10. Bölüm

7. Bölüm

The_Older
the_older

Öncelikleee SELAAAAM.
Yeni bölüme hazır mıyız bakalımm?
Ben hazırsınız diye düşünüyorum ve sizi çok tutmak istemiyorum bu yüzden kısaca şunu diyip sizi yeni bölüm ile baş başa bırakıyorum.

Lütfen oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin olur mu? 🥺

(Yorum genelinde birer artış olmazsa bölüm gelmeyecektir(tehdit)(şantaj))

💌💌💌

Türk'ün olduğu yerde umut vardır; çünkü Türk, umutsuzluğu yenecek kudrettedir

🇹🇷🇹🇷


Derin bir nefes aldım. Hayatımın en uzun günlerinden birini geçiyordum. Sanki biri akrep ve yelkovana birer çivi çakmış zamanın akışını durdurmuştu. Oysaki zaman... insanın elinden kayıp giden, ama en çok da onun peşinden koştuğu şeydi. Aynı benim şuanda bulunduğu durum gibi. Kimi ‘geçmesin’ diye tutmaya çalışır zamanı, kimisi ‘bitsin’ diye bekler. Ben zamanın akıp geçmesini istiyordum. Oysaki zaman ne durur, ne de hızlanır- sadece akardı. Ne ileri gidebilirdin, ne geri dönebilirdim. Ama geri gidebilseydim şuan şu durumumun içerisinde her şeyin benim için ilk bittiği zamana dönmek isterdim. Her şeyin başladığı zamana yıllar önceki uçak patlamasından önceki birkaç saat ilerisine. Son güzel saatlerime. Ailemin, benim yanıma gelmek istediklerini öğrendiğim o lanet dakikaya. Hayır gelmeyin demek için geç olmayan o dakikalara.

Koltukta arkama yaslandım. Yerdeki halının desenlerini incelemeye koyuldum. Ama eğer zamanda ileri gitme şansım olsaydı yaşamam için bana bir neden veren rüyamın gerçekleştiği dakikalara atlamak isterdim. İntikamını aldığım, içimdeki tüm keşke dediklerimin son bulduğu, yüreğimdeki sızıların bir nebze de olsa son bulduğu o an. Yaşamak isterdim.

Sırıttım. İnsan mümkünatı olmayan şeyleri istemesi ile bilinirdi zaten. Mümkünatı olmayan şeyler ise hep insanları bulurdu.

Sırıtışım surat asmaya bürününce arkama yaslandım. Yanaklarımı şişirip önümdeki halının uç kısımlarını ayağımla kıvırıp oynadığım kısmı serbest bıraktım. Nasıl bir tutsaklıkta olduğuma dair zerre fikrim bile yoktu zaten. Odamdan çıkabiliyordum, salonda boş boş gezebiliyordum, ortalıkta boş gezinip duruyordum can sıkıntısından. Ama bilin bakalım neye izin yoktu her tutsaklıkta bulunduğu gibi. Dışarı çıkmama! Evin her bölmesinde, kısmında neredeyse kilit yoktu ama; dışarı çıkmaya yarayan tüm kapılar, atlayabileceğim tüm camlar ve havalandırma bölmeleri hepsi demir zincirler ile kilitlenmişti.

Gözlerimi kısarak sabahtan beri benim gibi etrafta dolaşan tim üyelerine baktım. Görgüç hiçbir şey olmamış gibi koltuğunda uzanmıştı. Ayakları koltuk başlığının dışına taşmış şekilde, elindeki kitabı okuyordu. Veya okuyor gibi yapıyordu.

Bir diğerinin adının da Sıraç olduğunu öğrendiğim kişi karşısına aldığı bal gözlü Ramazan’ı, karşısına almış hararetle önlerindeki oynadıkları satranç ile ilgileniyordular.

Sıraç, elindeki atı ile Ramazan’ın son üç piyonundan birini daha yediğinde hayretle karşısındaki Ramazan’a baktı. “Oğlum düzgün oynasana lan.” Elindeki arkadaşının taşını keyifle karışık sinirli bir şekilde diğer aldığı taşların yanına ekledi. “Kendimi aptal gibi hissediyorum. Sabahtan beri bir piyonumu aldın. Artık bilerek yenildiğini düşünüyorum.” diyerek arkasındaki sandalyeye yaslandı.

Ramazan hayrete düşmüş bir şekilde karşısındaki adama baktı. Önündeki taşlara bakıp halen kazanabileceğini bildiği halde kalesini; fil ve vezir tarafından tam olarak yem olabileceği kısma oynadı. Sıraç şaşkınlıkla Ramazan’ın yaptığı son hamleye karşılık verdiğinde fili ile düşman topraklarına giren karşı tarafın kalesini de diğer aldığı taşların arasına ekledi.

Ramazan derin bir iç çektiğinde kollarını göğsünde birleştirip arkasına yaslandı. “Bilerek yeniliyorum ya zaten Sıraç komutanım. Sabahtan beri ilk elden sadece bir piyonunuzu aldım diye burnumdan getirdiniz oyunu.” dediğinde Sıraç’ın tarafındaki taşlarını işaret etti. “Bilerek yenildiğimde seviniyorsunuz. Kıyamadım size.”

Demesiyle Sıraç hiç düşünmeden aline aldığı ilk taş olan kaleyi Ramazan’a doğru fırlattı. En köşede pencereden dışarı bakan Fırat dakikalar sonra ilk defa güldüğünde, onların önüne tabure çekmiş izleyen Bayındır ise gülmekten yere düşecek reddeye gelmişti. Ramazan ama son anda gelecek olanı anlayıp başını eğdiğinde kendisine yönelik saldırıdan son anda kurtulmuştu.

“Lan it kalk önümden! Oynamıyorum seninle.” Sıraç’ın sinirle dediği cümleyi sanki aylardır bekliyormuş gibi anında kalkan Ramazan ile gülmemek için kendimi zor tuttuğumda Sıraç arkasından gözlerini kısarak sitemkar bir şekilde bakmıştı.

“Bende sanki çok oynamak istiyordum komutanım siz ile.”

Sıraç sinirle eline aldığı bir avuç taşı Ramazan’ın üzerine yönelttiğinde Ramazan ona yönelik gelen taşlardan bu sefer kurtulamamıştı. Üzerine doğru gelen bir avuç taşa şaşkınlıkla bakarken son anda kolları ile başını korumuştu.

Sırıttım. Zorla bir şeyi yaptırmanın nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyordum.

“Görgüç komutanım!” Aynanda ortama giren Doğan ve Alperen ile gözlerimi kıstım. Dün akşam neredeyse birbirini yiyen ikili sabahtan beri hiçbir şey olmamış gibi ortamda dönüp duruyorlardı.

Gözlerim Görgüç’ün uzandığı tarafa kaydı. Rahatına ödün vermeyip uzanıp tavanı izlediği yerden sadece başını çevirmiş ikilinin geldiği yöne bakıyordu. Kıpırdamamıştı bile.

“Ne oldu yine? Kendinizi bir ortamda yine belli ettiyseniz belanızı sikerim haberiniz olsun.” Uzandığı yerden kalkıp sırtını koltuğa yaslayıp karşısında ecel terleri döken iki adama baktı.

Kendinizi yine belli ettiyseniz mi? Dudağımı dişlerken ortama ayak uydurup sessiz kaldım. Kendinizi yine bili ettiyseniz den kastı neydi?

“Hayır. Bu sefer öyle bir şey değil.” diyerek konuşmayı sürdürdü, Doğan.

Ortamın ciddiyetini anlayan diğerleri hemen uğraştıkları şeyleri bir kenara bırakıp bu ikilinin etrafına dolandığında Görgüç’ün omuzları gerildi. Bir şey mi olmuştu emin değilim. Ama ortamızda duran ikilinin ciddiyetine bakarsak bir şeylerin onlar için ters veya kötü gittiği kesindi.

“Ney? Ne oldu?” Dedi Görgüç sorduğu sorudan alacağı herhangi bir ters cevaba kendisini hazırlayarak.

Etrafıma baktım. Ortamı saran gerginliğin arasında oturan tek kişi oluşumu garipseyip ayağa kalkmak istedim ama halen tam iyileşemediğim için ve daha dün birini bu halimle yere indirdiğim için dikişlerim çok yavaş iyileşiyordu. Bu yüzden kalktığım gibi sızlayan dikişlerime homurdanıp kalkmaktan vazgeçtim.

“Komutanım biliyorsunuz bu sabah Demir ve Koral komutanım bulunduğumuz yerden ayrılmak zorunda kaldı.” derken Alperen, etrafına bakıp kısa bir an benle göz göze geldiğinde tekrar Görgüç’e dönüp devam etti. “Az önce birden biz ile olan bağlantılarını kendileri tarafından koparıldı.”

Bu sabah uyandığımda herkesi görmüştüm. Ama sadece ikisini görememiştim. Demek ki göreve gitmişlerdi. Görev. Kaşlarım çatıldı. Bağlantılarını başkaları tarafından mı kesildi yoksa kendileri tarafından mı kapatıldı cidden?

“Kendileri mi?” Kaşları çatıldı. “Kendileri niye kapatsın lan?! Kapatmayacaklarına dair ön söz verdiler!” dediğinde sanki ne yapacağını bilmiyordu. Kısa bir süre sustu. Susuşu ortamı gerim gerim gerdi. Diğerleri birbirine tedirgin bakışlar atmaktan başka bir şey demeye cesaret edemediler.

“Belki her şey göründüğünden daha berbattır?" dediğinde yutkundu. Berbat? Ne beklediklerinden daha berbat olan şey ne?

Yutkundum. Elim sargı olan diğer kolumun üzerinde gezdirdim. Yarın aileme kavuşacakken bir aksilik çıkması isteyeceğim son şeydi. Ve bir aksilik vardı.

Etrafta oluşan derin sessizliğin üzerine. Bana yönelik bakışları üzerimde hissettiğimde bakışlarımı kolumdan çekip önüme çevirdim. Herkesin bana baktığını görünce gözlerimi kırpıştırdım şaşkınlıkla.

“Ne?” dedim şaşkınlığımı sesim ile yansıtarak. “Niye bana bakıyorsunuz?”

Görgüç dışında hepsi bakışlarını üzerimden çekerken kaşlarımı çatarak Görgüç’e baktım. Bunların yanında hiçbir şeyi anlamıyordum.

Başını bıkkınca iki yana salladı. “Ramazan. Mira’yı odasına kadar eşlik et koçum.”

“Emredersiniz komutanım.”

Ramazan, diğerlerinin arasından geçip önüme geldiğinde kaşlarım daha da çatıldı. Bana istedikleri zaman ‘Mira kalk, Mira oturma, Mira odana’ diyebileceklerini mi sanıyordular?

Ramazan koluma girip beni kaldırmaya yeltenecekti ki, kolumu geriye çekip beni kaldırmasına engel olmuş hem de canımı yakmıştım.

Sinirle dudağımı ısırdığımda başımı iki yana salladım. “Ne dönüyor bilmiyorum ama ben sizin rehin aldığınız köpeklerden biri değilim!” Burnumdan soluyordum neredeyse.

Ramazan bir iki adım gerileyerek arkasına baktığında ne yapayım dercesine bir cevap bekliyordu. Görgüç şaşkınlıkla bana baktığında Ramazan’a küçük bir işaretle geri yerine geçmesini söylemişti.

Yerimden kalkmak için sağlam olan kolum ile koltuk başlığından yardım alarak ayaklandım. Dişlerimi sıkarak kalktığımda sağlam kolumla yumruk yaptım. Dişlerimi o kadar çok sıkıyordum ki ağzımdan çıkan gıcırdama sesi ile sıkmayı bırakmak zorunda kaldım. Derin bir nefes alıp verdim. Arkamı onlara dönüp merdivenlere ilerlediğimde arkamdan derin bir iç çekişi duydum. Ardından bir kıkırdama sesi duyduğumda dişlerimi tekrar sıktım. Piç kuruları. Hepsi birer piç kurusu!

Merdivene yönelik bir adım attığımda arkamdan gelen ses ile durdum.

“İnsanı öldürürsün sen.” Şaşkınlıkla başımı arkama çevridiğimde bakışlarım ilk bu sözü söyleyen adamı buldu. Alperen kollarını göğsünde bağlamış kınarcasına bana bakıyordu.

Doğan, Alperen’in dediği şeyi onaylarcasına başını aşağı yukarı salladığında kolunu Alperen’in omzuna dayadı. “Maalesef katılıyorum sana kardeşim.”
Kaşlarım çatıldı. Neyden bahsediyordular bunlar böyle?

Bayındır her iki başını her iki kolunun arkasına alıp sırtını gerdi.“Allah bizi şu kızın çenesinden de kurtarsın.” Duygu değişimden duygu değişimine girerken dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyordum.

“Mira.” Merdivende öylece şaşkınlıkla dururken bu sefer Görgüç’e doğru çevirdim. “Yukarıya çık ve herhangi bir eşyan var ise al ve aşağı in.” dediğinde başının arkasını sıkıntıyla kaşıdı. “Ailenin yanına gidiyoruz.”

Gözlerim şaşkınlıkla aralandığında ağzımdan hayret nidası döküldü. Biliyordular. Hepsi biliyordu benim birer hain olmadığımı. Kaşlarım çatıldığında açık kalan ağzımı kapadım. Ağzıma gelen bir çok kelimeyi yutup düzgün birer kelimeyi seçmeye çalıştım.

“Siz.” başımı iki yana salladım. Demir benim ile ilgili şeyleri en baştan beri benden önce timine söylemişti zaten değil mi? Ve bildikleri halde boktan davranmışlardı. Derin nefes alıp dışarı verdiğimde burnumdan soluyordum.

Elimi alnıma götürüp ovuşturdum. “En başından beri biliyordunuz öyle mi?!” diye birden yükseldim. Bir basamak çıktığım merdiveni inip sinirle bir tur etrafımda döndüm. “Siz benle dalga mı geçiyorsunuz! Ha? İlk önce yasal olmadığı halde beni kaçırdınız! Yasal olmadığı halde beni bu evde ameliyat ettirdiniz!”

Her şeyi biliyordular. Her şeyi biliyordular ve acı çekmeme izin verdiler. Boğazımı sanki bir el tarafından sıkılıyormuş gibi hissettiğimden rahatsız hareketler ile yakamı çekiştirdim sağlam kolum ile. Başımı kaldırarak karşımda sadece öfkemi kusmamı izleyen time baktım. Hiçbir şekilde çıt dahi çıkmıyordu aralarından. İçimden güldüm elimi yakamdan çekerken. Haklı olduğumu bildikleri için bir de seslerini çıkarsalardı.

Sinirle ileri doğru bir adım attığımda başım döndü. Birden. Sanki yerin altından biri ayaklarımın altındaki halıyı çekti. Ayaklarımın boşlukta kaldığını hissettim. Ayaltaydım ama sanki değildim gibi de.

Önceliklee bir uğultu sardı kulaklarımı. İnce, tiz bir ses... sanki biri bir ipe dokunup titretti, o titreşimde beynimden geçti. Biri kolumu tuttu ama kim olduğunu anlamadım. Anlamam da bir şeyi değiştirmeyecekti zaten. Hepsi birer pislikti. Sonra ışıklar,,, önce sabit, sonra eğrildiler. Kolumu tutmaya çalışan kişiden kolumu kurtarmak için kolumu sertçe çektim. Duvarlar, tavan,önümdeki şekiller bükülmeye başladı; her şey bir yörüngede dönüyor ve ben merkezdeydim.

Nefes almak, az önce çok basit bir şeydi. Şimdi ise unuttum nasıl yapıldığını. Göğsüm dar, hava ağırdı... çiğerlerimin paslı bir demir gibi açılmadığını hissediyiordum.

“Mira! Kendine gel!” Uzaktan bir ses... kulağıma kadar geliyordu ama kimin olduğunu kestiremiyordum. Ses boşlukta yalpalanıyor bana ulaşana kadar yok oluyordu.

Öne doğru bir adım atmak için hareketlendim ama ayaklarım bana ait değilmiş gibi düğümlendi. Sanki birinin bedenine girmişim ve kontrol bende değil.

Bulanık olan etrafta elimi önüme doğru uzattım. Önümdeki masa mı, duvar mı, bilmiyorum. Ama bir yere tutunmalıydım. Aksi halde devrilecektim.

Bir yere tutundum. Sağlam kolumu o tutunduğum yere yasladım. Etrafım birer kasırgaya kanmış gibiydi. Bir çok gölge vardı bulanık. Bulanık ve dönüyordu. Gözlerimi kapadım. İçimden o gün yaptığım gibi saydım. 1, 2, 3, 4, 5, 6... Midem bulanıyordu. Midem bulanıyordu. 8, 9, 10... 15, 16, 17. Nefes alışlarım düzene girmeye yavaş yavaş başladığında derin nefesl alıp verdim. 23, 24, 25, 26, 27... Düşme Mira, düşme. Bir daha değil. Düşme.

35, 36, 37, 38... Gözlerimi yavaşça araladım. Bulanık etraftan bir farkı yoktu. Tek fark dönen cisimlerin merkezi olmaktan çıkmıştım. 48, 49, 50. Bulanık etraf yavaş yavaş yok olurken tuttuğum masayı daha sıkı tuttum. 50, 51, 52... Elimi yavaşça masadan çekerek sırtımı dikleştirdim. Ailem. Ailene gidiyorsun Mira kendine gel.

Gözlerimi hızlıca birkaç kez kıpıştırdığımda etrafıma baktım. Önümdeki gölgelerin sahiplerinin karşımda düşmeme karşı çember oluşturmuş bir şekilde hazır biçiminde duran tim üyeleri olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Her şey yeni başlıyor Mira. Her şey belli ki yeni başlıyor.

57, 58... Tam kendimi toparladım sanırken aniden gözlerim kararınca afalladım. Bedenim bana kaçıncı kez olduğunu bilmediğim kezinci kez beni hüsrana uğratırken bedenim geri geri sendeledi. Gözlerimin önü kararırken kısa sürmüştü. Saniyesinde bir kol belimi sarınca geri geri gitmeyi bırakmıştı ayaklarım.

“Belki de bu hırçın tavırlarını bir yere kadar devam ettirmemelisin? Ne dersin?”

Gözlerimi kırpıştırıp etrafa baktığımda beni tutan koldan kendimi çekip ayakta durdum. Eve kadar. Derin bir nefes aldım. Eve kadar bırakmalıydım belki de cidden bu tavrımı.

Onaylarcasına başımı aşağı yuları salladığımda kapıya doğru ilerledim.
“Eşyam falan yok.”

Aileme bir gün erken kavuşacaktım.

💔💔💔

Artık nefes falan almak istemiyordum. Yaklaşık 1 saattir yoldaydık. Bir saat. Ve sürekli kendime ‘Nefes al Mira. Nefes ver Mira. Sakin olsana Efil. Sus Mira bitecek, az kaldı.’ deyip deyip durmuştum. Ama ne için susuyordum? Kendi iyiliğim için mi? Yoksa başkalarının mı? Onca çektiğim şeyin bir karşılığı olmalıydı. Ama ne Ekim’den şu anlık bir haber alabiliyordum. Ne de o iti kaçırmadığımıza dair bir kanaatim vardı.
Gözlerimi sıkıca yumdum. Sadece bir hiç. Koca bir hiç.

Başımı arabanın camından dışarı çevirdim. Ölmemiş olsun. O patlamada ölmemiş olsun. O it, onca sene elimden kaçtı ve hiçbir şekilde ölmedi. Sadece bir patlama yüzünden ölmemiş olsun.

Önceden ölmesi için arkasından beddua ettiğim, ipini kesmeye çalıştığım adamın; şuan ölmemesini dilemekte başka bir şansım yoktu...

Kader bazen arkasından beddua veya öldürmeye çalıştığın insanların arkasından dua ettirmeye zorluyordu.

Umarım 9 canın vardır Omar bu son duam arkandan gelen. Çünkü geriye kaldı 2 canın. O son canın da benim elimden alınacak. 7 gitti; geriye kaldı 2

“Ne kadar kaldı?” dedim önümdeki Alperen ve yanımdaki Doğan’a yandan bakarak. Bu ikisi ile niye aynı arabadaydım zerre fikrim yoktu.

Üç araba ile gidiyorduk. En ön arabada Görgüç, Fırat ve Bayındır varken. Arkadan bizi takip eden Sıraç ve Ramazan’dı. Doğruyu söylemek gerekirse. Hangi akılla bu ikiliyi en arkamızdaki araba ile takip etmelerini söylediler emin değildim. Çünkü daha çok araba ile bizi takip etmek yerine yolda kalmaya çalışıyor gibiydiler. Bas baya arabada birbirlerini yiyorlardı ve sürekli şeritten çıkmamaya çalışıyor gibiydi Ramazan.

Sabahtan beri duyduğum aynı cümleyi tekrar etti Doğan. “Az kaldı.”

Yanaklarımı şişirdim. “Bir saat önce de az kalmıştı. Halen mi az kaldı?”

Sabrımın sınırındaydım ve niye daha önce hiç görmediğim yerlerden geçip duruyorduk. Burası Hakkari değil miydi? Niye benim bilmediğim yerlerin olmadığından bu kadar emin olup da başka bir şehirde olduğumuza dair kanaat getiremiyordum?

Gözlerimi kısarak önümdeki şoför koltuğunda oturup araba süren Alperene sonra ise yanımda oturan Doğan’a yandan baktım.

Derin bir nefes verdim başımı arkaya yaslayarak. “Hakkari de değiliz değil mi?” derin nefesler alıp verdim. Çünkü herhangi bir evet cevabına karşı arabayı yoldan çıkartabilirdim.

Şoför koltuğunda olan Alperen tam ağzını aralayıp bir şey söylüyordu ki dikiz aynasından göz göze geldiğimizde hemen sözünü kestim. “Sakın Hakkari de olmadığımızı söyleme!”

Alperen kaşlarını çatarak alt dudağını ısırdığında yanımdaki Doğan’a baktığını gördüm. İçli bir nefes verdiğinde omuz silkti. “Tamam o zaman söylemem bende.”

Sinirden tirtir tiremeye başladığımda gözlerimi kapadım. “Neredeyiz peki?” Dedim sakin kalmaya çalışarak. En fazla nereye gitmiş olabiliriz ki? Van? Siirt?

“Şırnak.” Yanımda ki Doğan’ın aniden söylediği ile kalpten gidecekken şaka demesini bekledim. Ama ikisinin de yüz ifadeleri değişmeyince şaka olmadığı gerçeği ile yüzleştim.

Güldüm. “Şaka değil mi? Şaka olsun.”
Beklentiyle yanımdaki Doğan’a baktım. Şaka demesini bekledim ama bana sadece büyük bir halt yedim dercesine olan bakışları yüzünden bu sefer direksiyondaki Alperen’e baktım beklendiyle. Beni aileme götüreceklerdi. Şırnak’a değil.

Ama ondan da istediğim cevabı alamayınca sinirle arabanın kapı koluna uzandım. Kapı kolunu hızla açıp aşağı atlayacağım sırada Doğan kolumdan tuttuğunda araba ani firen ile durdu. Ani firen ile arkamızda toz bulutları ile büyük bir ses yükseldiğinde Doğan beni bırakmamak için sıkıca kolumdan tutup benim tarafa doğru eğilmişti. Çünkü vücudumun yarısı dışarıdaydı. Bizi arkamızdan takip eden araba da son anda yaptığı ani firen ile bize çarpmaktan kurtulurken yaptığı fren ile jantlardan derin bir ses yükseldi.

“Deli misin lan sen!”

Doğan sinirle kolumu bıraktığında bir hışımla arabadan inip gittiğimiz yolun tam tersine doğru yürüdüm. Beni Hakkari den buraya getirmişlerdi! Canlarına susamış olmalılardı!

Ayaklarımı yere sinirle vura vura ilerlediğimde arkamızdaki arabada olan Sıraç ve Ramazan da olayın şaşkınlığı ile arabadan inmişlerdi. Onlara bakmamak için kendimi zor tutarak arabalarını geride bırakarak koşmaya başladım. “Kim oluyorsunuz da beni kaçırdığınız yetmiyormuş gibi şehrimden de kaçırıyorsunuz!” Yetti. Ben değil bu şehre adım atmak yanından bile geçmem.

“Oğlum kız gidiyor tutsanıza!” Bağıran Alperen’di.

“Bırak abi. Nereye gidiyorsa gitsin. Öldürüyordu az önce kendini ve bizi. Bile bile ateşe attık kendimizi zaten.”

“Lan ebene laf etmek istemiyorum çünkü bana da dokunuyor. O yüzden yakalasanıza oğlum şu kızı!”

Var gücümle koşarak arkamda olabildiğince mesafe bırakarak koşmaya devam ettim.

“Lan! İki hayırsız! Bir kızı tutamadınız!” Arkama bir anlık baktığımda peşimden koşan Sıraç ile küfrettim.

Ayaklarım asfaltı döverken ciğerlerim yanıyordu. Her nefes alışım göğüsümde birer bomba gibiydi. Arkamdan en son gördüğüm Sıraç’ın adım seslerini halen duyuyordum.

Her nefes alışımda sanki yavaşlıyor gibiydim. Neredeyse akşam olmanın etkisi ile hava bir hayli görünür derecede soğumaya başlamıştı. Arkamdan kopan silah sesi ile bir an refleksle yoldan çıkıp önümdeki tarlaya daldım. Silah havaya doğru uyarı amaçlı ateş etmişlerdi. Ayakkabımın bağcıklarının çözüldüğünü fark ettim ama eğilmedim. Eğilirsem yakalardılar. Koştum. Rüzgar yüzüme çarptı. Bir çit karşıma çıkınca canımın yanacağını bile bile üzerinden atladım. Teller sağlam olan bileğimi sıyırıp geçti.

Ramazan’ın sesi arkamdan kulaklarımda yankılandı.“Mira dur!”

Durmadım. Daha hızlı koştum. Ama içimden bir ses aradaki mesafe hiçbir zaman daha fazla veya daha aza inmediğini söylüyordu.

“Ailen Hakkari de değil!”

Ayaklarım bir anda durduğunda dengemi kaybetmekten son anda kurtuldum. Kaşlarımı çatıldı. Soluk soluğa kaldığım için derin nefesler alıp verdim. Neyden bahsediyordu bu?

“Ailen Hakkari de değil Mira! Şuan Şırnak’da lar.”Yutkundum. Boğazıma oturan yumru öldürebilirdi beni. Ne demek Şırnak?

Arkama şaşkınlıkla yavaş yavaş döndüm. Şırnak da olamazlar. Gitmeleri için bir neden yokken niye gitsinler? Kaşlarım yavaş yavaş daha çok çatılırken arkamda benim gibi nefes nefese kalmış Görgüç, Sıraç, Ramazan ve Alperen’e baktım.

Derin derin nefesler alıp vermeye çalışırken o arada devam etti Görgüç. “Bir saat önce Hakkari den çıktık. Şuan Şırnak sınırındayız.” dediğinde kalbime bir darbe daha yedim.

Başımı iki yana salladım. “Beni kandırmayı bırakın artık! Ailemin bura gelmesi için bir nedeni yok!” Sesim boş tarlada yankılandı. Buraya gelmeleri için bir neden yoktu. Olmamalıydı.

Görgüç kısa bir süre diğerleri gibi sessizliğe bürünürken kalbimde oluşan acı sarsıcı derecedeydi.

Görgüç kelimeleri seçerek “Ailen burada Mira. Her ne kadar anlamadığım şekilde inanmak istemesen de ailen burada ve biran önce gitmeliyiz.”

Alayla güldüm. Sinirle gülüşüm kahkahaya döndü. “Demir ve Koral nerede? Niye sabahtan beri yoklar? Yalan söylüyorsunuz.”

Her biri şaşkınlık ve sinir arasında giden duyguları arasında birbirini yoklarken aramızdaki mesafeye baktım. Koşup kaçabilirdim. Sonra ise geri Hakkari’ye gitmenin bir yolunu bulup ailemin yanına giderdim.

Bazen seni bu kafayla nasıl bir timin komutanı yaptıklarını sorguluyorum. Bende sorguluyorum ama senin gibi dile getirmiyorum hep. Detaylara kapılma ve kapa çeneni bu yüzden iç ses!

“Önce den çıktılar. Şırnak da ikisi de.” Dedi Doğan ağzından geveleyerek kelimeleri. “Hem sana yalan borcumuz mu var lan bizim! Nerede gördün bir yalanımızı?” Doğru. Belki görmemiştim. Ama görmeyeceğim anlamına da gelmiyordu.

Cevap vermedim bu yüzden. Ama Şırnak’a da gidemezdim. O şehir bana iyi geleceğini sanmıyordum. İyi gelmezdi. Hiçbir zaman gelmemişti.

Elim ile yüzümü ovuşturdum. Öne gelen açık saçlarımı arkama attım. “Eğer dediğiniz gibi ailem oradaysa bile,” dediğimde kelimeler boğazımda düğümlendi. Orada ne işleri vardı? Bilmiyorlar mıydı benim oraya gelemeyeceğimi? Derin bir içli nefes verdim dışarı. “Ben o şehre gelemem.”

Ramazan şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Nasıl? Neden gelemeyesin ki?” Cevap vermedim.

“Yoksa o şehirde bir suç mu işledin asi kız?”

Yok artık dercesine hayretle Alperen’e baktım. Ama o hiç öyle bakma dercesine omuz silktiğinde devam etti. “Ne? Söylemeye gururum el vermiyor ama o halinle beni yere serdin. Suç işlemiş olsan hiç şaşırmam. Kusura bakma.”

Hatırlayınca bile sinirleniyormuş gibi göz devirerek bize sırtını dönüp tarladan çıkmak için ilerlediğinde arkasında bıraktığı bir adet tim üyeleri tarafından bu hali şaşkınlıkla karşılanmıştı. Bu halini sadece şaşkınlıkla karşılamayıp gülmekten ölen iki kişi Doğan ve Sıraç’dan başkası değildi.

“Ee? Geliyor musun?” Gözlerim Görgüç’ü bulduğunda yutkundum.

“Gelmek istemiyorum.”

“Ailem ailem diye yırtınırken iyiydi.” Dedi Sıraç kollarını göğsünde bağlayarak bilmiş bir tavırla.

“De," diye ekledim. " Ben ailemin burada olduğunu bilmiyordum ki. Gelmek zorunda mıyım? Siz getirin annem ve babamı Hakkari’ye.”

Hava git gide kararıyordu. Güneş dağların ardından Dünyaya veda etmek üzereydi ve etrafımızda şu anlık birer ışık ve ışığa dair iz vardı. Biraz daha burada böyle kalırsak karanlıkta kalacaktık.

Sustular. Bu söylediğim şeye kimse cevap vermedi. Ve her cevap vermeyişlerinde güneş biraz daha kayboluyor, hava biraz daha soğuyor, etraf biraz daha sessizliğe gömülüyordu.

“Olmaz.” Uzun bir sessizliğin ardından hayır yanıtı ile kaşlarımı çattım.

Gözlerimi kıstım. “Neden?”

Bana doğru yavaş yavaş adımlarla geldiğinde kaşlarımı çattım. “Çok soru soruyorsun.” dedi bir yandan bana doğru adımlarken.

Kaşlarımı çattığım da bir adım geriye gittim. “Sorduğum sorulara mantık çerçevesi içerisinde cevaplar alamadığım içindir. Yoksa çok soru sorduğum yok.” dediğimde anlamadığım şekilde üzerime gelmeye devam ediyordu yavaş adımlarla.

Ne yaptığını anlamıyordum ve aramızdaki mesafenin git gide kapandığını fark edip geriye doğru bir adım daha attım. Görgüç’ün arkasına göz ucuyla baktığımda arkasındakilerin sırıttığını fark ettiğimde her şey çok geçti. Arkama dönüp koşmaya vakit bulamadan Görgüç aramızdaki mesafeyi kapatıp tek kolu ile beni omzuna attığında ağzımdan bir çığlık döküldü.

“Şimdi istediğin kadar konuşup çırpına bilirsin.” Sinirle omzunda çırıpınarak kurtulamya çalıştım. Ama kene gibi sımsıkı tutuyordu.

“Lan!”

Çırpınışlarımı veya ona vuruşlarımı aldırmadan diğerlerinin arasından geçip ilerlemeye devam ettiğinde diğerleride derin bir nefes alarak arkasından takip ediyorlardı. Tarlanın sonuna geldiğimizde baş aşağı sallanarak ilerlediği için midem yavaş yavaş bulanmaya başlamıştı.

Sinirle soldum. “Tamam bırak! Yürüyeceğim.”

Alaycı bir tavırla. “Bırakayım da tekrar kaç öyle mi? Yemezler.”

Derin nefes alıp verdim. Midem çok kötü olmaya başlamıştı. Kollarımla desek alıp Görgüç’den kurtulamaya çalıştığımda daha sıkı tuttu.

“Kaçmayacağım söz. Ama biraz daha böyle baş aşağı yürümeye devam edersen sallanarak kusacağım.”

Görgüç anında durdu. Birkaç saniye, sanki dediğimi tartıyormuş gibi bekledi. Sonra iç çekerek beni yavaşça yere indirdi. Ayaklarım toprağa değdiğinde bir anlık sendeledim ama çabucak toparlandım. Yüzümdeki ve omzumdaki kan akışı normale dönerken bir nebze rahatlamıştım.

“Sözünü tut, Mira,” dedi Görgüç, sesi artık daha sertti. Yüzü ifadesizdi ama gözlerinde en ufak bir oyuna tahammülü olmadığını görüyordum. “Bu geceyi seni tarlada yakalamak ile geçiremeyiz. "

Kısa süre sonra arabaların bulunduğu yere geldiğimizde hemen yanımda duran arabanın kapısını açtı. Beni hafifçe kapıya doğru iteledi. Geri çekilmek istedim ama arkamda, tarlanın karanlığında bekleyen diğer tim üyelerinin varlığını hissettim. Koşsam da bir adım daha atsam da bu sefer cidden yakalanacaktım. Ve Görgüç'ün sinirini daha fazla üzerime çekmek istemiyordum.

Homurdanarak başımı eğerek arabanın içerisine girdiğimde bu sefer Alperen ve Doğan ile aynı arabada olamayacağımı anladım.

Görgüç omuz silkerek ön koltuğa bindi. Arabayı çalıştırdı. Hemen yanıma ise Alperen geçti. Fırat ve Bayındır hemen arkamızdaki arabaya, Sıraç ve Ramazan ise en sondaki arabaya binmişlerdi. Görgüç gaza bastığında asfaltı yiyen bir aslan gibi ileri atıldık.

​Bir süre sessiz kaldım. Camdan dışarı bakıyordum. Karanlık çökmüş, sadece arabanın farları yolu aydınlatıyordu. Yol kenarındaki ağaçlar ve kayalar birer silüet gibi hızla geçip gidiyordu.

İçimde huzursuz bir şey beni kemirip duruyordu. Bir yanım neden Hakkari'den birden ayrılıp Şırnak'a gittiklerini sorgulayıp duruyor. Diğer yanım başlarına bir şey geldiğini söyleyip duruyordu. İki buçuk yılın ardından buraya gelmeleri için büyük bir nedenleri olmaları lazımdı çünkü.

Kısa bir sessizliğin ardından "Neden buradalar?" dedim ama sesim birer fısıltı gibi dudaklarından çıkmıştı.

Cevap vermedi.

"Neredeyse bir aydır yokum. Hiç mi merak etmemişler?" Bu sefer kendi kendime mırıldanmıştım.

Bir aydır yokum. Hiç mi fark etmemişlerdi? Hiç mi beni merak etmemişlerdi.

Başımı araba camına yasladım. Gözlerim arabayı süren Görgüç'e kısa bir süre kayarken direksiyonu sıkıca kavramış ve gergin şekilde işaret parmağı ile direksiyonda ritim tutuşunu fark etmiştim.

Bakışlarımı ondan çekip camdan dışarı çevirdim. Karanlık neredeyse tamamen çökmüştü. Ve geniş aralıklarla dizilen yol aydınlatmalarının kendime hayrı yok gibiydi. Etrafta ne bir bina ne de bir yaşam belirtisi vardı. Buda Şırnak'a varmamıza az kalmıştı demek oluyordu.

Kısa bir süre sonra Şırnak giriş tabelasını geçmiş ve şehrin göbeğine doğru ilerlemeye başlamıştık. Ve ben her ilerleyişimizde birazcık daha geriliyordum.

"Mira vardığımızda sakin olacağına söz ver."

Uzun bir sessizliğin ardından bakışlarımı dışarıdan çekip dikiz aynasından arkaya bakan Görgüç'e çevirdim.

"Bu da ne demek oluyor?"

"Sakin ol demek oluyor." Dedi Alperen yandan.

Yönümü her ikisine doğru çevirdim.
"Siz ne saçmalıyorsunuz böyle! Bir şey mi oldu?" Dediğimde bir Görgüç'e bir de Alperen'e bakıyordum. Ama ikiside sustu." Annem ve babama bir şey mi oldu diyorum!"

Görgüç, dikiz aynasından bana baktı ve arabanın hızını biraz düşürdü. Yüzündeki gergin ifade anlık bir tereddütten sonra yumuşadı. "Hayır," dediğinde boğazını temizlercesine hırıltılı bir nefes verip yakasını çekiştirdi. "Durumları iyi. Sadece ani tepkiler verme. Şuan yaptığın gibi."

Derin nefes alıp verip kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Tekrar düzgünce oturup arkama yaslandığımda başımı koltuğa yasladım. Onlar iyilerdi. En azından bunu biliyordum.

Araba beş dakika bile olmadan yavaşlayıp durduğunda kalbim hızla çarpmaya başladı. Yanımdaki Alperen ilk çıktığında ardından Görgüç arabanın el frenini çekip kontağı kapattığı da o da arabanın kapısını açarak dışarı çıkmıştı.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes içime çektiğimde gözlerimi tekrar aralayıp nefesini dışarı bıraktım.

Arabanın kapı kolunu çekip kapıyı açtım. İlk sağ ayağım yere değerken başımı yere eğip dışarı tamamen çıktım.

Kalbim yerinden çıkmak istercesine delice atarken tüm korkumu bir kenara bırakıp başımı kaldırıp etrafıma baktım.

Gördüğüm bina ile üzerine kaynar sular döküldü anında.

Şırnak Devlet Hastanesi...

Karşımdaki dev tabela ile nefesim kesilmişti adeta. Sanki bir anda etraftaki tüm oksijen yok olmuştu. Nefes alamıyordum.

Kaşlarım çağrıldığında gözlerimin dolması için direndim. "Siz," dediğimde etrafını bulanık görüyordum.

"Seni kandırmadık." Diyerek diyeceğim şeyi önceden tahmin edip konuşmuştu arkadan Doğan.

Başımı iki yana salladım önümdeki hastane tabelasına bakarak. "Beni kandırdınız!"

Arkamdan bana seslendiler. Ama dinlemedim.
Adımlarım kendiliğinden korkuyla hastanenin girişine doğru ilerlerken bacaklarımı hissetmiyordum. Tamamen benden bağımsız ilerliyordular.

Otomatik kapı yaklaşmam ile kendiliğinden açılırken hızlı nefes alış verişlerim göğsümü sıkıştırıyordu.

Girişten içeri adımımı attığım anda tüm atmosfer bir anda değişmişti. İçerideki koşurturmalar tamamen birer hastanede olmasını beklediğiniz gibiydi. Ama benim için bir felaketti.

Adımlarım aşina olduğum hastanenin kayıt görevlilerinin tarafına doğru çevirecektim ki bir anda gözlerim birinin üzerinde durdu.

Demir.

​Yüzünde derin bir çizgi, gözlerinde uykusuzluğun ve yorgunluğun izleri vardı. Sırtı bize dönük, elleri başının arkasında birleşmiş, bir bankta oturuyordu. Başını hafifçe yukarı kaldırmış, sanki tavanın alçı desenlerini ezberlemeye çalışıyordu. Yanında, biraz daha dik bir duruşla ama aynı çaresizlikle Koral vardı. Koral'ın da yüzü bembeyazdı. İkisinin de üzerindeki tişörtler kırışmış, sanki günlerdir aynı kıyafetlerle oradaydılar.

Oysaki sadece bu sabah çıkmışlardı Hakkari'den.

​Onları bu kadar gergin ve yıpranmış görmek, hastane tabelasını görmekten daha sarsıcıydı. Demek ki bağlantılarını kesmeleri bir görev icabı değil, tamamen bu durum yüzündendi. Bir görevdeydiler, evet, ama bu görev bambaşkaydı.

​Adımlarım istemsizce onlara doğru hızlandı. Kalbim, göğsümün kafesini kırmak istercesine çarpıyordu. Ailemin iyi olduğuna dair Görgüç'ün verdiği güvence, bu manzara karşısında tuzla buz oluyordu. İyi olsalardı, bu iki adam burada bu halde olmazdı.

​"Demir!" Sesim, boğazımdan yırtılarak çıktı. Koğuşun uğultusunda, ince ve keskin bir çığlık gibi yankılandı.

Demir ve Koral aynı anda şaşkınlıkla sesin geldiği yöne benim tarafa bakışlarını çevirdiklerinde ikisi ile anında göz göze gelmiştik. Ama benim ölümcül bakışları sadece Demir'in üzerindeydi.

Elinde olmadan irkildi, Demir. Gözleri şaşkınlık ve yorgunlukla kısıldı. Sanki beni görmeyi hiç beklemiyordu, belki de bu karmaşanın içinde aklının ucundan bile geçirmemişti. Ama arkasında duran Görgüç, Alperen, Ramazan ve Sıraç'ı görünce, durumun ciddiyetini anladı. Belki de buraya getirmek hiç aklının ucundan bile geçmemişti. Yüzündeki ifade, anlık bir irkilmenin ardından derin bir pişmanlığa dönüştü.

​Koral ise daha hızlı toparlandı. Gözlerinde anlık bir rahatlama parladı, sonra yerini çaresizliğe bıraktı. Ayağa kalktı, ama Demir hâlâ oturuyordu, sadece başını öne eğmişti.

​"Mira..." diye mırıldandı Koral. Sesi, hastane koridorunun kasvetli havasında yutulup gitti. İnsan suçlu olunca nar kadar da masum olabiliyormuş.

​Benim için dünya durmuştu. Gözlerimde sadece Demir vardı ve içimdeki her şey ona karşı bir öfke fırtınası gibi yükseliyordu. Benim birer terörist olduğumu dile getirip beni tutsak tutmuşlardı. Üzerine bir de ailem ile ilgili yalan söylemiş beni zorla buraya getirmişlerdi. Ve şimdi, o koca yalanın ortasında, yıkılmış bir şekilde oturuyordu.

Şimdi ne yalan söylemeyi düşünüyordu? İçimden güldüm. Peki ben o yalanlara inanır mıydım artık?

Uyandığım andan itibaren babamın emri üzerine gittikleri o görevin adamları olduklarını biliyordum. Peki onlar benim ne zamandan beri Bu yüzden hiçbir zaman kim olduğunu söylemek istememiştim. Peki onlar komutanlarının kızı olduğumu ne zaman öğrenmişlerdi?

Kafamda onlarca soru ile ikisinin tam karşısına geldiğimde Koral'i es geçip Demir'in önüne durdum. Tüm sinirimi bir yerde toplayıp yüzüne bir tokat indirdim.

Duyguların canı cehennemeydi!

Birkaç hasta yakını bize dönüp baktı, hemşireler koridordan telaşla geçerken duraksadı. Arkada bir kıpırdama oldu. Ama benim umurumda değildi. Gözlerimden akan yaşları silmek için bile uğraşmadım. Artık hiçbir şeyi gizlemek istemiyordum.

Ortam derin bir sessizliğe büründüğünde Demir attığım tokat ile çenesi kasılırken tepki vermedi. Bu tepki vermeyişi haklı oluşumdan mıydı emin değildim. Bu herkesin içinde Demir'in gururunu çiğnediği ikinci an olmuştu belki de.

​Demir yavaşça ayağa kalktı. Yorgun gözlerini bana diktiğinde, o gözlerde ilk defa benden saklamaya çalıştığı bir acı, bir korku gördüm. Sinir yoktu, küçümseme yoktu. Sadece benden saklamaya çalıştığı bir acı ve bir korku. O her şeyi bilen, her şeye hazırlıklı olan komutan, şimdi çaresiz bir adamdı.

​"Mira, sakin ol," dedi. Sesi kısık ve zorakiydi.

​"Sakin olamam!" Dediğimde tokat attığım elimi yumruk yaptım. "Annem, babam... Neredeler? Onlara ne oldu, söyle bana!" Birkaç adım daha attım, aramızdaki mesafeyi kapatmak istedim. Ama ayaklarım, bana ihanet ederek dizlerimin bükülmesine neden oldu. Sanki vücudumdaki tüm enerji çekilmişti.

Ama düşmedim. Tüm şeye rağmen direnerek dik durmaya çalıştım.

Koral yanımızdan ayrıldığında arkamızda oluşan hareketlilik ile Koral'in diğer tim üyelerinin dışarı çıkardığını anladım.

Derin nefes alıp verdim. "Neredeler?"

"Annen iyi," dedi."Sadece Albay... Yani baban. Ama iyi şuan normal odada." Diyerek açıklamaya çalıştı.

Sol gözümdem bir damla yaş aktı. "Numara kaç?"

Bir an göz göze geldik. Demir, bir anlık tereddütten sonra yavaşça başını salladı. Gözleri, içinde bulunduğumuz durumun tüm ağırlığını taşıyordu.

"212 numaralı oda. Yoğun bakımın bir alt katındaki özel oda. Ameliyattan çıktı, durumu stabil, ama..." diye başladı. Son kelimesi havada asılı kaldı.

"Ama ne, Demir?" diye hırıltılı bir sesle sordum. Yumruğumu sıktım, tırnaklarım avucuma batıyordu. "Söyle bana her şeyi!"

"Ameliyat başarılı geçti, Mira," dedi, gözlerini kaçırarak. "Ama... bilinci kapalı. Uyandırma sürecine geçecekler. Doktorlar birkaç gün sürebileceğini söylüyor. Annen yanında. O da biraz sarsılmış, ama fiziksel olarak iyi."

İçimde bir şey koptu. Bilinci kapalı... Babam. Yüzümdeki tüm ifade dondu, öfkenin yerini büyük bir acı ve boşluk aldı. Hastane koridorunun gürültüsü tekrar yükseldi, ama ben sadece Demir'in kelimelerini duyuyordum.

"Sana yalan söylemedik," diye ekledi, sesi fısıltı gibiydi. " Sadece değişen bazı... Neyse babamın yanına git. Sonra söz veriyorum her şeyi anlatıcam. Neden sana böyle davrandığımızı. Neden herşeyin birden değiştiğini."

Geriye bir adım attım. "212 numara, dedin." Şuan bana birşey anlatması veya açıklama yapmasını istemiyordum. Konuşmasına tahammülüm bile yoktu zaten.

Merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenler, o anki ruh halime daha uygundu. Hızla, merdivenleri tırmanmaya başladım.

Her bir basamak, içimdeki öfkeyi ve çaresizliği daha da körüklüyordu. Her şeyin benim yüzümden olduğu düşüncesi, göğsümün üzerinde bir kaya gibi duruyordu. Ekim ile kurduğumuz ve hiçbir şey yolunda gitmeyen o plan, ansızın gelen iki yönlü baskın, patlama, kaçırılma, buraya getirilme... Ve şimdi babamın hastanede yatışı.

İkinci kata vardığımda, koridorun sonunda bir hemşire bankosunun yanındaki kapının önünde duran annemi gördüm. Yorgun, solgun ve endişeliydi. Üzerindeki hırkayı sıkıca sarmış, elinde buruşuk bir mendil tutuyordu. Bir anlık duraksamadan sonra, başını yavaşça kaldırdı ve beni gördü.

Gözlerimiz buluştu.

Bir ay.
Annemin gözleri şaşkınlıkla açıldı. Elindeki mendil yere düştü. Yüzündeki acı ifade bir anlığına silinip, yerine inanılmaz bir sevinç ve rahatlama oturdu.

"Kızım..."

Koşarak bana doğru geldi. O an, arkamda olduklarını bildiğim tim üyelerini, babamın durumunu, hatta içinde bulunduğum hastaneyi bile unuttum. Annem kollarını bana doladığında, o sıkı sarılışla tüm bedenim titredi.

"Mira'm," diye fısıldadı, saçlarıma defalarca öpücük kondururken. "Senin Ekim ile şehir dışında olduğunuzu sanıyorduk. Nasıl öğrendin burada olduğumuzu?"

İçimde buruk bir gülümseme oluştu. Ekim yaşıyordu. Ve büyük ihtimalle aileme bir şey çaktırmadan beni aramanın kendisince bir yolunu bulmaya çalışıyodu.

Onun kokusunu, o güven veren anne kokusunu içime çektim. Tüm sorunlar bir an için çözülmüştü adeta.

Arkamdan gelen ayak sesleriyle Demir ve diğerlerinin de yetiştiğini anladım. Annem, gözlerinden yaşlar akarak benden ayrıldı. Gözleri vücudumda gezerken şaşkınlıkla gözleri kocaman aralandı.

"Sen... ne oldu sana? Yaraların..." diye sordu, şaşkınlıkla arkamdaki üniformalı adamlara bakarak. Sonra bakışları tekrar bana döndü ve sol kolumdaki sargıyı fark etti. Eli, sargının üzerine gitti. "Bu ne?"

Demir, annemin yanına geldi. "Hazen Hanım, Mira'nın durumuyla ilgili size her şeyi açıklayacağız. Ama öncelikle... içeride sizin için hazırladığımız bir oda var. Dinlenmeniz gerekiyor."

Annem sinirle Demir'e baktı. "Dinlenmek mi? Kocam içeride bilinci kapalı yatarken, ne dinlenmesinden bahsediyorsun sen!"

Şaşkınlıkla annem ve Demir'in arasında giden bakışlarım ile birbirlerini tanıdıklarını fark ettim.

"Anne, ben iyiyim," dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. Ona yalan söylemek zorunda olmak canımı yakıyordu. "Şu an önemli olan babam."

Sanki babamın adını söyleyişimle aklımda bir şeyler canlanmıştı."Baban..." Dediğinde demek istediği şeyi söylemek ile söylememek arasında gidip geliyordu. "Askerliği bırakmadı." Dedi. Bildiğim şeyi yeni öğreniyormuş gibi şaşkınlıkla gözlerimi arlandığında annem devam etti. "Ve son görevde bir şeyler ters gittiğini söyledi. Sonra ise aniden Şırnak'a yola çıktı."

Yanımdaki Demir ile göz göze geldim. Bahsettiği son görev Demir'lerin timinin görevlendirildiği baskın görevi olmalıydı.

Demir aklımdan geçenleri okuyup başını onaylarcasına sağladığında derin bir içli nefes alıp verdim. Demek ki tek o gün istenilen gibi gitmeyen olan tek plan benimki değildi.

"Biliyorum anne," dedim. "Şimdi babamın yanına gidelim."
Annem, yüzüme daha dikkatli baktı. Gözlerinde derin bir kuşku vardı. "Sen... sen nasıl biliyordun?"

"Her şeyi açıklayacağım," dedim, elini tutarak. "Ama önce babam. Lütfen."

Annem, itiraz edemedi. Sessizce kapıyı açıp beni içeri aldı.
Odanın içinde, yatağın yanında duran monitörlerin sesi, odanın tek sesiydi. Babam, etrafında bir sürü kabloyla bembeyaz bir örtünün altındaydı. Yüzü solgundu, ama o kadar. Her zamanki güçlü, bilge yüzü yerinde duruyordu.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Burası, kaçtığım şehirdi. Geri döndüğümde tek dileğim, intikamımı almaktı.

Dizlerimin üzerine çöktüm. Babamın elini tuttum. O eller, beni her zaman koruyan, güvende hissettiren ellerdi.

Ağlamamak için direnerek, "Affet beni, baba." diye fısıldadım.

Annem yanıma gelip saçlarımı okşadı. Eli, titriyordu.

"Neden babandan özür diliyorsun kızım?"

Başımı babamın elinin üzerine koyduğumda annemin yanında ağlayamadım. Ama içim kan ağlıyordu.

Ne kadar anneme yalan söylemek istemesemde, "Yanınızda olamadığım için." Dedim.

Her şeyi berbat ettiğim için. Diye içimden geçirdim.

Annemin eli saçımda dolaşmaya devam ettiğinde gözümden bir damla yaş aktı. Akan yaşı kimse görmeden omzumla sildiğimde başımı babamın elinden kaldırıp dudaklarını üzerine bastırdım.

Annem yanımdan kalkıp babamın yatağımın yanındaki koltuğa oturduğunda gözlerinin dolduğunu fark ettim.

Diz çöktüğüm yerden kalkıp anneme döndüm. Ağlaması sinirlerimi bozuyordu.

Derin bir nefes alıp babamın yanına küçük bir boşluğa oturdum.

"Ne zaman oldu bu?" Dedim öfkeyle soluyarak.

Annem çenesinin altına koyduğu ellerinden destek alarak başını kaldırıp bana baktı.

Ama bana bakınca gözleri biraz daha dolmuştu. "İki hafta önce. Baban sabahleyin ansızın Şırnak'ta gitmek üzere hazırlandı," dediğinde bakışları babamı buldu. "Bir şeylerin ters gittiğinden bahsetti. Neyin? Diye sorduğumda cevap vermedi." Başımı iki yana salladı. " Şırnak sınırları yakınlarında bulunduğu arabaya pusu kurulmuş." Dediğinde gözümden bir damla daha yaş aktığı da bakışların ondan çektim.

Ne için yapmışlardı bunu?

Gözümden akan bir damla yaşı daha elimin tersi ile sildiğimde sırtımı dönüp kapıyı açarak dışarı çıktım.

Arkamdan kapıyı çektiğimde derin bir nefes alıp verdim.

Karşımda duran sadece Koral ve Demir'i görünce direkt konuya girdim. "O gün o baloda ne ters gitti?"

Koral yaslandığı duvarda alayla sırıttı. "Neler demek istedin sanırım?" Kaşlarımı çattım.

"Detaylar seni ilgilendirmez," diyerek Demir konuştu bu sefer. Gözlerimi kısarak bakışlarını ona çevirdiğimde oturduğu banktan başını kaldırıp konuşmaya devam etti. Bu katı güvenlik nedeniyle tamamen kapattıkları için rahat rahat konuşuyordu. "ama o gün sen dahil bir çok şey ters gitti." Diyerek öfkeyle nefesini verdi. Sanki onca günün sinirini artık çıkartabilirmiş gibi.

"Bir kaç gün öncesinde ansızın kardeşimin arkadaşı olarak karşıma çıktın! Hemde ondan öncesinde abimin burnunu kırmış bir şekilde!" Dediğinde ayağa kalkarak karşıma dikildi. Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırarak bir adım gerilememek için kendimi tuttum. " Aynı gün kardeşimle nezarethaneye düştün!" Dediğimde sanki tüm suç benimmiş gibi konuşmaya devam etti. "Bir kaç gün bile geçmeden tüm kansızların aynı yerde toplandığı bir baloda karşıma çıktın. Bide kimin özel davetlisi olarak bir düşün! Polat'lıların!" Dediğinde yutkundum. Demek ki bu yüzden beni onlardan biri sanmıştı. O davette olmam beni onların gözünde o duruma getirmemişti. Polat'lıların davetlisi olmam getirmişti.

Başını iki yana sallayarak korkutucu görünen bir kahkaha ile devam etti. "Oraya davetli olan ama davetin asıl amacının aksini planlayan bir it yüzünden yediğimiz sürpriz baskın ile girdiğimiz çatışma!" Dedi. " O gün ansızın kaybolan Omar ve patlama yüzünden kaybettiğimiz, canlı yakalamamız gereken kişilerin bazılarının ölmesi..." Dediğinde şaşkınlığım katbe kat artıyordu.

O gün oraya bir başka biri tarafından baskın yapıldığını biliyordum. Ama bunu bir başkasından duymak tuhaf olmuştu. Son dediği şey zihnimde yankılandı. Omar demekle kaybolmuştu. O zaman babama tuzak kuran kişi başkasıydı.

"Devam edeyim mi?" Diye sinirle bana baktığında başımı iki yana salladım ve o an aklıma gelen bir soruyu sordum. "Peki senin," başımı iki yana salladım. "Daha doğrusu sizin bana olan düşünceleriniz tam olarak ne zaman değişti?" Dedim. "Yani ne zaman anladınız benim onlardan biri olmadığımı?"

Kısa bir süre sustu. En çok merak ettiğim soruyu sorunca sustu. Az önceki gibi bağırıp, çağırmadı. Yüzünde gevşeme oldu.

Banktan kalkmış sırtını tam karşımdaki duvara dayanıştı. Göz kırptı,"Giyindiğim sırada odamı bastığın gün." aniden dediği şey ile tükürüğümde boğuluyordum neredeyse.

Öksürmeye başladığımda elim boğazıma gitti ama öfkeden yanan gözlerim anında Koral'i buldu.

Koral kıkırdayarak Demir'e bakıyordu. Ama üzerinde hissettiği yoğun bakışı fark Edip bana dönmüştü. Gözlerimi kısarak ona baktığında gülümsemesi birden soldu.

Koridorda git gel yaptığı yerde durup. "Sol koridorun sonundaki oda sanıyordum." Diyerek ağzında bir şeyler gevelemişti. "Ne bileyim sağ koridorun sonundaki odayı verdiğinizi." Diyerek savunmaya geçti hemen.

Pislik! Bana bilerek yanlış odanın yerini söylemişti.

Sağ elimi yüzümü götürdüğümde gözlerimi kapadım. Bir aydır ölü gibiydim ama ailem beni şehir dışında gezdiğini sanıyormuş, babam o baloda yaşanan bir terslik yüzünden şuanda bu haldeydi.

Ekim ile ağrıyan gözlerime biraz daha baskı yaptım. Hiçbir şey düşündüğüm gibi olmamıştı.

"Sağ bileğin." Elimi yüzümden şaşkınlıkla çektim. Gözlerim Demir'i bulduğunda gözleri bir boşluğa bakarmış gibi bileğimde oyalanıyordu. Ağzından çıkan kelimeler ise birer fısıltı gibi dökülmüştü dudaklarından. "Sağ bileğinde birer ay yıldız dövmesi var."

Başımı eğip şaşkınlıkla bileğime baktım. Ay yıldız... Şaşkınlığım birden derin bir tebessüme dönüştü.

"Bayrağımızın kendisini veya simgesini ancak birer Türk evladı taşır."

Koral, Demir'in son dediğini başıyla onayladığında tam bir şey soracaktım ki arkamdan kapının açılıp annemin sevinç dolu sesini duyduğumda yarım kalmıştı.

Annemin sesi, koridorun ağır ve kasvetli havasını yırtıp atan, tarifsiz bir sevinçle yankılandı. Duyduğum o saf neşe, tüm vücudumdaki sinir ve yorgunluğu bir anda alıp götürdü.

"Arman. Arman uyandı!"

Demir ile Koral'ın yüzlerindeki şaşkınlık ve rahatlama ifadesini umursamadan, beynimdeki tüm gürültü sustu. O an tek bir gerçek vardı: Babam. Merdivenlerden koşarak indiğini hissettiğim Koral’a aldırmadan kapıya doğru atıldım.

"Doktoru çağırın!" Ben içeri girmek için adınlarken Demir'in arkadan sesini duymuştum.

Kapıyı sertçe iterek içeri girdiğimde kalbimin gümbürtüsü kulaklarımda uğulduyordu.

Annem, babamın yatağının yanına eğilmişti, yüzü mutluluktan ağlamakla meşguldü. Gözleri yaşla dolu, eli babamınkini sıkıca tutuyordu.

Babam...

Babamın gözleri aralıktı. O derin, bilge ve eskiden gülümsemek ten eksik olmayan bakışları tavanı tarıyordu. Solgun yüzü, o an tüm dünyadaki en güzel manzaraydı. Gözleri yavaşça annemde durdu. Annemde oyalamak bakışlarında huzur ve mutluluk vardı. Sanki yılların hasreti yılların aşkını annemde tekrar görüyordu.

Adımların yavaş şekilde odanın içine doğru beni sürüklediğinde içimde anlam vermediğim bir sevinç vardı. Uyanmıştı.

Sonra hemen yanındaki boşluğa kaydı ve en sonunda beni bulmuştu. Babamın karşısında gözlerim dolu bir şekilde durdum. Eğilip babama sarılmak için hamle yapacağım sırada babamın bana karşı boş ve anlamsız bakışlarını fark ettiğimde donup kaldım.

Babam bakışlarını benden çekip anneme kaşlarını öatmış bir şekilde döndüğünde annemde olanı fark edip şaşkınlıkla babama bakıyordu.

"Hazen. Karım." Dedi. "Bu kız kim?"

Annem babama gözleri dolmuş bir şekilde bakmak için elini babamın elinden çekip ayağa kalktığında odadan koşarak çıktı. Ardında da param parça kalmış bir kız bıraktı.

Babam başını benim tarafa çevirip annemin çıktığı kapıdan dışarı baktı ama bu çıkışını yadırgamadı.

Gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Ama canım yanmış gibi tekrar açtığımda bakışları tekrar beni buldu. Çatık olan kaşları git gide daha çok çatıldı.

Bakma bana öyle baba. Kurban olayım öldür beni ama bakma bana öyle...

Ellerim yanında kas katı kesildiğinde ne yapacağımı bilemedim. Şaka mı yapıyordu? Bizler mi uğraşmak istiyordu? Gözümden bir damla yaş yanağına süzüldü.

"Adın ne?" Dediğinde bir kez daha yüreğimden bir çığlık koptu bu sefer. Beni unutmuş muydu gerçekten? Annemi ve muhtemelen onla ilgili herşeyi hazırlarken bir çocuğu olduğunu mu unutmuştu?

"Beni hatırlamıyor musun?" Dedim acınası şekilde son 'Baba" kelimesini içinden ekleyerek.

"Çok özür dilerim ama siz kimsiniz?"

....

Bölüm sonuuuuu

Bölümü nasıl buldunuz?

Düşüncelerinizi veya her ne varsa
her şeyi buraya yazar mısınız?

Sizi tutmadan siz tartışırken ben kaçar.

(BOL BOL YORUM YOKSA BÖLÜM GEÇ GELİR (TEHTİT))

 

Bölüm : 28.10.2025 23:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...