7. Bölüm

5. Bölüm

The_Older
the_older

Eveet uzun bir aradan sonra tekrar siz askerlerimleyim ckckvkgkg. Sizleri çok seviyorum ve uzatmadan bölüme geçiyorum iyi okumalar dilerim

Oy sınırı 50 yorum sınırı +100

 

Histerek olduğum her şeyin sorumlusuyum...

2 Hafta sonra

Etrafına bakınca nerede olduğumu anlayamadım ama üzerimde askeri üniformam vardı. Üzerimdeki üniformama bakınca üzerindeki kanlar beni dehşete düşürdü. Nerede olduğumu anlamak için başımı çevirince bir hava limanında olduğumu fark ettim. Bugün annemlerin geleceğini hatırlayarak yüzümde derin bir tebessüm oluştu. Onları çok özlemiştim. Onları uzun bir süredir görmemiştim tekrardan.

Adımlarımı yavaş tutup girişe doğru ilerlettim. Onların benim gibi biri için böyle tehlikeli bir yere gelmelerini asla istemiyordum. Ama benim istememem ise onlar için bir şey değiştirmiyordu. Bir yandan bakınca da gelmelerine sevinmiştim. Burnumda tütüyordular. Gözlerimi kısarak etrafa baktım. Tuhaflık vardı. Havaalanı bomboştu.

Bir adım daha atarak içeri tamamen girdiğimde adımım ile birlikte etrafta siren sesleri yükseldi aniden. Her yer askerlerin olduğu yerleri ve bomba imha ekiplerinin koşturuşları ile dolduğunu fark ettiğimde ise kas katı kesildim. Hayır, yine mi?

Önümde telsizi ile konuşan bir askere yanaştığım da etrafı kolaça ediyordum telaşla.

"Kıdemli Üsteğmen Mira Gürsoy," asker emir komutuna geçtiğinde başımla karşılık verdim. "Ne oluyor asker?"

Telaşına saklayamadı, "Komutanım havaalanına yakın bir mevkide suikast düzenleneceği söylendi. Tüm ekiplerimiz etrafı inceliyor."

Etrafına korku ile baktım. "Yine mi?"

"Anlamadım komutanım?" Dedi. Şaşkınca göz kırpıştırdım. Hatırlanmıyor muydu o günkü olay? Başımı iki yana salladım. "Yok bir şey asker."

Başımı bilinçsizce her iki yana salladım. Hayır. Yine olamaz değil mi? Yine aileme bir şey olacaktı değil mi? Yine mi böyle bir şey yaşıyordum? Yine mi ailem ile sananıcaktım? Etrafım delicesine baktım. Dışarı iniş yapmak üzere olan uçağı gördüğümde yutkundum. Zihnim kendince komutlar vermeye başladı. Yer çekimine meydan okuyarak hızla pist alanına doğru koştuğum. Merdivenleri hızla inip önümdeki kapıya tekme savurarak açtım. Kendimi dışarı attığımda gözlerimi buraya doğru gelen uçaktan ayırmadım. Onlarca insan ya varsa içinde bu sefer. Aile... Gözlerimden bir yaş süzüldü.

Ya bu sefer içinde onlarca insan varken patlarsa.

Ayaklarımın bağı çözüldü. Kendimi ayakta tutamayacağımı fark ederek diz üstü çöktüm ve iki elimi yere bastırdım. Hayır bu bir rüya. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Başımı yere eğdim. Bu bir kâbus. Aynı şeyi bir kez daha yaşıyor olmam saf bir delilikti.

"Bu bir kâbus," diye sayıkladım. "Ailem o uçakta değil yine bir patlama olmayacak." Bu dediğimi söylerken ne kadar kendime inanarak söylüyordum bilmiyorum. Ailem yine benim yüzümden bir ölümün pençesindeydi. Yine benim yüzümden.

Başımı yerden kaldıramadım. Yine o uçağın patlamasından korkarak gözlerimi sımsıkı kapadım.

"Sana söylemiştim. Bu işin sonunda yine ailenin canının yanacağını."

Donup kaldım. Ellerim buz keserken birden vücudum tamamen buz kesildi. Başımı kaldırıp önümdeki bana bakan adama baktım.

"Seni geberteceğim Omar!"

Güldü. "Eminim yaparsın." Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Omuz silkti. "Ailen ölecek. Ve sen hiçbir şey yapamıyacaksın," birden yüzündeki sinsi bir gülüş ile bakışlarını tekrar bana çevirdiğin de midem kasıldı. "her zaman ki gibi değil mi? Alıştın artık bence. Biri kâbustu senin için, ikincisi bir trajedi olacak," Gözlerini kıstı. "Üçüncüsün de de keramet vardır derler. Dur, siz askerler ne diyordunuz? Vatan ve millet için can mı veririz?" Başını her iki yana salladı. "Sözde vatanınız için bak şuan ailen feda ediliyor."

"Değer mi?"

Bana doğru bir adım attığında yerdeki ellerimi sıktım. Gözlerimi kappattım. Değer mi? "Hayır böyle bir kansızı zihnimde öldürmek ile kalmayacağım, gerçek hayatta ecdadını sikeceğim!" Gözlerimi aralayıp alev saçan bakışlarımı Omar'a diktim. Yerden doğruldum.

Burnumdan derin derin nefesler aldım "Yanlışın var Omar. Vatan ve millet için bizler kendi canımızdan oluruz, uğruna ölürüz ama milletimizin kılına zarar gelmesine izin vermeyiz. Şimdide kimsenin canına zarar gelmeyecek."

Sözde beni dinliyordu. Ama dediklerimden bir şey anlayamazdı. "Bizler şehit kardeşlerimizin uğruna kan döktükleri bu toprakları korumak için tekrar ölürüz. Ölmekten de bıkmayız. Çünkü biliyoruz ki bir ölür bin diriliriz. Ama asla tek bir çocuğun veya ananın gözünden yaş akmasına izin vermeyiz. Eğer böyle bir şey olursa... işte asıl o zaman ölürüz" Boğazımda bir yumru oturdu. Ama asla tevazu vermedim.

Uğruna ölünecek tek ve en güzel şey al bayrağımızın dalgalandığı bu, vatandı.

Omar'ın yüzünde alay dolu bir ifade büründü. Gözleri ile yukarıyı işaret etti. "Uğruna canınızı verdiğiniz bu vatan milletinizin de canını alıyor. Belki de bunun en büyük örneğini şuan ikinci kez göreceksin ve itiraz edemiyor olacaksın. İşte belki asıl çoktan öldüğünü de görürsün"

Omar birden kaybolduğun da derin bir korku sardı içimi. Yanlış bir ihbardır belki de? Yanlış bir rapor? Patlama olmayacaktı hatta? Uçak sapasağlam aşağı inecekti ve her şey normalleşicekti.

Derin nefes al... Nefes ver... Mira kızım derin nefes al... Nefes ver... Al... Ver... Al... Al... Ama verme bu sefer. Öl. Bir daha böyle bir patlamaya şahit olacağına öl Mira. Nefesimi dışarı bırakmadım veya tekrar almadım. Gözlerimin odağı sadece gökyüzü oldu. Uçak hiçbir şey yokmuş gibi havada süzülüp birazdan sahaya iniş yapıcakken büyük bir uğultu yayıldı. Nefes tutmam kulaklarıma derin bir basınç sağlamıştı.

Bir adım attım beklentiyle öne doğru. Diğer ayağımı da öne götürdüğüm ayağım ile hizaladım ama adımım çukura denk gelince büyük bir toz bulutu kapladı etrafı. Öksürdüm. Toz bulutları birlikte önüme anlamadığım parçalar düştü. Sonra ise yüksek bir basınç hissettim. Bu basınç sıcak ve ağırdı. Çok yüksek bir basınç. Başımı göğe kaldırdım. Uçak alev halinde yanarken zihnimde bir kahkaha yer edindi.

"Çok güvendiğin o vatanının askerlerinin yaptığını görüyor musun?" Diğer kahkaha dan daha büyük bir kahkaha zihnimde canlandı bu sefer. Kulaklarını her iki elim ile tıkayıp dizlerimin üzerine çöktüm. Dizim düşüşünün etkisiyle acıdı . Ama hiçbir şey şuan yaşadığım durum kadar acı veremezdi bana. "Hayır hayır sus. N'olursun sus." kendi kendime sayıkladım zihnimdeki sesleri susturmak için. Ama susmadı. "Bir zamanlar sırtını dayadığın askerler bunlar işte!" Ses zihnimi ele geçirdi. "Diz çöküyorsun Mira! Diz çökmek sana çok yakışıyor!"

Bazı hatalar vardır, sesi yoktur ama yankısı ömür boyu sürer.

Bir anlık dalgınlık, bir kelime fazla, bir adım erken ya da geç…

Ve hayat, rayından çıkan bir tren gibi, bir daha o eski düzene girmez.

Hatalar bazen öğretir, bazen içimizi oyup geçer.

Kimi zaman affedilir, kimi zaman iz bırakır.

Ama en acısı, kendini affedememektir.

Çünkü insan başkalarının değil, kendi vicdanında yargılanır en çok.

Vicdan, bazı gecelerde yorgan gibi değil hatta, diken gibi sarar insanı. Bir türlü ısınamazsın.

"Ben sadece o an… bilmiyordum." diye mırıldanırsın kendi kendine. Ama içindeki ses, "Bilmen gerekirdi" der.

Ve haklıdır.

Çünkü bazı hatalar, sadece yanlış bir seçim değil, bir karakter meselesidir. O an, kim olduğunu seçtiğin andır. Hatan, senin bir parçandır artık. Silerim sanırsın, unuturum belki dersin. Ama her aynada, her suskunlukta, her pişmanlıkta yeniden doğar.

Sonra öğrenirsin…

Bazı hatalar düzelmez.

Sadece taşınır.

Omzunda bir yük, kalbinde bir boşluk, sesinde hafif bir titreme olarak.

Bir daha o an’a dönsen, bu sefer farklı yapardım dersin. Ama hayat, tekrar tuşu olmayan bir oyundur. Ve en zor kısmı da budur belki: İkinci şans bazen olmaz. Ya da olur da… sen artık eski sen değilsindir.

Bir hata yaptım. Bu hata hayatıma mal oldu. Ben bir hata yaptım. Bu hata canıma mal oldu.

Ellerimi yumruk halinde son kez yere bastırdığım da başımı göğe kaldırarak acıyla haykırdım. Haykırışımı bastıran tek şey ise patlamanın getirdiği derin uğultu oldu.

Acımı bastıran ise çığlıklarımdı.

Birden etraf karardı. Omuzumda derin bir sızı kendini belirtti. Ardından yanımda bir makine sesinin dıt, dıt, dıt... diye o sesini duymaya başladım. Anormal derecede hızlı şekilde öten bu neyse kırmak istiyorum. Etrafım karanlıktı. Bunun nedenini gözlerimi açamadığım için mi olduğunu veya etrafın karanlık olduğu için mi kesinlikle bilmiyordum.

Bildiğim bir şey vardı o da vücudumun kesinlikle iyi bir halde olmadığıydı. Her yerim berbat derecede sızlıyordu. Elimi kıpırdatmaya çalıştım ama sol kolum boydan sargılıydı. Boynumda hissettiğim tarifi olmayan acı yüzünden durmaya karar verdim. Demek ki kıpırdatamıyorduk. Böyle bir özellik daha gelmemişti bana. Bu yanımdaki makinenin sesi sinir bozucu olmaya başlamıştı benim için. Ayaklarımı kıpırdatmaya çalıştım. Her ikisi yerinden dahi oynamadı. Felç mi olmuştum?

Gözlerimi ufak tefek aralamaya çalıştım. Sanki bir okyanusun ardında sular gözlerimi açmama izin vermiyordu. Gözlerim yanıyordu adeta. Gözlerimi kısa bir şekilde aradığımda etrafım görünür oldu. Kutu gibi bir odanın içerisindeydim. Koluma baktım. Hissettiğim ağırlığın nedeni bu olsa gerekti. Koluma bir serum bağlanmıştı. Serumu takip ettiğinde dıt dıt sesinin sahibi makineyi fark ettim. Hastanede değildim. Öyleyse neredeydim? Karşıma baktım. Klasik bir koltuğun üzerinde kollarını arkasında başının altında bağlayarak yatan adamı gördüm. Ayaklarını uzatmış ve üst üste atarak yatıyordu bir ihtimal.

Ağzımdaki maskeye baktım. Kolumu ağrıları umursamayarak kaldırdım. Maskeyi ağzımdan çıkardığımda kolum yanıma düştü. Derin bir nefes çektiğimde öksürmeye başladım. Boğazım yanıyordu. Lanet olsun ki hemen çıkarmamalıydım.

Gözümden istemsizce bir damla yaş aktı. Makinedeki ses bir şeyi uyarırcasına daha hızlı örmeye başladı. Uzanan adamın telaşla kalktığını fark ettiğimde hızla gözlerimi kapadım. Neden kapattığımı bile anlamadım. Öksürüğüm kesilmedi hatta daha da şiddetlendi. Bu sefer sarsıcı bir şekilde öksürmeye başladığımda her yerime ölümcül ağrılar saplanmaya başladı. Neredeydim? Niye kalbime bir şeylerin battığını hissediyorum?

Kapalı gözlerimin ardından bir gölge hissettim. "Komutanım! Bir şeyler ters gidiyor!"

Etrafımda hareketlenme hissettim. Bir dakika komutanım mı?

Kapı gürültüye açıldı. Boğazımı yakan ve kaburgalarıma da sanki şiş batırıyorlarmış gibi hissetmeme neden olan bu öksürük dinmek bilmedi. Ellerimi üzerinde olduğum yatağın kenarına götürüp sıktım.

"Siktir!"

"Komutanım?" Sesler tanıdık geliyordu ama hiçbir şeyi algılayacak durumda değildim.

Nefesim kesildi. Bir anda zihnim bulanıklaştı. Araftaydım.... Ne bu gerçekliğe yakındım ne de ölüme. Gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünü hissettim. Yanımda birinin varlığını hissettiğimde ise çok eskiden görevde gördüğüm bir erkek çocuğunun yüzü canlandı gözümün önünde. "Abla. Daha değil."

Buğulu olan etrafıma baktım, "ne daha değil çocuk?"

Gülümseyişi içimi eritti. "Mira ablam daha çok erken."

Gözümden bir damla yaş aktığında başka bir ses duydum. "Komutanım bir şeyler yapmalıyız ölüyor!"

Elimi ona doğru uzattım. "Seni kurtarmaya çalıştığımda çok geç olmuştu be çocuk," acı bir tebessüm yayıldı yüzüme. Bir adım öne doğru atarak boşlukta tam karşımda olan çocuğa yetişmeye çalıştım. "Belki erken olması geç olmasından daha iyidir."

Ben her adım attığımda aynı doğrultuda benle uzaklaşıyordu. Başını iki yana salladı. Kara kaşları çatılmıştı. "Yapman gerekenler var abla. Burası senin için çok erken."

Ayaklarımı sinirle daha hızlı ve kararlı attım ileri. Her adımımı söylenerek atıyordum. "Senin içinde erkendi! Sen benden daha küçüksün! Böyle bir durumda yapmam gereken ne olabilir!" Ayaklarım yere çivilendi. Gözlerimi kapayarak kendime sinirlenerek sıktım. "Özür dilerim. Bağırmak istememiştim sana" Gözlerimi aralayıp pişmanlık dolu bakışlarım ile bir adım öne doğru attım. "Seni kurtaramadım be çocuk. Sence de asıl ölmeyi hak eden ben değil miydim?"

Durdu. Konuşmadı. Ne düşündü bilemedim bir kez daha. Ama bakışlarındaki ardı ardına duygu değişimleri bir tek benim canımı yaktı. Susmamalıydı. Sustukca canım yanıyordu benim. Başımı aşağı eğdim. İki pişmanlığımdan biri bu çocuk yerine ölemememdi.

"Sen," Başımı kaldırıp beklentiyle çocuğa baktım. "peki sen olmasan benim intikamımı kim alacak?"

Kalbimin durduğunu hissettim. Sorduğum soruya cevap vermemişti. Tam ağzımı aralayıp cevap verecektim ki etraf tamamen karardı. Son duyduğum ise küçük çocuğun. " Erken ablam. İntikamımı alacaksın daha."

Yıllar önce bir görev sırasında koruyamadığınız çocuk ölüm döşeğindeyken sizden intikamımı al deseydi ne yapardınız? Hiçbir şey. Çünkü ben hiçbir şey yapacak durumda değildim. Onca yıldır içimde bir yerde kan ağlayan, pişmanlığımdan biriydi bu çocuk ve be hiçbir şey yapacak durumda değildim.

Bilincim tekrar ve tamamen gitmişti. Çarşafı sıkan elim gevşedi. Kalbimin durduğunu hissettiğimde bu sefer gerçekten durduğunu tüm acılarım yok olduğunda anladım.

🙈🙉🙊

Ölümümün üzerinden ne kadar süre geçti bilmiyorum ama göğsüme saplananan ağrı ile ölmediğimi anladım. Denemesi de hoştu lakin üzerimde çok kötü bir uyuşukluk olduğunu hissediyordum. Sanki beni bir yıl boyunca esir tutmuşlardı da her yerim işkenceler yüzünden hal hatır sorulamayacak reddedeydi.

Gözlerimi aralamadan etrafımı dinledim. Çünkü gözlerimi aralayarak ne kadar dile getirmediğim bir şey olsada korkuyordum. Ölümü ne kadar ciddiye almadan dile getirsemde ölmekten korkuyordum. Yaşamak istiyordum... O küçük çocuk için yaşayacaktım. Ölümün kıyısındayken bana hatırlattığı intikamı alıcaktım. Ölüm herkes için kolay olabilirdi ama benim için oldukça zorlu olmasını sağlayacaktım.

Ölmekten korkuyordum. Küçük çocuğun isteğini yerine getirememekten korkuyordum.

Etrafı dinledim. Beni kaçıran -kurtaran- her kim ise amacı beni kurtarmak olduğuna inanmıyordum. Kimse kimseyi sebepsiz yere kaçırmaya kalkmazdı. O çatışmanın patlamanın arasında... Siktir! Benim o patlamadan sağ çıkma ihtimalim dahi yoktu. Peki nasıl sağ çıkmıştım. Kendimi bile göremiyordum. Ne haldeydim km bilir. Omar? Omar sağ çıkmış mıydı? Korkuyla nefesimi verdim. Sağ çıkmamasını dinlemekten başka bir şey yapamıyordum maalesef.

İçli bir nefes alıp verildiğini hissettiğimde ürperdim."Kaç haftadır bu durumda olduğunu saymayı bıraktım"

"4 hafta 5 gün 6 saat 46 dakika 22 saniye."

Hayret nidası döküldü aynı kişiden. Bir dakika bu kadar olmuş muydu? "Oha. Saniyesine kadar tuttunuz mu?" Nıç nıç dediğinde sesi kınarcasınaydı. "Şu askeriyeye sizin kadar işsizi gelmemiştir haberiniz olsun komutanım."

"Niye öyle diyorsun lan it. Keyfimden saymıyoruz her hâlde." Sandalye sesi geldi. Her kimse hemen dibimdeydi.

"Keyfinden tutmuyorsan niye tutuyorsuz o zaman komutanım. Demek ki tutmak istemişsiniz. Yük oldu her hal şu?" Şu adam bana 'şu, bu, o' demeden durabilir mi lütfen? Yoksa belasını silkelememe az kaldı.

" Tutmam istendi. Saniyesine kadar." Her ne olduysa, "yoksa değil ben süre tutmak, şuan şu kadının yanında bile durmam." Bende çok meraklıydı sanki yanında durmaya.

Gür bir kahkaha koptu. "Dua et 1. dereceden komutanım duymasın 2. dereceden komutanım. Yoksa akşama camide selanızı okutur yarına bırakmaz helvanızı da dağıtır haberiniz olsun."

"Dağıtıyorsa dağıtsın lan." Kaşlarını çattığında ağzında bir küfür yuvarladı. "Şu siktiğim sayılarını unvanımın üzerine ekleyip durma lan puşt!"

"Emredersiniz komutanım." Diyerek köşeye çekildi.

Derin bir nefes alarak gözlerimi araladım. Kaşlarımı çattım sesimi çıkarmadan onları dinlemeye devam ettim ama. Karşımdaki iki kişiden birinin tanıdığımı fark ettiğimde dehşete düştüm. Biri eğer süre tutan doğru söylüyorsa 4 hafta önce park alanı yüzünden kavga ettiğim zibidiydi. "Hayırdır siz niye böyle triplere giriyorsunuz Koral komutanım hem?" Diyen kişi ise onun yanındaki kişiydi. Sert çehresi, bal rengi gözleri ve kumral saçlara sahipti.

Omuz silkti, "Triplere falan girmiyorum. Sadece bu kadını neden yanımızda tutmak zorunda olduğumuzu anlamıyorum."

Kendini iyice oturduğu sandalye ye gömdü adını bilmediğim bal gözlü adam. "Omar'ın toplantıda kullandığı dosyalardan birini ölmek üzereyken bile canı pahasına sıkıca tutup bir türlü bırakmadığı için olabilir." Dediğinde elime baktım. Şu zamana kadar hiç fark etmemiştim ama dosyayı sıkıcı elimde tutuyordum. Elimi açıp kapamayı denediğimde rahatça açmıştım.

Yüzümdeki oksijen maskesini çekip yanıma bıraktım. İkisi de anında bana dönerek ayağa kalktılar. Onları umursamadan maskemi yanıma bıraktım. Çıkartmam ile öksürmeye başladığımda bu seferki boğazımda ki küçük bir yanma yüzünden olmuştu. Yavaş ve sakin nefesler alarak dışarıdaki havaya alışmaya çalıştım.

Ben almaya ve olayları idrak etmeye çalışırken ikisi bir hışımla benden kaçarcasına dışarı çıktılar. Derin bir iç çekip yeri bir oturur pozisyonda oturmak için yerimden hafifçe doğruldum. Kaburgalarımın içime battığını hissediyordum. Kendimi geriye doğru itip yastığı arkama dik bir şekilde koyarak sırtımı arkama dayadım. Yüzümü buruşturdum. İşte şimdi başlıyorduk. Ne olacaksa ben uyandığımda olacaktı.

Gözlerimi kapatıp başımı arkama yasladım. Ekim ne durumdaydı acaba?

Bir süre sonra kapı sert bir şekilde çarpıp açıldı. Gözlerimi arkama gereği duymadım. İçerde bir de birden fazla kişi olduğunu hissediyordum. Dayanamayıp gözlerimi yavaşça araladım. Doğru düşünmüştüm. Önümde tamı tamına sekiz adam duruyordu. Ardı ardına dizilmiş bana bakıyordular. Her birinin yüzünde buz ile kıyaslanır katı bir ifade donuk bir bakış vardı. Hepsini de görmüştüm... Ama... Aralarından en önde diğer herkesi arkasında bırakmış biri ile göz göze geldiğimde yerin dibine girdim.

"Sen kimsin?"

Bakışlarındaki öfke ve... Sanki düşmanına bakıyormuş gibiydi. Arkasındaki kişilere baktım. Ama her biri bana bakmak yerine artık karşımda dikilen, bakışlarında öfke saçan, her an beni öldürecekmiş gibi bakan adamdaydı.

Yutkundum. Kekelememek için büyük bir çapa sarf ederek. "Kim olduğumu ne yapacaksın?" Elim her iki yanımda duruyor, istemsizce çarşafı sıkıyordum.

"Kimsin lan sen?!" Dediğinde üzerime doğru yürüdü. Kıpırdamadım. Kıpırdayamazdım da zaten. Arkasındaki dört kişi anında bana doğru yürüyen şahsın kollarından tutarak geri çekmeye çalıştılar.

Kolunu dördünde de kurtarıp sertçe çektiğinde gürledi. "Bırakın lan! Bırak!" Onları izleyip öfkesini susmakdan başka bir şey de yapamadım. Dördü mecburen kolundan çekilip geriye adımladılar.

Bana ne olacağı umurlarında değildi belki ama karşılarındaki kişinin sonradan pişman olacağı şeyleri yapmalarına engel oluyordular belli ki. Bana doğru iki adım atıp kaşlarını çattığında bir şeyleri anlamaya çalışıyordu.

"Kardeşimleydin lan sen! Kardeşim! Canımdan sakındığım kardeşim!" Dediğinde ayaklarımı sakince yataktan indirdim. "Ne işin var lan senin orada! Ne işin var! Ne işin var o siktiğim piç kuruları ile aynı yerde! Kimsin sen!" Yatağın yanındaki duvara bir yumruk indirdiği de yer yerinden oynadı sandım. O gün yollanan tim...

Ellerimi her iki yanıma koyarak destek alıp ayağa kalktım. Kalkmam ile gözlerimin kararması bir oldu ama kendimi tuttum. Ayakta durmak midemi bulandırıyordu. Derin bir nefes dalıp kendimi toparlamaya çalıştım. Karşımdaki beni öldürmek isteği ile yanıp tutuşan adamın gözlerinin içine baktım.

"Sanane!" Dişlerimi sıktım. "Benim kim olup orada ne işim olduğumdan sana ne!?" Bende bağırmaya başladığımda adamın arkasındaki herkes yavaş yavaş kapıdan tüymeye başladı. Sanırım şimdi başlıyordu mesai.

"Ne demek sana ne?" Kendi etrafında kafayı yiyormuş gibi dönmeye başladı. Birden benim önümde durduğunda elini havaya kaldırdı. Kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırdım. Havaya kaldırdığı ele baktım. Bana mı vuracaktı? Gözlerimi kırpıştırdığımda kaldırdığı ele baktı gözlerini kapattı ve elini aşağı indirdiğin de eli yumruk oldu. Sonra ise eline yaptığı eziyete son verip serbest bıraktı.

Benim gözüm ise az önce bana kaldırdığı eldeydi. "Beni," Gözlerimi yumruk yaptığı elden zor bela çekip yüzüne baktım . "Ne kadar tanıyorsun? Ne kadar tanıyorsun da beni kaçırmaya kalkıyorsun?! Bırak geberseydim." Bu sefer ben bağırıyordum.

Bir şey demedi. Demek yerine başını kaldırıp gözlerimin içine kimsede görmek istemeyeceğim bir şekilde baktı. Gözlerimin içine tiksinircesine baktı. Yutkundum. "Sen bir teröristsin." Dediğinde başını her iki yana salladı. "Senin diğerlerinden farkın yok." Vücudum buz kesti. Yerimde kıpırdayamadım. Sanki felç geçirmiş nefes alamıyordum.

Yüzüme son bir kez bakıp. "Orada ne için olduğunu söylemeden," diyordu ki yüzüne sıktığım yumruğu yapıştırmam ile başı yana yatması bir oldu.

Çenesi kasıldığında bu sefer şaşkınlıkla donmuş bir şekilde başını kaldırıp bana bakan oydu. Yüzündeki ifadeleri zerre umursamadan bir yumruk daha indirmemek için kendimi zor tuttum.

"Beni," Ondan olabildiğim kadar uzaklaştım. Omzu duvara yasladım. Karnımı tuttum. Çok büyük bir ağrı girmişti mideme. Yüzümü buruşturdum. "Beni ne olarak görüyorsanız görün. Bundan sonra zerre umrumda olmayacak çünkü." Daha önce umrumdaymış gibi, bundan sonra zerre umrumda olmayacak diyordum.

Kariyerinde inişli çıkışlı zamanlar olucak Mira, demişti babam bir zamanlar. Bazen o inişin bir çıkışı olmadığında kendini boktan hissedeceksin. İşte o zaman yanıma gel. Kendini boktan bir işin içinde bulduğunda ve çıkamadığını anladığında, canın yandığında yanıma gel. Demişti. Canım yanıyor baba. Canım yanıyor ama yanına gelemiyorum. Canım yanıyor çünkü, bunun sebebi benim. Canım yanıyor çünkü kızın acı ile kardeş baba.

Gözlerimin dolmaması için ağrılarımı nasıl saklamaya çalışıyorsam onları da öyle saklamaya çalıştım.

Elimle kapıyı işaret ettiğimde karnıma baskı uyguluyordum. "Şimdi çık. Ne yapıyorsanız yapın. Ağzımdan zerre size karşı söyleyecek bir kelime dahi çıkmayacak Demir Yıldız." Dedim.

Birden rengi soldu. Ne için solduğunu umursamadım. Tek umursadığım şu durumun bir an önce bitmesiydi. Ağrının üzerine yanma hissi de kendine yer edince sağ elimle karnıma baskı yaptığım elimi karnımdan çektim. Başımı eğip elime baktığımda üzerinde gördüğüm kan ile başım dönmeye başladı. Sen bir teröristsin. Gözlerimi kocaman açık etrafımdaki bulantı ve kararmayı yenmeye çalıştım. Senin diğerlerinden farkın yok.

Elimi yatağa yaslayıp destek aldım. Üzerimdeki siyah tişörtü titreyen elim ile karnım kadar sıyırdım. Beyaz oksijenli bezin tamamı kana bulanmıştı. Terörist... Bezin bir ucundan tutup çekip sinirle bir köşeye fırlattım. Derin bir yarıktan farksızdı. Tişörtü bırakıp tekrar ayağa kalkmak için yelteniyordum ki dünya ayaklarımın altından kaydı. Yer ve gök yer değiştirmişti sanki bir anda. Yere düşeceğim sırada bir kol belimi sarıp düşmeme engel olduğun da gözlerimi zorla aralıyıp tutan kişiye baktım.

Demir olduğunu görünce kanlı elimi kaldırıp kolunu itmeye çalıştım ama yapamadım. "Terörist," dediğim bir kelime ile nefesim kesilmişti. " Terörist dediğin kişiye yardım etme." Kolunu bir kez daha itmeye çalıştığımda sol kolumda sızı hissettim bu sefer. Baba kızın acınacak bir halde. Lanet olsun! Çok kötü durumdaydım. Ağlamak istiyorum ben!

Bir kolu sırtımda iken diğer kolunu bacaklarımın altından geçirip havaya kaldırdı. Beni yatağa bırakmasını beklerken kapıya doğru yönelince kucağından kurtulmaya çalıştım. Ama buna izin vermedi.

"Bırak beni diyorum lan sana! Bırak!" Sağlam kolumu kaldırıp dirseğimi çenesinin altına geçireceğim sırada benden önce davranıp kolumu tuttu.

Sesimi zerre umursamayıp kapıya bir tekme savurduğun da kapı kilidi kırılıp sertçe yana doğru açıldı. Kapı açıldığı gibi karşımızda kaçmak üzere olan, şekilden şekle girmiş altı adam ile gözlerimi kırpıştırdım.

"Hiçbir şey göründüğü gibi değil komutanım." Dedi bir bacağı pervazlığın öbür tarafında olup kendini her an aşağı bırakacakmış gibi olan ve bizii aynı bizim sıfat-ı eşgal ile izleyen daha önce bir arada gördüğüm ama adını bilemediğim Mavi gözlü esmer çocuk. Komutanının bakışlarında her ne gördüyse hiç düşünmeden kendini aşağı attı.

"Aslında bilardo odasının yerini karıştırdık komutanım. Arada sırada sizin ev ile karıştırıyoruz da. Biz de şimdi hatırladık aşağıya iniyorduk." Dedi merdivenlerden koşarcasına inerken ardından bağırarak. Yıldız'ın evinde bilardo odasının olmadığına yemin edebilirim.

"Aynen komutanım. Alperen komutanım gibi güzel bir iniş yöntemi bulmayı düşünüyordum bende, aklıma şimdi aynı onun gibi inmek geldi." Diyerek az önce adını bilmediğim Mavi gözlü adam Alperen gibi kendini pervazlıklardan aşağı attı.

Kucağında bulunduğum vücudun sinirden kasıldığını hissettim neden sizce bir anda. Önümüzdeki merdivene doğru üç kişi koşup gittiğinde kim olduklarını dahi göremedik. Eski tim'im gözlerimin önüne geldiğinde yüzümde oluşan gülümseme ye engel olamadım.

"Kırıkkaleli? Koçum nereye kaçıyorsun? Birbirimizi satmak yok demiştik ya hani?" Diye hemen yanımızda biri kolunun altına ondan 1 kat daha küçük olan adamı aldığında bizim yanımıza doğru ilerleyip hemen kapı pervazına kendini yasladı.

Yer kapan haysiyetsiz!

“Kırklareli Koral komutanım.” Zar zor, sanki yüzlerce kez anlatmış gibi bir daha söyledi. Dilinin ucuyla dudaklarını ıslatırken gözleri Demir’in kollarında sallanan bana ilişti, sonra hızla kaçırdı. Demir’in kolu sırtımın altını kavramış, öbür kolu bacaklarımın altından geçmiş -çenem göğsüne değecek kadar yakın- nefesi göğüs kafesime çarpıp geri dönüyordu. Elim hâlâ kanlıydı. Göğsümün orta yerinde ısıran bir ağrı, sanki içeriden bir el acıyı çevirip çevirip kıvırıyordu.

“Kesin lan memleket düşmanları.” Demir dişlerinin arasından tısladı. Çenesindeki kas sinirle seğirdi. Gözlerim yumruk attığım yanağına iliştiğinde için acıdı. Kızarmıştı.

“Emredersiniz komutanım!” ikisi de aynı anda dedi, ama bakışları kapının pervazına, kaçış aralığına kayıyordu. Sanırım komutanlarının ne bok olduğunu biliyordular.

Az önce kendini aşağı bırakan mavi gözlü esmerin sesi, alt kattan yankılandı: “Komutanım ben bilardo odasına iniyorum!”

Demir’in gövdesi, kucağında olduğum hâliyle kasıldı; dudakları bir an çizgiye dönüştü.

“Bırak beni,” dedim kısık, hırıltıya çalan bir sesle. Eğildi, beni daha sıkı kavradı.

“Konuşma.” dediğinde benle konuşurken bile bana olan iğrenişini hissettiriyordu.

“Terörist dediğin kadına niye kol kanat geriyorsun o zaman? Bıraksana halim varsa göreyim.” Bir bakış attı, öfkes ise daha ağır bastı. “Seni yaşatmadan ne olduğun anlaşılmayacak. Kol kanat geldiğim yok.”

Sustum. Bir yanım her şeyi anlatmak istiyordu. Olan biteni orada ne için olduğumu, hangi amaçla gittiğimi , neden Omar'ın peşinde olduğumu... Bir yanım ise ne olacaksa olsun diyordu. Gururum söylemeye el vermiyordu. Söylesem ne değişecekti? Bana söylediği şeyleri geri alabilecek miydi?

Kollarının arasında beni aşağı kata indirdiğin de salona girdi. Bu ev onun evi değildi. Beni beyaz deri koltuğa oturmamı sağladı. Yüzüme bile bakmadan yanımdan ayrıldığında etrafı inceledim.

Salon, dışarıdan bakıldığında sıradan bir apartman dairesinin oturma odası gibi görünse de içine adım atınca hemen bir asker evi olduğu hissedilirdi. Düzen ve dağınıklık arasında ince bir çizgi vardı; sanki her şey kullanıma hazır ama aynı zamanda zamansız bir koşturmaca içinde bırakılmış gibiydi.

Duvarlarda kamuflaj desenli bir bayrak, eski operasyonlardan kalma hatıra fotoğrafları, timin birlikte çekildiği bir kare, köşede asılı duran kasklar ve bazıları hala çamur izleriyle kaplı botlar göze çarpıyordu. Ortadaki geniş koltuk takımı yorgun ama sağlamdı; minderlerinde uzun nöbetlerden sonra uyuyakalmış birilerinin izi kalmış gibiydi. Masanın üstünde yarısı boş enerji içecekleri, bir köşede açılmamış konserve kutuları, birkaç dağınık oyun kartı duruyordu.

Televizyon karşı duvarda, etrafında oyun konsolu kolları, kablolar ve bir kenara bırakılmış kulaklıklarla birlikte hafif dağınık bir alan oluşturuyordu. Çoğu zaman haber kanalları ya da futbol maçları açıktı.

Bir köşede, sıradan bir oturma odasında bulunmayacak şeyler dikkat çekiyordu: temizlenmiş ve kitlenmiş tüfeklerin durduğu metal dolap, ilk yardım çantaları, telsizler ve saha notlarıyla dolu küçük bir masa. Hemen yanında ise sivilleşen bir yan vardı; dart tahtası, duvarda eski bir saz ve köşede devrilmeye hazır bir basketbol topu.

Kaşlarımı kaldırıp etrafa bakmayı bıraktım. Başımı iki yana salladım. Sol koluma baktım. Boydan kesilmiş olan koluma. Boydan bandajlanmış olan koluma. Nasıl yaşadığını hâlen anlamış değildim doğrusu.

Çocuğa söz verdin. Ondan olmasın?

Kimseye. Söz. Falan. Vermedim. Sen öyle san. Kimseye söz falan vermedim desende istemeden de olsa yapacaksın.

Derin bir nefes alıp verdim. Kimi kandırıyordum ki. Belki de son nefesimi vereceğim zaman gelmemesinin sebebi de buydu. Beni hayata tutunmamı sağlayanda.

Karnıma doğru inen sıcaklığı hissettim. Tişörtümü kaldırıp yaranın ne durumda olduğuna baktım. Yüzümü buruşturdum. Tabiki de berbat durumdaydı. Tişörtün siyah olmasını kullanıp karnıma doğru akan kanı sildim. Bu böyle olmazdı.

İçeri adım sesleri yükseldiğinde birden önüme bir gölge düştü. Başımı kaldırıp gölgenin sahibine baktım. Adının Koral olduğunu öğrendiğim adam elinde ilk yardım çantası ve dikiş aletleri ile geldiğinde yutkundum.

"Kendin halleder misin? Yoksa benim mi yapmamı istersin?"

Boğazına dolan yumru ile sinirle elindekileri aldım. Tabiki de. Ne bekliyorsam. Aptal kız! Çantadan bir adet gazlı bez çıkartıp üzerine saf alkol döktüm.

"Yerinde olsam öyle sürmezdim." Önüme geçip kendini karşımdaki koltuğa bıraktı. Kollarını her iki yana açıp kendini rahat bir konuma getirdi.

Onu duymadan bez yaranın etrafına sürdüm. Sürdüğüm yer ve etrafı bayır cayır yanmaya başladığında dişlerimi sıktım. Buradan kaçmalıydım. Buradan çıkmalıydım. Bezi iyice etrafa sürdüm. Acı yerini tatlı bir sızıya bıraktığında iğneyi aldım.

Kınar bir şekilde 'nıç nıç' sesi geldiğinde sinirle karşımdaki adama baktım. "Ne!"

"Kendini canlı canlı dikmeye kalkmayacaksın değil mi asi kız?" Yerinde dikleşerek beni izlemeye başladı.

İğneyle ipi tutturdum. "Daha önce yapmadığım şey değil." Yalan değildi. Kendimi kaç kez canlı canlı diktiğimi hatırlamıyorum bile. Tekrar dikebilirdim herhalde?

İğneyi ilk batırdığım da dişlerimi kırarcasına sıkmıştım. Kendimi dikerken ağzımdan çıkan iniltilere engel olamıyordum. Bu eziyeti kendime neden yaptığımı sorsanız cevap veremem. Veya mantıklı bir açıklama yapamam.

Son dakikaya kadar gözünü kırpmadan tepkilerimi izleyen Koral benden daha çok acı çekiyormuş gibi bir hali vardı. Her iğne tenime değişinde yüzünü buruşturuyordu. Son kısma geldiğimde ipi kestim.

Ayağa kalktı. "Sen delisin."

Omuz silktim."Genelde öyle derler."

Üzerini enfeksiyon riskine karşı gazlı bezi yaranın üzerine koyup sabitledim. Şimdi olmuştu. Derin bir nefes verdim. Dikiş attığım her yer sızıyordu. Lanet olsun! Kesinlikle uyuşturmam lazımdı.

Önüme geçip çantanın içine çıkardığım eşyaları geri koydu. Koyarken zerre kadar umursamıyormuş gibi davranıyordu. Sanki az önce kendimi dikerkenki bakışlarını görmemişim gibi davrandım bende. Umursamıyormuş gibi davranmaktan ziyade, soru sormamak için direniyormuş gibiydi zaten.

Çantayı topladığında koltuğun kenarına bıraktı ve ne ara arkama koyduğunu bilmediğim tişörtü bana uzattı.

"Birkaç gün daha banyo yapmazsan iyi olacak." Tuttuğu tişörtü işaret etti. "Dikişlerin için en azından."

Uzattığı tişörtü elimi uzatıp aldığımda başımı eğip sağ kolumu -tişört tuttuğum elimi- havaya kaldırıp teşekkür ettim. Teşekkürü mü havada kapıp yanımdan ayrıldığında gözden kaybolmasından hemen önce.

"Banyo üst katta. Eğer üzerini orada değiştirmek istemiyorsan koridorun sonundaki karşına çıkan ilk odayı kullan." Tabi ya. Haklı.

Dikişlerim yeni olduğu için karnımı tutarak ayağa kalktım. Buranın tam olarak hangi konumda olduğunu henüz bilmiyordum. Bu da bir eksiydi benim için. Dişlerimi sıktım. Salondan çıkarak üst kat merdivenlerine doğru ilerledim. Her adım atışımda midem bulanıyor, dikişlerim sızlıyor, yer ayaklarımın altından kayacakmış gibi oluyordu. 4 hafta 5 gün altı saat. Yanlış hatırlamıyorsam öyle söylemişti. Sıkıntılı bir nefes verdim dışarı. Nerdeyse 5 hafta olmuştu ortalıktan kaybolalı. Ve ben bu bir ayda hâlen iyileşememiştim üzerine bir kez daha iyileşmeden ölümden dönmüştüm.

Merdivenin pervazlıklarına sıkıca tutunarak kendimi yukarı çektim. Ayaklarım ile çıkabileceğimi sanmıyorum. Kendime göz devirdim. Uçarak de çıkamayacağımıza göre çıkacaktık artı bir şekil. Basamağa yönelik bir adım attım. Sonra diğer ayağımı da yanına attım. Bir adım daha ileri basamağa attığımda ayaklarım yerden kesildi.

Bir an düşme korkusuyla havada çırpınmaya başladım. "Siktir!" Belimi bir yandan tişört tuttuğum sağlam kolumu boynuma doladım. Kıkırdama sesi ile gözlerimi açıp ayaklarımı yerden kesen yabaniye baktım.

Kırklarelili olduğunu bildiğim çocuğun olduğunu gördüğümde içimde anlamsız bir rahatlama oturdu.

"Korktun sanırım?"

Gözlerimi kırpıştırdığımda bir yandan yukarı çıkıyorduk. "Ha- hayır?" Kaşlarımı çattım.

Merdivenin sonuna kadar gülüyor mu halime yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanıyor yanaklarındaki oluşan gamzenin nedenini anlayamadım. Beni sona kadar sıkıca tuttuğunda merdivenin son basamağında yavaşça yere indirdi.

Dizlerimin titrediğini belli etmemek için karnımı tutup doğruldum. O ise hâlâ gamzesi yüzünde bir gölge gibi dururken gözlerini kaçırmıyordu.

"Teşekkürler." Kelime sanki ağzımdan zorla çekip çıkarıyorlarmış gibi çıkmıştı. Oysaki hiç istemeyerek söylemek istememiştim.

Göz kırptı. "Ne demek, kahve ısmarlarsan kabul." Dediğinde kırkırdadım. Takmamıştı bile.

Elimdeki tişörtle karnıma bastırdım. Ne dikişleri patlatacak kadar ne de patlatmayacak kadar. Sadece karnımdaki ağrıya son verecek kadar.

Kısa bir sessizlik oluştuğunda aramızda arkasını dönüp gideceği sırada. "Diğerleri yüzüme dahi bakmaya tiksinirken," dediğimde son kelime istemsizce sessiz çıkmıştı ağzımdan. Bir basamak inmiştişti ki durdu. Ayaklarına yerde ki hayali bir taşı ayağımın ucuyla köşeye fırlattım. "Sen niye onlar gibi davranmıyorsun?"

Yarım kadar bana döndüğümde omuz silkti. "Genel olarak onların hep tersiyimdir. Onlar bir şeyi sever, ben sevmem. Onlar bir şeyden nefret eder ama ben etmem." Kendinden gururlanırmışcasına göğüs kabarttı. "En sonunda illaki ben haklı çıkarım." Dediğinde bu sefer bir şey dememi beklemeden bana arkasını dönüp alelacele aşağı inip dışarı çıktı.

Merdivenin son basamağında kısa bir süre olduğum yerde kaldım. Çocuğun gamzesi aklımda bir iz bırakmıştı sanki. Diğerlerinden daha gençti. Herkes gözlerini benden kaçırırken, bana dokunmamak için etrafımda görünmez duvarlar örerken, o basitçe tutup taşımıştı beni. Üstelik yüzünde küçümseme değil, oyunbaz bir gülümseme vardı. Bana mı öyle geliyordu? Yoksa gerçekten farklı mıydı? Bilmiyordum.

Elimdeki tişörtü karnıma tutarak koridorun sonuna doğru yürümeye başladım. Adımlarım ağırdı, her adımda dikişlerimden ince ince acı yükseliyordu. Zihnim de bedenim gibi yorgundu. Neden hâlâ yaşıyordum? Neden hâlâ yürüyor, nefes alıyor, direniyordum? Omar’ın sözlerini düşündüm, kanla bulanmış salonu, babamın o sert ama şefkat dolu sesini… “Kendini boktan bir işin içinde bulduğunda ve çıkamadığını anladığında, canın yandığında yanıma gel.” Yanına gelemedim baba. Gelmeme izin vermediler. Aslında belki de ben kendime izin vermedim.

Kapının tokmağına tutunup çevirdim. İçeri girdiğimde burasının bir yatak odası olduğunu gördüm. Pencerelerden içeri süzülen loş ışık, beyaz nevresimlerle kaplı yatağın üstünde solgun bir gölge bırakıyordu. Kapıyı arkadan kapatıp sırtımı yasladım. Dizlerimdeki titreme artık saklanamayacak kadar belirgindi. Yavaşça yatağın ucuna oturdum. Ayaklarımdaki botlar bağlıydı hâlâ. Uzanıp bağcıkları çözdüm; parmaklarım kanla kurumuş, titreyen ipleri zor kavrıyordu. Çözülen bağlarla birlikte ayaklarım da serbest kaldı. O an sanki üzerimden küçük ama ağır bir yük kalkmış gibi hissettim.

Tişörtü yavaşça çıkarıp üzerimi değiştirmeye başladım. Dikişlerime zarar vermemek için acele etmiyordum. Her hareketimde acı içime doluyor, nefesimi kısa kısa kesiyordu. Siyah tişörtü çıkarıp yenisini giyerken aynadaki yansımam gözüme ilişti. Yüzüm solgun, gözlerimin altı mosmor, dudaklarımda çatlaklar… Ama hâlâ ben vardım. Mira. Parçalanmış, yaralı, kan içinde kalmış bir Mira. Ama hâlâ ayaktaydım.

Yeni tişörtü üzerime geçirip etek kısmını dikişlerimin üstüne oturttum. Karnımı tutarak yatağın ucuna tekrar oturdum. Elllerimi saçlarıma geçirdim, derin bir nefes alıp verdim. İçimdeki sessiz yankı, sanki her şeyi sorgulayan bir sesle birleşti: Ne uğruna? Bu kan, bu acı, bu yalnızlık… Ne uğruna Mira?

Değdi mi? Hayır. Elimdeki dosya da gitmişti. Değmesi için bir şey kalmış mıydı?

Gözlerimin etrafı buğlanırken burnumu çektim. Kimseden yemediğim hakareti belki ilk defa bir başkasından yemiştim. Üzerine benim yerimde olan bir kişi kendini kontrol etmek yerine dalardı. Oysaki ben bunu bile yapmamıştım. Değmemişti.

Bir anda içeriden kapı açılma sesi yükseldiğinde başımı hızla kaldırdım. İlk önce ayaklarını gördüğüm kişiyi tamamen gördüğümde şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Omuzlarından buhar yükseliyordu, yeni yıkanmış teninde sabun kokusu ağırdı. Havluyu boynuna atmıştı, saçlarından damlalar süzülüp ensesine akıyordu. Göz göze geldiğimiz an, yüzündeki soğuk bakış bana yine hançer gibi saplandı. Bir anlığına nefesim kesildi. Benim kadar o da bu odada neden olduğumu sorgular gibi bir ifade vardı.

"Ne işin var burda." Sesindeki ses tonu soru sorarcasına değil de daha çok anlamadığım bir şekilde çıkmıştı.

Kapı aralığında durup bana bakarken yarı çıplak bir durumdaydı ve bu da hiç hoşuma gitmeyecek bir şekilde rahatsız ediciydi. Aniden kendime gelip ayağa kalktığımda arkamı döndüm. İt herif beni bilerek yönlendirmişti koridorun sonundaki bu odaya. Ki Demir'in yarım bıraktığı işi bitirip beni öldürmesini istiyordu her hâlde?!

Burnumda nefes alarak konuşmaya çalıştım. "Koral denen haysiyetsiz beni bu odaya yönlendirdi." Diye sessiz bir açıklama yaptım. Neden açıklama yapma gibi bir şeye ihtiyaç duyduğuma bile emin değildim.

Sağlam kolumla ağrı giren karnıma baskı yaptım. "Çık dışarı." Sesi bir buz dağından daha soğuk bir şekilde çıkmıştı.

Önümü ona dönmek yerine ona bakmadan yanlama yürüyerek çıkış kapısına ilerliyeceğim sırada tekrar sesini duyduğumda durdum. "Çıkma."

Arkamda hareketlendiğini hissettiğimde ürperdim. "Bana doğru dön."

Başımı iki yana salladığımda kaşlarını çatmış bir şekilde karnıma bakıyordum. "Sen yarı çıplak bir şekildeyken mi? Hayır, kalsın." Omuz silktim. Silktiğim gibi pişman oldum. Çünkü kıpırdatmaya bile acizken omzuma girecek olan ağrıyı düşünmeliydim.

Yüzümü buşturdum."Hem ben emir kipleri ile hareket etmiyorum kusura bakma."

"Bana dön!"

Birden başırmasıyla refleksen arkama döndüğümde söyleniyordum. "Sana kıyak geçebilirim tabikide. Neden olmasın?" Kendime en içten sövüşlerim ile önüme döndüğümde bir gözüm kapalıydı.

Tamamen arkama döndüğümde üzerine bir tişört altına da eşofman giymiş olduğunu gördüğümde derin bir nefes verdim. Elimdeki karnım kendiliğinden gevşemişti. Ayakta durmaya mecalim yoktu. Dışarı yansıtmak istemediğim için dik durmaya çalıştım.

Demir etrafında dönüp masanın üzerindeki künyesini boynuna geçirdi. Bu sefer de künyesinin yanında duran siyah saati gördüm. Onu da alıp bileğine taktığı sırada benim tarafa döndü ağır ağır.

"Kardeşimin yanına ne amaçla yaklaştın?"

Sorduğu soruyla bir an duraksadım. Umay abisine söylememiş miydi?

Bir iki adım atıp karşı karşıya gelmemizi sağladım. Bir az önce zerre ağzımdan bir şey size cevap vermek için çıkmayacak demiştim ama belki de bunu bilmeye hakkı vardı. "Kurtarmak için."

Sanki gülünç bir şey söylemişim gibi alayla güldü. Komik bir şey mi söylemiştim acaba? "Umay'ı mı? Kardeşimi kimden kurtarmaya çalıştın?" Sabır. Allah'ım senden tek bir ricam var bu eziyeti bir an önce sonlandır.

"Abisinden." Bir an Dünya üzerindeki en katı maddelerden birine döndü sandım. Yüzü öyle bir beyazlamıştı ki bir an ne yapacağımı şaşırdım. Dudağımın kenarını ısırdım. "İlk başta onu zorla bir AVM'den çıkarmaya çalışıyordu. Gördüğümde zaten onun çoktan onların yanına ilermeye başlamıştım bile. Elini Umay'a kaldırdığında ise olanlar oldu işte."

Duyduklarını idrak etmeye çalışırken gözleri yavaşça elime kaydı. İlk başta kaşları çatıldı sonra ise yüzü şekilden şekle girerken yüzünde anlamadığım bir yumuşama oluşmuştu. Gözlerini açıp kapatıp elimde olan bakışlarını çekip rastgele bir yere odaklama ya çalışırken gözlerinin önüne sanki binbir kare geliyormuş gibiydi. Başarısız olunca

Çaprazıma doğru ilerleyip odadan çıkmak için kapı tokmağını tuttu.

"Kaldığın süre boyunca bu oda senindir."

 

Ve bölüm sonu.

Umarım severek okumuşsunuzdur.

Ben severek yazdım çünkü. Bazı olaylar olacak ama bir kaç bölüm normal geçecek. Yani nasıl desem daha çok olayları düşünme ve sindirmek gibi şeylerle uğraşcaklar

Bol bol yorum ve oy vermeyi unutmayın.

Düşüncelerinizi de yazarsanız sevinirim

Diğer bölümde görüşmek üzere hoşçakalın

Bölüm : 30.08.2025 16:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...