
Yeni bölüme hoş geldiniz. Umarım severek okyacağınız bir bölüm olur.
Bol bol yorum yapmayı unutmayın.
Sınır koymuyorum ama baktım olmuyor sınır koymaya devam ederim.
İyi okumalar dilerim.
Bir insan acı çektiği şeyden bir daha aynı şekilde acı çekmemek için acı çekmesine neden olan şeyi saklarmış. Belki de bende öyle yapıyorum dur?
🇹🇷
Sıçrayarak uyandığımda etrafım karanlıktı. Her zamanki gibi. Elimi kalbime götürüp derin nefesler alıp verdim. Kalbim lanet olsun ki daha kendime gelemediğim için çok hızlı atıyordu ani bir hareketimde.
Burnumu sıktım. Rüya görmeyen ben; kâbuslarıma konu olacak olan o anı artık her başımı yastığa koyuşum da göreceğime emindim. İki yılın kabusu geri dönmüştü. Sandığımdan daha erken.
Veya hiçbir zaman gitmemişti.
Kanser gibi.
Direnirsin, sayısız testlerden geçer, tedavini olursun. Kanseri yenersin. Tüm çabalarına rağmen ama ansızın bir gün hayatının içine tekrar girer. İşte o giriş senin sonun olur.
Kaybolan bir hastalığın dönüşü ağır olurdu. Sonucu ise ölüm.
Hastalık gibi etrafım sarılmıştı.
Gözlerim karanlığa alışmasını bekledim yatağın üzerinde bağlaç kurarak. Saat kaç olduğunu bilmiyordum ama sabah olmadığı da kesindi. Dün yaşananları zihnimin bir köşesine odaya atıp üzerini çelik kapıyla kapatmıştım. Bir daha ne zaman açılır o çelik kabı veya ne zaman kırılmayı seçer benim bileceğim iş değildi. İçli bir nefes dışarı bıraktım. Artık bir Kıdemli Üsteğmen olmaya bilirdim ama bu bir şeyi de değiştirmezdi. Duygular hiçbir zaman bizim gibiler için bir seçenek değildi. Şimdide olmayacaktı. Olmamasını sağlayacaktım. Burada ne yaşadıysam kendi içimde yaşayacak dışarı yansıtmayacaktım. Her şeyden önce ben bir Albay kızıyım.
Demir’in yüzüne attığım yumruk aklıma geldiğinde dudaklarımı ısırdım. O yumruğun tekrarı kesinlikle olmayacaktı. Ani gelişen bir... Kesinlikle hak edilmiş bir yumruktu. Başımı önüme eğip ellerimin arasına aldım. Hak edilmiş bu tokadın tekrarı olmayacaktı.
Başımı kaldırıp gözümü kısarak etrafıma baktım. Karanlığa alışan gözlerimle kendimi yana itip ayağa kalktım. Yatağın etrafında dolanıp geniş pencerenin önüne gelip dışarı izlemeye koyuldum. Dün ile aynıydı. En azından ben bir fark göremiyorum. Burası normal bir site apartmanıydı. Ama daha önce hiç görmediğim bir yerdi. Aynı şehirdeydim ama bir yandan da sanki farklı bir şehirdeymişim gibi. Bir o kadar tanıdık ve bir o kadar yabancı.
Yanaklarımı sıkıntıyla şişirdim. Sokağı aydınlatan sokak lambaları ve tek tük yoldan geçen arabalar ise sanırım gecenin daha körü olduğunu açıklıyordu. Şafak bile çökmemişti. Sokağı aydınlatan lambalar ve ay dışında gözüme binanın önüne doğru yanaşan araba farının ışığı vurunca gözlerimi kıstım. Perdeyi çekerek yatağımın etrafında tekrar dönüp kapıya doğru adımladım.
Susamıştım.
Kaç hafta olmuştu ve ağzımdan bir damak ne su ne de yemek geçmişti.
Kapı kolunu elimle sararak çevirdiğimde hafif bir kling sesi ile açılmıştı. Kapıyı yavaşça araladım. Bu saatte herkesin uyuduğunu var sayarak oda kapısını arkamdan kapadım. Koridoru loş led ler aydınlatıyordu. Adımlarımı ne hızlı, ne yavaş tutarak koridorun sonuna kadar ilerledim. Daha tam olarak iyileşemediğim için kendimi yormamam daha makuldü.
Yanaklarımı sıkıntıyla şişirerek koridorun sonuna geldiğimde merdivene doğru adımladım. Bir apartmanın dairesi nasıl bu kadar büyük olabiliyordu anlamıyorum. Basamağa bir adım attığımda pervazı tutarak yardım aldım. Gamsız gibi mutfağa gitmek ne kadar hoş olur orası muammaydı ama bana neydi? Susamıştım. Hem onları takan kimdi?
Sen. Ne alaka. Çok alaka. Aynen kardeş işine bak. İç sesimle kavga etmiyeceğim.
Merdivenleri en sonunda bitirdiğimde derin bir nefes verdim. Mutfak neredeydi acaba? Salonun tam tersine dönüp ilerledim. Burası bir asker evinden çok boş zamanlarında veya takılmak için geldikleri yer olduğuna artık emindim. Ayağıma takılan bir şey yüzünden tam düşecekken duvara tutundum. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Başımı aşağıya eğerek neye takıldığımda baktığımda gözlerim şaşkınlıkla araladım. Ayağımı kaldırıp bir çorabı yüzümü buruşturarak rastgele fırlattım. Giysi yığınının burada ne işi vardı böyle?!
Yüzüm şekilden şekle girerken derin bir nefes alıp takıldığım giysi yığınını görmezden gelerek etrafında dolanarak önüne geçtim.
Kesinlikle bir asker eviydi burası. Bekar erkeklerin olduğu birer asker evi.
Önüme çıkan ilk odanın kapısını açıp içeri baktım. Karanlık olduğu için etrafı göremedim ama etraftaki küçük küçük yuvarlak olan topçuk gibi şekle sahip cisimler ve ortada duran koca masadan burasının birer bilardo odası olduğu çok belliydi. Göz devirerek kapıyı sinirle kapadım. Ne kadar gereksiz şey varsa karşıma çıkarken şu mutfak neden bir türlü karşıma çıkmıyordu!
Nefesimi sinirle soluyup koridorun solunda karşıma çıkan bir odanın daha kapısını yavaşça açtım. Nefesimi dışarı verdiğimde tuttuğum koldan elim yavaşça kayıp yanıma düştü. Başımı yana yatırarak odaya baktım. Minimal bir spor odası. Başımı iki yana sallayıp odaya arkamı dönüp odanın kapısını arkamdan kapadım. O odaya giremezdim. Tam iyileşmemişken bunu kendime yapamazdım. Ama şu zamana kadar altı tane cuma günü kaçırmıştım. Burnunu sıktım. Yok yok bunu yapmayacağım.
İstemeye istemeye odadan uzaklaşıp mutfağı aramaya devam ettim. Babam ve annem ne haldeydi acaba. Babam benden haber alamayınca bulunduğumuz bölgeyi ayağa kaldırmıştır. Benden her haber alamayışında biraz daha deliriyor ve sinirleniyordur. Annem ise benden uzun bir süre haber alamamaya alışık olduğu için ne kadar tedirgin olsa da çaktırmıyordur. Gerçi o zaman ki haber alamayışları görev nedeni yüzündendi ama her neyse. Elinde sonunda bana asla bir şey olmayacaklarını biliyordular.
Sanki ölümden dönmemişim gibi.
Aniden burnuma gelen nefis kokuyla etrafımda döndüm. Gözüm karşımda bir odaya takılınca istemsizce sırıttım.
Dürümcü Roket Mutfağına Hoş Geldiniz! Dip not; İçeriye dadanan hayvanlar olabilir. Dikkatli olun! Eğer görürseniz öldürün gitsin. Ha sizde o hayvanlardan biriyseniz ecdadınızı silktim!
Mutfağın girişinde tam olarak kırmızı ledler ile böyle yazıyordu. Kahkaha atmamak için ağzımı tuttum. Bu adamların led ile bir sorunu vardı. Bu bahsedilen “hayvan”lar da birer insan olması kahkaha atmama neden olabilirdi.
Kahkaha atmayacağıma emin olduğumda elimi ağzımdan çekerek başımı iki yana salladımm. Bu evin bir aşçısı var mıydı acaba? Varsa kimdi?
Adımlarımı mutfak olduğunu kesinleştirdiğim kısma doğru çevirip bir yandan da burnuma gelen enfes kokuyu içime çekmeye devam ettim. Zeytinyağlı mıydı yoksa tereyağ mı? Bir şey kokuyordu ama ne şey kokuyordu? Gözlerimi kısarak bir yere çarpmamaya dikkat ettim. Gözlerim ne kadar karanlığa alışsa da etrafı aydınlatan loş ledler pek işe yarar değildi. Hele ki yerde birer veya birden fazla giysi yığını varsa.
Kapıdan içeri adımımı attığım anda susuzluğum birden kesiliverdi. Mutfak da diğer odalar gibi bir o kadar genişti. Dolapların altında yanan ışıklar mutfağın siyah beyaz döşendiğini görmeme yetecek kadar içeri aydınlatıyordu. Gözlerim mutfağın köşesinde duran pilava benzeyen ama bir o kadar da benzemeyen yemeğe baktım. Bu neydi bilmiyorum ama güzel kokunun ondan geldiği kesindi. Acıkmıştım.
Seni, bizi zorla tıkdılar bu eve. İstediklerini söyleyip canımı yakıp durdular ve sen bu masanın üzerindeki yemeği yemek gibi bir şeyler mi düşlünüyorsun acaba? Yani. Evet kısmen o dediğin şeyden düşünüyorum. Sana daha önce deli olduğunu söyleyen olmuşmuydu?Hmm? Bu kelimeye hiç yabancı değilim. Hem ben tamı tamına 6 haftadır serumla besleniyorum. Acıkmış olamaz mıydım?
Başımı iki yana salladım. Deliriyordum. En son delireceğimi biliyordum ama bu kadar çabuk delireceğimi bilmiyordum.
Gözlerimi kısarak önümdeki yemeğe baktım. Pilava benzemese bile yemekti. Yenecek bir şey. Gözlerimi kıstım. Arkamı dönerek mutfak dolaplarına ilerledim. Rastgele ilk gördüğüm bir çekmeceyi çektiğimde içerisinde tadına bakmama yarayacak bir şey aradım. Elime tatlı kaşınığını alıp geri masaya döndüm.
Döndüğüm gibi karşımda siyahlar içinde olan bir siyah silüet gördüğümde korkuyla kaşığı suratına fırlatıp sağlam kolum ile boynunu kelepçelediğimde sırtımı büküp havaya kaldırarak ne olduğunu bilmediğim şeyi yere serdiğimde el mecbur bende yere düşmüştüm. Kaburgalarıma giren ağrı nefesini keserken yutkundum. Bir kolunu tutup kendime doğru çektiğimde ayaklarımla boğazını kelepçelemiştim bu sefer.
Siyah varlık kelepçelediğim vücudunu kurtarmaya çalışırken birden hırıltılı bir nefes verdiğinde aniden ışıklar açıldı. Kolumda derin bir sızı hissederken yüzümü buruşturdum. Her yer birden aydınlanırken şaşkınlıkla etrafıma baktım.
Başımı kaldırıp etrafımı saran ev halkına bakarken gözlerim birden kocaman açıldı. Şaşkınlıkla ve hayretle bana ve ayağımın altındaki kişiye bakıyordular. Korkuyla başımı ayaklarımla hapse aldığım adama çevirdiğimde yüzü kıpkırmızı olmuş bana beni öldürmek istercesine bakan adının Alperen olduğunu hatırladığım adamın olduğunu görünce hemen bacaklarımı çözüp kendimi geri geri sürükleyerek biraz uzaklaştığımda ayağa kalktım.
Başımı yana yatırdım. Elimi enseme götürüp sıktığımda mahcup bir şekilde yere yatırdığım adama bakıyordum. “Özür dilerim.” Sağlam elim ile kolumu ovuşturdum.
Alperen yüzüne attığım kaşık yüzünden kızaran burnunu ovaladığında bir yandan da sırtını tutuyordu. Gözlerini kısarak başını iki yana salladığında arkamda bir kahkaha koptu.
“Kız bir savaşçı mı? Diyordun geçenleyin görevde ha? Gülme komşuna gelir başına diye artık çok sevdiğim bir atasözü olan bu sözü hiç duymadın mı koçum?” dediğinde bir kez daha gür bir kahkaha attı.
Alperen sinirle az önce ona attığım tatlı kaşığını ona gülen tim arkadaşının kafasını hedefleyerek fırlattı. Ama kaşık ona ulaşmadan adam hemen bir diğer yanındakinin arkasına saklanmıştı.
“Seni öldüreceğim Doğan!”
Ellerimi arkamda kelepçeleyip masum masum ortada yokmuşum gibi kendimi soyutladım.Yaptığım tamamen bir utanç verici bir şeydi. Tüm timi gece gece uyandırmıştım yetmemiş gibi yemeğimi yiyememiştim. Gözlerimi masanın üzerinde duran tabakta ki yemeğe çevirdiği de derin bir iç çekip tekrar önüme döndüm
"Yanlış mıyım? Demedim mi? Dedin," diyerek saklandığı adamın arkasında kendini güvende hissediyor olacak ki konuşmaya devam etmişti. "Demek ki dememen gerekiyormuş."
Timden katıldıklarını dair pırıltıları oluşmuştu. Bahsettiği şey görevde yaşadıkları bir konuşma olsa gerek
Gür bir ses ile hepimiz yerimizden sıçradık. Alperen oturduğu yerden sanki az önce onu yere sermemişim gibi tüm ağrılarını görmezden gelerek ayağa kalkıp hazır ol komutuna geçtiğinde istemsizce ağrıyan kolum ile bende yerimde çivi kesildim.
“Ne oluyor lan burada akşam akşam!?”
Dudağımın köşesini ısırarak kapı tarafına baktığımda şansıma sövdüm. Yer kapan haysiyetsiz kapıda dikilmiş tamamen yataktan fırlamış bir şekilde hepimizi boğazlayacakmış gibi elindeki silahı her birimizin üzerine tuttuğunda yutkundum.
Kollarını göğsünde bağlamış olanları film izlermiş gibi köşede masa sandalyesini çekerek oturan adamın rahatlığını görünce hayrete düştüm. “Komutanım, Alperen puştu şu kadından dayak yedi de ondan toplandık. Hem de bir kolu kullanılmaz haldeyken.” Tüh be dercesine yumruk yaptığı elini masaya vurup Koral’in ta kendisini işaret ederek. “Kaçırdınız be komutanım.” Sanki bir film başlamıştı da o filmi kaçırmış gibi söyleyişi yok mu ama! Bu adamların benimle derdi neydi böyle!
Koral’ın kaşları birden havalandığın da hayretler içinde Alperen’e baktı. Tek kaşını kaldırarak sanki ‘evet’ derse onu rezil edecekmiş gibi bir de ondan duymak istercesine. “Öyle mi asker?” dedi.
Koral silahını beline yerleştirerek kollarını göğsünde bağlayıp kendini kapı pervazına yasladığında bu durumdan oldukça keyif alıyormuş gibiydi. “Şu kızdan dayak mı yedin?”
Yanaklarımı şişirerek gözlerimi kıstım. “Bana şu deyip durmaya devam ederseniz rütbenize bakmadan belanızı silkeleyeceğim!” Beni duymazdan gelip ecel teri döken Alperen’e bakmaya devam ettiler.
Hepsine göz devirip ne diyeceğini bilmeyen Alperen’e baktım. Konuşup yardım etsem? Omuz silktim. Kendisi ve tim ile ilgilenmiyorum. Dayak yemiş miydi benden? Evet. Bir kadını önceden küçümsemiş mi? Evet. Birden çakan şimşek ile gözlerim kocaman açıldı.
“Sen az önce bir kadını mı küçümsedin?” Bir kadını mı küçümsedin derken sanki küçümsediği kişi ben değilmişim gibi konuşmam yok mu.
Kendime söverek Koral ve diğerlerine baktım. Hepsi şaşkınlıkla bana bakarken devam ettim. “Az önce bir kadını mı küçümsediniz?”
Şaşkınlıkları her konuşmam ile daha fazla artarken masada oturan, “Küçümsemek demiyelim.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. Dudak büzerek. “Bize, erkeklere kıyasla daha zarifler diyelim.”
“Görgüç komutanım her zaman ki gibi yine çok haklı.” dediğinde komutanından yanıt almak için çok beklememişti. “Sende çok konuşuyorsun Ramazan koçum. Haklı olmadığım zaman mı var benim?” Gamzeli çocuk yani Ramazan, siz öyle diyorsanız öyledir dercesine başını yana eğip sessizce ortama ayak uydurdu.
Alayla sırıttığında başımı iki yana salladım. “Hayırdır?” Başımı kaldırıp kapı pervazına yaslanmış olan Koral’a baktım. “Yoksa aksini mi iddia ediyorsun?”
Elim karnıma giderken omuzlarımı dik tutarak yüzümü buruşturdum. “Evet.” Bir adım ileri doğru attım. Sonra bir adım daha attım. Tim attığım her adımı hayretle izlerken ne yapacağımı merak ederek sesini çıkarmadılar.
“Ne dersiniz Fırat komutanım? Bir rövanş gelir mi?”
“Bir bordo bereliye rövanş teklifi mi?” Fırat denen adam yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. “Sus Bayındır.”
Bayındır homurdanarak, “Emredersiniz komutanım” dediğinde Koral’ın karşısında dikildim.
Gözleri ile beni izlerken yüzünde küçümseme görmeyi bekliyordum. Onun yerine merak ve beğeni vardı. Gülümsedim. Diğerleri nefretlerini beni görünmez kılarak hissettirirken Koral nefretini bizzat yüzüme karşı hissettirmekten çekinmiyordu. Gizleme gereği saklama gereği duymuyordu. Demir bana nefretini nasıl kusarken Koral’de aynısını yapıyordu.
“Müsabakaya var mısın?”
Cümleyi kurmam ile ortama derin bir sessizlik büründü. Herkes yerinde dikleşirken buna Koral da dahildi. Şaşkınlıkla bana bakıp gözlerini kıstığında bana doğru eğildi. O kıstığı gözlerinin önünden ne geçti veya o küçük zihninde neler geçti bilmiyorum ama gözleri git gide daha anlamlı baktığında dikleşip arkasına döndü.
“Hareket dahi edemeyen bir kadınla dövüşmeyeceğim. Hele ki bu kadın tutsağımız ise.” Arkası dönük bir şekilde ilerlerken şaşkınlıkla arkasından bakakaldım. “Dağılın!!”
Arkamdakiler dahil hepimiz arkasını bize dönmüş olan adamın arkasından bakakaldık. Reddetmişti. Oysaki beni bu halimle daha rahat yenebilme şansı varken reddetmişti. Peki bunun nedeni cidden benim dövüşecek durumda olmadığım ve onların birer sözde tutsakları olduğum için miydi?
Dişlerimi sıkarak arkasından, “Haysiyetsiz pislik!” diye ağzımdan sinirle geveledim.
Lafa gelince ağzına gelen sözleri söylerken icrat’a gelince sıfır olan haysiyetsiz pisliğin tekiydi!
Dişlerimi sıkarak arkama döndüm. Buradan çıkmazsam geberip gideceğim bu dünyadan!
Arkama dönmem ile herkes yerinden kalkıp giderken gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. Arkamdakilerin her biri daracık, kendileri gibi olan iri yarı adamların yan yana geçmeleri imkansız olan mutfak kapısından ardı ardına telaşla çıkmaya çalışırken onları izledim. Başımı eğerek sargılı olan koluma baktım sonra ise sağlam olan kolumu diğer belime koyarak tekrar mutfak kapısına baktım. Yüzümde acı bir tebessüm oluştuğunda sırıttım.
Her biri teker teker gözden kaybolana kadar arkalarından baktım. Sesleri tamamen yok olduğunda başımı iki yana sallayarak arkamı mutfak kapısına dönerek mutfak tezgahına doğru ilerledim.
Gözüme Alperen’in kafasına fırlattığım tatlı kaşığı ilişince derin bir nefes verip yere doğru eğilerek kaşığı yerden alıp tezgaha koyacağım sırada doğrulurken dikişlerime giren ağrı ile yüzümü buruşturdum. Kendimi çok zorlamıştım. Hem de çok. Yanağımı şişirerek kaşığı tezgahın üzerine bıraktım elimdeki kaşığı.
Boğazıma oturan yumruğu yutup başımı havaya kaldırarak derin nefes almaya çalıştım. Göz pınarlarıma kadar gelen göz yaşlarımı akmamaları için diretirken burnumu çektim. Keşke o patlamada ölmeme izin verseydiler. İzin verseydiler de yıllar önceki pişmanlıklarım beni tekrar bulmasaydı. Gözlerimi kapadığımda elimi mermer tezgahına yasladım. Keşke, keşke o patlamada ölseydim de bu hakaretleri yemeseydim.
Başımı iki yana sallayarak gözlerimi açtım. Başımı indirip önümdeki ara tezgah fayanslarını aydınlatan loş, bulanık tozlu görünümlü ışığa çarptığında burnumu çektim. Zihnimin de bir şeyler şimşek gibi zihnime çarptı. Toz... Sis... Uğrunuza canınızı verdiğiniz bu vatan canınızı alıyor Mira. Belki farkında değilsin ama fakrına varacaksın. Belki de bunun en büyük örneğini ikinci kez göreceksin ve itiraz edemiyor olacaksın. Omar’ın kabusumda söyledikleri zihimi bulandırırken gözlerimi kırpıştırdım. Başımı iki yana ardı ardına salladığımda sargılı kolum dahil her iki kolumu kaldırıp ellerimle, zihnimdeki sesleri birazcık bile olsun susturmasını ön görerek kulaklarımı kapadım. Mira! Bomba! Mira! Ekim...
“Hayır.”
Başımı delicesine iki yana salladım. Sargı koluma ardı ardına giren sancılar ile gözümden bir damla yaş süzüldü. Ekim patlamadan hemen önce beni uyarmak istemişti. Ama duyamamıştım. Her iki kolumu kulaklarımdan çekip hızla mutfağa sırtımı dönüp çıkmak için hareket edeceğim sırada çarptığım bir şey yüzünden yerimde sendeleyerek geri geri gittim. Ne olduğunu anlamadan bir kol belimi sarıp beni kendine çekmesi ile sırtımı sert ve soğuk mutfak fayansına çarpmasından kıl payı kurtarmış ve bir başka soğuk ve buz gibi bir başka bedene çarpmama neden olmuştu. Yüzüm, beni çeken kişiye çarptığında burnuma gelen yoğun sigara ve alışı olmadığım koku ile dona kaldım. Canı istediğinde, açılan canı istediğinde kapanan otomatik mutfak ışığı bir anda gidince gözlerim şaşkınlıkla daha da büyüdü. O anın boşluğu ve çarpma etkisiyle kolumu beni tutan bedenin soğuk sırtına sardım.
Düne kadar bir daha hiçbir şekilde kendime ‘askerliği anımsatan şeylere dahi yaklaşmayacağım, uzak duracağım’ diyen ben. Yıllar sonra ansızın bir gün babamın askerliği hiç bırakmadığını öğrenmiştim. Üzerine konuştuğu telefon konuşmasına kulak misafiri olup eskiden ensesine yapışıp soyunu kurutmaya çalıştığım adama düzenledikleri birer planı öğrenmiş ve o planın üzerine çökmüştüm. İntikam uğruna... Babam o gün gözümün önünde askerliğimin elimden alınmasına sebep olan teröriste karşı bir baskın emri vermişti. En çok benim hakkım olan bu baskını kendisi ve görevlendirdiği timi halletmeye çalışmıştı. Yutkundum. Tim...
Bakışlarımın hizasında olan göğüs kafesi tam kalbinin olduğu kısma denk geldiğinde yutkundum. O tim bu timdi. Şimdi anlamıştım.
Beni çeken bedenin kalbi delicesine atışları, benim kalbimin atışlarına ayak uyduruyordu. Sanki bir olmuşlardı.
Bir o kadar yabancı kalpler bir o kadar da aynı olabilir miydi?
Hızlı hızlı nefes alış verişlerime bir başka nefes alış verişleri eşlik edince içimde anlayamadığım bir ürperti geçti. Başımı yavaşça kaldırıp beni tutan adamın bakışları ile karşılaştığımda yutkundum. Ortamı aydınlatan loş ledler bana bakan hararetlerin rengini saklayamayacak kadar aydınlatıyordu. Daha önce siyah sandığım göz rengi yakından bakınca aslında koyu birer elaydı.
Başını aşağı doğru biraz daha eğdiğinde bakışları yüzümde oyalanıyordu. “Uslu durmayı bilmez misin?” Zihnimde bir yerde babamın konuşması canlandı. ‘Size söylediğim tim orada olacak. Başkası değil. Sadece o tim.’
Sadece o tim...
Gözlerimi kısarak başımı biraz daha kaldırdığımda ağzımdan tek bir kelime döküldü. “Hayır.” Dudak büzdüğünde aklım belimi saran kolundaydı bir yandan. Nefesimi tutarak onun beline sardığım kolumu yavaşça çektim.
Sitemkar bir şekilde. “Belli. Saat kaç haberin var mı? Tilkilerin ile mi uğraşıyorsun yoksa?” dediğinde son cümlesinin altında yatan imayı çok iyi kapmıştım.
Derin bir nefes aldım. “Kolunu belimden çekersen tüm sorularına cevap verme konusunu gözden geçirebilirim?”
Kaşları çatıldı. “Neyden bahsediyorsun sen?”
Gözlerim ile belimde olan kolunu işaret ederek gülümsedim. Anlamsızca gözlerimi takip ettiğinde birden bakışları belimi buldu. Şimşek gibi zihninde çakan şeyler ile hemen kolunu belimden çekerek bir iki adım uzaklaştı.
Ani yaptığı hareket yüzünden eli koluma çarpınca kolumdaki sızı varlığını tekrar belli etti. İçten içe şu durumuma yakındım. Çok narin ve kırılgan bir şeye dönüşmüştüm. Etrafa karşı ve kendime karşı çok hassas kalmıştım.
Kendi etrafında elini saçlarına geçirerek döndüğünde sanki yapmaması gereken bir şeyi yapmış gibi bir hali vardı. Kendi etrafında dönüp durduktan sonra kendini kapı pervazına yasladı. Sargı olan kolumu tuttum. Sızlayışı vücudumu titretiyordu. Öyle bir sızı bir anda giriyordu ki ölüm ile eş değer gibiydi. Ne kadar derin ve ne kadar uzunlukta olduğunu bilmiyordum. Şu anlık bilmek veya görmek bile istemiyordum zaten kolumdaki kesiği. Bir daha silah tuta bilir miydim mesela? Sinirlerime zarar gelmiş miydi? Hareketlerimi kısıtlar mıydı?Başımı iki yana salladım. Bunların hiçbirini bilmek istemiyordum işte.
“Bugün ben gittikten sonra kaç kere kaçmayı denedin?” Sesin geldiği yöne baktım. Başını dik tutuyordu ama sanki tutmaktan bile muzdarip di. Yüzüme bakmak yerine ise, arkamda ki bir noktaya bakıyordu. Sanki bakınca görmek istemediği her şeyi bende görüyormuş gibi. Derin bir nefes aldım. Belki de ‘terörist’ dediği kişi ile neden konuştuğunu sorguluyordur? Durdum. Peki ben neden bana terörist diyen bir adam ile halen aynı yerde duruyordum.
Nefesimi içli bir şekilde dışarı verdim. Mutfağın karanlık ile loşluk arasında gidip gelen ortamına ayak uydurarak bir iki adım geri adımladım. Arkamdaki tezgaha yasladım kendimi. Kısacası timi bitmiş sıra ise kendisindeydi azarlamak, kızmak, bağırıp çağırmak. En kolay olan.
Omuz silktim, "Bir kaç kez." Dediğim gibi bana öyle bir bakış attı ki göz devirdim. "Belki bir kaç kez den bir tık daha fazla."
Başımı dik tutup onun aksine tam gözlerinin içine baktım bu sefer. “Peki sen neden beni o baloda ki patlamadan kurtardın?” Tek kaşımı kaldırarak cüretkar bir şekilde gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm.
“Şuna kurtarmak deyip durma. Seni kurtardığım falan yok.” Kollarını göğsünde birleştirdiğinde kaşları çatılmıştı. Sırıttım. Dedi şeye kendisinin bile inandığına emin değildim.
Omuz silktim. “Öyle. Yoksa değil mi?” Sırtımı tezgaha yaslamayı bırakıp dik durdum. “Bir insan neden kurtarmak istemediği birini iyileştirmeye çalışır ki? Kurtarmak istemediysen,” derin bir nefes alıp öne doğru iki adım attı. “aldığın cevaptan sonra bıraksaydın da ölseydim. Niye iyileşme yardımcı oldun.”
En son dediğim cümleye kadar yüzüme bakmadı. Sonda söylediğim kelime ile çatık olan kaşları ile gözleri anında gözlerim ile kesişmişti. Koyu ela gözler...
Başımı iki yana salladım. Karnımın hizasında tuttuğum kolumu yanıma bıraktım. Ağzını aralayıp konuşcağını fark ettiğim anda sözünü kestim. Üzerindeki üniformaya gözüm değdiğinde hemen geri kaçırdım bakışlarımı üzerinden.
Burnumu çektim. “Ama bağırıp çağırmak, kızmak, nefret etmek her zaman daha kolay değil mi Üsteğmen? Kolaya kaçmak daha kolay çünkü?”
Sustu ve bir kez daha gözlerini kaçırdı. Susuşu cümlelerimin onun tarafından doğru kılışı yüzünden miydi? Yoksa birer fırtına önce sessizlik miydi?
Uzun bir sessizliğin ardından derin bir nefes dışarı verdim. “Her yer karanlık Demir. Her yer karanlık." bulunduğum yer karanlıktı benim.
Mutfağın içinde ilerleyip kapıya vardığımda önüme bakıp Demir’in yaslanarak kapıyı neredeyse vücuduyla tamamen kapattığı kapıdan geçerek sessizliğin çöktüğü karanlık koridorda ilerledim.
“Yat.” Sesini arkamda duyduğumda neredeyse duruyordum. Daha çok kendi kendine konuşuyormuş gibi çıkan sesi ile devam ettiğinde merdivenden çıkıyordum. “Yarın son günün, sürekli ortalığı yıkıp kavuran karanlıktan başka bir şey olmayan fırtına. Ailene kavuşuyorsun.”
Bir anda dünya sanki ayaklarımın altından kaymış gibi hissettim. Kaşlarımı çattığımda elim istemsizce kalbime gitti. Başımı eğdim. Elimin altındaki delicesine atan kalp atışlarım nedendi?
Derin bir nefes aldım. Gözlerimi önümdeki boşluğa diktim. Araştırmıştı. Öğrenmişti. Ama neyi ne kadar öğrenmişti?
İçimden küfrediyordum ama dışarıya tek bir ses çıkmadı. Sesim çıkarsa kırılacağımı biliyordum.
Koridorun karanlığına sığınırken kendi kendime fısıldadım:
“Ne biliyorsun Demir? Ne kadarını biliyorsun?”
Duran adımlarımı yavaşlattım, sanki beni duyacakmış gibi geriye baktım. Hâlâ oradaydı. Pervaza yaslanmış, gözlerini üzerimden ayırmadan.
O bakışlarda düşmanlık yoktu ama beni en çok da o yokluk yaralıyordu. Keşke nefret etseydi. Nefret çok daha kolaydı. Nefretle savaşabilirdim. Ama merakla, inatla, anlamak istercesine bakan o koyu ela gözlerle ne yapabilirdim?
“Yarın son günün.”
Kendi kendime tekrar ettim. Sanki kelimenin tadına varmaya çalışır gibi. Son günüm mü? Hangi son? Onların gözünde bir tutsaklığın sonu muydu? Yoksa yıllardır içimde taşıdığım o patlamanın, o lanetli günün bana bıraktığı işkencelerin sonu muydu?
Durup koridorun duvarına yaslandım. Sağlam kolumla göğsümü tuttum, kalbim hâlâ deli gibi çarpıyordu. “Son günüm.” Dedim kısık bir sesle. Gülümsedim. Acı, yorgun, neredeyse kırılmış bir gülümseme.
Bir anda kendi sesim bile yabancı geldi kulağıma.
“Sen benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun Demir. Hiçbir şey.” Belki bir kaç şey... Onun dışında bir hiç.
Sözlerim karanlığa savruldu, belki de duymadı. Belki de duymasını istemedim. Ama içimde biriken, kabuğu çoktan çatlamış olan öfke, korku ve kırgınlık kelimelere dönüşmeden yerimde duramayacaktım.
Merdivenin son basamağında başımı çevirip karanlıkta hâlâ beni izleyen siluetini gördüm. Omuzlarımı dikleştirdim. Sesimi yükselttim:
“Benim fırtınamdan korkuyorsun, değil mi? Çünkü sen de farkındasın, zincirleri koparmaya karar verdiğimde kimse önümde duramaz.”
Gözlerimden yaş süzüldü, ama o an için yağmur gibi değildi. Çelik gibiydi. Düşerken bile yakardı.
Odama dönerken içimde aynı cümle dönüp duruyordu:
“Demir düşmanım değil.”
Ama beni tutsak eden zincirlerin en kalın halkası oydu.
Ve en kötüsü, bunun farkında olmamasıydı.
Odama vardığımda kapımı çekip sırtımı tahtaya yasladım. Derin bir nefes bıraktım. Karanlık odanın içine adım attım. Yatak kenarına oturup başımı ellerimin arasına aldım. İçimdeki uğultu susmuyordu. Demir’in sesi, söyledikleri… “Ailene kavuşuyorsun.”
Gözlerimi kapattım. Dudaklarım titredi.
“Bu kadar çabuk mu? Bu kadar çabuk nasıl öğrenebilmişti?”
Ailemi öğrendiyse babamım kim biliyordu. Peki babamın o baloya baskın görevini verdiği tim bu muydu? Derin bir nefes verdim? Öyle olsaydı davranış şekli böyle olmazdı değil mi? Peki eski asker olduğumu öğrenmiş miydi?
Başımı iki yana salladım. Derin bir nefes alarak odanın tam ortasına kadar geldiğimi yeni fark ediyordum.
Sanki karşımdaki boşluğa Demir oturuyormuş gibi konuşmaya devam ettim.
“Benim açlığımı, susuzluğumu, korkularımı… hepsini anlamış olabilirsin. Ama içimdeki öfkeyi, yıllardır suskunluğa gömdüğüm o bağıramadığım sesi bilemezsin.”
Ellerimi saçlarıma geçirdim. Ben ailemi o uçak kazasında öldüğünü sanıp delirmek üzereyken askerliği bırakma kararı almıştım. Ben canım gibi olan görevimi bırakmak zorunda kalmıştım!
Gözüm dolduğunda gözlerimi yumdum. "Ben aile denen kavramın benim için yok olmasından korkmuştum." Sesim fısıldayarak çıkan birer yalvarış gibiydi. "
Midemden yükselen sancıyla yüzümü buruşturdum. Karnım açtı. Yemeğin kokusu hâlâ boğazımda düğümlenmişti ama kaşığı bırakıp çıkmıştım. Açlık, uykusuzluk, yara ağrıları... Hepsi aynı anda boğazımı sıkıyordu.
“Bana dokunma Demir. Yaralarımdan başka hiçbir şeye dokunma. Yoksa o fırtına... seni de alır götürür.”
O an kapının dışında bir gölge kıpırdadı. Kulak kabarttım. Ses gelmedi ama nefes hissi vardı. Ardından hafif bir tıkırtı. Kapı aralandı.
Görgüç, elinde tepsiyle içeri girdi. Geniş omuzlarının arasından o kendine has rahat tavrı, yine de gözlerinde ciddiyet vardı. Tepsiyi yatağın yanına bırakırken dudak kenarı hafifçe kıvrıldı.
Rahatlığından ödün vermeyip sırtını gerdi. "Yemek yemeden hayatta kalabileceğini mi sanıyorsun?”
Başımı kaldırıp kaşlarımı çattım.
“İstemiyorum.”
Görgüç kısaca güldü, sandalyeyi çekip yatağın yanına oturdu.
“İstemiyorsun ha? Peki açlıktan yere yığılınca, seni sırtımda taşımak bana mı kalacak?”
Kaşlarımı kıstım. “Beni taşımak zorunda değilsin. Bana bir şey olursa da umurunda olmaz.”
Görgüç'ün bakışları ciddileşti. Sesini alçalttı.
“Bunu gerçekten düşünüyor musun? Hiçbirimiz buradaki insanların umurunda değilmişsin gibi davranmanı istemiyoruz. Özellikle de…” sustu, bakışlarını yere indirdi. “Neyse.”
Sözleri boğazımda düğümlendi. Tepsideki tabağa baktım. Mutfakta masanın üzerinde gördüğüm ama bir türlü yiyemediğim adının ne olduğu bile bilmediğim yemek karşımda duruyor ve üstünde sıcak buhar türüyordu. Midem istemsizce ses çıkardı. Gözlerimi kaçırdım.
“Yemeyeceğim.” dedim ama sesim çok zayıftı.
Görgüç kısaca omuz silkti. “Tamam. O zaman ben yerim.” Tepsiyi kendine doğru çekti, kaşığı aldı. Kaşığın tabakla buluşma sesi beynimi tırmaladı. Açlık, onurumla savaşırken gözlerim istemsizce tabağa kaydı.
Görgüç kaşığı tam ağzına götürecekken gözlerimi devirdim. “Tamam! Yiyeceğim.”
Kahkaha attı, tabağı önüme itti. “İşte bu. Mira'ydı değil mi? Mira denilen savaşçı, açlığa bile teslim olurmuş demek.”
İsteksizce tabağı önüme çektim. İlk lokmayı ağzıma attığımda boğazımdan aşağı inerken gözlerim kapandı. Bedenim, gururumdan önce konuşmuştu.
Yediğim şey tam olarak ne pilavdı ne de bulgur yemeği. Farklı bir şeydi. Ama tadı çok güzeli.
Görgüç, bana dikkatle bakıyordu. Sesi daha derinleşti.
“Biliyor musun… senin gözlerinde öfke var. Ama aynı zamanda… büyük bir yorgunluk da var. İnsanı bitiren öfke değil, Mira. Yorgunluk.”
Kaşığı elimde sıktım.
“Sen ne anlarsın?” dedim fısıltıyla.
“Sandığından fazla.” diye cevapladı. “Biz de bazı şeyleri kaybettik. Gömdük. Unutmaya çalıştık. Ama seninki farklı… sen hem kendini hem başkalarını cezalandırıyorsun. Bu seni tüketir. Tamam ilk uyandığınd andan itibaren bir baskı yaşattık sana. Bunun üzerine konuşmama sana ne kadar umursatır bilmem ama bil istedim.”
Duraksadım. Gözlerim doldu ama belli etmedim. Sadece sessizce yemek yemeye devam ettim.
O an kapının aralığından bir gölge kıpırdadı. Görgüç fark etmedi. Ama ben hissettim. Bakışlarımı aniden kapıya çevirdim. Demir. Kapının aralığından içeriyi izliyordu.
Yüreğim sıkıştı. Birkaç saniyeliğine göz göze geldik. O ela gözlerde küçümseme yoktu. Daha çok… keskin bir dikkat, belki de bir şeyin pişmanlığı.
Görgüç'ün sesiyle bakışımı kaçırdım.
“Mira… kendine işkence etmeyi bırak..”
Ben, kapıya bir an önce bakmamak için dudaklarımdan tek bir cümle döktüm:
“Belki de kaybolmak en çok istediğim şeydir.”
O cümle odanın içine düştü ve ağır bir taş gibi yere çarptı. Ardından gelen sessizlik, kelimelerden çok daha gürültülüydü.
Görgüç'ün bir an için nefes bile almadığını düşündüm. Dudaklarını araladı, sanki bir şey söylemek istiyordu ama ses çıkmadı. Gözlerinde bir gölge dolaştı; anlayış mıydı, yoksa çaresizlik mi, ayırt edemedim. Rafahat ve açık sözlü birine göre fazla düşündüğünü gördüğümde yüzümde acı bir tebessüm oluştu.
Saatin tik takları, dışarıdan gelen hafif ayak sesleri, odanın içine sinmiş yemek kokusu… Hepsi aynı anda üzerime çöktü. Nefesim sıklaştı. Sanki biri boğazımı sıkıyordu.
Kapının aralığında duran gölgenin hareket etmediğini hissettim. Demir hâlâ oradaydı. Beni duydu mu? Bilmiyorum. Ama o söz, onu da kesmiş gibiydi.
Yutkundum. Elimdeki kaşığı tabağa bıraktım. Metalin porselenle çarpan sesi, bu ağır sessizlikte çığlık gibi yankılandı. Görgüç hâlâ konuşmuyordu. Gözlerimi kaçırdım, yere diktim.
Karanlık odanın içinde yalnız kalmış gibiydim, oysa iki çift göz üzerimdeydi.
Sessizlik büyüdü, büyüdü… Sonunda bana yük olmaya başladı.
Ve o anda düşündüm: “Keşke birimizden biri konuşsa da bu ağırlık biraz azalsa.”
Ama düşündüğüm gibi bir şey olmadı. Ne önümdeki adam, ne de onu gördüğünü bildiği halde konuşmamayı tercih eden adam. İkisi de sustu.
Gülümsedim. Bir an içindekileri dökmek istedim. Belki o zaman her şey daha kolay olacağını düşündüm. Ama öyle olmadı. Yapamadım.
"Getirdiğin yemek için teşekkür ederim ama artık çıkar mısın? Çok yorgunum da." Elimin altındaki pikeyi sıkarken başımı her ikisinin ters yönünde çevirip gitmesini bekledim.
İlk kapıdan hızla uzaklaşan adım seslerini duyduğumda yutkundum. Duymuştu. Adım sesleri tamamen uzaklaştığı da sandalyenin çıkardığı tiz çekilme sesini duydum. Başımı yavaşca Görgüç'ün oturduğu sandalyeye çevirdiği de kalktığını gördüm.
Başımı kaldırıp karşımda duran Görgüç'e baktım. Kaşlarını çattı. Diline gelen şeyleri bir kez daha yutarak yanımdaki tepsiyi eğilerek aldığında başını hafif bir şekilde aşağı indirip kaldırdığında bende buruk bir tebessüm ile aynısını yaptım.
Arkasına dönüp kapıdan çıktığında ardından kapanan kapının arasından baktım.
Geçmiş, bazen elimizden kayıp gitmiş bir zaman gibi görünür ama aslında hâlâ avuçlarımızın içinde duran bir aynadır. O aynaya her baktığımızda yalnızca eski yüzümüzü değil, bugünkü halimizi de görürüz. Hayat, geçmişte yaşadığımız her anın izlerinden dokunmuş bir kumaş gibidir; renkleri, desenleri, yırtıkları ve yamalarıyla bize özeldir.
Geçmiş, bazen bir ders, bazen bir yük, bazen de bir pusuladır. Yaptığımız hatalar bize nereden geldiğimizi, sevinçlerimiz de nerede durduğumuzu hatırlatır. Hayat ise bu hatırlayışın ortasında, geleceğe doğru akan bir nehir gibi akar. Her adımda eski taşların üzerinden geçeriz ama ayak izimiz hep ileriye düşer.
Benim adımların ne kadar ilerlersem ilerliyim hep eski taşların üzerine basıyordu. Geçmişin benim için bir yüktü. Zaman ne kadar aksın her zaman geçmişin bir taşı ayağıma takılıyordu.
Bunun en büyüğü belki de o gün babamın telefon konuşmasına kulak misafiri oluşumdu. Geçmişi taşıyan taş tekrar ayağıma takılmış bende yere düşmüştüm. Omar elimden kaçmıştı. Ben ise bir başkasının eline düşmüştüm.
Yeni bölüm bitti canlar
Umarım sevmişsinizdir. Normalde 10bin kelime ama böldüm diiğer bölüme ekleme yaptım.
Bu bölüm diğer bölümlere kıyasla bir tık kısa ve size belki anlayış olarak karmaşık gelmiş olabilir. Ama diğer bölümde herşey daha iyi ve oturmuş olacak. Bu daha altıncı bölüm. Asıl herşey bundan sonra başlayacak
Bölüm hakkında düşüncelerinizi yazmak isterseniz buradayım cmvmgmgkfkgkg
Diğer bölümde görüşmek üzere Askerlerim
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |