11. Bölüm

8. Bölüm

The_Older
the_older

Öncelikle geç gelen yeni bölüm için sizlerden özür diliyorum. Wattpadde oluşan sıkıntı her bölüm yükleyişimde hatalar vermesine yönelik sonuçlar doğurdu. Bu yüzden ise bu bölüm geç gelmiş bulunuyor. Bu satırları okuyan tüm Türk milletinin evlatları. Özür diliyorum.
Ve hiçbir şey olmamış gibi giriş konuşmamı yapıyorum

Evettt bir yeni bölüm daha ile karşınızdayımm 🥰
Fazla bölümler arası zaman bırakmamak istiyorum ama bir türlü kendi hayatımı ve burayı düzene sokamıyorum doğrusunu söylemek gerekirse

Daha önceden bu kitabı buradan bir kez paylaşmıştım... Ve büyük bir okur kitlesine tutulmuştu bu kitap bir kaç bölümle.... Ama Wattpad kitabı silince uzun bir süre yok oldum. Yok oldum çünkü içinde derin bir hayal kırıklığı vardı. Keşke silinmemiş olsaydı şuan çok güzel yollarda olabilirdik. Ama hayat keşkelere göre devam etmiş olsaydı o oo.

Her neyse. Şimdi ise tekrar karşınızdayız. Ben ve Yakamoz. Ve tekrar eskisi gibi olmak istiyorum...

Bu süreçte her birinizin desteklerini benim için paha biçilemez derecede önemli. Sizleri seviyorum 💞🥹

Ve fazla sizleri tutmadan bölüm ile baş başa bırakıyorum. Lütfen oy ve yorum (özellikle yorum) yapmayı unutmayınn.

💌💌💌

Türk milleti için vatan, uğrunda ölünse bile terk edilmeyecek en kutsal değerdir. Ve senin ise unuttuğun bir şey var. Bir Türk'ü vatanı ile tehtit ediyorsun.

🇹🇷🇹🇷🇹🇷

İnsan bazen en sevdikleri ile sınanabiliyordu. Çünkü hayat hep üzerine titrediğin kişilerin başına korktuğun her ney ise getirmeyi seven, hep olmasından korktuğunuz şeyleri başınıza getirmeyi bilen bir kader oyunuydu.

Gözlerimden bir damla yaş, yanağıma doğru süzülmeye başladı. Kader ise bu hayatın en kuraldışı oyunlarından biriydi. Kaderinde ne varsa onu yaşarsın sözü ise bu oyunun birer adımıydı.

Bense kaderimin kurbanıydım.

Çünkü annem hep bana üzerine bir şeyin ne kadar düşersen, ne kadar o şeyi yapmak, elde etmek istersen o senden o kadar uzaklaşır derdi. Belki de haklıydı da. Şu zamana kadar neyin üzerine düştüysem, o şey benden o kadar uzaklaşmıştı.

Yıllardır Omar'ın peşindeydim. Bir an bile aklımdan çıkmadığı gün yoktu. Sonunda ise Omar uğruna ölümden dönmüştüm ve onu yine kaybetmiştm. Yıllardır askerliğimin vatanımın üzerine titriyordum. Sonunda hem askerliğimden olmuştum, hem de ismimin yanına terörist eklenmiş vatan haini olarak görülmüştüm.

Şimdi ise ailem. Sevdiklerim. Onların kılına zarar gelmesinden hep korkmuştum. Babamın nasıl biri olduğu umrumda değildi ama hep bir şey başlarına gelmesinde, onların zarar görmesinden korkmuştum.

Peki sonuç?

Annem acı çekiyordu, babam ise şuan gözlerimin içine bakmış bir şekilde ben öldü diye korkudan kendimi yırtarken bana kim olduğumu soruyordu. Beni tanımıyordu. Beni hatırlamıyordu. Hatırlamıyordu.

Gözlerimi babamın gözlerinden ayıramazken sağ elimin tırnaklarını avcuma geçirdim.

Şuan ölmek istiyorum. Şuan tam şuan. Şuan biri silahın namlusunun tam ucunu kalbime denk gelecek şekilde sıkmasını istiyordum.

"Sen kimsin kızım?"

Merak ve şüpheli bakışlar ile yüzüme baktı. Gözlerimi ondan çekip tam ödeme yenik düşerek kızınım diyeceğim sırada odanın kapısı açıldı.

Ben onca sorunun içindeyken yanımda babam olmayacaksa ben napcaktım!? Ben onca derdin içinde incecik bir ipin üzerinde yürürken babam beni kollamıyacaksa ben nasıl geçerim karşı tarafa? Ben o ipte ölümüne yürürken babam karşıma geçip destek olmayacaksa ben neden yürüyordum o ipte!?

Son anda ağzımı kapatıp diyeceklerimi söylemezken içeri ilk bir doktor ve ardından iki hemşire girdi. Hemşireler den biri hızla babamın serumunu kontrol ederken bir diğeri değerlerine bakıyordu.

Onların ardından da ağlamaktan felak olmuş gözler ile annem kapının önünde belirmişti. Ama içeri girmeye cesaret edememişti. Kocasını görmeye cesaret edememişti belki de.

Onun hemen arkasından da Demir ve bir kaç tim üyesi belirmişti annemin arkasından. Her biri stres ve olacakların bilincinde bir şekilde bekliyorlardı annemin arkasından. Yutkundum. Tutku mal bile büyük bir güç tüketiyoruz sanki bende.

Gözlerimi yumup yumruk yaptığım elimi serbest bırakarak geri çekildim. Hemşireler babamın serumunu kontrol ederken doktor bize döndü.

"Hepinizi dışarı alabilir miyim? Hastayı yalnız bırakalım. Sizlere durumunu bildireceğim."

Sessizce bir baş hareketi ile onaylayıp kapıya doğru ilerledim. Kendimi o kadar bitmiş hissediyordum ki ayaklarımı hissedemiyordum bile.

Ömrüm hayatım boyunca kendimi yorgun hissettiğim hiçbir an olmamıştı neredeyse. Bitmiş, halsiz, tükenmiş, herşeyden bıkmış bir Mira hiç bir zaman olmamıştı. Ama bu iki etmişti işte. İki. Bitmiş, tükenmiş, ölmek isteyen, yorgun bir Mira olarak ikinci duruşumdu. Bir daha olursa...

Gözlerimi yerden ayırmadan adımlarım kapının önünde durduğunda kapı arkamdan kapandığını hafif bir tıkırtı ile hissettim.

Peki şimdi ne olacaktı?

Annemin hıçkırıklarını duyduğumda başımı kaldırıp anneme baktım. Hemen odanın karşındaki bankta oturmuş ağlıyordu. Boğazıma bir yumru oturdu bir kez daha. Annemi en son neredeyse yıllar öne bu kadar ağladığını görmüştüm.

Ağlamaktan gözleri şişmiş, gözlerine sürdüğü maskara ve kalem akmıştı. Kim bilir kaç gündür bu halde kendini harap etmişti.

İçimdeki ağlama dürtüsünü bastırarak burnumu çektim. Babama bir şey olmamıştı. En azından yaşıyor. İçimden kendi kendime bu dediklerimi tekrar ederek bu iki cümleye tutunmaya çalıştım. Başka şansım da yok gibiydi. Kendimi kaldırmaktan başka bir şansım yoktu. Veya bu dürtüye inanmakta başka bir şansım yoktu.

Annemin yanına yavaş adımlarla ilerledim.

Bankta önüne geldiğimde burnumu bir kez daha çekip hemen yanına bıraktım kendimi. Annemin dizlerinin üzerinde olan ellerini kaldırıp başımı dizlerinin üzerine koyduğumda sırtımı banka dönüp annemin ellerini de başımın üzerine saçlarıma bıraktım.

"Babam iyi olacak."

Ağzımdan dökülen iki kelime o kadar inançsız çıkmıştı ki dudaklarımdan bir an söylediğime pişman oldum. Ama annemin eli saçlarımda oyalanmaya başlayınca derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum. Ağlıyordu belki hâlen ama artık yanındaydım.

Annemin dudaklarını saçlarımın üzerinde hissettiğimde gözlerimi aralayıp gözlerimi babamın bulunduğu odanın kapısına kaydı. Annem başıma derin bir öpücük kondururlen içine derin bir nefes çekmişti. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu.

O sırada görüş açıma kapının yavaş ve yorgun adımlarla biri belirdiğinde tebessüm yüzümden yavaşça silindi. Demir ile kısa bir süre göz göze gelmiştik. Bakışlarında bir an beni nedense anlayan bir ifadenin gelip geçtiğini hissettim. Gözleri ilk defa bir gerçekle karşılaşıyormuş gibiydi.

Gözlerimi kapatıp bu çalışmayı kısa kestim. Yorgundum. Demir'i düşünecek hakim yoktu.

Onla göz göze geldiğim an aklıma az önce ona yumruk attığım an gelmişti. Onu düşünecek hakim yokken bile aklımı kurcalamasına sinir olmuştum. Derin ve biraz daha derin bir nefes içime çektim.

Annemin eli saçlarıma gezinirken kendimi güvende hissettim. "İyi ki varsın anne." Tüm düşüncelerimi bir kenara bırakıp ağırlık çöken vücuduma teslim olmamak için direndim.

Derin bir içli nefes çekişi tüm hastaneyi sarışını hissettim ama sesimi çıkarmadım.

Kısa bir süre sonra babamın bulunduğu odanın kapısının açılması ile herkes kapıya yöneldi.

Annem ilk fırlayıp kapının önünde dikildiğin de uzandığım bankta oturur konuma soktum kendimi. Annemin yüzündeki ifade, doktorun diyeceklerine şimdiden kendini hazırlamaya çalışıyor gibiydi.

Derin bir nefes alarak bankın kenarından tutarak kalkmak istedim. Ama durdum. Kalkmadım. Ya kötü bir şey derse doktor? Ya bir daha beni hatılayamazsa? Napardım? Ben babamın beni hatırlamayışı ile nasıl yaşardım?

Başımı iki yana salladım. Her ne olursa dinlemeliydim.

"Öncelikle durumu iyi," doktor elindeki babamın durumu hakkında bilgilerin yazdığı dosyayı yanında tuttu. Annemin hemen yanına geçtim. "Ama ameliyat sırasında beyninde bir pıhtı atmış. Ve bu pıhtı atması sonucu tamamı olmasa da geçmişinin bir kısmını kaybetmiş durumda."

Gözlerimi yumdum. Annemin ise hemen yanımda acı dolu feryadını duydum. Babam onu unutmamıştı ama beni unutmuştu. Biricik kızını. Yaklaşık 25 yılından fazlasını belki de...

Gözlerimi geri araladığımda annemin, hıçkırarak ağlayışını bastırmak için ağzını kapatmış olduğunu fark ettim.

"Ama merak etmeyin. Kalıcı bir hafıza kaybı olacağını düşünmüyoruz," dediğinde bir kez daha tüm dikkatleri kendi üzerine toplamıştı.

Annem içli bir nefes verdi. "Peki ne kadar sürer? Yani herşeyi hatırlaması?"

Doktor kısa bir süre sessiz kaldığında nefesimi tuttum. Diğer herkesin de benim gibi nefesini tuttuğuna emindim.

Bakışlarımı doktordan çekip herhangi bir noktaya çevirdim.

"Yavaş yavaş kesit kesit her şeyi hatırlayacakdır. Kısa bir zaman diliminde olmasa da kalıcı bir hafıza kaybı değil dediğim gibi." Ağlamamak için kendimi sıkarken elimi açık olan saçlarıma daldırdım.

Başımı her iki yana salladım. Babama bunu kimin ne için yaptığını bilmediğimiz sürece nasıl önlemler alabilirdik ki? Kimden nasıl koruyacakdık?

"Bu bir kaç hafta hastayı birşeyleri hatırlaması konusunda sıkmayın. Bir hafta daha hastanede gözetim altında kalmalı zaten bu süreçte. Ve gerekli bir kaç test daha olduktan sonra hastayı eve götürebilirsiniz. Belirli saatleri dışında ise alınmayacaksınız."

​"Birkaç hafta..." Annemin sesi, içinde biriken tüm acının, yorgunluğun ve omuzlarına yüklenen yeni belirsizliğin ağırlığıyla titrek bir fısıltı gibi çıktı. Doktorun söylediklerine sıkıca tutunmaya çalışıyordu, ama babamın beni unutmuş olması gerçeği, onun da nefesini kesiyordu.

​Elim saçlarımdan kayıp omzuna ulaştı. Onu kendime doğru çektim, başını göğsüme yasladım.

Yanaklarıma değen yaşlar annemin mi, benim mi ayırt edemiyordum. Gözlerimi yeniden kapadım. Bu hastane koridoru, sanki bizi dört bir yandan saran, boğucu bir bilinmezlik denizinin ortasındaki küçük bir saldı. Ve bizlerde o salon içerisinde duran yolcu. Kaderine terk edilmiş iki yolcu... Sal batarsa ya yüzüp kendimizi kurtarmak için çabalayacaktık ya da kadere boyun eğip ölüme kuşak açıcaktık.

​Demir'in varlığını, yanımızdan birkaç adım ötede, duvara yaslanmış, hareketsiz bir gölge gibi hissediyordum. Yine o, açıklanamayan, soru işaretleriyle dolu haliyle oradaydı. "Neden her seferinde sadece bir merak konusu olarak kalmak zorundasın?"

​Annemi yavaşça geri çektim, ellerimi omuzlarına koyup gözlerine baktım. Şişmiş, kızarmış gözleri içindeki o derin endişeyi görmezden gelmek imkansızdı.

​"Anne," dedim, sesimin mümkün olduğunca sakin çıkmasına dikkat ederek. "Babam iyi olacak, artık yorma kendini lütfen. Her zaman oldu." Anneme dediğim şeylere bende inanmak istiyorum. "Doktor kalıcı değil dedi. Hatırlayacak. Sadece... sadece biraz zamana ihtiyacı var."

Bunları derken içten içe inanmak istedim. Ama olmuyordu. Asker insan unutmazdı. Unutursa işi biterdi. Kurt yem olmazdı. Ama bir kurt bile unuttuğu yollarda kaybolup it'e yem olurdu: hafıza, hayatta kalmaktı. Babam ise hafızasını kaybetmişti. Ve bunu öğrenen her kim var ise babamın üzerine gelecekti.

​Gözleri umutsuzlukla doluydu. "Ama seni unuttu kızım. Seni ve senden sonra ki her şeyi. Senin ilk konuşmanı, ilk anne diyişindeki neden baba demiyorsun, derken ki sinirini, ilk yürüdüğün anda yaşadığı sevinci, ilk okula başladığın zamanları... Babana: ben de senin gibi asker olucam, dediğin andaki sana olan gurur dolu bakışlarını... İlk görevin sırasında bir başkasını kurtarmak pahasına kendinden vazgeçişini. Yaptığın gurur verici olan her şeyi. Hepsini,"

​Sözünü kestim, daha fazla bu acıyı dinleyemezdim. Uğruna canımı verdiğim, uğruna terörist damgası yediğim o kutsal topraklar... Babamın beni hatırlamaması, bana atılan o iftiradan bile daha ağır bir darbeydi. Kızını unutmuştu.

​"Unutmuş olsa bile," dedim kararlılıkla, "biz buradayız. Tekrar tanıştıracağım kendimi onla. Her şeyi en baştan tekrar hatırlayacak. Benim kim olduğumu tekrar göstereceğiz."

Kısa bir süre sonra her şeyi hatırlatacaktı. Hatırlaması bile ben onun kızıydım! Bu bende ve ondan bir şey değiştirmezdi. Derin bir nefes aldığımda başımı yukarı kaldırarak derin bir nefes aldım. Değiştirmemeliydi.

Kısa bir süre sonra herkes bir köşeye çekildiğinde annemi bir banka oturtmuş bende yanına tünemiştim. Bir ayda kim bilir neler olmuş ve neler değişmişti. Oklar artık kimden tarafaydı? Kim ne için ortalığı karıştırmaya çalışıyordu?

O günkü patlama oraya sızdırılan -pek sızdırılmış gibi görünmüyordu ama neyse. Basbaya kendilerini ifşalamışlardı- tim tarafından olmamıştı. Ve Demir'in hastane girişinde söylediğine göre büyük bir düşman edinmiş olmalılar ki o gece taraflar arasında suların erimesi için yapılan baloyu bile alt üst etmek istemişlerdi.

Ve bende o patlamaya kurban gidiyordum neredeyse.

O an aklıma bir kez daha gelince yüzümü buruşturup aklıma bir başka gelen şey ile anneme döndüm hızla. "Anne sende Ekim'in numarası vardı değil mi?" Gözlerimi beklentiyle kıpıştırarak annemden cevap bekledim.

Annem şaşkınlıkla birden sorduğum soru ile bana baktı ama sorgulamadan, "Var kızım."dediğinde gülümseyişim tüm yüzüme yayıldı.

Elim ile konuşmalıydım. En azından ondan bir şeyler öğrenmeliydim.

Annemin telefonunu alıp yanından uzaklaşarak telefondan Ekim'in numarasını aradım. Bulduğumda içimdeki çocuksu bir sevinç ile telefonu kulağıma dayadım. Annem telefonu verilen beni sorgulamayışı işime gelmişti. Çünkü telefonumun nerede olduğunu söylerse hiçbir şey diyemezdim. Ben bile bilmiyordum nerede olduğunu.

Büyük ihtimalle o baloda tarihe karışmıştır. Sanırım kendimemyeni bir telefon almalıyım.

Telefon üçüncü çalışınca açıldığında telefonda nefes nefese kalmış, nefes almayan çalışan bir adet Ekim sesi işittiğimde şaşkınlıkla gözlerim büyüdü.

"E- efendim Hazen teyze." Cevap verecektim ki arkadan bir inilti ile Ekim'in sinir dolu mırıltısını duydum. Hayrete düştüm. Aklıma gelen ilk şeyi direkt dile getirdim. "Ben yokken birine mi işkence ediyorsun sen?"

"Ne? Ne diyorsun Hazen teyze? Tabiki öyle bi-" Karşı tarafta aniden bir sessizlik olduğunda konuştuğu kişinin annem olmadığını anlamıştı. "Lanet olsun! Mira!"

Güldüm. "Sanada selam Ekim. Ben iyiyim teşekkürler. Sen nasılsın?"

Arkada birinin bu sefer acı dolu feryatı döküldüğünde yüzümü buruşturdum. Lanet olsundu cidden bu kime böyle işkence ediyordu?

"Kapa çeneneni be adam! Görende seni adam sanacak it!" Sanırım it dediği kişi ben değildim.

Derin nefes alıp verdi. Her iki tarafta da kısa bir süre sadece nefes alış verişlerimizin sesi duyuldu.

"Sen." Telefonun öbür ucundan hiçbir şeyi anlamadığına ve aklında binlerce soru ve kafa karışıklığı ile konuşmaya çalıştığına emin gibiydim. Veya değildim. Birden kulakları kanatacak türden bağırışı ile telefonu kulağımdan çektim. "ADİ PİSLİK!" Yüzümü buruşturarak telefona baktığımda başımı eğerek omzumla kulaklarımı yokladım.

"Öldün sandım!" Dediğinde sesi hem kızgın hemde özlem kokuyordu. "Hazen teyze ile babandan ne çektim biliyor musun sen bu bir ayda! Kaç yalan söyledim! Seni ararken neler çektim biliyor musun sen?!" Dediğinde gözlerim doldu.

"Bende seni çok özledim." Diye fısıldadım. Bunu laf olsun diye söylememiştim. Cidden çok özlemiştim.

Ekim den cevap alamayınca bir bakıma cevabımı almıştım aslında. O da özlemişti. Hiçbir zaman sevgisini düz dile getirmeyen biriydi. Ne bekliyorsam.

"Neredeydin?" Dedi birden. Karşı taraftan bir sandalyenin demir ayaklarının yere temas ettiğinde çıkan o metalimsi tiz sesi duyuldu.

"Çok uzun bir konu sonra anlatırım nerede olduğumu." Dedim. Etrafıma temkinli bakışlar attım. Koridorlar bomboştu. Buna güvenerek konuşmaya devam ettim. "Asıl sana soracağım bir soruya acilen cevap ver lütfen." Hayret dolu bir nidanın sesini duyduğumda göz devirdim ama konuşmaya devam ettim. "O günkü baloda ne oldu? Görevli tim dışında kimden baskın yediler?"

Sorduğum soru karşı tarafta bitmek bilmeyen bir sessizliğe neden oldu. O sessizliğin ardından duyulan tek ses ise arkadan birinin acı dolu haykırışıydı.

Birden sandalyenin geriye doğru itiliş sesi oluşan uzun ve soluksuz sessizlikte ki tek ses oldu. Ama ardından bir kemik kırılmasına benzer bir ses yankılandığında hemen ardından acı dolu bir haykırış daha duyuldu.

Yüzümü buruşturdum. "Kahretsin! Ekim kim o?"

Son cümleyle birlikte güldü. Boş alanda olsa gerek sesi yankı yaparak baa ulaştığımda tedirgin oldum. Ekim ne halt ediyordu?

"Kim mi?"

Dediğinde korkutucu diyebileceğim bir gülüşü her yerden yankılandı. Ardından ise telefon yüzüme kapandı. Şaşkınlıkla yüzüme kapanan telefona baktım. Yüzüme mi kapatmıştı o?

Birden tekrar çalan telefon ile gözlerimi kırpıştırarak telefonu yüzümün hizasına kaldırdım ve gelen aramayı açtım. Bu bir görüntülü aramaydı.

Açtığım gibi karşıma çıkan kişi ile ağzım kocaman açık kalmıştı. Bağırmak için ağzımı tuttum. Karşımda ki Omar, her iki bileklerinden bağlanarak tavana sabitlenmişti. Yüzü tanınmaz haldeyken vücudu nedense sapasağlam duruyordu. Hızla sesi kısarak telefonu hızla göğsüme bastırdığımda etrafıma baktım.

Kahrolsun! Yeter ama!

Arkadaşın bir pisikopat. Başımı aşağı yukarı salladım. Arkadaşım tertemiz birer pisikopatdı. Ve yine kendi tarzını konuşturmuştu.

Görüntülü aramayı kapatıp sesli aramaya çevirdiğim de telefonu geri kulağıma yerleştirdim. Karşı tarafın bağlandığından emin olduğumda sinirle soldum. "Allah belanı vermesin Ekim."

Neşeli bir ses ile "Eyvallah." Dediğinde, göz devirdim. Deli.

Bir yandan sinirli bir yandan içimdek deli dolu bir mutluluk vardı. Demekki Omar kaybolmamışdı timdekilerin dediği gibi. Sadece misafir edilmek üzere el konulmuş gibiydi bizim kız tarafından. Otuz iki diş sırıttışımı fark edince başımı iki yana salladım ama mutluluğunu gizleyemiyordum .

"Nasıl oldu? Nasıl tek başına yakalamayı başardın?" Sanırım doğru soru nasıl bu şahsın hayatta kaldığıydı. Ben bu hale gelmişken onun daha beter bir durumda olması gerekirdi.

Aynı benim dediğim gibi, "Çok uzun bir konu. Sonra anlatırım nasıl yakaladığımı." Demişti.

Başımla dediğini onayladım ama o görmedi. "Başına bir bela almadın değil mi?"

Kısık gülüşünü duydum. "Omar'ı yakalamak zaten planımız değil miydi?" Başımı aşağı yukarı salladım. "Bende o planımızı yerine getirdim. Bela falan da umrumda değil. Tek eksik," dediğinde derin bir nefes aldı. "Planı kuran şahıs."

"Niye? Planı ben kurduğum için mi? Tüm suç başına kalmasın diye?"

"Kapatıyorum. Ne halin varsa gör."

"Tamam demedim birşey. Kapama!" Telaşla kapatmaması için son anda sesimi yükselttim. Boğazıma oturan yumruyu yutkunarak çözmeye çalıştım. "İkinci baskın kim tarafından yapıldı?" Az önce sorduğum soruyu bir kez daha tekrarlamıştım.

Bunu öğrenmeliydim. Öğrenmeliydim ki başımıza ne geleceğini önceden düşünüp bir şeyler yapmalıydım. O baloya bozmak isteyecek kişi her kim ise babamın bir yandan da canını sıkmak isteyen kişi o olmalıydı.

"Mira. Şuan sırası değil. Yüz yüze geldiğimizde konuşalım."

Etrafıma birileri var mı acaba diye baktım bir kez daha. Hemen sonra ise hiç beklemeden itiraz ettim. "Sadece bir isim ver." Sesim yalvarırcasına çıkmasına dikkat etmiştim.

Arka tarafta ne olduğunu bilmiyordum ama Ekim içli bir nefes verdiğinde ardından hemen sesi duyulmuştu. "Pekala." Kısa bir süre düşündü. "Asla aklına gelmeyecek bir isim. Belki unutmuşsundur bile bu söyleyeceğim kişiyi. Bu yüzden," içli bir nefes verdi. "Şaşırma."

Gözlerimi kıstım. Aklımda binlerce soru ile Ekim'e odaklandım. Asla aklımdan bile getirmeyeceğim o kişi kimdi? Kim olabilirdi?

"Barbarosoğlu."

Birden söylediği isim ile ağzım açık kalmış bir şekilde Ekim'in, söylediği soyadı içimden tekrarladım. Barbarosoğlu. Barbaros... Bir zamanlar herşey olan Barbarosoğlu...

"Bir an önce dönün." Sesindeki kederi iliklerime kadar hissettim. "Anlatacaklarım var. Şimdi kapatmalıyım." Başımı aşağı yukarı onaylarcasına salladım. "Benimde." Dediğimde telefonu kapattı.

Barbarosoğlu. Elim yanıma düşerken sırtımı duvara yasladım. Yıllardır isimlerinin dahi duyulmadığı o aile... Yavaşça kendimi bıraktığımda aşağı kayarak yere oturdum. Bir zamanlar ihtişamını süren ve herkesin korktuğu o aile. Şimdi tekrar mı doğmuştu? Başımı iki yana salladım. Nasıl? Nasıl böyle bir şey mümkün olabilirdi?

Kendimi yavaşça bıraktığımda, duvarın pürüzlü yüzeyinde aşağı kayarak yere oturdum. Dizlerim göğsüme kadar çekildi. Sanki tüm vücudum, hatıraların arasında kaybolmuş gibiydi. Yer döşemesinden yayılan soğukluk, hissizleşmeye başlayan vücuduma işledi.

Bir zamanlar şehrin tüm ihtişamını ve gölgelerini süsleyen, sadece adının anılmasıyla herkesin nefesini kesen o aile... Onların adı, gücü, kanla yazılmış kuralları demekti. Herkesin bildiği ama kimsenin konuşmaya cesaret edemediği bir sırdılar. Yıkılışları da en az yükselişleri kadar gürültülü olmuştu; arkalarında sadece bir enkaz, bir de derin bir sessizlik bırakarak.

Şimdi... şimdi tekrar mı doğmuşlardı?
Başımı iki yana salladım. Gözlerim kapalıydı ama içeride bir fırtına dönüyordu. Bu imkânsızdı. Nasıl? Nasıl geri gelebilirlerdi? Diye tekrarladım yine. En son duyduğumuzda, kalan son fertleri bile yurtdışına kaçmış, imparatorlukları kökünden sökülüp atılmıştı. Polis kayıtlarına göre, hepsi ölü ya da kayıptı.

"Saçmalık," diye fısıldadım. Sesim, kendi kulağıma bile yabancı geldi. Bu sadece bir isim. Sadece bir tesadüf. Belki de soyadı benzerliği... Onlar değildi.

Barbarosoğlu ailesi yıllar önce her işte adı geçen bir köklü aileydi. Her şey onların elinin altından geçerdi. Omar ve Omar gibi birçok itlerin başıydı.

Barbarosoğlu ailesi... Onlar sadece zengin değildi; onlar şehrin görünmeyen dokusuydu. Yıllar önce, bu şehirde atılan her adım, kesilen her fatura, açılan her kapı onların izninden geçerdi. Resmî kayıtlar ne derse desin, yeraltı dünyasından en tepedeki lüks holdinglere kadar her işin adı onlardı.

"Omar ve onun gibiler..." diye mırıldandım, oturduğum yerden duvara dayanmaya devam ederken. Omar, kentin sokaklarını yöneten, adı anıldığında titremelere sebep olan bir "it"ti. Ama Omar, Barbarosoğlu'nun sofrasındaki bir kemikten fazlası değildi. Onlar, Omar gibi yüzlerce köpeği tasmasından çeken, onları dilediği gibi havlatan, sonra da susturanlardı. Güçleri, sadece para ve şiddetten ibaret değildi; bilgideydi. Herkesin en karanlık sırrına sahiptiler. Sır ise herkesi elinde tutmak demekti.

Bir sabah ise uyandığımızda o tahtdan geriye yanmış ve kül olmuş birer masal olarak kalmışlardı.

Barbarosoğlu ailesi. Eğer bu doğruysa, bu sadece bir geri dönüş değil, unutulmuş bir hesabın açılışıydı.

Çünkü tahtı ve halkı elinden alınmış bir kral ve ailesi, ortalığı yakıp kavurduğu.

Derin bir nefes alarak oturduğum yerden kalktım. Adımlarım annemin yanına doğru ilerlerken kalp atışlarımın ritmi hızlandı. Derin nefes alıp verdiğimde elimi kalbime götürdüm. Yavaşla. Hızlı atmanı gerektirecek bir şey yok. Saçmalama.

İçli bir nefes ile içimdeki tüm çektiğim havayı dışarı bıraktım. Koridorda bir kez dönüp babamın odasının bulunduğu koridora çıktım. Mutlu olmam da buraya kadarmış.

Bir anda elimin altında titreyen telefon ile durdum. Şaşkınlıkla arayan kişiye baktığımda yüzümde tebessüm oluştu. Arayan kişi Necat abimdi.

Sırtımı annemlerin tarafına dönüp telefonu açıp kulağıma yasladım.

"Ablam. Şu yukarıda boş boş," nefes nefese birden konuşmaya başladığında şaşkınlığım git gide arttı. Daha sıcak bir karşılama beklerdim.

Arkadan bir kemiğin kırılma sesine benzer bir sesi geldiğinde yüzümü buruşturdum. Neredeydi ki?

"Abla rica ediyorum. Şu yukarıda boş boş oturmaktan başka birşey yapmayan puştlara söyler misin aşağı yardıma gelsinler!"

Kaşlarımı çattım. "Necat abi?"

Aceleci nefes akışlarının arasında bir yandan her ne yapıyorsa bir şeylerin kırılma sesini duyuyordum. Anneme karşı puştlu mu konuşmuştu?

"He Necat abi. Şimdi," Konuştuğu kişinin annem olmadığını anlayınca sustu. "Mira?" Onaylarcasına mırıldandığımda camın tuzla buz olma sesi buraya kadar geldi. "Abisi. Sanırım ilk defa sesini duyduğuma bu kadar seviniyorum." Bir şeyin yerde sürtünmesi sonucunda çıkan sesi işittim. "En alt katta otoparktayım. Sihirli ellerine ihtiyacı var buranın."

Telefon yüzüme kapanınca telefonu kulağımdan çektim. Kapalı telefona bir süre öylece baktım. Necat Abi. O, benim öz abim olmasa da, babamın en güvendiği adam, annemin ise "oğlum" dediği kişiydi. Askerlik yemininden sonra en kutsal yeminimdi ona olan bağlılığım. Aramızda kan bağı olmasa da, ailemizin kopmaz bir parçasıydı.

Ve şu an, hastanenin en alt katındaki otoparkta, tek başına bir kavgaya tutuşmuştu belli ki.

Başımı hızla babamın odasının olduğu yöne çevirdim. Annem hâlâ bankta oturuyordu; gözleri şiş, bakışları boştu. Demir ve tim üyeleri de duvar diplerinde, hareketsiz bekliyorlardı.

Doktorun az önce onlara söylediği şeyi, yani hastayı rahat bırakmaları gerektiğini hatırladım. Ama Necat Abi oradaydı. Ve yardıma ihtiyacı vardı.

Aklım, babamın beynindeki pıhtı ve o lanet Barbarosoğlu soyadı arasında bir sarkaç gibi gidip gelirken, vücudum çoktan kararını vermişti.
Hızla anneme doğru yürüdüm. Yanına varıp bankın kenarına diz çöktüm, ellerimi annemin titreyen ellerinin üzerine koydum.

"Anne," diye fısıldadım, sesimin sadece ikimizin duyabileceği bir tonda olmasına dikkat ederek. "Ben bir anlığına... lavaboya gitmeliyim. Hemen geleceğim." Annem sadece yorgun gözlerle bana baktı, yüzünde ne bir onaylama ne de bir sorgulama vardı. O an, onun kendi acısıyla öylesine meşgul olduğunu anladım ki, beni durdurmayacaktı.

Ayağa kalktım. Hızla kapıya yönelmeden önce, göz ucuyla Demir'e baktım. O ise duvara yaslanmış, bakışları otopark katına inen merdivenlerin oradaydı. Sanki o da bir şeylerin kokusunu almış gibiydi.

Benimle göz göze gelmedi, ama duruşundaki gerginlik, vücudundaki o yay gibi gerilmiş hal, bana yetmişti.
Onun da bir şey bildiğinden emindim.

Beklemedim. Adımlarımı hızlandırarak otopark katına inen merdivenlere doğru yürüdüm. Her adımım, babamın unutulan anıları ve kâbusuma konu olan olayı taşıyordu.

Merdivenleri hızla inerken betonun soğuk kokusu burnuma doldu. Son basamağa ulaştığımda, geniş ve loş otopark katının sessizliğini bozan bir gürültü duydum. Bu kat terkedilmiş hurda araçların bulunduğu kat olmalıydı. Etraf kırık dökük araba parçaları ile doluydu. Yer yer sigara izmaritleri ve içki şişeleri bulunuyordu.

Metal sesi. Sert bir çarpma. Ve küfürler.

Hızımı artırıp son virajı döndüğümde manzara gözlerimin önüne serildi. Necat Abi, dördü kendinden daha iri yarı adama karşı mücadele ediyordu. Yüzü kan içindeydi, ama duruşu teslimiyeti reddeden bir kurt gibiydi.

Arkası beton kolona yaslanmış, bir elinde söküp aldığı bir araba parçasını -sanırım bir jant kapağıydı- kalkan gibi kullanırken, diğeriyle yumruk sallıyordu. Nasıl sökmeye başarmıştı onu öyle?

Gözlerimi kırpıştırdım. Dördü... Dördü. Gözlerimi kısarak adamlara baktım bir anlık. Daha önce hiçbirini görmemiştim. Bunlar kimin adamlarıydı?

Alt dudağımı iki dişimin arasına aldığımda hızla bir plan kurdum. Necat abinini üzerine aynı anda gelen dört adam... Gözlerimi kısarak etrafı taradım. Her biri bir köşeye dağılan silahları gördüğümde yüzümü buşurturdum. Çok uzaktalardı. Sonra etraftaki cam parçacıklarını gördüm. Her biri önceden birer arabaya aittiler. Şuan ise hiçbir yere ait değil gibilerdi.

Gözlerim bir anda Necat abiye hamle yapan adama kaydı. Alnından kanlar yüzüne süzülüyordu. Sonra ise tekrar tuzla buz olmuş araba camına baktım. Başımı iki yana salladım. Kesinlikle Necat abinini işi gibi gözüküyordu.

Ben plan kurana kadar adamlardan biri Necat abinini her bulduğu boşluktan birini değerlendirdikleri gibi bir boşluğunu daha değerlendirerek karnına tekme atmıştı. Necat abi ise yüzünü buruşturup geriye doğru sendelediğinde sırtı sert duvara çarpmıştı.

Boydan boya sarılı olan koluma baktım. Hareketimi artık o kadarda kısıtlayacağını sanmıyordum.

Vücudumu küçülterek olabildiğince hızlı adımlarla geniş açı ile yürüyerek arkalarına geçtim. Plan kurmanın zamanı değildi belliki. Bam bam bam!

İlk hedefe, Necat Abi'ye vuran adama odaklandım. Adımlarımı neredeyse yere değdirmeden, ses çıkarmamaya çalışarak arkasından yaklaştım. Ensesindeki kısa tüylere kadar görmeye başladığımda, adamın botunun arasında parlayan bıçak gözüme kestirdim. Ama almadım. Eski usul her zaman daha hoşuma gitmiştir.

Bana arkası dönük, tüm dikkati Necat Abi'de olan adamın bacaklarına doğru eğildim ve kayarak sol ayağımla dizinin arkasına sert bir tekme attım. Dengesi bozulup bağırarak yere kapaklandığında, yere düşüşünün gürültüsünü fırsat bilip yerden fırlamadan önce botunun altından parlayan bıçağı alıp uzağa fırlattım.

İkinci adam, bana şaşkınlıkla dönmüştü. Şaşkınlık, savaş alanındaki en büyük zayıflıktır. Adamın çenesi gevşediği anı değerlendirip, tüm vücut ağırlığımı arkasına vererek ters bir dirsek darbesini yüzüne indirdim.

Burun kemiğinin kırılma sesini duymak, içimdeki öfkeyi bir anlığına dindirdi. Adam yere yığılırken, kanı burnundan fışkırıyordu.

Necat Abi, bu kısa anlık yardım ile biraz nefes almıştı. Bana kısa bir bakış atıp gülümsedi. "Hep ben mi arkanı toplayacaktım. Aferin sana," dedi, sesi çatallıydı.

Geriye kalan iki adam, ne olduğunu anlamakta zorlanarak aralarındaki mesafeyi açtılar. İkisi de bana odaklanmıştı; Necat Abi'nin bittiğini düşünüyorlardı. Yanılıyorlardı.
"Mira, soldaki benim!" diye kükredi.

Zaman, o an yavaşladı. Solumdaki adam, cebinden sustalı bir bıçak çıkardı. Parlak çelik, loş ışıkta tehlikeli bir şekilde parladı.
Silahlı bir hedefti.

Onun bana doğru attığı ilk adımı bekledim. Bıçağın savrulduğu an, geriye doğru bir adım atıp saldırıyı savuşturdum. Aynı anda, sağ ayağımı yerden kesip tüm gücümle adamın dizinin yan tarafına doğru, futbolcu gibi bir iç yan vuruş yaptım. Kasığına gelen darbeyle acıyla ikiye katlandı.
Bıçağı yere düştü. Ben onu itip yere düşürmek üzereyken, sağdaki, son kalan adamın gölgesi üzerime düştü.
Vücudumun sol yanına gelen darbe, beni betona yapıştırdı. Nefesim kesildi. Ağzımdan acıyla kısa bir inleme kaçırdım. Gözüm karardı ama yumruk yaptığım elimle hızla yerden bir avuç cam alıp üzerime eğilen adamın yüzüne doğru fırlattım.

"Ah! Gözüm!" diye bağırdı adam, dengesi şaşmıştı.

Yerden toparlanmadan önce son bir kez nefesimi düzenlemeye çalıştım.

"Kendi adamına sahip çık!"

Az önce bana bıçak sallayan adamın elindeki bıçağı düşürüp uzağa fırlattıktan sonra kısık gülüşünü duydum. "Denerim!"

Kalkar kalkmaz, adamın körleşmiş gözleri arasındaki mesafeyi kapatıp hızla ona doğru koştum. Sağlam duran dizimi kendime çektim ve tüm gücümle büyük bir kafa darbesiyle burnunun üstüne vurdum. Boğuk bir sesle yere yığıldı. Easy job. Kolay işti.

Gözlerimi kırpıştırarak nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Otoparkta şimdi sadece bizim ağır nefes alıp veriş seslerimiz, iniltiler ve kanın metalik kokusu vardı. Dört adam, yerde acı içinde kıvranıyordu.

​Necat Abi, bu kısa sürede toparlanmış, kolunu tutarak yanıma gelmek yerine, yerde zar zor doğrulmaya çalışan ilk adama doğru döndü. Kolu kanıyordu ama duruşu, yediği darbeden sonra bile inanılmaz derecede sağlamdı. Bana bıraktığı sağdaki adamın işini bitirmeden önce kendinkinin işini bitirmişti bile.

​Necat Abi, yerde yatan adamın yakasını yakaladığı gibi onu kaldırdı ve yüzünü kendi yüzüne yaklaştırdı. "Daha yeni başlıyoruz, ve sen yorulmuşsun gördüğüm kadarıyla," diye homurdandı. Sonra, alaycı bir gülümsemeyle bana döndü. "Küçük kurt, senin gibi hızlı ve çevik değiliz artık. Biraz da seyirci kal, bu koca ayının işini."

​Göz devirdim ama gülmekten kendimi alamadım. Bir adım geriye çekilip beton kolona yaslandım. Kollarımı göğsümde kavuşturdum.

Gösteri başlasın.

​Necat Abi, elindeki adamı bir bez bebek gibi savurdu. Yerdeki demir çubuğu gören adam, ona doğru uzanmaya çalıştı, ama Necat Abi'nin bacağı anında adamın elinin üstüne indi. Çıt sesi otoparkta yankılanırken, adamın feryadı içimi gıcıkladı.

​"Kime hizmet ediyorsunuz? Kim gönderdi sizi buraya?" diye kükredi, sesi artık yorgun değil, eski birer komutanın emri gibiydi.

​Adam, kanlar içindeki ağzıyla "Söylemeyeceğim... asla..." diye inledi.

​Necat Abi, alaycı bir şekilde başını yana eğdi. "Öyle mi? Güzel."

​O an, Necat Abi'nin gerçek Necat Abi moduna geçtiğini gördüm. Artık aile üyesi değil, babamın en vahşi kurduydu. Ayak bileğiyle yerde yatan adamın kaburgalarına öyle bir darbe indirdi ki, acıdan nefesi tıkandı.

Necat Abi'nin gözleri, öfkenin o soğuk, tanıdık parıltısıyla yanıp sönüyordu. O an, karşımda ne babamın sağ kolu ne de annemin oğlu duruyordu; karşımda, yıllarca babamın arkasındaki gölge olmuş, sorgulama tekniklerinde üzerine tanımayan o vahşi kurt vardı. Adam, aldığı darbeyle iki büklüm olmuştu, nefes alıp vermesi acı dolu hırıltılara dönüşmüştü.

"Son kez soruyorum," dedi Necat Abi, sesi buz gibiydi, "Kime çalışıyorsun? Kim gönderdi sizi? Cevap yoksa, burası senin son durağın olur."

Adamın dudakları titredi. "Beni... beni öldürseniz de..."

Gözlerimi kapadım. Bu, bir itiraf almanın sadece başlangıcıydı. Bu adamlar, canlarına kıymet vermezlerdi; kıymet verdikleri tek şey, sadakat yemini ettikleri o gücün kendisiydi. Bu adamları kim tuttuysa birer tehdit amacıyla tuttukları besbelliydi.

Necat Abi, sabrının tükendiğini belli eden bir hareketle, yerde yatan adamın yanına çöktü. Ayağını, adamın kırık kaburgasına bastırdı. Adamın feryadı, acının saf sesiydi.

"Pusula," diye fısıldadı yerde kanlar içinde yatan adam. Her konuşmaya kalkışında ağzından kanlar püskürüyordu.

"Kimdir Pusula?" Dedi Necat abi şaşkınlıkla.

"O... o sadece... emirleri ileten," diye hırladı adam, gözleri tavana sabitlenmişti. "Tek... tek Pusula..." eli, adamın kaburgası üzerindeki baskıyı artırdı. "Bana ismi ver!"

"Pusula!" Adam sonda var gücüyle bağırdığın da Necati abi ayağını adamın kaburgalarından çekti.

Yerde yatan adam acı içinde titremeye başladığında bu titreyişler birer sarsılışa dönüştü. Ölüyordu. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bir anda büyüdüğünde sırtımı yasladığım yerden ayırıp Necat abiye doğru yürüdüm.

Adamın kısa sürede sarsılışları benim her adımda azalmaya başlamıştı. Gözlerimi yumup Necat abinin omzuna elimi koydum. "Öldü." Onaylarcasına mırıldandım. Ölmüştü.

Gözlerimi araladım. Dudaklarını ısırıp başımı Necat abiye doğru çevirdim. Bakışları halen ölen adamdaydı. Elimi omzundan çektiğimde bu sefer her iki elimi önümde bağladım.

Başını iki yana salladı. "Şu siktiğim hayatımda hiçbir şey düzgün gitmiyor!"

"Halledeceğiz. Yolunda gitmeyen şeyleri yoluna sokmasını bileceğiz."

Başını benim tarafa çevirdiğin de göz göze geldik. "Bilmem biliyor musun ama. Hiçbir şey hatırlamıyormuş Mira! Hiçbir şey! Seni hatırlamıyor!" Her iki elini sinirden deliye dönüyormuş gibi saçlarına geçirip çekiştirmeye başladı. "Seni hatırlamıyorsa beni de hatırlamıyordur! Beni hatırlamıyorsa bizden sonra yaptıklarını da hatırlamıyor!"

Dediği şeyi anlamanın getirdiği acıyı yüreğimin tam ortasında hissettim bir kez daha ama sesimi çıkarmadım. Bu sürede babamı koruyup kollamaktan başka bir şey elimden gelmiyordu.

Etrafa sessizlik çöktüğünde duyulan tek şey nefes alış verişlerimizdi. Yerde yatan dört adam ve her birine sit kanlar etrafa saçılmıştı. Başımı eğerek ellerime baktım. Parmak boğumlarıma kan dolmuştu.

Yaklaşık iki dakika önümüzde yatan adamlara baktığımızda bir kez daha konuşan o oldu.

"Ne zaman geldin buraya?" Dedi. "Seni görmedim yukarıda."

Omuz silktiğimde kaşlarım çatıldı. " Bir kaç saat oldu sanırım."

Alayla sırtı. "İyi geçti mi bari ne yaptıysanız Ekim ile?" Yüzünü bana çevirip güldü.

Göz devirdim. "Baya." Diyerek alay ettim. Ne güzel geçmişti.

Necat abi alay ettiğini anlamayıp anladım dercesine başını salladığında devam etti, "Koluna ne oldu peki?" Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırıp koluma baktım. Ah! Doğru ya.

Sakin kalıp önemsiz bir şeymiş gibi omuz silkip arkamı Necat abiye dönüp çıkışa ilerledim. Üstten bir yalan uydurarak. "Küçük bir kaza." Dedim. " Burayı da sen halledebilirsin herhalde? Benim annemin yanına gitmem lazım."

Bir şey demesine izin vermeden koşarcasına merdivenlere ilerlediğinde arkamdan homurdanışını duyar gibi oldum.

"Bunu yapacağını bilmeliydim!"

Arkamdan bağırışınk duyduğumda kahkaha atarak acil çıkış merdivenlerine vardım. Yardım ettik ama toplayacak değildim her halde leşleri.

Acil çıkış merdiveninden hızla yukarı çıkmaya başladığımda vücudumdaki ağrıları görmezden geldim. Tam toparlanmadan yaptıklarımı bir başkası yapsa kim bilir neler çekerdi.

Babamın bulunduğu kata vardığımda merdivenlerden çıkıp düz koridora çıktım. Annemin yanına gelmeden önce lavaboya uğrayıp elimi yıkanmış kendimi toğlamıştkm. Bakışlarım babamın kapısına yaslanmış bir şekilde bana doğru dönük olan Demir'e kesişti. Yanında dikilen Görgüç ve Ramazan ile konuşuyordu.

Elim refleksen kalbime gittiğinde kalbimi elime alıp sıkmak istedim. Herşey üst üste geliyordu. Üst üste geldiği yetmiyormuş gibi birde üzerime yönelik etkileri oluyordu.

Başımı iki yana salladım. Barbarosoğlu, Omar'dan alınacak hesap. Az önce aşağıda yaşadığımız şey. Hayatım... Gözlerimin önü bulanıklaşırken derin bir nefes daha alıp son kez sargılı kolumu kalbimden çektim. Gözlerimi kısarak bakışlarına karşılık verdiğimde boğazına sarılarak öldürebilirdim kendisini.

Allah'ın belası herif!

Koridorda biraz daha ilerlerken kaşları çatıldı. Bende kaşlarımı çatarak karşılık verdim. Benim onu taklit ettiğimi anlayıp tam bana doğru hamle yapacaktı ki son anda annemin yanına ilerleyişim onu durdurmuştu.

Annemin yanına oturarak sırtımı banka yasladım. Başımı ise arkamdaki duvara yaslayarak gözlerimi yumdum.

Her şeyi bir anlık susturmaya çalıştım zihnimde ama susturamadım. Herşey üç yıl öne başlamıştı. Üç yıl önce bu zamanlarda. Kapalı gözlerimin arasından bir damla yaş yanaklarıma doğru süzüldüğünü hissettim.

Şimdi ise o günün intikamını almak için herşeyi gözden çıkarmaktan bahsediyordum. Derin bir nefes aldım. İçimden bir ses o günkü patlamanın Omar'ın planladığını ve intikam almam için yanıp tutuşuyordu. Ama bir yanım herşeyin bambaşka olduğunu ve boş koşturup durduğumu söyleyip duruyordu.

Sahi ben ne için böyle koşturup duruyordum? Eğer cidden o patlama olağan üstü olmayıp Omar'ın başının altından çıktıysa napacaktım? Artık asker de değildim. Öldürecek miydim? Ben bir şeyleri kurcaladıkça bambaşka sorunlar etrafımı sarıyordu.

Düşüncelerimin arasında vücuduma çöken ağırlık beni yavaş yavaş ele geçirirken kendimi uykuya teslim etmemek için direndim. Ama direnişime galip gelip uyku beni ele geçidi. Bilincim yavaş yavaş uykuya teslim olduğunda tüm düşüncelerimi bir anlık susmuştu.

🙈🙉🙊

Annemi yan bankta oturan bir hemşireye emanet edip bir yudum su içmek için yerimden kalktım. Ayaklarım nihayet yere basıyordu, sanki o anlık şoktan yavaş yavaş sıyrılıyordum. Koridorun diğer ucundaki su sebili, bana kısa bir mola, bir nefes alma fırsatı verecekti.

​Ben ilerledikçe koridorda bu katta dikkat çeken biri var mı diye gözlerimi etrafta gezindirip durmadan edemiyordum.

Uyanmamım üzerinden neredeyse bir kaç saat geçmişti. Uyandığımda Necat abinin birkaç parça giysi almak için dışarı çıktığını öğrenmiştim.

Gözlerim bir noktaya takıldı. Odanın içerisine kapanan tim üyeleri Demir'le bir şeyler konuşuyordu.

Yaklaştıkça konuşmaları kısıldı, sesler alçaldı. Hatta Demir, yanına gelen tim arkadaşının kulağına eğilip bir şeyler fısıldadığında, o adamın bakışlarının bana kaydığını hissettim. Ne konuşuyorlardı? Bir kaç saat önce olan olayı öğrenmiş olamazlardı değil mi? Sorduğum soruya güldüm. İmkansızdı. Necat'ın olay ile ilgili bir iz bile bırakmadan temizlemiş olması lazımdı çünkü.

Su sebilinin yanındaki bardaklardan bir tane alıp sebilin altına koydum. Su dolduğunda bardağı geri aldım. ​Suyu içip geri dönerken birden karşıma çıkan Demir ile adımlarım donup kaldı.

Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdığımda her iki elim yanıma düşmüştü.

​"Konuşmamız gerekenler var," dedi, sesi her zamanki gibi tok ve kararlıydı. Gözleri, içinde binlerce sır barındıran o derinlikteydi.

​"Biliyorum," dedim içimden, ne bu sefer ne de başka bir zaman ondan kaçmayacaktım. "Şuan değil. Şuan senle konuşacak halim yok. Annem perişan. Babam..." Bakışlarım uzağa daldı. Dilimin ucuna gelenleri tutup. " Babamın yanına girmek için bir yol bulmalıyım. Beni görmeli, konuşmalı, hatırlamasa bile yüzümü beynine kazımalı." En azından hatırlamıyacaksa bile yüzüme bakarken bir yabancı olmamalıydım.

Sonda ağzımdan fısıltıyla çıkan cümleler ​Demir'in bakışlarını yumuşattı. Bu nadir anlarda, sert kabuğunun altında bir insan olduğu anlamına mı geliyordu? Başımı iki yana sallayarak da içten bu düşünceye güldüm. Pisliğin tekiydi.

​"Sana yardım edeceğim," dedi, ilk defa net bir söz vermişti. Şaşkınlıkla Demir'e baktım. "Ancak önce doktorla bir kez daha görüşeceğim ve 'hatırlama süreci' ile ilgili detaylı bilgiler alacağım. Kimin yaptığını bulana kadar en ufak bir yanlış adım, tehlikeyi buraya çeker."

​Sözleri mantıklıydı. İçimdeki intikam arzusu, annemin çektiği acı yüzünden öylesine kuvvetliydi ki mantığımı kaybediyordum. Hayır. Duyguyu karıştırmayacaktım. Önce güvenlik. Mantıklı hareket etmeliydim. Babamın canını kurtarmıştık, şimdi sıra onun zihnini ve geleceğini kurtarmaktaydı. Sonra ise kendi planlarına uyacaktım.

Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp Demir'in dediklerini başımla onayladım. İnat da bir yere kadardı. Babamın güvenliği için destek almalıydım.

​"Peki, ne zaman?" diye sordum. "Ne zaman harekete geçeceğiz?"
​Demir, babamın odasının kapısına kısa bir bakış attı. Ama kendimi eklemem sinirini bozmuş olsa gerek. Homurdanarak ağzından birşeyler geveledi. ​

Ardından kısık bir sesle kimsenin duymasına özen göstererek alçak ama kesin bir şekilde."Şimdi," dedi. "Doktorla sen konuş. O sana güvenir. Ben de o sırada timi hastane çevresine yayacağım. Her zaman olduğu gibi; ailen, benim gözetimim altında kalacak."

Her zaman olduğu gibi. ​Ne zaman ailemi korumuştu da her zamanki gibi korumaya devam ediyor olacak? Madem ailemi tanıyordu. Beni neden tanımamıştı da kaçırmıştı?

Yüzümde alaycı bir ifade oluştu.
"Ailemi bende koruyabilirim." Gözlerimi kıstım. "Ama neden sana güveneyim? Bana onca şey yarattıktan sonra neden sana bu konuda güveneyim?"

Kaşları çatıldığında yüz kasları gerildi. İçten içe güvenirdim aslında, diye bir gerçeği kendi kendime zihnimde konuştum. Ama bunu ona tabiki söylemeyecektim. Babamın timinden biri olduğunu biliyordum. Babamın o gün telefonda bahsettiği tim Demir'in timiydi. Bu bile aslında güvenmeme yeterdi. Babam güveniyorsa bende güvenirdim. Kendisinin bilmesine gerek yoktu tabi. Ama bazı şeyler de kafamı karıştırmıyor değildi.

Bunlardan biri ben bu adamı neden daha önce görmemiştim? Unutmadan bu soruyu Necat abiye sormalıydım.

Öksürerek etrafına baktığında kimsenin dikkati üzerimizde olmadığı kanaatini kendince getirdiğinde sorgulayıcı bakışları beni buldu. "Babandan biriyim biliyorsun bunu değil mi?" Dediğinde sesi iğneleyiciydi. "Sana zarar vermem. Vermedim de zaten şuana kadar. Baban," dediğinde boğazında bir hırıltı ile düzeltme gereği duydu. Bir yandan da doğru söylüyordu. Zarar vermemişti. Üzerine de ölmemem için çabalamıştı.

"Yani komutanım. Onun güvenliği bundan önce de bizlere emanetti, şimdide." Dedi. Bu son söylediği bir boş sözden, zorunluluk duymaktan çok minnete dayalı birşey gibiydi.

Derin bir nefes aldım. Bir adım öne doğru attım ardından kaşlarım alayla havalandı. Bir adım daha ona doğru attığımda kollarımı göğsümde birleştirerek Demir'in zifiri karanlığı anımsatan gözlerinin içine baktım.

Tek kaşımı havalandı. "Sende benim bir albay kızı olduğumu biliyorsun değil mi?" Dediğimde yüzü bir kez daha gerildi. Bunu söylemek beni ne duruma düşürdü bilmiyordum. Ama kendini üstün görmesine sinir olmuştum.

Bir anda sert çehresi bana doğru eğildiğinde nefesimi tuttum. Gözlerini kısarak yüzümü incelemeye başladığında gözlerimi kaçırmamak veya bir adım gerilememek için kendimi tuttum.

"Sinirlerimi bozuyorsun."

Gülümsedim. Yüzümü ona doğru bende yaklaştırdığımda bu sefer zaten haddinden fazla kendisi yüzünden yakın olan yüzlerimiz benim hareketim ile neredeyse birbirine değecekken beklediğim hamleyi yapıp kendini geri çekti.

Gülümsemem genişledi. Sinirlerini sanırım oynatmak hoşuma gidecekti ama onun gider miydi bilemem.

Kendisi dumura uğramış şekilde omuzlarını dikleştirdi. Bende aynısını yapıp sadece bir adım geri çekilerek kollarımı her iki yanıma bıraktım. Ne diyeceğimi bilmiyordum.

Oda bilmiyor olsa gerek ne yapacağını bilmez bakışları ile bana bakıp durdu. Her iki elini koyacak yer aradı sonra ise ceplerine yerleştirdi. En sonunda arkasını dönüp gitmeye kalkan o oldu.

Her adım atışı biraz daha zihnimde merakla dolu olan sorumu ateşlendirdi. Dudaklarımı birbirine sıkıca kapattım. En fazla ne duyabilirdim ki?

"Beni," dedim merakıma yenik düşerek.

Adımları konuşmamla aynı anda durduğunda devam ettim. "Beni o baloda gördüğünde ne hissettin?"

Ne hissettiği umrumda mıydı bilmiyorum ama merak etmiştim. Terörist demişti. Peki bundan daha fazlası var mıydı? Bir insan niye onca kişinin arasından işine yarayacak birini kaçırmak yerine beni kaçırırdı? Nedense bundan daha fazlasını olduğunu hissediyorum beni kaçırmasının altındaki nedeni.

Sırtı bana dönük halde donmuş bir şekilde durduğunda hareketlerini izlemeye koyuldum ama ona seslenmemin ardından geçen birkaç dakikada kılı bile kıpırdamadı.

Bende sustum. Sırtı gerilirken nedensizce kendini sıktığını hissediyordum. Elleri her iki yanında hareketsiz bir şekilde duruyordu oysaki.

"Bilmek istemezdin." Buz gibi sert sesi içimi titreti.

Bir adım öne doğru attığımda ne diyeceğinden habersizdim. "Ama bilmek istiyorum." Diye itiraz ettim.

Sustu. Söylememekte kararlıymış gibi. Cidden inanmış mıydı? Onlar gibi kansız biri olduğumumu düşünmüştü? Peki başka ne düşünmüştü? Kardeşi aracılığı ile aralarına sızmaya çalışan bir alçak?

Bana dönmeden yoluna devam etmeye yeltendiğinde hızla, "Demir Yıldız!" Diye sesimi yükseltip iki adım öne doğru attım. Bir yandan da fazlasıyla sınırları zorluyordum. Bunun farkındaydım.

Demir'in adımları birkez daha durdu. Arkasına dönmeden başını bana doğru çevirdi. Gözlerini görmek bile birşeyler hissettiriyordu. Ne hissettirdiğini ise anlamıyordum. Karmaşık bir...

"O baloda," diye başladı, her kelimeyi bir yük gibi taşıyarak. "Seni gördüğümde, ilk aklıma gelen ihanetti. Kimi koruyorsun, kimin peşindesin diye düşündüm. O kadar kanıt, o kadar net bir durum vardı ki, aksini düşünmek... imkânsızdı."

Bana doğru döndüğünde yüzündeki öfke gözlerinden yansıyordu. "Seni birer hain olarak gördüm. Çünkü seni kardeşimin yanında gördükten birkaç gün sonra o günkü baloda Polatlıların en büyük oğlu ile birlikte içeri girdiğini gördüğümde aklıma başka bir şey gelmedi! Başka ne gelebilirdi ki?!" Dediğinde bana döndü. Yüzündeki öfke bir başka biri görse ağlayabileceğine yemin edebilirim.

Kollarını iki yana açtı sinirle. "Polat'lıların en büyük oğlu ile içeri giriyorsun! Seni masasında ağırlıyor. Ardından da Omar ile yan yana görüyorum sizi! Başka ne düşünmüş olabilirim ki sence!"

Gözlerim şaşkınlıkla onun yüzünde donup kalırken sinirden her iki yana açtığı kolunu yumruk yaptığı elleri ile aşağı indirdi. Her adımımı görmüştü. Kalbime bir ağrı saplandığında acıyla yutkundum. Hemde her adımımı. Ben nasıl görmemiştim onu?

Gözlerini yumduğunda sinirini yatıştırmaya çalıştığını anlayıp sesimi çıkarmadım. Ne diyebilirim ki bu dediği şeyden sonra? Diyebilirim tek şey gerçeklerdi. Gerçekleri ise asla söyleyemezdim.

Gözlerini aralığında yüzündeki ifade değiştiğini fark ettim. Sanki o anı zihninde yeniden yaşıyordu. Ağzımı gerçekleri söylemek için aralamaya kalktığımda mantığım susma sebep oldu. O baloya bir amaç için gittiğimi, o baloya intikam için Polat'lılar aracılığı ile girdiğimi söyleyemedim. Herşey yanlış anlaşılmıştı ama ağzımdan tek kelime bile çıkmadı. Belki söylesem içinde her ne varsa dinerdi ama bir yanım halen ona karşı bir nepze nefret ile doluydu. Bende söylememek için bu nefretime tutundum.

Eli yavaşça gevşerken bir anlığına, o sert maske çatladı. "Ama sonra..." Kendi sözünü kesti. Başını hafifçe yana eğdi, sesi daha da alçaldı."Sonra, gözlerine baktım. Hani şimdi, babanın seni hatırlamamasından duyduğun o acı var ya?" Boğazıma bir yumru oturdu. "O gece, senin gözlerinde de aynı acı vardı. İhanet eden, o acıyı taşımazdı. İhanet eden, öyle boş bakmazdı. İhanet eden," dediğinde gözleri bir kez daha beni buldu. Bu sefer o gözlerinde pişmanlığı görmek beni dumura uğratmıştı. "Ona terörist dendiğinde karşı tarafa yumruk atmazdı çünkü yaptığından gurur duyardı."

Bir anlık şaşkınlıkla donakaldım. Oysaki benim ona attığım yumruk canını yakmamıştır diye düşünmüştüm. Canı yanmadı zaten, dedi bir tarafım istemsizce. Sadece, gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım. Sadece diye bir şey yoktu. Onun ne hissettiğini düşünmüyor olmam gerekirken ben ne yapıyordum böyle?

Başımı hızla iki yana salladım. Gözlerimi arladığımda bana bakan Demir'e bakmamaya çalışarak hızla yanından geçtim. Ucu bucağı olmayan koridorda koşarcasına ilerlemeye başladım.

Aptal Mira. Aptal. Sanane nasıl hissettiğinde o an?! Bir insan 40 kere derse olurmuş bir şeyi. Sanada sürekli aptal, deli dediklerine göre demekki gerçekleşiyor. İçli bir nefes verdim dışa doğru. Bir iç sesim aptal dememişti zaten. O da oldu şimdi.

​Doktoru bulmak için koridorda adımlarını hızlandırdığımda, zihnimde tek bir isime yer vermeye çalıştım: Omar. Bu işin arkasında kim varsa, onunla bağlantılıydı. Ve ben, o karanlık zincirin halkalarını kırmaya çalışmaktan başka bir şansım yok gibi gözüküyordu. Elimdeki te koz Omar'dan başkası değildi.

Etrafıma baktım. Aklımda bir süredir dolanıp duran listeye zihnimde yer verdim.

Gerçekleştirilecekler:

•Omar'ı konuştur, gerçeği öğren ve arkasında olanların işini bitir.

•Omar'dan kendi intikamını al.

•Çocuğun intikamını al.

•Barbarosoğlu'nun geri dönüşünün ardındaki sırrı çöz.

Aklımda dönen bir gerçekleştirmem gerekeni daha ekledim.

Her şeyin sonunda eski hayatına dön. Ne olursa olsun.

Zihnimde canlandırdığım listeden memnun bir şekilde etrafımda dönerek doktoru aramaya başladım. Doktoru bulmalıydım. Her şey sırayla.

Doktoru bulamayınca odasına doğru ilerledim. Doktorun odası, koridorun sonundayda olmalıydı. Adımlarım hızla beni oraya taşırken, içimde hem bir merak hem de tedirginlik vardı. Demir'in yardımı teklifi ne kadar mantıklı olsa da, ona olan sinirim ve hissettiğim duygu karmaşası bir an olsun azalmıyordu. Yine de, babamın güvenliği her şeyden önce geliyordu.

Kapıyı iki kez tıkladım.

"Gelin," diyen tok bir erkek sesi geldi içeriden.

Kapıyı aralayıp içeri girdiğimde, doktor masasının başında, dosyalarla boğuşuyordu. Beni görünce tebessüm etti. "Buyurun. Mira'ydı değil mi? Babanıza ilgili mi?"

Başımla doktoru onayladığımda eliyle önümdeki koltuğu işaret etti. İlerleyip karşısındaki koltuğa oturdum.

Sesimin tonunu, panik yerine endişeli bir evlat sesine ayarlamaya çalıştım. "Hafıza kaybı... Bununla nasıl başa çıkabiliriz? Yani, ne kadar süreyle geçmişi hatırlamama riski var?"

Doktor, gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine koydu. "Bakın, genç hanım. Beyindeki pıhtı küçük bir alanda hasar oluşturmuş. Kalıcı demememizin nedeni, pıhtının tamamen temizlenmiş olması. Ama hasarın onarılması zaman alacaktır." Elini alnına götürdü, sanki kelimeleri özenle seçiyordu. "Beyin, tıpkı bir kas gibi. Kullanılmayan veya hasar görmüş bölgeler, yeniden aktive edilmek zorundadır."

"Yani, onu geçmişiyle ilgili şeylerle mi zorlamalıyız?" diye sordum, heyecanla öne eğilerek.

"Hayır, tam tersi," dedi, beni durdurarak. "Zorlama, sadece stres yaratır." Dediğinde heyecanım bir nebze solmuştu. "Stres ise iyileşmeyi yavaşlatır. Şu an için en iyi tedavi, ona güvenli ve huzurlu bir ortam sağlamaktır. Onu hatırlaması gereken şeylerle değil, şu anki hayatıyla tanıştırın. Kim olduğunuzu, ne iş yaptığınızı, yaşadığınız olayları... sakin bir şekilde anlatın. Hatırlaması için baskı yapmayın. O anıları, bir nevi, yeni bir dosya gibi beynine yüklemelisiniz."

Bu, duyduklarım içinde en zoruydu. Babamın beni yeniden tanıması gerekecekti. Kızı olduğumu, asker olduğumu... Her şeyi en baştan. Unutuğu her şeyi.

"Peki ya kötü anılar?" diye sordum, aklıma Omar, babamın albay oluşu ve son yaşananlar gelince istemsizce yüzüm buruştu. "Eğer onu strese sokacak bir şey hatırlarsa?" Özellikle babamın yuvalarına çomak soktuğu adamlar. Onların her biri bu durumunu öğrendiğinde can sıkacaklardı.

"Bu yüzden diyorum ya, evde gözetim altında olmalı. Onu rahatsız edecek hiçbir şey görmemeli, duymamalı. Bu iyileşme sürecinde, eski hayatındaki stresli olaylardan uzak tutun. Bir nevi, izole bir yaşam," diye uyardı doktor.

Doktoru başımla ne kadar zor bir iş olacağını bilsemde onayladım. "Peki babamı görebilir miyim?" İzin vermeyeceğini biliyorum ama şansını denemek istemiştim.

Anında onaylamaz bakışları ile, "Kusura bakmayın ama dinlenmesi lazım." Derin bir nefes aldım. Israr etmenin bir faydası yoktu.

Müsade isteyerek odadan çıktığımda ardımdan kapıyı kapadım.

Bir iki adım attığımda elimi duvara koydum. Her şey bu kadar zor olmak zorunda mıydı yani?

Duvara koyduğum eli kalbimin üzerine yerleştirdim öne doğru eğilerek.

'Tamam Mira' diye fısıldadım kendime. 'Her şey hallolur. Herşey. Kalbini yorma.'

Derin nefesler alıp verdim. Akciğerlerim havayla dolarken zihnimdeki fırtınanın yavaşlamasını umdum. Elimi kalbimden çekerek sırtımı duvara yasladım. Yavaşça dikleştim. Korku, bir asker kızı, bir eski asker olarak bana yakışmazdı. Korku, Omar'ın ve Barbarosoğlu'nun istediği tepkiydi. Hayır. Onlara bu tatmini yaşatmayacaktım. Ama elimde değildi. Dışardan ne kadar korkusuz görünme çabasına girsemde, korkuyordum. Hemde çok korkuyordum. Babamın başına bir şey gelmesi bile aklımı yerinden oynatıyordu.

Gözlerimi kapattım. Öncelikler listem, beynimin arka planında bir emir listesi gibi titriyordu artık.

•Babamın güvenliğini sağla ve iyileşme sürecini başlat.

•Omar'ı konuştu ve kendi intikamını al.

•Barbarosoğlu'nun geri dönüşünün ardındaki sırrı çöz.

Ve tüm bunların üzerindeki en büyük madde: Kendi hayatını, unuttuğu anıları ve kaybettiklerini geri al. Eski hayatına dön.

Gözlerimi açtım. Aklımda bir kaç şey vardı. Ama ekleyip eklememeyi sonra düşünecektim. Demir'in bana söylediği son sözler, o ihanet ve pişmanlık arasındaki gri alanda asılı kalmıştı. "Ona terörist dendiğinde karşı tarafa yumruk atmazdı."

Gözlerim tekrar koridorun boşluğuna, az önce bana doğru döndüğü yere kaydı. Ne hakla beni yargılamıştı o an? Ne hakla acımı görmüştü? Ve daha da önemlisi, o hakla bana neden güvenmek üzereydi?

Tekrar annemin oturduğu banka doğru yürüdüm. Hızla değil, kararlı adımlarla. Ayaklarımın yerle teması, dünyaya ait olduğumu, hâlâ ayakta durduğumu hatırlatıyordu. Annem, gözleri şiş, hemşirenin uzattığı bir bardak suyu içiyordu. Yüzünde, doktorun sözlerinden kalan o bitkin umut vardı.

Yanına oturduğumda, kolumu omzuna attım. "Annem," dedim, sesimi Demir'e yardım edeceğine inanan birinin kesinliğinde ayarlayarak. "Gitmeliyim."

Annem şaşkınlıkla bana döndü. "Nereye kızım?"

"Doktor babamın huzurlu bir ortamda olması gerektiğini söyledi. Bir hafta sonra onu evimize götüreceğiz. Ama o ev, şu an güvenli değil." En azından benim için. Gözlerimle Demir'in ve timinin nerede olduğunu kontrol ettim. Kapının önünde bekliyorlardı, her biri birer kaya gibiydi. Her an olabilecekleri kendilerini hazırladıkları besbelliydi. "Demir ve timi buradayken, ben de diğer her şeyi halletmeliyim. Bu sadece yaşadığı kaza ile bitmeyecektir."

Annemin gözleri, dehşetle açıldı. Ama sesiz kalmayı seçti.

"Ama öncelikle yer değiştirmemiz gerekiyor. Babam iyileşirken, hem güvende olacağı, hem de dış dünyadan izole kalacağı bir yer bulacağım. Tıpkı doktorun dediği gibi."

Annem, yorgunluğuna rağmen içgüdüsel bir anne refleksiyle dikleşti. Gözlerindeki korku, yavaşça kararlılığa dönüştü. "Ne gerekiyorsa yapalım. Sadece... dikkat et." Dediğinde bacaklarının üzerindeki iki eli benim dizimin üzerine koyduğum elimi kavradı.

"Merak etme," dedim. "Bu sefer arkamı sağlama almadan hiçbir adım atmayacağım." Gülümsedi. " Söz veriyorum."

"Söz mü?"

Balonla onaylayıp az önce verdiğim sözü tekrarladım. "Söz."

Annemin saçlarına derin bir öpücük kondurduğumda oturduğum banktan ayağa kalktım. Duvara yaslanmış, beni izleyen Demir'e doğru yürüdüm. Bakışlarına karşılık meydan okurcasına baktım, o meşhur zifiri karanlığı yine gözlerinde taşıyordu. Arkamı sağlama almalıydım.

"Yardım teklifin hâlâ geçerli mi?" diye sordum, sesimde en ufak bir duygu kırıntısı olmamasına dikkat ederek.
Kaşları gevşedi, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılır gibi oldu. Alaycı değil, sadece yorgun bir onaydı. "Her zaman."

"İyi," dedim. "Babamın bu hastaneden bir hafta sonra taburcu olacağı güvenli bir yer bulmamız gerekiyor. İzole bir yer. Kimsenin bilmediği, huzurun olduğu bir ev. Annem ve ben, orada iyileşme sürecini yöneteceğiz. Senin adamların da o evi bir kale gibi koruyacak."

Demir, bir anlığına düşünür gibi yaptı. Zihni, bir komutanın harita üzerindeki noktaları birleştirmesi gibi çalışıyordu. "Özel birliğe ait, izole edilmiş bir tesis var. Eski komutanların ve çok önemli tanıkların geçici olarak barındığı bir yer. Tamamen dış dünyadan kopuk. Orayı ayarlayabilirim. Ama bunun karşılığında..."

Gözlerimi kıstım. "Karşılığında ne?"

"Karşılığında, ben işimi yaparken, sen de güvende kalacaksın." Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. Cidden bunu mu istiyordu karşılığında? " Omar ve diğer tüm meseleleri bize bırakacaksın. Ben bir komutanım, sen ise sivil. Hiçbir şey yapamazsın. Duygusallıkla hareket edemezsin. Silah kullanamazsın. Babanın iyileşme sürecini tehlikeye atma."

Canım acıdı. Haklıydı. Belki ikinci kez. Bir sivildim. Sivil. Ne bir yetkim ne bir ünvanım vardı.

Onaylamadım ama aklıma gelen bir şeyi dile getirdim. "Benimde bir şartım var." Dedim. Bakışları kısa bir süre tepki vermeden de onaylarcasına başını sağa yatırdı. "Sadece bir isim vermeni istiyorum. Gerisi sizde kalsın. Kiminle dans ettiğinizi, hangi yılanın deliğinden çıktığını bilmeliyim." Dikkatle dediklerimi dinledi. " Babamın kimlerle uğraştığını bilmek istiyorum." Barbarosoğlu ailesinden haberleri var mıydı asıl amacım bunu öğrenmekti.

Demir gözlerini benden ayırmadı. Birbirine kenetlenmiş ellerini cebinden çıkardı. Parmakları, sanki bir silahı kavramaya hazırmış gibi hafifçe titredi.

"Bilmiyoruz. Bizde bunu yapanların peşindeyiz." Dedi.

"Bilsek de niye sana söyleyelim?" Gözlerimi kısarak buraya doğru ilerleyen Sıraç'a baktım. "Gizli bilgilerin yetki dışına söylenmemesi gerektiğini bilmiyor musun?" Ellerini giydiği eşofmanı cebine koydu.

Allah'ım sana yalvarıyorum katil etme beni yarabbim. Bu timin benle bir garezi var kesinlikle! Zaten bir katilsin? Sağol ya. Askerlerlerin öldürdüklerii katil yerine geçmiyor. Ama her türlü elini kirlenmiş oluyorsun. Vatan için. Nefsi müdafaa bu!

"Sıraç!." Demir'in sesi uyarırcasına çıkarken Sıraç bu uyarıyı hemen kapıp U dönüşü yaparak geldiği yolu geri döndü. İyi tercih.

Gözlerim tekrar Demir'in olduğu yönü bulduğunda onun bakışları halen Sıraç'ın hızla kaçtığı yöndeydi.
Geri çekildim, başımı yukarı kaldırıp yüzüne baktım. Demir bakışlarını Sıraç'dan çekip bana çevirdiğinde zaten ondan olan gözlerim ile kesişti gözleri. Bu sefer aramızdaki gerilim, bir meydan okumadan çok, karşılıklı, zoraki bir anlaşmaydı.

Demir, bir an daha durdu. Sanki son bir kez bir şey için itiraz edecekmiş gibi dudakları aralandı ama sonra vazgeçti. Arkasını döndü ve Görgüç ile Ramazan'a kısa bir komut vererek koridorun sonuna doğru yürümeden önce bana dönüp;

"Seni, Arman komutanının kızı olduğunu bilmiyordum."

...

| Bölüm sonu ^^!!

Bölümü nasıl buldunuz? Sevgimiz mi?

Buraya düşüncelerinizi alabilir miyim peki?

Şu andan itibaren bizi çok şey bekliyor ve bilinçli her şey karışacak. Mira bazı şeyleri feda etmek zorunda kalacak. Ve biz hep beraber o bölümleri oluyacağız.

Umarım buraya kadar bol bol yorum yapmışsındır!?

Diğer bölümde görüşmek üzere Askerlerim!!

Bölüm : 07.12.2025 13:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...