçbir şeyi anlamıyordum ya neyse.

Araf, başını ufak bir yana yatırma ile o da memnun olduğunu dile getirmeden de hissettirmeye çalışmıştı. İyi bir şey mi Ekim’in bu gülüşü yoksa kötü bir şeyin çağrışımı mı olacağını bilemeden önüme dönerek bize sırtını dönen Araf’ı takip ettik.

İçeriye girdiğimizde gözlerim büyülenmiş gibi etrafta gezindi. Kapı açıldığı gibi bizi karşılayan geniş bir alan vardı önümüzde. Geniş alanın tam ortasında dev bir kristal avize yer alıyordu. Duvarların her bir köşesine tablolar yerleştirilmişti. Tabloları ise görkemli oldukları kadar daha da görkemlendiren loş ışıklar bir hayli hoş bir görüntü sunuyordu. Tam ortadan iki yana doğru çıkan merdivenlerden bahsetmek bile istemiyordum. Merdivenler iki yana doğru uzanıyor aynı şekilde 3 kat boyunca çıkıyordu.

Kusurlu insanlar ise bu atmosferde bir hayli gözümüze kusursuz geliyordu. Bire bir melekten farksızdılar.

Ta ki her adımda biraz daha derinlere, insanların gözde noktası olana kadar.

Her adımda biraz daha bakışlar ve biraz daha fısıltılar yükseliyordu. Bu fısıltıları nedenini bizi hiçbir şekilde tanımadıklarından dolayı olduğunu öngörüyordum.

Buda az önce dediğim gibi ta ki bir masanın önünden geçerken bir kadının, ‘Asaf Polat’ın yanındaki bu kadınlar da kim?’ diyene kadar sürmüştü. ‘Bu kızlar da kim oluyor?’ demişti bir başkası.

Ne yani Asaf Polat’ı sanki daha önce hiç başkalarının yanında görmemiş miydiler? Asaf Polat mışmış. Ne güzel.

Ön görüşlerimi azaltmam lazımdı.

Pekela, ya tim neredeydi? Etraf oldukça sakin gözüküyordu. Hemde… Bir kez daha etrafa baktım. Gereğinden fazla. Bu da demek oluyordu ki… önümden geçen garsona baktım. Sonra klasik müzik çalan orkestra şefine. Yutkundum.

Zaten buradaydılar.

“Sende bir şey var.”

Ekim kaşlarını çatarak bana yaklaştı. Bu aniden soru sorma nereden çıkmıştı bilmiyorum ama Ekim’in davranış tuhaflıkları gözüme batmıyor değildi yani.

“Ne saçmalıyorsun?”

Her iki yanımdaki ellerimi ortamın gerginliğinden dolayı sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. “Asaf ile bakışlarınızda bir şeyler var.”

Kaşları alayla kalktı. “Öldürme arzusudur o.”

Öldürme arzusuymuş! Dişlerimi sıktım. Dilimin ucuna gelenleri zor yuttum. “Bende de şuanda seni öldürme arzusu var. Bak bakayım öyle bakıyor muyum bende?”

Harbi dediğim şeyi yapıp zaten odaklar bizim üzerimizdeyken daha ne kadar dikkat çekebiliriz düşüncesine bile kapılmadan Ekim birkaç adım benden hızlı ilerleyip geri geri bana baktı.

Anında yüzünü buluşturdu. Tekrar benle aynı hizada yürürken ise ‘nıç’ diye bir ses çıkardı. “Yok, sen beni parçalamak istercesine bakıyorsun.” Dudak büzdü. “Şu bakışlarını düzeltir misin?” Elbisesine takılıp düşmemek için bir hayli dikkat ediyordu. “İnsanların bakışları çok rahatsız edici. Seninki onlardan da çok rahatsız ediyor şuan beni.” Ağzında geveleyerek söylediği yüzümü anında yumuşamasına neden olmuştu.

Araf bir masanın önünde durdu biz konuşmayı bırakırken. Bende şu anki durumumuza göre baya yersiz bir durum olduğunu düşünerek arı kovanına çomak sokmayı burakmıştım.

Ekim ile aynı anda birbirimize bakıp bizde Araf’ın sağ tarafında durduk. Tam ortamızda bir masa vardı ve o masada tamı tamına üç kişi durup bize bakıyordular.

Kızıl saçlı bir kız dikkatimi çekti ilk. Yuvarlak bir yüz kesimine sahipti. Yaklaşık benle aynı boy da veya bende bir tık daha kısaydı. Saçları omuzlarından dökülüyor ve beline kadar geliyordu. Daha önce hiç kestirmediğine emindim. Üzerinde… tam olarak üzerine oturmuş bir peri kızı gibiydii. Tek sorun bu kızı daha önce hiç görmemiştim.

Araf’ın bire bir kopyası gibi olan adamı görünce ikizi olduğunu fark ettim. Aralarında ki tek fark göz renkleriydi. Araf’ın ki koyu kahverengi iken ikizinin gözleri bal rengiydi. Saçları aynı, ondan iki ay büyük olan ikizi gibi çikolatalı süt rengindeydi. Saçlarını saç spreyleri ile sabitlemişti arkadan. Üzerinde siyah bir takım içine ise beyaz bir içlik gitmişti ve onun üzerine de siyah bir papyon takmayı tercih etmişti. Altına da aynı şekilde siyah bir ayakkabı ile birleştirmişdi.

En solda kalan adamı -muhtemel aynı yaştayız- bir yerlerden tanıyor gibiydim ama çıkaramamıştım. Polat’lara bir o kadar yakın bir o kadar da yabancı gibiydi. Ne onlara benziyor ne de benzemiyor gibiydi aslında. Bakışlarında sertlik yerine huzur var gibiydi. Bu aileye uzak ama uzak olmasına rağmen bir o kadar da yorgun. Kalın siyah kaşlara ince yüz hatlarına sahipti. Bakımlı bir erkek vücudu diye buna derdim doğrusu. Üzerinde diğerlerinin aksine sportif bir takım vardı. Altına kot tarzı eşofman giymişti. Üzerine ise siyah bir t-shirt giymişti. Sanırım buradaki en rahat ve göze batan kişilerden biri olması gereken kişiydi doğrusu.

İçimden kıkırdadım. Her kim ise kendine bakacak kadar koca yürekli başkalarını umursamayıp kendi rahatlığına odaklanacak kadar da kendine düşkündü. Kendim içimde durdum. Bir biri ardına dediğim her iki şey de aynı anlama geliyordu aslında.

“Hep aynı kişileri görmekten canınız sıkılmıştır diye düşündüm gençler.” Kendinden gurur duyuyorcasına göğsünü kabarttı. Egosu zirve olan bir insan gibi yüzünde kendini beğenmiş bir gülüş belirdi. Göz kırptı. “İyi yapmışım değil mi ama?”

Yanımızdan geçip üçlünün tam arkalarına geçti. Kollarını her iki yanındaki genç adamların omuzlarına atıp sıktı. Üç kişiyi aynı anda çok rahat bir şekilde sarılabilmişti. Hemde hiç zorlanmamıştı.

Araf kollarını her iki gencin üzerinden çektiğinde üç kişinin ters bakışlarını görmezden gelerek yanlarında durdu. “Yeni insanlar her zaman her daim daha iyidir.”

Bunu kendi için söylemeliydi sanırım. Diğerlerinin bakışlarında hiç böyle bir düşünce kırıntısının dair geçtiğini düşünmüyordum çünkü. Ellerimi her iki yanımda dünyasından rahatsız olup göğsümde bağladım. Etrafta kısa bir sessizlik oldu. Bu sessizlik can sıkıcı bir sessizlikti.

İnsanlar geçip gitti. Gidenler tekrar geldi. Bir başkası bir tanıdığını gördü ve bariz belli olan yapmacık bir selam verdi. Bir başkası tablolara baktı. Bir diğeri güldü.

Rahat adam masanın arkasından gülümsedi. “Ölüm. Sizle tanıştığıma memnun oldum bayanlar.” Her iki kolunu masaya dayayıp öne doğru eğildi. “insan bu gibi sıkıcı yerlere neden gelir ki? Bence bayanlar sıkılacaksınız söylemek isterim. Kaçmak için geç değil.”

Ölüm mü? Gözlerimin şaşkınlıkla aralanmasına engel olamadım. Dediği hiçbir şeye değil sadece adına takılmıştım. Kim oğluna Ölüm demek isterdi ki? Hangi anne-baba böyle bir adı oğluna ölüm diye seslenmek isterdi mesela? Her dakika bölümün ucunda olduklarını hissetmek için mi?

Başımı iki yana salladım. Bakışlarımın değişmemesi için uşraştım. Ne anlardı bakışlarımın değişmesinden? Ona acıdığımı mı? Veya güçsüz mü hisseder bir başkasının karşısında? Biri bana acıyarak bakarsa ben ne hissederdim? Kesinlikle bunların aynısını hissedeceğini eminim. Belki daha fazlası.

“Mira,” dedim. Nefes alıp verdim. Evimi bulan kişi soyadımıda bilse gerek değil mi? “Mira Gürsoy. Bence eğlenceli geçecek. Bu gibi yerleri hep eğlenceli bulurum.” Hayır bulmam. Bu gibi yerleri eğlenceli bulmam kesinlikle. Sadece alma kısmını seviyordum. Bakma kısmını değil. Alamayacağım şeylere bakmayı sevmezdim.

Öyle mi? Dercesine kaşları alayla havalandığın da bir yandan da gülümsüyordu. Artık buraya ne sıklıkla geliyorsa beyefendi.

Ekim çantasını sol eline aldı. “Ekim,” benim gibi bir detayı fark etmiş olacak ki yeni, ekledi. “Ekim Eroğlu. Bencede eğlenceli geçecek o kadar da sıkıcı görünmüyor bakınca.”

Bize yaratıkmışız gibi bakmaya başladı. Kollarını masadan çekip yerinde dikleşti. Kalın kaşları çatıldığında ela gözleri kısıldı. Bizi kesinlikle yaratık olarak görüyordu.

“Beni,” diyerek söze atılan ortalarında kalan kızıl saçlı kadındı.

Solundaki Ölüm’ün omzuna bir yumruk geçirdi. Ölüm şaşkın yüzünü buruşturdu ama artık alışmış gibi göz devirmek ile yetindi. Ekim ise yüzünü buruşturarak Ölüm’e baktı. “Bu erkeklerin arasında tek kız olmaktan kurtardığınız için teşekkür ederim.” Dedi. “Oya Akşın sizleri tanıdığıma sevindim.” İçimden bir gayret nidası döküldü. Akşınlar…

İnce ve yuvarlak yüz hatlarına bakınca tombik yanaklara sahipti aslında detaylı bakınca.

Gülümseyip ellerimi önümde birleştirdim. Küçük bir baş selamı verdim.

“Bizde memnun olduk Akşın.”

Akşınlar geniş bir aile yapısına sahiptiler. Her yerden her şekil kulaklarına her bilgi gelir ve bu bilgileri büyük mevlalar karşılığında iş adamlarına ve belirli liderlere özel olarak para karşılığında satarlardı. Adlarının asıl geçtiği yerler ise çeşitli yardım kuruluşları vb. millet vekillerinin bulunduğu masum topluluklarda geçerdi. Bu sayede güven kazandıkları kişiliklerin içlerine sızar, adamlarını yerleştirerek bilgiler toplar ve biriktirdi. Bazılarını götlerini kurtarmak için böyle bir şey yaptıklarını söylerlerdi. Bizzat yaşayanlar ise zevk için yaptıklarını.

Bu sayede milyarlara hükmediyorlardı. Ve bu kız o ailenin tek vârisiydi.

“Duyduğuma göre ikizimi kızdıracak ve bir tabloya 4.500 dolar verecek kadar kaçıkmışsınız. Bu doğru mu?”

Ekim yanımda gülmek için büyük bir çaba sarf ettiğini görünce gözlerimi şaşkınlıkla sağ taraftaki Araf’ın ikizine çevirdim. Bakışlarındaki hayranlık ukdesini görünce ise şaşırdım. “Memnun oldum bu arada,” her ikimize bakarak gülümsedi. “ Kaan Polat. Kızdırdığın adamın ikizi. Bazıları ikizi olduğum için fertlerinin yarısını almam konusunda ısrarcıdır. Ama asla almam.”

Göz devirdi. “Gerçi her işin sonunda almam dediklerimim yarısından fazlasını alıyorum ya.”

Ekim’in gülme isteği anında soldu. Ağzımı bende anında ilk dediği şeyi yalanlamak için araladım ama Araf’ın arkalarındaki bakışı görünce tüm detayına kadar anlattığını fark edip yalanlamak için araladığım ağzımı geri kapadım. Göt herif.

“Mira.” dediim bir kez daha. Araf’ın ikizini böyle beklemiyordum doğrusu.

“Ekim.” Ekim başını yana yatırıp gülümsedi. “Bende memnun oldum Polat’lı.”

Kaan’ın bakışları yanımdaki Ekim’e bakışlarına değdiğinde gözleri kocaman aralandı. Sanki ömrü hayatı boyunca görmeyi beklemediği birini görmüş gibiydi. Başını yana yatırıp çaprazındaki ikizine baktı. Bişey demek istedi ama Araf’ın bakışlarında gereken şeyi görmediği için sustu.

“Bende,” gözlerinde akan pişmanlığın bir uktesimiydi yoksa başka bir şeyin mi bilemedim. “memnun oldum Eroğlu.” Soyismini bilerek böyle bastırarak söylemişti.

İyi bir başlangıç nedir şuana kadar hiç bilmiyordum. Şuan bile bilmiyorum ya hani neyse. Hep tatlı bir tanışma anı yaşamak istemişimdir. Sadece istemek ile kalmasından nefret ediyorum ama hep istemek ile kalmıştı. Genelde bende başlangıç; hep kanla, çatışmayla ve birinin burnunu kırarak oluyordu.

Ekim ile bir görev esnasında omzuna bir kurşun sıkarak tanışmıştım mesela. Görev başarılıydı belki ama birini yaralamıştım. Hemde ordudan birinin. Bu yaptığım şey yüzünden hâlen üzerine basa basa konuşurdu. Hatırlatmakta çekinmezdi. Şuan belki hatırlatmaktan keyif alıyordum ama o kurşunu onun canını yakmıştı. Bunu unutmak zor ancak bizi iki bölünmez arkadaşlardan birine çevirmişti.

Umay ile bir mağazada tanışmıştık mesela ilk. Abisi ile olan kavgasına karışmıştım sonradan ve abisini bir güzel patladıktan sonra burnunun kırılmasına neden olmuştum. Üzerine birde efkan kesmiştim. Kısa süre sonra karakolluk olmuştuk. İkimiz bir olup tepsiyle birinin kafasını yarmıştık. Bu durum nezarethanede bir günümüzü geçirmemize sebep olmuştu sonra da ortanca abisi bu durumu öğrenip bizi neredeyse bir gün orada tutmuştu.

İlk tim liderliğine atandığım hafta yaptıklarım aklıma gelince hâlen alt dudağını ısırmadan edemiyordum. Beni görev sırasında bırakmayı düşünmüşler midir hiç yaptığım şeyler sonrasında hep merak etmişimdir.

Şuan ise aynı o durumdaydık. Aramızda bir gerginlik vardı ve herkes fitili çekilmiş bomba gibi birbirine bakıyordu. Altımızın elindeki bombanın patlamasını bekliyorduk.

Kimin ne gibi bir tepki vereceğini bilmiyorduk.

Bu sessizlik de oldukça rahatsız ediciydi. Herkes birbirine baktı ama kimse konuşmadı. Konuşmak isteyenlersek susmak için zorladı kendini.

Derin bir nefes alıp verdim. Tekrar alıp verdim. Sonra bir kez daha alıp verdim. Sonra bir kez daha.

Araf gerginlikden memnun değilmiş gibi kardeşine baktı. İstediğini alamayınca ikizinin yanındaki Ölüm’ baktı. Ölüm ise ne var dercesine baktı ama Araf’ı bakışından bişey snlayamınca ise bakışır gibi oldular. Araf dayanamayıp Ölüm’ün başını bize taraf çevirdi.

Tıng, tıng.

Kadehten yankılanan ses ile herkes merdivenin bitişinde ki adamama dikkat kesildi.

Adam orta boylu tombiş bir göbeğe ve kirli sakala sahipti. Eliyle havaya kaldırıp ses çıkardığı kadehini yüzündeki sinsi ve hoş sandığı bir gülüş ile önündeki pervazlığın üzerine koydu. Omuzlarını gerip her birimize baktı.

Normal bir anda herhangi bir yerde bu adamı gören bir kişi tombik bir adam olup torunlarını seven bir adam sanabilirdi. Ama adamda ki sinsi bakışlar ve etrafa anında hakimiyeti altına alması bu durumu çürütüyordu.

Bakışlarım o tarafa yönlendirdim. Ama bakışlarım dan ziyade, dinlediğim taraf kesinlikle burasıydı.

“Bugün burada sizleri bir arada görmekten onur duyuyorum ve minnettarım,” Elini korkuluklara yasladı.

Önimden bir gülüş sesi geldi. Bu Kızıl saçlı kızdı. “Sanki bizi buraya zorla toplamış gibi.”

Zorla mı?

“Bugün hem bir galeri serigisi amacıyla ve bir barış niteliğinde bulunduğumuzu farkındasınızdır umarım?”

Barış mı?

Etrafıma baktım Barış onların istiyeceği bir şey değildi. İstiyecekleri son şey bile değildi. Dikkatimi ilk Karagül aşiretinin liderlerinden bazılarına çarptı. Gözlerim kocaman aralandı. Silah kaçakçılığı ve onca hain itler ile yaptıkları anlaşmalar ile tanınan bir aşiretti. Kaç ay aralıksız peşlerinden koştuğunu hatırlamıyorum bile. Ancak hiçbir şekilde bu konuda delil bulamadığımız için bir türlü sıyrılıyordular. Ani baskınları bir şekil hallediyorlardı. Burada olmalıydılar.

Hemen etrafıma baktım. Karagül aşireti buradaysa o zaman?

“Mira.” Kaşlarımı çararak kulağıma eğilen Ekim’e çevirdim başımı. “Haruz efendileri arıyorsan,” arkamı işaret etti. “hemen arkanda.”

Gözlerimi kapatıp dudaklarımı ısırdım. Yüzümü buruşturarak. “Şaka de.” Gözlerimi yavaşça aralayıp Ekim den ayrıldım ve bir adım geriledim.

Bakışlarını dikkatliçe konuşmayı yapan adamda olan dörtüle çevirip tekrar bana, daha doğrusu arkama baktı. Bakışlarındaki hoşnutsuzluğu görünce şaka olmadığını anlamam uzun sürmedi.

Bu gecenin tek amacı toplantı değildi. Düşmanları bir araya toplamaya çalışıyordular. Bir araya toplayıp aralarına ördükleri katbe kat duvarları yıkıp geniş bir ittifak kurmayı amaçlıyordular. Veya böyle olmasa bile ara yol bulucu olarak kendilerini göstermelerini sağlayıp kendilerine yönelik eylemleri azaltmayı planlıyordular.

Başımı kaldırıp bizlere doğru konuşan yaşlı adama baktım. Planları iki yönlüydü.

Öyleyse bu adam kimdi?

Kadehi eline alıp son kez bize doğru kaldırdı “Gecenin tadını çıkarın.”

Havadaki kadehi ile kısa bir süre etrafa baktı. Her saniye yüzündeki sırıtış biraz daha büyüdü. Elindeki kadeh bardağı yavaş yavaş aşağı inerken bize sırtını dönüp arkasındaki iki adamla gözden kayboldu.

Yaşlı adamın arkasından bakarken timin çoktan buraya sızdığını var sayışımı sürdürüyordm. Varsayınlarım beni şaşırtama çok iyi olacaktı bir kerelğine. Şuana kadar çünkü hiçbir şüphe uyandıracak bir şey yaşanmamıştı. Demek oluyordu ki birileri kılığında veya biri olarak yerlerini belirlemiştir bile. İlk girdiğimde hissettiğim gibi. Hem güven verici bir rahatlık vardı içimde hemde tedirginlik.

Tek umudum yakalanmamak.

Sanki her şeyin ortasında ama hiçbir şeyin içinde değilmişim gibi hissediyordum. Masada otururken gülüşmelerin, ince kadeh seslerinin, fonda çalan klasik müziğin arasında boğulmadan ayakta durmak başlı başına bir savaştı. Göz ucuyla baktığım herkes, sahnelenmiş bir oyunun sadık oyuncuları gibiydi. Giydikleri elbiselerin içinde başka biri, söyledikleri cümlelerin ardında saklanmış gerçek yüzleri vardı. Ama herkes, olması gereken kişiyi oynuyordu. Sırf bu yüzden işler daha da tehlikeliydi. Yalanın açık olanı değil, ustaca gizlenmişi öldürürdü. Ve bu gece… kelimenin tam anlamıyla ölüme yakın bir yerde duruyorduk.

Ekim’in yanında oturuyordum. Masanın sağ ucu, ışığın biraz daha az vurduğu, dikkat çekmeyecek kadar köşede, ama alanın tamamını gözlemleyebilecek bir açıdaydı. Onu seçmiş olmamız tesadüf değildi. O susuyordu. Hep olduğu gibi. Ama ben… her hücremle hissediyordum: Bir şey yaklaşıyordu. Sanki zaman bile nefesini tutmuş, gecenin ne tarafa döneceğini bekliyordu.

Kadehime baktım. İçindeki koyu kırmızı şarap, ışığın altındaki tek gerçek gibiydi. Bazen küçük şeyler tüm düzenin içindeki boşluğu gösterirdi. O an hissettiğim şey tam olarak buydu. Sahici olan tek şey, dokunmadığım bir içkideydi.

Etrafı ince ince süzerek dik durmaya devam ettim. Masanın sol çaprazında oturan kadının kahkahası fazla yapmacıktı. Yanındaki adam göz teması kurmaktan kaçınıyordu. Belli ki ya bir sır saklıyordu ya da burada olmayı hiç istemiyordu. En sonda, yaşlı adam hâlâ konuşuyordu. Konuşurken gözlerini herkesin üzerinde gezdiriyor, ama kimsenin gözünde fazla durmuyordu. Sanki sahneyi izliyor, oyun sırasını kontrol ediyordu.

Ben bu sahneden kalkmak üzereydim. Zaman, daha fazla burada kalmamı gereksiz kılıyordu.

Kısa bir süre sonra Araf ve Kaan yanımızdan ayrılıp yeni gelen özde değil ‘sözde’olan arkadaşlarının yanına gidip bizi bırakmışlardı. Ölüm ise onların gidişlerin fırsata çevirip galeriden yani binadan çıkmıştı.

Başımı hafifçe eğdim, Ekim’e baktım. Bakışlarımız buluştuğunda içimden geçen düşünceyi onun da anladığını fark ettim. Sözsüz bir anlaşma. Başımla küçük bir hareket yaptım. Dudaklarımla belli belirsiz bir tebessüm oluşturdum. Bu, “ben gidiyorum” demenin çok daha zarif, çok daha sessiz hâliydi.

Yanaklarını şişirdim “Benim,” elbiseme takılmamak için ucundan tutarak kaldırdım. “lavaboya gitmem gerek.”

Oya başını telefondan kaldırıp bana baktı. “Eşlik etmemi ister misin?” Başımı iki yana sallayarak onu kibarca reddettiğimde itiraz etmedi.

Masadan uzaklaştım. Kalabalığın arasından geçerken bir iki yüz bana dönüp baksa da, akşamın cilası altında herkes kendi maskesiyle meşguldü.

Sözümün ardından hafifçe doğruldum. Elbisemin kenarından tuttum; kumaş ayak bileğime dolanmasın diye dikkatle kaldırdım. Sandalyem hafifçe geriye kaydı, kadife zeminin üzerinde neredeyse hiç ses çıkmadı. Masadakilerden biri başını çevirdi ama sadece kısa bir anlığına. Herkes başka bir şeye odaklıydı. Herkes kendini saklamanın en iyi yolunun sıradan görünmek olduğunun farkındaydı. Ben de aynısını yapıyordum.

Mekânın içine doğru ilerlemeye başladım. Her adımımda zemine gömülen topuk sesleri, müziğin arasında eriyip gidiyordu. Gözlerim ilerideydi ama fark ettirmeden her şeyi tarıyordum. Sağdaki masada oturan adamın ceket cebinde kulaklık vardı. Sol çaprazımdaki kadının kolyesi çok yeniydi ama elbisesi iki sezon eskiydi. Detaylar, kimsenin dikkat etmediği ama her şeyi anlatan izlerdi. Ve ben, izleri okumak üzere eğitilmiştim.

Kalabalığın arasından geçerken biriyle göz göze geldim. Tanımadığım biri. Bakışı kısa sürdü ama içgüdüsel olarak adımlarımı bir saniyeliğine yavaşlattım. Omzumu hafifçe geriye çekip düzeltmiş gibi yaptım. Bir hareketin doğallığı bazen bütün gerilimi gizlerdi. Yüzümdeki ifade değişmedi. Gözlerimi ondan ayırıp yürümeye devam ettim. Mermer kolonların arasından geçerken burnuma eski taşın ve parfümlerin karışık kokusu geldi. Şamdanlardaki mumlar hafifçe titriyordu. Binanın içinde belli belirsiz bir cereyan vardı. Ama o cereyan, havadan değil… içerideki bekleyişten geliyordu.

Koridorun başına ulaştım. Lavaboların olduğu yön sessizdi. Daha önce birkaç görevli o tarafa geçmişti ama şimdi ortalık bomboştu. Sanki herkes başka bir şeyle meşguldü, sanki içerideki her adımımın gölgelerde bir yankısı vardı.

Lavaboya vardığımda içeri girip aynanın karşısına geçtim. Derin bir nefes aldım. Yüzümdeki makyajda tek bir kusur yoktu ama elim istemsizce pudraya, ruj kutusuna uzandı. Bu bir ritüeldi. Hazırlık gibi. Asıl savaştan önce kendini insana hatırlatan bir sessizlik anı.

Gözlerimin altını düzelttim. Rujumu hafifçe tazeledim. Ardından yüzüme baktım uzun uzun.

“Burası senin yerin değil ama... buradasın,” dedim fısıltıyla. “Ve şimdi ne yapacaksın?”

O yaşlı adamın sözleri hâlâ kulağımdaydı. “Gecenin tadını çıkarın.” Cümlenin altında başka bir tat vardı. Çürümüş bir tat. Gizlenmiş bir hazırlık.

Çantamda çıkardıklarını geri çantamda yerleştirdim. Yüzüme son bir kez daha baktım. Toplantı buradaki üyeler ile olmalıydı. Asıl yetkiye sahip liderler.

Çantamı elime alıp sol elimde tuttum. Sağ elimle elbisemin yırtmacından garterlastiğinden silahımı çıkarttım. Silahı elimde bir tur döndürdüm. Başlıyorduk.

Araf benim kim olduğumu en detaylı bir şekilde öğrenmiş gibiydi ama düşündüğüm gibi eskiden ne iş yaptığımı nerelerde olduğumu kesinlikle bilmiyordu. Bilse şuanda yaşatır mıydı beni bilinmez. İstifa etmeden önce albaydan istediğim rica ile zor da olsa kayıtlardan eski Kıdemli Üsteğmen olarak gözükmüyordum. Çerkez bir ailenin çerkez kızı gibi bir şey olarak gözüküyordu ya şuanda hadi neyse.

Elbisemi düzeltip çantamın içine silahımı yerleştirdim. Kalabalık ortamı geçene kadar gözükmemeliydi. Kapıyı açıp lavabodan çıktığım. Arkamdan kapı kapandı kendi kendime kapandı. İnsanlar nasıl giriş salonunda çoksa bu ana kat kısmı da öyleydi. Bir yukarı ikinci kattı.

Adımlarımı yavaş tutarak ilerledim koridorda. Kamera açıları burada her noktaya bakıyordu. En ufak dikkat çeken hareketim ile anlıma bir silah yemem de kaçınılmazdı.

Sanki günde kırk kere anlına silah dayanmıyormuş gibi konuştun. Haklıydı. Sanki günde kırk kere anlına silah dayanmıyordu.

İkinci kata çıkan ana merdiven olan sarmal merdivene yaklaşan kadar insanlara çarpmamak için çabaladım. Yaklaştığımda ilk adımımı attım. Merdiveni ortalayarak ilerliyor, tek tük insanların arasında kendimi en görünmez bir şekilde kılmaya çalışıyordum. Merdivenlerde çoğunlukla insanlar yoktu. Çoğunluğu zorla gelen taraf olduğu in bu saçmalığın bir an önce bitmesini bekliyordu. Geri kalanlar ise meraklı kısımdı.

İkinci katta adım attığında durup etrafıma baktım. Burada insanlar alt kata göre bir hayli azdı. Bu da daha fazla dikkat çekmek demek oluyordu. Bir köşeye bağlı kalıp ana koridor dışında bir yere sapmadan ilerledim. Üçüncü kata doğrudan herkesin kimin çıkıp indiğini gördüğü sarmal merdivenden çıkmak aptallık olurdu. Bu aptallışı yapmam aslında şaşırtıcı olmazdı Ekim için. Bu yüzden ikinci katın içinden gidecektim. Sağ elimi duvara sürtülürken etrafıma kaçamak bakışlar atıyordum. Koridorun ilerleyen kısımlarında insanlar gittikçe azalıyordu hatta neredeyse yoktu. Alt kata kıtasla ahşap dekoreler ile süslenmiş küçük ve tatlı aydınlatmalar ile desteklenmişti.

Bu açıya yönelik herhangi bir kamera olmadığından emin olduğumda ana koridorum sonunda sağ duvara kendimi dayayıp kapıya kulak kabarttım. Kimse yoktu. Çantamda ki silahı sol elime aldım. Silahı önümde tutarken gümüş kulplu kapı kolunu çevirip ahşap kapıyı içeriye doğru ittim. Kapı gıcırdayarak tamamen açıldı. Silahımı öne doğrultup içeri daldım.

Burası büyük ihtimalle oturma odasıydı veya dinlenme yeri olarak kullanılan bir yerdi. İçeride iki tane çift kişilik siyah deri koltuk takımı karşılıklı duruyordu. Ortalarında büyük bir tavla masası vardı. Odanın içerisindeadınlamaya başladım. Dışarıya kıyasla modern bir tarz ile döşenmiştir. Pencerenin olduğu taraflara doğru ilerledim. İlk pencereden dışarı baktığımda istediğimi alamadım. Diğer pencereye doğru adımladım. Her adım atışında topuklu ayakkabılarımın tınısı kulaklarıma değdi. Bu pencereden de istediğimi alamayınca son pencere doğru ilerlemeye başladım. Pencereyi açıp dışarı baktım. İlk sol tarafıma baktım. Lanet olsun burada olması lazımdı ama yoktu. Neredeydi bu? Sağ tarafıma çevirdim bu sefer başımı. Duvara montelenmiş acil çıkış verdivenini görünce gülümsedim. İşte buradaydı.

Eğilip siyahı pencereye koydum. Eğilip topuklu ayakkabılarımı ayağımdan çıkardım. Sol ayağımınkini de çıkardığımda topuklulularımı en uç kısımda duvar köşesine yerleştirdim. Bazen fedakarlıklar yapmak gerekti. Çantamdam telefonumu alıp yırmacımdaki lastiklere yerleştirdikten sonra çantamı koltuğun altına sokup doğruldum. Geri almak için gelicektim.

Bir elim ile pencere pervazlıklarına tutundum. Kolumdan destek alarak kendimi ileri çektiğimde ayağımı duvara koyup tamamen pencerenin üzerine koyup dengede durma yarışı verdim kendi kendime. Elbisem engel olmuyordu ama bu durumu zorlaştıracaktı. Olmasından korkuyor muydum? Hayır. Üzerimi değiştirmek yerine güzel bir kadın olarak çatışmayı yeğledim.

Yere bakarak birileri var mı diye kontrol ettim. Kimse yoktu. Dağda, ormanlık bir yerde olan bu mekanın bu kısmının ormana bakmasına bayılacaktım sanırım.

Her taraf ormandı.

Kendimi ileri, sol tarafıma doğru hızla koşarak merdivene doğru bıraktım. Son anda merdivenin ince demir basamağını elimle kavradım. Gözlerimi kapadım. Son anda tutmuştum. Vücudum demir merdivene çarptığı için yüzümü buruşturdum. Acı verici derecede güzeldi. Merdivenin üzerinde sallanmaya başladım bu sefer. Diğer elimi de tuttuğum demir verdivenine götürdüm. Sallanmam durdu. Ayaklarımı da yerleştirip kendimi yukarı çekmeye başladım.

Merdiven bitmedi ama iüçüncğ kata gelfiğimi anlatan pencereyi gördüğümde açık olan camından içeri dinledim.

“Ne yani bu oro*sp*lar ile biraz daha mı durmak zorundayım?! Sen ne saçmalıyorsun Bahri!?” Gürleme ile kendimi merdivene iyice gömdüm. Biri varmış. “Bir dakika bile durmak ne demek biliyor musun sen burada ha!? İşe yaramaz it!” Bir şey kırılma sesi ve ardından da kapı çarpma. Kollarım ağrımıştı artık şu demirleri tutmaktan.

Kendimi ileri doğru götürüp çamı tutabilir miyim diye baktım. Silahımı göğsüme sokıştırdımm. Pencere köşesini tuttuğumda kendimi tüm gücüm ile oraya çektim. Gövde aşağı doğru sallanırken elbisenin kumaşı duvara sürtünüyordu. Kendimi ilk önce biraz daha ileri çekip son kez odanın boş olduğundan emin oldum. Yerdeki kırılan vazo ve kapalı kapı bunun kanıtıydı sanırım.

Göğsündeki silahı çıkarttım. Odanın içinde adınladım. Burası bir depoydu. Eski kullanılmayan ıvır zıvır ne varsa hepsi buradaydı. Cam kırıklarının etrafından dolanıp odayı incelemeyi es geçip kapıyı yavaşça araladım. Az önce bağıran adam koridorun sonundaki merdivenlerden aşağı iniyordu. Çaprazımda ki çift kapıyı görünce anlık bir gülümseme oluştu yüzümde. Ve toplantı yeri de burasıydı.

Kapıyı geçebileceğim kadar aralayıp odadan çıktım. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Kapıyı arkamdan yavaşça kapattım. Parmak ucunda yürüyerek kapının hemen önünde durdum. Acaba barış için getirdiği düşmanlarından yardım mı alsaydım? Düşmanımın, düşmanı dostumdur lafını doğrulamak çok iyi olurdu mesela. Tereddüt etmeden yardım edeceklerine de eminim.

İçeride daha kimsenin olmadığına emin olduğumda gerilim tarafı sıralayıp içeri hızla daldım. Silahı önümde kendimi savunmak için tuttuğumda duyulan tek şey kalp kalp atışarımın ritmiydi. Kimse yoktu. En azından şimdilik. Kapı arkamdan kendi kendine kapandığında önümdeki 14 kişilik masaya baktıkça 14 kişinin önünde de dosyalar ve masanın tam ortasında bir projektör vardı. Herşey önceden hazırlanmıştı.

Masanın önündeki bir dosyanın kapağını açtım. Tüm dosyalar aynı renkti. Siyah. Üzerindeki belgelerin çoğu şifreli gibiydi ama bir tanesi, gözümün ucuyla bile fark edebileceğim bir şey içeriyordu: şehir haritası… ve birkaç kırmızı daire. Üzerini karıştırdım.

Merkezler.

Sığınaklar.

Patlayıcı yerleşimleri olabilir miydi?

Tam önümdeki ses kaydına basıyordum ki kapı ardında hareketlik ile durdum. Adım sesleri yaklaşıyordu. Aynı ritimle hareket eden adım sesine farklı ritimlerde bir başka ayak sesleri eşlik ediyordu. Toplantı şuan başlıyordu.

Önümdeki dosyayı hızla kapatarak etrafıma baktım. Siktir! Silahla birlikte dönerken saklanacak bir yer aradım. İlk önce masaya gireceğim sırada durdum. Her buraya saklanan illaki bulunuyordu. Bakışlarım en köşedeki geniş dolaba kaydı sonra ise kapıya..

Kapı kolu o an gıcırdadığını hissettim.

“Mızmızlanmayı bırakın baylar.” Dolap kapağını biraz daha kapatarak tam bir şekilde kapatmış oldum. Bu koku neydi böyle? Balık mı kokuyordu bu dolabın içi? “Hepimizin ortak noktası olduğunu biliyorum.” Birçok koltuğun çekilme sesi geldi dolabın içinden kulağıma. Ama tek ses sandalye sesleri değildi. Kalın ses tonu. Alaycı yaptırımlar… Omar.

Kolumu biraz aşağı uzatıp elbisenin alt ucundan tutarak yana attım yavaşça. Dolap sandığımdan küçükmüş. Dolabın aralığından görebildiğim kadar etrafa baktım. Birçok aranan terörist buradaydı. Silahı elimin altından sıktım. İleri buraya toplamıştı lanet olsunki bunu yapmıştı.

Bir it diğer illerden başka kimi toplamasını isterdin? Askerleri mi? Yalnız askerleri toplandığında böyle masa başı olmaz. Ne saçmalıyordu bu.

“Boş konuşmayı bırak. Asıl konuya gir.” Koşun işi Altındiş olarak biliniyordu. Tüm dişerinin bir asker tarafından söküldüğü söyleniyordu.

Bir kısmı görebiliyordum. Yani Omar’ın olduğu tarafı göremiyordum. Ama bu gülüşün ona ait olduğunu biliyordum. “Tamam madem bu kadar isteklinin konuya giriyorum.” Önündeki dosyayı açtığını var sanıyordum çünkü görebildiğim kesimde dosyalarını açmıştı. “bugün şuan bir sevkiyat üzerinde olan tırların baskın yedi.” Gözlerim kocaman aralandı.

Altındiş’in eli dosyanın üzerinde kat katı kesildi, beti benzini attı. Adam adeta solmuştu. “Ne saçmalıyorsun sen?”Elini masaya vurarak ayağa kalktı. “Ba adamlarımdan baskın yediğimize dair bir bilgi gelmedi! Ne sikik sikik konuşuyorsun!” Elini masadan çekip Omar’ı olduğu tarafa doğru yürüdü. Gözleri adeta Omar’ı öldürmek istercesine parlıyordu. Diğer adamların hepsi ise olan biteni anlamaya çalışıyor ne için burada olduklarını sorguluyorlardı.

Omar’ım adamları Altındişin önüne geçip onu durdurdu. Adamın kollarından tutup tekrar sandalyeye oturttular. O an dolabın içinde bir şey kıpırdadı. Derin bir nefes alıp korkuyla yanıma baktım. Elbisenin üzerine oturan fareyi görünce ağzımı kapadım. Başıma daha ne gelebilirdi! Fare gözlerini kırıp başını sağa sola çevirerek bana baktı. Hayır hayır. Üzerime çıkmazdı değil mi?

Dikkatimi daireden çekmeye çalışıp açodaya odaklandım. Fare yüzünden yakalanamazdım. Omar’ı gür bir kahkahası daha yankılandı etrafta. “Anlamadın değil mi?” Altındiş oturduğu yerden Omar’a ters ters bakarak konuşmasını bekledi. “Senin yakınında tuttuğun adamların hepsinin birer Türk ajanı olduğunu anlamadın değil mi?” Ne karıştırıyordu bu Omar?

Bir ses geldi. Büyük ihtimalle Omar’ın tarafında ki bir adamdı.“Ne saçmalıyorsun Omar? Amacın yediğimiz baskınları mı söylemek?”

“Beş yıl önce mezarında ağlayarak defnettiğin kardeşini hatırlıyor musun?” Elbisenin üzerinde bir hareketlilik hissettim. Çıkma. Lütfen şuan çıma! “Şuan mezarında ne yapıyor sanıyorsun?” Kaşlarım çattıldı.

Sinir bozucu bir gülüş geldi. Yine o adamdan dış. “Onca yıl kaybolduktan sonra bunlar için mi geldin?”

Adım sesleri işittim. Bir ayak gördüğümde Omar’ı karşımda masaya dönük olarak buldum. “Şuan o işe yaramaz piç astsubay olarak Türklere çalışıyor. Ve tahmin et kimin peşinde.” Oha! Bu nasıl mümkün olurdu? “bizim.”

Dişlerimi sıktım. Bu onur kırıcı bir şeydi. Bu onlar için bir baş kaldırışın ya da daha büyük bir şeydi. O çocuğu buldukları anda öldüreceklerdi. Ama bu nasıl mümkün olurdu. Bir terörist olarak nitelendirilen… her neyse.

Etrafta bir sessizlik oluştu. 13 kişiden çıt dahi çıkmadı. Hepsi şuan yaşadıkları şeyin şoku ile yüzleşiyordular.

Omar bir tur döndü masanın etrafında sonra elini karşımdaki üzerinde bir adamın oturduğu sandalye yemdayadı. “Asıl mevzuata gelirsek. Bu sıralar çayımızı çok çıktıklarını farkında bile değiller.”ne önlerindeki dosyayı işaret etti. “Önünüzdeki dosyalarda her şey yazıyor. Kendi içimizde birbirimizi yerken onlar bizi bitirmeye çalışıyorlar. Buna bir son vermek gerek.”

Ardından dosyalara daha dikkatli başlamadan büyük bir patlama sesi geldi. Yer yerinde sallanırken dolap sallanmaya başladı. Timin yaptığı bir şey miydi? Adamların her birinin telaşla sandalyelerde kalktığını hissettiğimde bu sallantı ile üzerine çıkmak üzere olan fareye ters bir bakış attım. Dudaklarını kıpırdatarak. “Eğer üzerime çıkmaya kalkarsan seni çıkışta ezerim.” Dedim ama fare sanki bana meydan okur gibi biraz daha üzerine çıktı. Nefesini tuttum.

Kapı açılma sesi geldi. Ardından çığlıklar ve koşma sesleri. Oradakilerin hepsi koşarak çıkıyordu. Dolap aralığından içeri baktım. Oda da sadece Omar kalmıştı. Adamları da dışarı çıkmıştı. Büyük ihtimalle ne olduğunu bakmaya gitmişlerdi. Omar dosyaların her birini masaya koyduğu demir çöp kutusuna attı. Yaka cepliğindeli çakmağı aradı. Bulamayınca giydiği takımın cepliğine baktı. Telaşlıydı. O da bir şeylerin ters gittiğini anlıyordu.

Silahı önümde tutarak dolap kapağını yavaşça araladım. Elbisenin dolabın içerisinden çıkardığında fare fırlayıp hemen ilerideki deliğine uçtu neredeyse. Bende meraklıydı sanki sana. Çıplak ayaklarımın üzerinde parmak ucunda ilerledim. Her adım atışım birer alev gibiydi. Her adım atılım biraz daha özgüven gibiydi.

Omar’ın tam arkasında durdum. Omar çakmağı yakıp çöp kutusunun üzerinde tuttuğunda silahın kilidi açtım. Omar yerinde kat katı kesilirdi.

“Eller yukarı Omar Hüseyni. Yolun sonuna geldin.” Üzerinde gözüken silahı alıp yere fırlattım. Silah kayıp kapı ucuna kadar gitti.

Omar çakmağı söndürüp ellerimi yavaşça kaldırdı ve aynı yavaşlıkla bana doğru döndü. Bir adım geriledim. Omar ile göz göze gelince elimdeki silahı daha sıkı tuttum. Beni görünce gözleri alev topu gibi yandı. Elleri havada yumruk oldu.

“Sen.”

Gülümsedim. Parmağımı emniyette gezdirip durdum ve silahı tek biraz daha kafasının arkasına tuttum. “Evet ben. Biliyorum çok güzelim.”

Dişleri gıcırdadı. Ellerini yavaşça aşağı indiğinde yüzüme tükürürcesine konuştu. “Yanlış yolda yürüyorsun asker.”

Omuz silktim. “Birinin yanlış yolda yürüyenleri temizlemesi için yanlış yolda yürümesi gerekirdu. O neden ben olmayayım?”

Omar sırıttı. Kurtulmak için her yolu deniyordu it. Silahı biraz daha kafasına baskı yapmasını sağladım. Oturduğu yerde insan gerilirdi ya gerim gerim geriliyordum. Her an içeri biri gelebilirdi.

Gözlerim ile arkasındaki çöp kutusunda olan dosyaları işaret ettim. “Ne planlıyorsun?”

Az önce benim yaptığım gibi omuz silkti. Konuşmadı. Elindeki çakmağı yakıp hızla çöp kutusunun içersine attığında gözlerim kocaman aralandı. Elimdeki namluyunun ucunu yere doğrultup masaya doğru eğildim. Çöp kutusunu içerisindekiler ile yere fırlattım. Yerde büyük bir gürültüye neden olmuştu. Tüm dosyalar yere dağılırken derin bir nefes aldım. Yanmamışlardı.

Elimdeki dosyalardan birkaçını hızlıca yerden toplarken, arka planda silah sesleri yeniden yükseldi. Binanın başka bir katında ya da koridorun sonunda bir çatışma daha başlamıştı. Çıkan patlamadan sonra içeride kalan tek kişi olan Omar’ın bana verecek bir cevabı kalmamıştı zaten. Kalmışsa da vermiyecekti. Dizlerinin titrediğini görebiliyordum. İçeri birileri girecek olursa benim için değil, onun için kötü olurdu. Çünkü ben burada değildim - resmi olarak. Olmamalıydım. Kimseye bağlı değildim. Artık değil.

Omar’a baktım. Ellerini hala kaldırıyordu ama gözleri kaçacak bir yön arıyordu.

“Yerine otur,” dedim. Sesim soğuktu, ne tehdit ediyordu ne de yalvarıyordu. Sadece kesin bir emir.

Yavaşça masanın başındaki yerine oturdu. Bir gözüm onun üzerindeydi, diğer gözüm hâlâ dağılan dosyalarda. Her biri aynısıydı; planlar, haritalar, saldırı saatleri, iletişim protokolleri. Aynı bilgileri on dört adama ayrı ayrı vermek… Güvensizlik. Omar onlara bile inanmıyordu. Belki de en büyük korkusu ihanetti.

“Ne yapacaksın benimle, Mira?” dedi. Sesinde ne pişmanlık vardı ne de korku. Sadece merak.

Ona doğru yaklaştım. Masanın kenarını geçip hemen karşısına dikildim. Silahı hala indirip indirmeme kararsızdım. Bu kadar kolay olmamalıydı. Bu kadar kısa sürede bir cevap almamalıydım.

“Elindeki adamlara güvenmedin. Kimseye güvenmedin. Bu da senin sonun oldu,” dedim.

Başını yana eğdi. “Ama sen güveniyorsun. Hâlâ. Bu senin zayıflığın.”

Gülümsedim. Bu onun bilmediği kısımdı. Benim tekrar karşısına çıkacağını düşünmemiştim. Beni hâlen birer asker olarak biliyordu

“Kimseye güvenmiyorum Omar. Tim bile bilmiyor burada olduğumu.”

Gözleri bir an kısıldı, sonra anladı. Sırtını sandalyeye yasladı. Derin bir nefes aldı.

“Beni sen almaya geldin. Onlar değil.”

“Evet,” dedim. Gözlerimi kıstım. “Aslında her ikisi. Sana kimsenin yapamayacağı bir şey yapacağım. Ve herkes bunu bir kaza sanacak.”

“İntikam mı bu? Ailenden biri miydim ben senin?”

“Hayır,” dedim. “Sadece geçmişin laneti. Yanlış yerde, yanlış zamanda yürüdüğüm bir yolun hesabı.”

Bir ses geldi. Çok yakındı bu kez. Koridordan gelen çığlıklar, metalin betona çarpışı… Omar da duydu. Kıpırdandı.

“Çıkmamız gerek,” dedi.

“Çıkmıyoruz. Sen kalıyorsun. Ben gidiyorum.”

Şaşırdı. “Beni burada mı bırakacaksın? O adamlar…”

“Ölmeni istemiyorum. Ama yaşamanı da ben garanti etmiyorum.” Eğildim, çöp kutusundan bir dosyayı daha çektim, alabileceğim bir kısmını kopardım. Haritaydı. Belki de gerekli yerleri en iyi ben okurdum.

Gözlerini dikti bana. “Yaralı bir kurt gibi geziyorsun. Ne yaparsan yap, ısıracaksın birini.”

“Elimdekilerle ısırmayacağım Omar,” dedim. Önünde durdum. Hiç düşünmeden ayağa kalktı. Ekim’i bulmam lazımdı. “Köpeği olduğun sistemin ta kendisini boğazlayacağım.” Dedim. Silahı Omar’ın tam anlına dayadım.“Ve hayır. Benimle geliyorsun. Buraya seni almak için geldim. Sadece dosyalarka bir taşla iki kuş vurdum. Ölümün kolay olmayacak Omar.”

Silahı hâlâ Omar’ın alnına dayamışken adım attırdım ona. Adımları yavaş, tereddütlüydü. Bense temkinli ama hızlıydım. Her saniye altın değerindeydi. Arkamızda hâlâ dumanın izleri vardı, yerdeki dosyaların bazıları ayak izleriyle ezilmişti. Bunları şimdi önemseyemezdim. Onu götürmem gerekiyordu. O bizim için sadece bir hedef değil, konuşursa çözülmeye başlayacak bir zincirin ilk halkasıydı.

Kapıya ulaştığımızda hafif araladım. Koridor sakindi; ya herkes çatışmaya inmişti, ya da bir kısmı çoktan kaçıyordu. Omar’ı silahın namlusu eşliğinde dışarı çıkardım. Sol elim dosyaların bir kısmını kavrarken sağ elim hâlâ silahın üzerindeydi. Ayaklarım çıplak ama hızlıydı.

İkinci kata inmek için arka merdivenleri kullanacaktım. Ana koridordan gitmek intihar olurdu. Omar da bunun farkındaydı. Sessizdi ama boş durmuyordu. Sürekli etrafı kolaçan ediyor, göz ucuyla kaçabileceği açık bir kapı arıyordu. Gözlerinden okuyabiliyordum.

İkinci kata inen merdiven boşluğuna geldiğimizde, alt katı göremeyecek kadar yoğun bir duman yükselmeye başlamıştı. Aşağıdan metal sürtünmeleri, koşu sesleri, bir kadının çığlığı yankılandı. Tam o an, bir şeyler ters gitmeye başladı.

BOOM!

Yer birden sarsıldı. Merdiven boşluğunda yankılanan o patlama sesi kulaklarımı sağır etti. Dumanın içinden gelen alev kıvılcımları önümüzü neredeyse tamamen kapattı. Geri çekilmek istedim, ama çok geçti. Bir anda sol kolumda dayanılmaz bir acı hissettim. Ardından bir sıcaklık. İnledim istemsizce.

Önümde duran adam elindeki bıçağı ile gülümseyerek bana gösterdi. Veya Ben öyle sandım. Elbisem bir anda kana bulandı. Nefesimi tuttum, geri adım atarken duvara dayandım. Kolum sızlıyor değil, cayır cayır yanıyordu.

Omar bu anı fırsat bilip yukarıya koştu.

“İt!” diye hırladım ama artık yanımda değildi.

Hızla merdiven boşluğundan geriye kaçtı. Sol kolumdan sızan kan parmak uçlarıma kadar inmeye başlamıştı. Sağ elimle silahı güçlükle tutarken diğer elimle yarayı bastırmaya çalıştım. Adam bir hamle daha yapacağını hissettiğinde hiç düşünmeden silahı var gücümle kaldırıp adama doğru tuttum. Silahın ucundan kurşun çıkıp isabet etti. Ama ona mı isabet ettiğinden emin değildim. Bir metal düşüş sesi geldi ama ardından ise bir beden önüme yığıldı. İsabet etmişti.

Koluma bakmaya çalıştım ama kan yüzünden derinliğini göremiyordum. Tek gördüğüm şey boydan kesildiğiydi. Lanet olsun! Dudaklarımın ardından bir inilti daha kaçtı.

Sağ elimi duvara yasladım. Derin nefesler alıp vermeye çalıştım. Acı aklımı karıştırıyordu. Acı aklımla oynuyordu. Arkamı dönüp Omar’ın gittiği yerden merdiven boşluğuna ilerledim. Sağ koluma duvara dayayıp duvardan destek alarak ilerlemeye başladım. Sol kolumda ılık bir sıcaklık ve cılız bir acı hissediyordum. Merdivenin ucuna geldiğimde düşünmeden çıktım.

Merdivenin büyük bir güç ile çıktığımda trabzanları tuttum. Nefesim kesiliyordu. Çıplak adyaklarımın altımda ezdiklerim birer cam parçası olduğunu hissediyordum. Birer acı veriyordu.

Kendimi sağ duvara dayayarak tetikte bir şekilde ilerledim. 3’üncü kat son kattı ve en büyük katlardan biriydi. Önümdeki ucu bucağı gözükmeyen koridora baktım. Bu olasıkları düşünmem lazımdı. Ekim ne durumdaydı acaba? Benden iyi bir durumda mıydı acaba?

Ardından bir patlama daha hissettim. Bu patlama diğerlerine göre en sarsıcı olanıydı. Önümde birden fırlayan kapı olan ama şimdi bir tahta parçasından ibaret olan kapıya baktım. Şuan boşluk olan yerden fırlayıp önüme düşmüştü. Aşağıda her ne yaşanıyorsa burayı baya etkiliyordu çünkü burayı toz dumanı kaplanıştı. Kendimi sağ duvara yaslayarak ilerledim. Kolumdaki akan kanlar elbiseme damlarken sağ elimde ki silahı sımsıkı tuttum.

O an gözlerim bir kez daha karardı. Dengemi yitirmeden önce duvara yaslandım. Gözlerimin önündeki dünya titremeye başladı. Önce çok hafifti. Sanki biri tavan ışıklarını azıcık kısmış gibi… sonra daha keskinleşti. Göz bebeklerim ışığı yakalayamıyor, odaklanamıyordu. Her şey giderek silikleşti. Sesler boğuklaştı. Sanki o bağırışlar, patlamalar… barutun çığlığı bile... suyun altından geliyordu artık.

Dudaklarımı araladım ama ses çıkmadı. Sadece sıcak bir nefes… bir başka yaşam belirtisi. Bileğimdeki damarlar zonkluyor, sol kolumdan aşağı sızan kan daha ağırlaşmış gibi hissettiriyordu. Önceki o ılık his yoktu artık. Yerini garip bir serinlik almıştı. Tenime yapışan elbisem, nefesimi kesen bir gömlek gibi sırtıma yapıştı.

Ayağımı sürttiyordum… bilerek mi, hayır. Daha çok içgüdü.

Gözümün ucunda, daha önce fark etmediğim bir boşluk belirdi.

 

Az önce kapının fırladığı yer şimdi bir boşluktu. Şimdi yalnızca karanlıkla dolu bir geçit... Duvarda izleri hâlâ duran eski bir sınır. Kapısı olmayan bir kapıydı bu. Tıpkı ben gibi. Bir zamanlar içeriden kilitli olan, şimdi her yere açık... ama hiçbir yere ait olmayan bir boşluk.

O yöne ilerlemeye başladım.

Adımlarımı attığımı bile hatırlamıyorum.

Daha çok bedenim kaydı…

Duvardan destek almaya çalışırken sağ elim kaydı, omzum taşa çarptı ama durmadım.

Sadece oraya ulaşmak istedim.

O geçide vardığımda, dizlerimin altı çözülmüş gibiydi.

Ayakta duracak halim kalmamıştı.

Ve belki de artık mücadele etmem gerekiyordu-ama başka bir şekilde.

Yavaşça diz çöktüm. Kendimi kapı pervazına yasladım. Yavaşça vücudumun yere çökmesine izin verdim.

Vücudumun ağırlığı çökerken, sanki içimde bastırdığım her şey de yere iniyordu.

Başımı taş duvara yasladım. Soğukluğu alnıma iyi geldi, kan ter içinde kalmış tenime bir gerçeklik hissi verdi.

Gözlerimi kapatmadım. Kapatırsam... kaybolacağımı biliyordum.

Ve sonra oturdum.

O boşlukta.

Kapısı olmayan bir kapının içinde.

Ne dışarıda, ne içeride.

Ne güvende, ne de tamamen teslim.

Sadece orada.

Kendimle.

Yalnızlığımla.

Yenilmiş ama hâlâ nefes alan hâlimle.

Ve içimden sadece şu cümle geçti:

“Bitmedi… Ama bu bir araydı belki.”

Gözümden bir yaş damla aktığını telefonuma gelen bildirim sesi ile hissettim. Gözlerimin zor bela açık tutarken sağ kolumun tersi ile göz yaşımı sildim. Elbisemin yırtmacından bacağındaki telefonumu alıp ne geldiğimde baktım.

Ekim’dendi.

Nerdesin lanet karı?

Gülümsedim. Canımın yanacağını bilerek sağ elim ile yazdım.

 

 

 

Oturuyrum. Ya sen?

Kısa bir duraklama olduğunda yazmadı. O sırada bir patlama oldu bu sefer göz gözü görmeyecek şekilde etrafa toz ve barut kokusu iyice sinmesine neden olmuştu.

Yaşıyoruz, yaşamaya çalışıyoruz. Birazdan arkadaşlarla buluşucaz işte çay falan.

 

 

 

Aynı. Benden yaşamaya çalışıyorum

Oturarak mı?

Sırıtttım.

 

 

 

Arkadaşlar ile çay içerek mi

İstersen arkadaşlar ile sen takıl.

 

 

 

Yok teşekkürler canın

Telefonu yanıma bıraktım. Tozun içinde karidor da bir hareketlenme sezdim. Etrafıma baktım. Bir düzine adamın çember oluşturarak ilerlediğini fark edince şaşkınlığımı gizliyemedim. Gözlerimi kısıp daha dikkatli bakınca dairenin içerisindeki Omar ile gözlerim daha da aralandı.

Kendimi biraz içeri iterek odanın içerisine girmemi sağladım. Elbisemden bir kumaş kopartıp koluma bağlayarak tanpon yaptım. Yere bıraktığım silahımı aldın. Gözlerimde ki kararma yerine kolumdaki daha büyük sızıya bıraktkğında en arkadaki adamın tam kafasının arkasına isabet ettirdim. Adam yere yığıldı. Diğer adamada aynısını yaptım. Daire oluşturdukları için yavaşça ilerliyordular. Bir diğer adamın da tam arkasından başına isabet ettirip vurdum. Vurdum adam da diğer vurduğum adamın üzerine düşmüştü. Arkadan beş adamı hallettiğimde silahla işimin bittiğini anladım.

Ayağa kalkıp Omar’ın sağ çaprazımda ki adamın omzuna dokundum. Adam başını çevirip bana döndüğünde kafa geçirdim. Adam iniltiler eşliğinde Geri sendelediğim de bana doğrultulu silahın olduğu ele bir tekme geçirdim. Silah elinden yere önüme düştü. Eğilip hızla silahı elimde alıp adamın anlının tam ortasından vurdum. Diğer adamlar da geldiğimi o an fark edip etrafımı sardılar. Omar benim ve kanayan kolumun görünce yüzünde gülümseme oluştu. O gülümsemenin altında artık öldüğümü sanacak kadar bir aptal adam yatıyordu.

Adamlarını üzerine salıp geriye çekildi. İlk hamleyi şişko bir adam üzerine yürüdüğünde anlının tam ortasından vurdum. Elimde silahı olan bir hamfendiye silahsız yanmak da böyle çakallara yanaşır bir aptallıktı işte. Arkasından bir adam silahı doğrultup tam tetiğe basıyordu ki yere yığılma dan once adamı tutup kendimi siper ettim. Bana sıktığım kurşun öldürdüğüm adamın karnına isabet ederken bir kurşun da ben sıkıp adamı etkisiz hale getirdim. Bu adamları nereden bulmuştu çöplükten mi? Karşıma dikilen siper üç adama baktım. Sonra ise boydan kesik olan koluma. Bu iyi olmamıştı işte. Bir tekme kesik koluma yediğimde bağırışlarım koridora yankılandı.

Çığlık. Benim miydi, yoksa içimde kopan bir şeyin sesi mi, ayırt edemedim.

Dişlerimi sıkarak sendeledim. Kolumdan gelen acı artık tek başına bir yara değildi; bilincimi zorlayan, bedenimi terk etmeye zorlayan bir yük gibiydi. Sırtımı duvara yasladım. Nefesim darmadağındı. Her alınan nefes, göğsümün ortasına bıçak gibi saplanıyordu. Gözüm karşımdaki adamlara takıldı.

Üç kişiydiler. Biri uzun boylu, diğeri kısa ama atikti. Sonuncusu… Sonuncusu gözlerini benden ayırmayan bir sadist gibiydi. Eli tetikte, tetiği ise sabırsızdı.

“Haydi Mira…” dedim içimden. “Ayakta kal.”

Adamlar yaklaşırken yere çömeldim. Tek elimle dengemi sağlamaya çalıştım, diğer elimle silahı sıktım. Tetiği çekerken parmaklarımın titrediğini hissettim ama silah sadıktı. Patladı.

İlk adam yere yığıldı.

İkinci adam sağ çaprazdan üzerime yürürken hızla yere devrilen ilk adamın arkasına geçtim. Onun cansız bedenini kendime kalkan yaptım. Bunu yanmaktan başka çsrem yoktu. Gelen kurşun onun sırtını delip bana ulaşamadı. İkinci tetik darbesiyle kendi sonunu getirdi.

Üçüncüsü, sadist olan… Göz göze geldik. O an bir şey fark etti. Ben hâlâ buradaydım. Yaralıydım ama yıkılmamıştım. Elinde tuttuğu silahı iki eliyle kavradı. Nişan aldı. Ateş edecekti. Ama geç kaldı. O an, her şey yavaşladı.

Sağ elimin son gücüyle silahı kaldırıp nişan aldım. Ve tetiğe bastım.

Kurşun alnının ortasına saplandı. Adam, geriye doğru düşerken gözleri hâlâ açıktı. Sanki inanamamıştı.

Birkaç saniye boyunca sadece nefes alıp verdim. Sanki dünya durmuştu. Sonra...

Bir ayak sesi. Sonra bir tane daha.

“Omar!” diye bağırdım. Ama cevapsızdı. Gözlerimi koridorun diğer ucuna diktim. Toz hâlâ havadaydı, ama onun siluetini görebiliyordum.

Kaçıyordu.

“Lanet olası!” Dişlerimi sıkarak yere eğildim. Ayakta durmam artık işkenceye dönmüştü. Ama bu iş burada bitemezdi. Onu almadan, bu katliamın hesabını sormadan bitmemeliydi.

Yere yığılan adamlardan birinin belindeki bıçağı çekip aldım. Sol kolum hâlâ kullanılmaz durumdaydı ama sağ elimde hâlâ hayat vardı. Biraz sendeleyerek ilerlemeye başladım. Her adımda ayaklarımın altındaki cam parçaları tenime saplanıyordu. Her adım, bir bedeldi.

Koridorun köşesini döndüğümde Omar’ın merdivenin önğmde durduşunu gördüm. Merdiven tamamen çökmüştü. Aşaşı iniş yoktu. Varsada ölümdü..

Orası sondu. Orası onun mezarıydı artık.

Geri gelmek için tekrar benim tarafa döndüğünde göz göze geldik. Gözlerindekş direnilti. Gözlerindeki birer hâlen kurtuluşa olan inancıydı.

Sağ elindeki bıçağı elimde çevirdim. Her adın atışımda biraz daha ürperiyordum. Fayanslar buz gibiydi. Gözlerimi kıstım.

Dudaklarımdsn çıkan kelimeler birer fısıltıdan ibaretti ama Omar tim çığlıklara ramen anladışını biliyordum. “Son olduğunu biliyorsun. Direnmek aptallık.”

“Sonu olduğunu bildiğin adamın peşinden koşuyorsun.”

Adımlarımı çapraz attıp tam yanına ilerledim. Altoma baktım derin kaos ve uçurumdu. Ölüm kokuyordu. “Sana herleyin dışında bir şey soracağım.” Cevap vermesi. Vermesini beklemeden de anlatmaya başladım. Gülimsedim. “neredeyse 2 yok önceki uçak kazasını hatırlıyor musun? Kardeşinin ölü bulunduşu uöak kazası?” Yüzünde bir kas seğirdi. Bana doğru atıldığınsamelimdeki bıçağı omzuna fırlattınm. İnleyerek geri çekildi. “benim ailemçn içerisinde olması gereken uçak. Gözümğn önğnde patlayan uçak. Sen mi patlattın?” Sol koluma baktım daha da kötüşleşiyordu.

Cevabı ne olursa olsun boynunu kıracaktım. Hatırladıkça kalbim kasılıyordu.

Kaşları çatıldı. Bakışkarında o an herley geçti . Aklınıza gelenilecek herşey.

“MİRA!” Aşağıdan bir ses duydum sandım ama odağım Omar dı.

“Bilmiyorsun değil mi?” Her ne söyleyecek ise ondan vaz geçip bunu demiş gibiydi. Omzundaki bıçapı isağ sol yapıp birden çekti. Yüzünğ buruşturup bıçğı köşete attı.

Bir adım daha ona doğru attım. “Neyi? Neyi bilmiyorum?”

“O uçağın sizinkiler tarafından patlatıldığını” dedi hiç düşünmeden. “Türk askeri tarafından “

O an her yer karardı. Ayaklarımın üzerinden zemin adeta kaydığını hissettim. Türk askerleri mi? Kalbimin üzerine bir gölge çöktü. Türk askeri?

“MİRA! BOMBA!”

Birden kulağımı sağır edecek derecede bir basınç hissettim. Sonra ise büyük bir patlama isağ yanımda derin bir ısı. Birden yer yerinden oynadı. Gözlerim kocaöan aöılııp etrafıma baktığımda. Kapılarla birlikte duvarların patladığını gördüm. Yutkundum.

Kaçma fırsatım olmadan vicudum havada süzüldü. Gözlerim ve bilincim tatamamen olmasada yarı yarıya kapandı. Sırtımın bir yere çarptışını hissettiğinde derin bir acu hissettim.

Sesler birbirine karıştığımda vicudum havada bir tur döndü. Midem bulandı.

Sonra ise sesler bir uğultudan ibaret oldu.

Ölümden kaçış yoktu belkide.

Peşinden koştuğumuz her şey birer ölümden ibaretti.

Bilincim tamamen kapanmadan önce haddi hesabı olmayan bir acı hissettim. Bir acı sarsıntı yaşasıpımda tamamen bilincimi yitirmiştim.

 

Bölüm nasıldı?

Sevdiniz mi?

Umarım sevmişsinizdir?

Böyle bir bölüm lazımdı bize de fkckfkf

Ekim marakterini nasıl buldunuz? Sizce geçmişinde ne yatıyor olabilir? Tatlı kız

Peki ya Umay'a yaştığı mfmfmgm

Siz aklına gelen soruları yazın çünkğ Ben 18 bin kelimeyi aklımda tutamam fmfkfkf B12

Seviliyorsunuz ballarım

YENDİNİZ

Bölüm : 26.07.2025 19:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...