
Bu bölüm tetikleyici unsurlar içerdiği için 18 yaşından küçükseniz eğer okumamanızı rica ediyorum.
Keyifli okumalar dilerim!✨
**
Sabaha karşı nihayet köye ulaştık. Kalbim ağzımda atıyordu resmen. Öyle gergindim ki yol boyunca ağrıyan sırtım ve bacaklarım hiç umurumda olmamıştı.
Attan inip Şaman Seo'nun evinin kapısında dikildiğimde kapıyı çalmak için bir anlık tereddüt ettim. "Çalın hadi," dedi, yanımda sabırsızca kıpırdanan Sebeo. O da en az benim kadar gergindi.
"Sen hiç Şaman Seo'yu gördün mü?" diye sordum. Kolum hâlâ kapıyı çalmak üzere havadaydı. "Hayır. Birkaç kez adını duydum sadece, yüz yüze hiç görmedim. Ah, bir de eskiden sarayın yakınlarında otururdu."
"Anladım" dercesine başımı sallayıp derin bir nefes aldım ve kapıya bir iki kez vurdum. Belirli bir süreden sonra kapı açıldığında yaşlıca kel bir adam kapıyı açtı.
Önce üçümüzü şöyle bir süzdü, sıra Gökbilimci'ye geldiğinde kaşları havalandı ve tavrını hiç bozmadan bizi içeri davet etti. Geçen sefer ki adamla aynı kişiydi.
Evin bahçesine girdiğimizde duraksadım. Karşımdaki odada Şaman Seo vardı. Kapı kapalı olduğu için görmüyordum ama oradaydı. Ne söyleyeceğini deli gibi merak ediyor, aynı zamanda korkuyordum da. Hiç iyi şeyler söylemeyecekti orası kesin.
"Burada bekleyin," dedi yaşlı adam. Bekledik... Kısa sürenin ardından döndüğünde odaya girmemiz için kapı açıldı. Kapıda asılı duran şaman canı dikkatimi çekti. İçim ürpererek kollarımı birbirine doladım. "Hoş geldin, Yabancı," dedi kadın gizemli sesiyle.
Siyah bir hanbok vardı üzerinde. Gözlerinde siyah ve kırmızı farı, dudaklarındaki kırmızı rujuyla, "ben yaklaşılmaması gereken biriyim," diye bağırıyordu. Aynı geçen sefer ki gibi. Saçlarını sıkıca ensesinde topuz yapmıştı.
Onu görünce başım ağrıdı. Yılanımsı bakışlarıyla beni süzdü. "Otur şöyle, bayılacak gibi bir halin var." Kolunu uzatarak oturmamızı işaret etti. "Vay, Gökbilimci... Hangi rüzgâr attı seni buraya?" dedi sinsi sinsi bakarak. "Bu yabancıyla mı berabersin yoksa?"
"Öyle," dedi Gökbilimci. Onu gördüğüne hiç sevinmişe benzemiyordu. Tanışıyorlar mıydı? Kadın resmen eski dostuyla yeniden karşılaşmış gibi davranıyordu.
Şaman, karşısındaki adam tarafından kale alınmayınca odağını bize çevirdi. "Yanında hizmetçini de getirmişsin. Ya da Yesoo'nun hizmetçisi mi demeliyim?"
"Evet, getirdim. Her şeyi biliyor artık." Kadının gözlerine bakamıyordum. Beni felâket geriyordu. Sanki bir yılanın insana bürünmüş hâli gibiydi.
Yılandan çok korktuğumu söylemiş miydim? Suya düşsem yılana sarılmak yerine boğulmayı tercih ederim yani, o derece.
"Asıl meseleye gelebilir miyiz? Fazla zamanım yok."
"Tabii. Anlat bakalım, derdin ne?"
"Aslında uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Yüzünüze baktığım zaman bile anladığınızı farkındayım."
"Olsun, sen yine de anlat," dedi, gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmadan. "Kendimi günlerdir anormal derecede kötü hissediyorum. İçim çekiliyor gibi. Çok halsiz, yorgun ve... Ölmek üzere gibi hissediyorum. Sürekli üşümem de cabası."
Tedirgin gözlerimi ona diktim. "Neyim var sizce?" Şaman ayağa kalktı ve yanındaki sehpadan testiyi aldı. Tasın içine su döktü. Anlayamadığım dilde bir şeyler fısıldayıp bana döndü. Çaprazımda kalan minderleri gösterip, "Uzan," dedi.
Emin olamayarak Gökbilimci'ye baktım. Gözlerini bir kez yumup onay verdi. Ona güvenerek ayaklandım ve minderlere sırt üstü uzandım. Şaman bana dokunduğunda elleri öyle soğuktu ki titredim. "Ellerini karnının üstüne koy ve gözlerini kapat. Ben diyene kadar da açma." Dediğini yaptım.
Bir an sonra çan sesleri duyduğumda eline şaman çanını aldığını anladım. Onu yavaş bir ritimle sallamaya başladı. Yüzümde hissettiğim su damlalarıyla irkildim. Soğuktu. Yine bilmediğim bir dilde fısıldamaya başladığında gerginlik ve korkuyla dişlerimi sıktım.
Fal bile bakmayan ben, düştüğüm şu hallere bak! Yemin ediyorum çarpılacağım... Bu sefer gerçekten ağzım yüzüm dağılacak.
Yaptıkları bir çeşit büyü ya da tılsım olmalıydı. Emin değilim. Bu durum bir süre daha devam etti. En sonunda midem bulanmaya ve terlemeye başladığımda bir terslik olduğunu anladım ve panikledim. Kadının sesi daha gürültülü bir hâl aldı, sanki kendini kaybetmiş gibiydi.
Sonra göz kapaklarımda bir görüntü belirdi: İki ışık. Biri kuvvetli sarı bir ışık. Yesoo. Diğeri beyaz bir ışıktı. Öyle güçsüzdü ki sönmek üzereydi. Ben miydim yoksa? O benim ruhum mu? Sonra iki beden gördüm.
Biri Yesoo'nun bedeniydi. Diğeri ise benim. Sönük olan ışık benim bedenime yaklaşmaya çalışıyordu ama o kadar güçsüzdü ki başaramıyordu. Sanki bir baraj vardı önünde.
Kontrolüm dışında tek elimi kaldırdım. Sanki bedenime dokunabilirmişim gibi uzandım, ama başaramadım. "Ne gördüğünü anlat bana." Şamanın sesiyle ona odaklandım ama konuşmakta güçlük çekiyordum. Gözümden bir damla yaş süzüldü.
"İki beden ve iki ruh. Biri Yesoo, diğeri ben. Yesoo'nun ruhu çok parlak, benimkisi ise sönük. Ruhum, bedenime yaklaşmaya çalışıyor ama başaramıyor. Aydınlık bir yer gibi ama aniden kararıyor da. Bir aydınlanıyor bir kararıyor. Bedenim hiç kıpırdamıyor. Tuhaf bakıyor, sanki acı çekiyor gibi."
Boğazım düğüm düğüm oldu. Bedenim oradaydı; dokunabilir, ona ulaşabilir, ait olduğum yere dönebilirdim ama yapamıyordum işte. Neden? Neden kendi bedenime dönmek bu kadar zordu? Ne yapmam gerekiyordu?
Kang So'nun beni öldürmesini mi istemeliydim? Tek yol, aşkımın bana vuracağı öldürücü darbe ise bunu yapmak zorundaydım, değil mi? Ömrüm boyunca bu bedende, bu zamanda kalamazdım ya. Ama yine de... Kang So beni öldürmezdi. Kendi ölürdü ama beni öldürmezdi.
Gerçi durumuma bakılırsa çok zamanım da kalmamış gibi görünüyordu "Aç gözünü." Gözlerimi açtım ama kıpırdayamadım. Bedenim kaskatıydı. Ağlamaya başladım. Öyle ağladım ki, içimde ne var ne yoksa göz yaşlarımla birlikte akıttım. Tamamen iradem dışında gerçekleşen bir duygu patlamasıydı bu.
"Küçük Hanım..." dedi Sebeo içli içli ağlayarak. Ama bu bana değildi, Yesoo içindi. Onu özlemişti ve onun için endişeliydi. Bana her baktığında Yesoo'yu görse bile, içinde onun olmadığını bildiği için canı yanıyordu, biliyorum. Sadece belli etmiyordu. Çünkü elinden hiçbir şey gelmediğinin farkındaydı.
"Neyin olduğunu duymaya hazır mısın?" dedi Şaman ciddiyetle. Başımı salladım. Konuşamıyordum. "Yakın zamanda herhangi sert bir darbe aldın mı?"
Başımı salladım yine. "Birden fazla kez." Sıkıntıyla iç çekti. Gerçekten çok ciddiydi. Ondan beklemediğim bir ciddiyetti bu. "Aldığın darbeler ruhunu parçalamış. Eğer bedenine dönemezsen, bu bedende öleceksin. Ve seninle birlikte Yesoo da ölecek."
Şamanın söyledikleri beynimden kurşun yemişçesine sarstı beni.
Bu olamaz, kesinlikle olamaz, yalan söylüyor... Ben ölemem, benimle birlikte Yesoo da ölemez. Bu çok saçma. Buna inanmıyorum. Akıl alır şey değil...
"Emin misin?" Bu sefer ayağa kalkabildim. "Yanlış anlamış olmayasın?"
"Hayır, gayet doğru anladım."
"O zaman bana nasıl kendi bedenime döneceğimi anlat! Açıkça! Bilmece istemiyorum! Oyun istemiyorum! Açık açık anlat bana!" İçimi öyle bir öfke ve acı kapladı ki kendimi kontrol edemedim. "Senin bu duruma gelmenin sebebi aşk. Ve seni kurtaracak şey de aşk." Kaşlarım çatıldı. "Bu ne demek?"
"Ruhunda bir kilit var. O kilit kendi zamanına açılan kapı. Ve kilidi kırabilecek tek kişi de aşkın."
Kang So...
"Peki bu nasıl olacak?"
"Bilmiyorum. Bunu gerçekten bilmiyorum." Biliyordu. Bundan yüzde yüz eminim. Ama söylemiyordu. Gözlerini kaçırışından, elleriyle oynayışından ve alnının boncuk boncuk terlemesinden anlıyordum. Beni kandıramazdı.
"En beklenmedik zamanda bile, en beklenmedik şekilde bile olabilir. Anlatamam. Anlatamıyorum. Yaşayıp görmen gerekiyor."
Sabır dileyerek iç çektim. "Anlaşıldı, senden bir şey öğrenemeyeceğim. Ben de Yesoo'ya sorarım. En baştan bana her şeyi anlatmasını isterim. Belki bir yolunu biz buluruz." Ayaklandım ve hırsla dışarıya çıktım. Ayakta zor durmama rağmen adrenalin duygusuyla patlıyordum.
Diğerleri de arkamdan geldiğinde evden çıktık. Tekrar atlara binip yola koyulduk. Ölemem. Ölmeyeceğim. Ölmeyeceğiz. Herkes ait olduğu yere dönecek.
Dönmek zorunda.
Yol boyunca kimseden ses çıkmadı. Sebeo bir ağlayıp bir sustu. Onu teselli etmek istiyordum ama öyle güçsüzdüm ki... Daha kendime hayrım yokken onu nasıl teselli edebilirim?
Saraya vardığımızda Gökbilimci'yle yollarımızı ayırdık. "Yardıma ihtiyacın olursa beni nerede bulacağını biliyorsun," dedi omzumu sıkıp gülümserken. Başımı salladım. "Teşekkür ederim." Sebeo'yla birlikte saraya girdik. Ortalık sakinleşmiş, hizmetçiler işlerine dönmüştü. "Hadi gel, Yesoo'yla konuşalım."
"Konuşalım," dedi boğukça. Elimi sırtına koyup sıvazladım. Odama geldiğimizde yatağa oturdum. Müthiş yorgundum. Bıraksalar günlerce uyuyabilirdim.
Sebeo'nun hiç sesi çıkmayınca yanına gidip elini tuttum ve baş parmağımla okşadım. "Endişelenme, ona kavuşacaksın. O da sana, size. Hiç kimse ölmeyecek. Buna izin vermem. Sabırlı ve güçlü olmak zorundayız. Hele bir Yesoo'yla konuşalım, anlatsın bize her şeyi... Belki el birliğiyle bir çözüm buluruz."
"Haklısınız." Burnunu çekip gözyaşını sildi. "Siz iyi misiniz?"
"İyiyim." Derin bir nefes aldım. "Hadi bakalım." Her zaman yaptığım şeyi yaptım: Yesoo'ya seslendim. Sanki ruhlarımız birbiriyle bağlantıya geçiyordu o an. Bunu daha önce fark etmemiştim. Ne zaman onunla iletişime geçsem, içimde bir yerlerde iki ip birbirine bağlanıyor ve birbirini çekiyordu.
Bir zaman sonra sarımsı ışık gözler önüne serildi. "Aylin," dedi.
İlk defa adımı söyledi.
"İyi olmadığını biliyordum. Ruhunun ışığı sönüyor. Benim yüzümden..." Dudağımı ısırdım ve sakin olmaya çalıştım. "Senin yüzünden değil. Hepsi Yeong Jin'in suçu. Şimdi senden istediğim bir şey var."
"Nedir?"
"Bana her şeyi en baştan anlat. Yeong Jin sana karşı ne zaman ilgi duydu? Neler yaşadınız? Sen nasıl oldu da şaman oldun ve bu beden değişme olayı nasıl gerçekleşti?
"Ne? Ben şaman değilim ki. Kim söyledi size bunu?" Kafam karışarak Sebeo'ya baktım. Onunda kafası karışmış görünüyordu. "Şaman Seo söyledi."
"Şu cadı kadın! Hepsi onun yüzünden. Beni kandırdı!"
"Ne demek kandırdı?" dedik aynı anda.
"Anlatacağım," dedi. "Önce oturun ve sakin olun. Halinizi bir görseniz..." Dediğini yapıp oturduk. Sakin olmaya çalışıyordum ama sabırsızdım. Her geçen saniye aleyhimize işliyordu. Ölüme yaklaşıyordum... "Şimdi, her şey şöyle başladı..."
İLAHİ BAKIŞ.
Her şeyin başlangıcı...
Yesoo annesi için bir mum yaktı. O küçücük mum ışığı kalbini yakıp kavurdu. Annesinin portresine bakarken gözyaşları yanaklarına süzüldü. "Anne..." Annesinin ölümünden hep kendini suçlardı, ama onun hiçbir suçu yoktu ki...
Eğer daha büyük olsaydı annesini o yangından kurtarabilirdi. Ama daha küçüktü ve güçsüzdü. Eğer o yangının içinde kalsaydı kendini de ölüme terk etmekten başka bir işe yaramazdı. Ama babası kurtarmıştı onları. Ablasını ve onu. Babası hayat arkadaşını, çocuklarını kurtarabilmek için feda etmişti.
Bu sefer ablası yaktı bir mum, sonra da babası. "O iyidir değil mi?" dedi babasına bakarken. "İyidir. Bizi izlediğine eminim." Kızlarına sıkı sıkıya sarıldı. Büyük kızı evli, küçük kızı nişanlıydı. O da evlenmek üzereydi. Kızlarının ikisini de ülkenin en güçlü kralının oğullarına vermişti. İki prens de çok iyi adamlardı, bu yüzden içi rahattı.
"Onu çok özledim baba," dedi Yesoo hıçkırarak. Aradan yıllar geçmesine rağmen acıları hâlâ aynıydı. Çok erken kaybetmişti Yesoo annesini. Doyamamıştı ona. "Biliyorum kızım, biliyorum." İç çekerek iki kızının da saçlarından öptü.
"Hiçbir çocuk annesinden ayrılmamalı. Kaç yaşında olursak olalım anneye her zaman muhtacız," dedi Yoo Li hüzünlü sesiyle. "Hadi bakalım, son kez dualarımızı edelim, kapıda sizi bekleyenler var," dedi adam imayla. Üçü birden ellerini birbirine kenetledi ve gözlerini kapadı. En içten dualarını, arzularını ilettiler annelerine, eşine...
Şapel odasındaki mumlar, sanki ettikleri duaları kadına bir an önce iletebilmek için can atıyormuşcasına alevleniyordu. Odanın kırmızı duvarları, ortamı daha karanlık bir havaya sokuyordu. "Seni seviyorum anne," dedi Yesoo. Uzanıp annesinin resmini öptü ve annesinin küllerini taşıdığı büyük, beyaz ve kapaklı vazoya sarıldı.
Yesoo annesine çok benziyordu. Aynı onun gibi siyah ve beline kadar uzanan saçları vardı. Küçük bir yüzü, küçük bir burnu ve kocaman parlak ve siyah göz bebekleri... Yesoo büyüğünde aynı annesine benzemişti.
Kadının üstünde pembe, beyaz bir hanbok vardı ve hanbok yer yer çiçek desenliydi. Kadının pembe dudaklarında hafif bir tebessüm vardı ve kucağında narin elleriyle tuttuğu zambak duruyordu. Yesoo’nun babası kızına her baktığında sevgili eşini görür ve göğsünü kabartırcasına iç çekerdi. Ne çok severdi güzel eşini...
Anma töreni bittiğinde odadan çıktılar. Çıkar çıkmaz Prens Seok ve Prens Minseo onları karşıladı. Babaları kızlarına son kez sarılıp yanlarından ayrıldı. Ayrılırken de buruk bir tebessümle gizli gizli onları izledi.
Kızlar bu anı fırsat bilerek adamların kollarına koştular. Prensler sevdikleri kadınları sıkıca sarmaladı ve teselli etti. "İyi misin?" dedi Prens Minseo, Yesoo'nun saçını okşarken. Elinde kırmızı bir gül vardı. "İyiyim. Sizi gördüm ya, daha iyiyim." Prens gülümsedi. "Gel biraz hava alalım."
Yesoo Prens'in koluna girip başını omzuna yasladı. "Bu senin için," dedi gülü uzatırken. Yesoo sıcak gülümsemesiyle gülü aldı ve kokladı. Öyle güzel kokuyordu ki içi yumuşadı. "Aşkımızın simgesi."
"Evet." Uzanıp kızın yanağını okşadı. Birlikte arka bahçeye gittiler. Köprüden geçtiler ve bir ağacın altına geldiler.
Ağaca yaslanarak mavi gökyüzünü izlediler. "Bugün Prens Yul'a yardım edeceğim," dedi Yesoo. "Ne konuda?"
"Resim yapacakmış, benden fikrimi istedi. Biliyorsunuz resim yapmayı severim." Prens gülümsedi. "Bilmez miyim..." Yesoo'nun kaşları hafifçe çatıldı ve Prens'e baktı. "Niye öyle imalı imalı söylediniz?" Prens daha çok güldü. "Hatırlamıyorsun galiba?"
"Neyi?" dedi sabırsızlıkla.
"Bana ilk âşık olduğunda resimlerimi çizerdin. Hatta bir keresinde seni, beni çizerken yakaladığımda kıpkırmızı olmuştun." Başını eğip güldü. "Çok tatlıydın. O sayede ben de sana aşkımı itiraf edebildim. Bana cesaret verdin." Derin bakışlarla kıza baktı. Kızın yanakları kızardı. "Şimdi ise evlenmek üzereyiz. Benden daha mutlu kimse olamaz şu hayatta. Sen benim için bir lütufsun, Yesoo."
Prens'in söyledikleri kızın gözlerini doldurdu ve kalbinin titremesine yol açtı. Bu adamı gerçekten seviyordu ve kendini çok şanslı hissediyordu. İnsanın kaderinde kötü şeyler kadar iyi şeyler de oluyordu. Kimi zaman imtihan kimi zamansa bir hediye...
Prens, Yesoo'yu öpmek için uzandı. Sıcak dudakları birbirine değdiğinde kalpleri kanatlandı ve kuş misali göklerde süzüldü. O an Yesoo izlendiğini hissederek geri çekildi. "Ne oldu?"
"Hiç, biri bizi izliyormuş gibi geldi."
"Hizmetçiler olmalı. Yeni dedikodu malzemesi arıyorlardır." İkisi de güldü. "Neyse, ben gideyim, Prens Yul bekliyordur."
"Haklısın... Git bakalım." Yesoo son kez Minseo'nun yanağından öpüp elindeki gülüyle oradan ayrıldı. Prens Yul'u sarayın bahçe koridorunda trabzanlara oturmuş, elinde de eskiz defterini tutarken buldu. "Prensim?" dedi yanına yaklaştığında.
Prens onu görünce gülümsedi ve eliyle gel işareti yaptı. Defteri ona çevirirken, "Gel, Yesoo. Bak, nasıl olmuş?" dedi. Yesoo’nun, yaptığı lale resmine bakarken gözleri parladı. Her bir detayı harika işlenmiş ustaca bir kara kalem çizimiydi. Yumuşak dokunuşlarıyla Yesoo'nun kalbini kazandı. "Bu çok güzel Prensim. Siz de gerçekten yetenek var."
Yesoo'nun sözlerinden sonra Prens’in yuvarlak ve yakışıklı yüzü ışıldadı ve diğer resimlerini göstermeye başladı. Koca bir şehrin resmi, tatlı bir köpeğin resmi, hatta bir elma resmi bile vardı. Prens Yul, Yesoo'nun garip bakışlarını yakalayınca hemen açıklamaya koyuldu:
"Resim yaparken canım elma çekmişti. Biliyorsun, mutfak uzak... Gitmeye üşendim biraz." dedi dudağını ısırarak. Prens'in bu hâli Yesoo'ya tatlı geldi.
"Güzel olmuş ama," dedi gülümsemesini gizleyemeden. Prens Yul utangaç bir şekilde gülümsedi. Aniden bir rüzgâr esti ve Prens'in uzun, yarım toplanmış açık kahve saçlarını uçuşturdu. Aynı film sahnesini anımsatmıştı.
"Yesoo! Yesoo! Buraya bak!" Kız duyduğu sesle başını dışarı uzattı ve sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Ses, 12. Prens Uk'tan geliyordu. Elindeki tahta kılıcı sanki karşısında rakibi varmış gibi sağa sola, aşağı yukarı savuruyordu. "Hadi gel katıl bana. Bak elimde bir tane daha var."
Diğer elindeki tahta kılıcı Yesoo'ya doğru salladı. Prens’in yüzü çocuk masumluğuyla ışıldıyordu. Koyu kahve tonlarındaki uzun saçlarını topuz yapmış, mavi hanbok'u içinde çok masum görünüyordu. "Ama ben kılıç oyunundan hiç anlamam ki!" diye seslendi Yesoo. "Bir şey olmaz, ben sana öğretirim."
"Rahat bırak kızı, Uk!" diye azar çekti Yul kardeşine. "Sen sus! Zaten benimle oynamıyorsun. Anca resim yap," dedi mızmızlanarak. Yesoo bu hâline seslice gülmemek için zor tuttu kendini ve elinin tersiyle ağzını kapayıp başını eğdi.
Prens Yul kardeşine öyle bakış attı ki çocukcağız kıpkırmızı oldu ve dikkatini hemen Yesoo’ya verdi. "Hadi, Yesoo!" Yesoo, Prens’in inadını kıramayacağını anlayınca pes etti. "Tamam, tamam geliyorum!"
Eteklerinden tuta tuta Prens Uk'un yanına geldi ve tam karşısında durdu. Uk, kıza kılıcı verdi. "Şimdi, kendini kasma ve rahat ol." Elinden geldiğince rahatlamaya çalıştı. "Sırtını dikleştir, kılıcı tek elinle tut ve diğer elinle önüne çaprazlamasına siper al." Denileni yaptı. "Kılıcı sıkı tut, bacaklarını omuz hizasında aç ve arkalı önlü koy. Biraz öne eğil."
Talimatları verirken elleriyle de destek oluyordu. "Şimdi, ben hamle yaptığımda sen bana uyacaksın. Kılıç sana değerse kaybedersin. Ya da elinden düşerse." Yesoo başını sallayıp onayladı. Prens ilk hamleyi yaptı: öne doğru sıçradı ve kılıca vurdu.
Yesoo korkuyla geriye sıçrasa da kılıç daha o dakikadan elinden fırladı. "Ee, bu çok kolay oldu," dedi Prens Uk. Bu durumdan memnun olmamıştı. "Size demiştim. Ben kılıçtan anlamam."
"Tamam, sıkılmak yok. Bir daha yapalım." Yesoo kılıcı alıp az önceki pozisyona geçti. "Sen başla bu sefer." Yesoo tedirginlikle öne çıktı ve saldırdı. Ama pek saldırmak sayılmazdı. Prens’in kılıcına, aynı bir bebeğe dokunur gibi dokundu. Ve bu hareketi, Uk'un ona tuhaf tuhaf bakmasına sebep oldu. "Ne bu şimdi? Biraz daha sert vursana... Tüm gücünle, hadi!"
Prens Uk öyle bir tavır takınıyordu ki karşında, Yesoo kendini ondan küçük zannediyordu. Halbuki ondan büyüktü. Kendisi Prens Cheol ile yaşıttı.
Yesoo kılıcı daha sıkı tuttu ve tüm gücüyle kılıca vurdu. Hatta öyle bir vurdu ki Prens Uk daha kaçamadan kılıç elinden fırlayıp hava da takla attı. Yesoo yaptığı bu hamleye kendisi bile şaşırdı. Prens bu hamleye şok olurken tüm bahçeyi inletti.
Adeta yerinde zıplayarak bağırmaya başladı. "Gördünüz mü! Gördünüz mü! Ne müthiş bir hamleydi o öyle! Gördün mü ağabey!" Yesoo bu heyecanlı tepki karşısında utanarak yüzü kızardı. Ne yapacağını şaşırarak bir sağa kaçtı bir sola. "Gördüm gördüm. Harikaydın, Yesoo," dedi Prens Yul gururlu gülümsemesiyle.
"Küçük Hanım." Yesoo, yanlarına gelen Sebeo'yu görünce rahatladı ve resmen kızın kollarına koştu. "Ne oldu Sebeo? Yoksa ablam beni mi çağırıyor?"
"Evet, nereden bildiniz?" dedi Sebeo şaşkın bir gülümsemesiyle. "Hissettim diyelim. Hadi bekletmeyelim daha fazla." Son kez prenslere dönüp reverans yaptı. "Üzgünüm, Prens Hazretleri... İzninizle gitmem gerekiyor."
"Git tabii, keyfine bak," dedi Prens Uk. Hâlâ elindeki tahta kılıçla oradan oraya zıplıyordu. Yesoo, Sebeo'nun koluna girerek oradan uzaklaştı. Sebeo kıza bakıp gülümsedi. "Ne oldu?"
"Prenslerle çok iyi anlaşıyorsunuz, Küçük Hanım." Bu söz Yesoo'nun içini kıpır kıpır etti. "Onları seviyorum. Hepsi çok iyi prensler."
"Biri hariç tabii," dedi Sebeo. "Şşt! Biri duyacak," diye uyardı onu, ama kendisi de yanındaki kız gibi gülüyordu. Tam o an fark etti ki Prens Yeong Jin çardak da oturmuş, onu izliyordu. "Eğer yanına gitmezsem ayıp olur" diye düşündü Yesoo. Sebeo'yu da yanında sürükleyerek çardağa doğru yol aldı.
Sebeo içten içe isteksiz bir şekilde hanımının arkasından ilerledi. Prens'in yanına geldiklerinde Yesoo adamı selamladı. "Afiyet olsun, Prens Hazretleri."
Prens'in adeta yüzü ışıldadı. Öyle bir sırıttı ki otuz iki dişi aynı anda göründü. "Yesoo, iyi ki geldin. Geç otur şöyle." Yesoo dediğini yaparak tam karşına oturdu. Prens çaprazında duran hizmetçi kadını eliyle işaret ederek çağırdı. Kadına baktığında yüzündeki o gülüşten eser yoktu.
"Küçük Hanım'a da bir fincan getir," dedi emrivaki bir tavırla. Üstünde turuncu bir hanbok vardı ve yaka kısımları siyahtı. Belinde işlemeli geniş bir kemer vardı. Sade bir hanbok giymişti ama kemeri o sadeliği örtüyordu. Çıplak göğsünü ortaya çıkaracak şekilde açık duruyordu.
Aslında bunu yapmaması gerekiyordu ama o kuralları dinlemiyordu. Uzun siyah saçları düz bir şekilde göğsüne doğru uzanıyordu. Saçını yarım şekilde toplamış, uzun yüzünü ve belirgin çekik gözlerini ortaya çıkarmıştı. Bronz bir teni vardı.
Aslında gerçekten yakışıklı bir adamdı ama sert bir mizacı vardı. Kendisi yakışıklı ve bakılası bir adam olsa bile, Yesoo karakteri için aynı şeyi söyleyemezdi.
"Uk'la olan kılıç talimini gördüm. Harika bir karşı savunmaydı." Masaya doğru eğilmiş, kızın gözünün içine içine bakıyordu. Onu bu kadar dikkatle izlemesi Yesoo'yu rahatsız etti. "Teşekkür ederim, efendim," dedi Yesoo ıkına sıkıla. "Hadi ama, bu kadar mesafeli olma. Diğer prenslere bu kadar yakınken bana gelince neden resmisin? Onlardan bir farkım yok. Aynı kanı taşıyoruz." Prens’in yüzündeki alaycılık Yesoo'nun sinirini bozdu. "Ben gitsem iyi olacak. Prens Minseo beni bekler," dedi. Aslında Prens onu beklemiyordu. Sadece buradan bir an önce kalkıp gitmek için yalan söylemişti. Prens Yeong Jin'in gülüşü anında soldu ve çenesi kasıldı. "Çay içseydin benimle. Zaten onu sürekli görüyorsun." Yesoo kendini gülümseyemeye zorladı. Prens’in yüzüne bakamayacak kadar tedirgin hissediyordu. Ona olan ilgisini bu kadar belli etmese olmaz mıydı?
"Söz verdim ve beni bekliyor, gitmezsem ayıp olur." Ayağa kalktı. "İzninizle." Reverans yapıp kaçarcasına yanından uzaklaştı. Prens’in hâlâ ona baktığını hissediyordu. Sebeo, onun bu tedirginliğini hissetmiş olacak ki, "Neden onun yanına gittiniz ki? Baksanıza, sizin tedirgin etti," dedi. "Eğer onu görmemiş olsaydım gitmemem de bir sorun olmayacaktı ama onu gördüm ve o bunun farkındaydı. Ayıp ederdim. Prenslere olan saygımı biliyorsun, Sebeo." Sebeo sıkıntıyla başını salladı. Elbette biliyordu.
"Bakın, 4. Prens geliyor," dedi kapı girişini göstererek. Anlaşılan yine halkın arasına karışmıştı. Yüzündeki gülümsemeden anlaşılıyordu. 4. Prens'le pek karşılaşmazdı. Ya çok sevdiği halkıyla olurdu ya da devlet işleriyle ilgilenirdi. Kral ona sık sık görevler verirdi. "Prensim," diye selam verdi Yesoo, karşı karşıya geldiklerinde. Prens de ona başını hafifçe eğerek karşılık verdi. "Yorgun görünüyorsun sanki?" dedi Prens onu kısa bir an süzüp.
Kız alnındaki teri silip tebessüm etti. "Yok değilim. Prens Uk'la biraz kılıç oyunu oynadık da."
"Ah, şu çocuk..." dedi hafifçe gülerek. "Kimseyi bulamayınca sana mı geldi?"
"Öyle oldu." Başını eğip güldü. "Ama sorun değil. Eğlendim."
"Her zaman böyle hoşgörülüsün. Neyse, gitmem gerekiyor." Birbirlerini selamlayıp ayrıldılar. Prens Kang So her zaman böyleydi. Kısa ve öz konuşur, bazen de mesafeli olurdu. Yine de Yesoo'ya karşı hep içten davranırdı, bir kez olsun ona sinirlendiğini hatırlamıyordu. Gerçi kendisi de Prensi kızdıracak bir şey yapmamıştı. Yapmazdı da. Buradaki kimseye saygısızlık etmezdi. Hele ki Prenslere asla. İki kız, Yoo Li'nin odasına gitmek için yola koyuldu. Odaya geldiklerinde kapıyı çalıp girdiler. Yoo Li içeriye davet edip oturmasını söyledi. "Beni çağırmışsın abla."
"Evet. Sana bunu vermek istedim." Elindeki minyatür bir zambak olan saç tokasını Yesoo'ya uzattı. "Annemizindi. Ne zamandır vermek istiyordum ama fırsat olmuyordu." Yesoo tokayı alıp üstündeki zambağı okşadı. "Çok güzel. Annem zambağı çok severdi."
"Evet, çok severdi. Hatta hatırlıyor musun, bize, benim güzel zambaklarım, derdi." Yesoo bir damla gözyaşını silerken başını salladı. "Hatırlıyorum." İçi buruktu. Her zaman gülüp konuşsa bile, eğlense bile, sonsuz mutluluk içinde hissetse bile içinde bir yerler hep buruk ve anne özlemiyle kavruluyordu. "Takar mısın?" Tokayı ablasına uzatıp arkasını döndü. Yoo Li tokayı kızın saçına yavaşça taktı. "Çok yakıştı." O an kapı açıldı ve Prens Seok içeriye girdi. Misafirlerini görünce gülümsedi. Yesoo onu selamlamak için ayaklandı. "Ah, Yesoo, burada mıydın?"
"Evet, Majesteleri," dedi saygıyla. "Ben de tam yemek hazırlamalarını söylemiştim. İstersen bizimle kal." Yesoo bu teklifi nezaketle reddetti. "Teklifiniz için teşekkür ederim, Majesteleri, ama gitsem iyi olacak. Biraz yorgun hissediyorum." Prens anlayışla kızın kolunu sıvazladı. "Haklısın. Zor bir gündü." Başıyla onayladı. "Ben yine gelirim," dedi ablasına. Sebeo'yla birlikte odadan çıktılar. "Sebeo, yardımın lazım," dedi hizmetçi kadınlardan biri yanlarına gelerek. Sebeo, Yesoo'dan izin istediğinde zaten yalnız kalmak istediği için hemen izin verdi. Hizmetçi kadın Yesoo'yu selamlayıp Sebeo'yu yanında götürdü. "Hemen geleceğim, Küçük Hanım."
"Tamam, problem değil, git hadi." Yesoo tek başına odasına ilerlemeye başladı. Tam o anda yanından, elinde altın bir tepsiyle hizmetçi geçti. "Kime götürüyorsun onu?"
"Prens Minseo'ya, Küçük Hanım," dedi kadın. "Bana ver, ben götürürüm. Zaten yanına gidecektim." Kadın ikiletmeden tepsiyi Yesoo'ya verdi. Yesoo elindeki tepsiyle Prens’in odasına ilerlemeye başladı. Eğer sevdiği adamı görürse az önce yaşadığı gerginliği unutup rahatlayacağını biliyordu. Prens Minseo ona ilaç gibi geliyordu.
Prens’in odasına geldi ve kapıyı çaldı. İçeriden gel komutunu duyunca vakit kaybetmeden içeriye girdi. Prens yerdeki minderlere oturmuş, dirseklerini orta sehpaya dayamış, elindeki altın varaklı parşömene bakıyordu. Öyle dikkatliydi ki kaşları bile çatılmıştı. Yesoo'nun geldiğini fark etmedi bile. Yesoo bir süre ayakta onu izledi. Öyle yakışıklı görünüyordu ki iç çekmeden edemedi. Bu adam benim kocam olacak değil mi? diye düşündü Yesoo içinden. Bu benim hayatımın en büyük şansı. "Yesoo, ne zaman geldin?" Prens’in sesini duyunca irkildi. Az daha elindeki tepsiyi düşürüyordu. "Az önce Prensim. Kapıyı çaldım ve izninizi aldım halbuki."
Prens’in bunu yeni fark etmiş gibi kaşları havalandı. "Öyle mi? Fark etmemişim. Neyse, gel otur şöyle, ayakta kaldın." Yesoo elindeki tepsiyi sehpaya bırakırken Prens de elindeki parşömeni katlıyordu. "Yemeğimi hizmetçilerden istemiştim sen niye yordun kendini?"
"Sizi görmek istedim sadece. İstemiyorsanız gidebilirim?" dedi cilveli bir tavırla. Prens onun bu cilvesine gülerek karşılık verdi. "Seni istememek öyle mi? Bu benim hayatım boyunca yapabileceğim en büyük aptallık olur." Yesoo duyduklarına karşın kıkırdadı.
Prens önündeki yemeklerden yemeğe başladığında elindeki çubuğu kimchiye batırdı ve Yesoo'ya uzattı. Yesoo utana utana öne eğildi ve Prens’in ikramını kabul etti. İkisinin de yüzünde gülümseme hiç eksik olmuyordu. Öyle ki Yesoo yanaklarının acıdığını hissetti. Öne doğru eğilip dirseklerini masaya dayadı ve ellerini çenesinin altına koyup tatlı tatlı Minseo'ya baktı. "Prensim, biz ne zaman evleneceğiz? Düğünü yapmanın zamanı gelmedi mi sizce de?" dedi. Adam gördüğü bu cüret karşında az daha içtiği suyu püskürtüyordu. Öksürüklerini dizginlemeye çalışırken yüzü kızarmıştı zavallı adamın.
Bu kız nasıl hem utangaç hem de bir o kadar utanmaz olabiliyordu? Yesoo emekleyerek Prense yaklaştı ve tam önünde durdu. Tatlı tatlı adama bakıyordu. Minseo yüzündeki gülümsemeye engel olamayarak onu izliyordu. Şu an öyle güzel görünüyordu ki... Uzun siyah saçları sırtından ve omuzlarından dökülüyordu ve yere kadar uzanıyordu. Beyaz teni, pürüzsüz ve küçük yüzüyle adeta bir peri gibi görünüyordu. Siyah boncuk gibi gözleri bir kedi gibi ona bakıyordu. "Birbirimizi seviyoruz. Daha neyi bekliyoruz ki?" Prens’in kalbinde ılık ılık nehirler akarken başını salladı.
"Haklısın. En kısa zamanda Kral ve Kraliçe'yle konuşacağım." Yesoo yüzünde en parlak gülümsemeyle Prense yaklaştı ve başını omzuna koydu. Alttan alttan onu izledi. Prens Minseo yemek yemek istiyordu ama kızın bu halleri buna asla izin vermiyordu. "Bakma öyle. Yemek yiyemiyorum senin yüzünden," dedi yakınarak. Yüzündeki kocaman gülüş bu yakınmanın düpedüz yalan olduğunu gösteriyordu. "Ben bir şey yapmıyorum ki," dedi Yesoo tatlı tatlı. Onun bu halleri Prens’in içindeki kanı adeta fokurdatıyordu.
Ama ilişkileri resmi bir hal almadan sevdiği kadına o anlamda dokunmayacaktı. Yesoo'nun da bunu isteyeceğinden emindi. Ama o bu derece tatlı ve her geçen gün güzelleşirken kendine verdiği sözü tutmakta zorlanıyordu. "Çok mu istiyorsun bu evliliği?" Yan yan ona bakıp çayından bir yudum aldı. "Evet!" diye adeta şakıdı Yesoo. "Siz de istiyorsunuz, biliyorum." Çenesini kaldırıp sırıtarak adama baktı. Fazla mı cilveliydi sanki... Prens'ten uzaklaştı ama hâlâ yanında dizlerinin üzerine oturuyordu.
Minseo'yu baştan ayağa süzüp başını yana yatırdı. Üstünde parlak bir kumaştan mavi hanbok vardı. Sade bir kumaştı, desen yoktu. Sadece karın ve göğüs kısmında oval bir çerçevenin içine alınmış gibi duran ejderha deseni vardı ve ejderha sanki gökyüzünde, bulutların arasında süzülüyor gibi duruyordu. Saçları normalde hep tepisinde topuz yapılmış olarak durur ve başında gat şapkası olurdu. Ama bu sefer pervasızca serbest bırakılmıştı ve epey uzundu.
Öyle ki Yesoo’nun saçları kadar. Dümdüz bir halde adamın sırtını süslüyordu. Onun, o güzel yüzüne çok yakışıyordu salık saçlar. "Mavi size çok yakışıyor, Prensim." Prens Minseo gülümseyerek elindeki altın çubukları tepsiye bıraktı ve bağdaç kurarak kıza döndü. "Öyle mi?" Yesoo başını salladı. Prens kollarını açıp ona adeta davetiye verirken Yesoo vakit kaybetmeden o sıcak ve şefkatli kolların arasına girdi. Elleri Prens’in omuzlarındayken, adamın yüzüne düşen perçemleri gözlerinin önünden çekti. Parmakları uzun ve ipeksi saçlarında dolaşırken Prens mest olmuşlukla iç çekti ve kızın belindeki kollarını daha da sıkılaştırdı. Sanki onu hiç bırakmak istemiyormuş gibi sarıyordu kolları.
Sanki her an kaçıp gidecekmiş gibi. "Sana da pembe çok yakışıyor," dedi gözlerinin içine bakarak. Yesoo neşeyle gülümsedi. "O zaman hep pembe giyeceğim." Prens hafifçe kıkırdadı ve Yesoo'nun alnına uzun bir öpücük bırakırken kokusunu içine çekti. İkisi de bu anın sonsuza dek sürmesini istedi. Asla ayrılmamayı ve kalplerinin hep böyle atmasını. Birbirleri için atmasını...
...
Yesoo saatler sonra Prens Minseo'nun odasından ayrıldığında, yaşadığı duygu yoğunluğu sebebiyle sarhoş gibi hissediyordu. İçindeki bütün sıkıntıdan kurtulmuş, içini uçsuz bucaksız bir huzur kaplamıştı. İlacı yine ona tesir etmişti. Odasından içeriye girdiğinde beklenmedik bir misafirle karşılaştı. Prens Yeong Jin odasındaydı ve yatağında oturmuş onu bekliyordu. Yesoo, 2. Prens’in ona karşı olan ilgisini farkındaydı.
Her seferinde de onu nazikçe reddediyordu ama nafile. Prens onu hiç dinlemiyordu ve her seferinde daha da ısrarcı oluyordu. Yesoo ne yapacağını bilemez hale gelmişti artık. Saraya ilk geldiğinde, onunla ilk konuşan Prens Yeong Jin’di. Yesoo bundan hoşlanmıştı çünkü ona iyi davranıyor, yabancılık çekmesine engel oluyordu. Bazen onunla pazar yoluna gider, yürüyüş yaparlar, Yesoo kendine takı ya da giysi için kumaşları seçerken fikir danışırdı. Saraydaki çardakta oturup çay içerlerdi.
Sonra diğer Prenslerle de yakınlaştı. Hatta buna vesile olan da 2. Prens’ti. Özel hizmetçiler ve Kang kardeşler dışında kimsenin girmediği Özel Salona bile girmesine izin verilmişti. Yesoo, arkadaş gibi olduklarını düşünmüştü, ama meğerse Prens’in duyguları bambaşkaymış. Prens Yesoo’ya ilk açıldığında, Yesoo Prens Minseo’ya aşıktı. Ama o zamanlar iki Prens de bunu bilmiyordu. Prens Yeong Jin bunu öğrendiğinde çok kızmıştı ve sonunda bunu hırs haline getirmişti. Bazen onu yalnız yakaladığı anlarda kendisiyle olması için ikna etmeye çalışıyor ama her seferinde reddedilince daha da çığırından çıkıyordu.
Çevresi kalabalık olduğunda, mesela saray bahçesinde, daha yumuşak ve mesafeli olsa da yalnız kaldıklarında iş çığırından çıkıyor, gereğinden fazla ona yaklaşıyordu. Evet, Yesoo onu gördüğünde geçip gidebilirdi ama herkes Yesoo’nun Prenslere olan tutumunu bildiği için, eğer 2. Prensi gördüğünde çekip giderse çok dikkat çekerdi ve Yesoo kimsenin aralarındaki husumeti bilmesini istemiyordu.
“Sıra bana geldi sonunda," dedi 2. Prens. Hâlâ yatakta oturuyor, yan gülüşüyle kıza bakıyordu. Yesoo gerildi. Onun yanında çok rahatsız hissediyordu. "Ne işiniz var burada?" Prense bakmıyordu. Bakamıyordu. Ona bakınca kaçma istediği uyanıyordu içinde. "Seni görmeye geldim. Gelemez miyim?" Öyle pişkindi ki insanı sinir ediyordu. "Burada olmanız yanlış. Burada olmamalısınız." Prens aniden ayaklandı. "Yanlış olan ne?"
"Ben nişanlıyım. Hem de kardeşinizle." Prens’in bakışları değişti. Öfkelenmişti. "İşte asıl yanlış olan bu!" diye patladı birden. Yesoo yerinden sıçradı. "Sen benim nişanlım olmalıydın! Onun değil!" Kıza birkaç adım yaklaştı. Yesoo geriye kaçtı. "Kral bana cariyeler gönderip duruyor, ama ben hepsini geri yolluyorum. Neden biliyor musun? Senin için. Ben seni istiyorum." Yesoo'nun kalbi boğazında atıyordu. Gözleri doldu ve panik olmaya başladı. Çünkü Yeong Jin kendini kaybetmiş gibiydi.
Kızın üstüne üstüne gelmeye başladı. Yesoo ne kadar kaçarsa kaçsın en sonunda duvarla ikisinin arasında kaldı. Yeong Jin kızı kollarından tutup kendine yaklaştırdı. "Bu yanlış! Ben sizi istemiyorum! Bırakın beni, yeter!" Ama nafile. Prens, kızı asla dinlemiyordu. Olmayacak yerlerine dokunuyor, onu sıkıştırıyordu.
Adamın dudakları boynuna, dudaklarına değdikçe, Yesoo bağırıyor ve titreyerek ağlıyordu. Yeong Jin kızın ağzını kapatıp bağırmasını engelledi. "Şşt, biri duyacak." Yesoo her şeyin bittiğini düşündü. Mahvolmuştu. Kimse onu kurtarmaya gelmeyecekti. Kimse onu duymuyordu. Ne Minseo ne ablası ne de Sebeo. Hiç kimse gelmeyecekti. Tam şurada biri alsa canımı diyordu. Artık bu lekeyle yaşayamam diyordu. Bu korkuyla, bu kâbusla yaşayamam. Kurtulmak için çırpınıyordu, ama ona bir kene gibi yapışmış olan adam öyle güçlüydü ki yerinden bir milim kıpırdayamıyordu. Bu Yeong Jin ve ikisinin gelebileceği son noktaydı.
Titremesi daha da şiddetlendi. Bağırmayı, ağlamayı kesti. Hiçbir tepki veremiyordu artık. Nefes alamıyordu. Boğuluyordu. Yanıyordu. Bedeni buz kesmişti ama içi yanıyordu. Tanrım yardım et... Yardım et... Ne olur yardım et... Yalvarırım... Yesoo bilincini kaybetmek üzereyken aniden kapı açıldı. Saniyeler sonra Yeong Jin ondan uzaklaşmıştı. Sırtı duvara sürtüne sürtüne yere yığıldı. Yeong Jin'in üzerinde biri vardı ve ardı ardına yumruklarını savuruyordu. Yesoo kim olduğunu algılayamadı. İri cüsseli biriydi orası kesin. Sonrası tamamen karanlığa gömüldü...
...
Yesoo gözlerini açtığında bir odadaydı ama kimin odasıydı emin değildi. Yanında Veliaht Prens vardı. Demek beni kurtaran oydu, diye düşündü Yesoo. Yaşadığı o kâbus dolu anlar gözünün önüne gelince titredi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Veliaht Prens kızın ağladığını duyunca ayağa fırladı ve hemen baş ucuna ilişti. "Yesoo iyi misin?" dedi kırgın sesiyle. Eli sargılı, üstü başı dağınıktı. Kız ağlayarak başını olumsuz anlamda salladı. "Nasıl iyi olurum?" Prens’in omuzları düştü. Af diler gibi eğildi. Buhran içinde olduğu her halinden belliydi. Sesine dahi yansıyordu. "Kardeşim adına çok özür diliyorum, Yesoo. Lütfen affet. Hayatında yapabileceği en kötü şeyi yaptı. Cezasını çekecek, sen hiç merak etme. Onu o şekilde bırakmayacağım. Hak ettiği ne ise bulacak."
"Majesteleri..." dedi zorlukla. Konuşurken çenesi titriyordu. "Bundan kimsenin haberi olmasın, lütfen. Özellikle Prens Minseo'nun. Duyarsa yıkılır." Prens hemen itiraz etti. "Olmaz öyle şey. Yeong Jin cezasını çekmeli. Herkes onu nasıl bir pislik olduğunu öğrenmeli. Saklamamalısın.” Sinirle tamamladı sözünü. “Ailemizin yüz karası!" Yesoo yattığı yatakta hemen dikleşti. "Lütfen, Majesteleri. Eğer siz onun gözünü korkutursanız bir daha yapmayacaktır. Ben iyi olacağım, toparlayacağım. Size ne kadar teşekkür etsem az." Saygıyla başını eğdi. Prens pes etti.
"Pekâlâ. Sen öyle diyorsan, öyle olsun. Ama yine de burada biraz dinlen. Yaşanılanları kimse bilmiyor. Senin, benim odamda olduğun kimsenin aklına gelmez. Hizmetçileri de tembihledim. Hiç kimse tek kelime etmeyecek.” Sonra da çıkıp gitti. Yesoo koca odada tek başına kaldı. Ağladıkça ağladı. Yaşadıklarına inanamıyordu. Bunu hak edecek ne yapmıştı? Herkese iyi davranmaktan başka ne yapmıştı? Fazla iyilik külüne zarar, diye boşuna dememişler işte.
Nasıl yaşayacaktı şimdi? Ne yapacaktı? Nasıl çıkacaktı insan içine? Ona baktıklarında lekendiğini görürler miydi? "Ah, tanrım... Ya zamanı geri al ya da canımı. Ben böyle yaşayamam..." Saatler geçti. Yesoo hala yatakta hiç durmadan ağlıyor, bağırıyor, öfke krizine girip saçlarını yoluyordu. Başka ne yapacağını bilmiyordu. Tırnaklarını derisine geçiriyordu, sanki o iğrenç dokunuşlardan kurtulabilirmiş gibi. Bu süre boyunca Veliaht Prens bir kez olsun odaya gelmedi. Onu kendisiyle baş başa bıraktı. Artık kalkması gerekiyordu. Onu merak ederlerdi.
Zoraki kalktı. Odadan çıktı ve kimseye belli etmeden farklı bir koridora saptı. Yanından bir hizmetçi geçti. Onun o dağılmış halini görünce şaşkınlıkla ağzı aralandı. "Hanımım, iyi misiniz?" dedi. Yesoo ona baktı. Baktı, baktı... Sonra da başını salladı. "Bana temiz kıyafetler getirir misin? Hamamda olacağım."
"Hemen getiriyorum." Hizmetçi hızla yanında ayrıldığında Yesoo da hamama gitti. Onu kim görüyorsa şaşkınlıkla donup kalıyorlardı. Yesoo hamama girdi. Üst sınıf insanların girdiği hamamdı bu. Üzerindeki buruş buruş kıyafeti çıkarıp bir kenara attı. Kendini sıcak suya bıraktığında az da olsa gevşediğini hissetti. Ama yeterli değildi. İyi olması için hiçbir şey yeterli olmayacaktı. Kendini sıcak suyun derinliklerine bıraktı. Nefes almakta zorlanıyordu ama umurunda değildi.
Hiçbir şey umurunda değildi artık. Kirli bir kadındı artık o. Kendinden tiksiniyordu. Minseo böyle bir kadını hak ediyor muydu? Hayır. O temiz bir kadına layıktı. Güzel olan her şeye layıktı o. Kendine dokunmak bile istemiyordu Yesoo. Kendine bakmak, kendini görmek, kendini hissetmek istemiyordu. Keşke bambaşka biri olarak doğabilsem, dedi kendi kendine. Başka bir bedende doğabilsem keşke...
Nefesi git gide daraldı da daraldı. Artık bütün bütününe nefes alamıyordu. Ama çırpınmadı. Kıpırdamadı bile. Ölümü kabul etti. Ölümü kucakladı. Ama olmadı. Biri onu zorlanarak da olsa sudan çıkardı. Yüzeye çıktığında öksürdü. Öyle çok öksürdü ki nefesi daraldı, zor nefes alıyordu. "Küçük Hanım, sakin olun! Nefes alın! Yavaşça... Sakin olun!" Yesoo yavaş yavaş nefes almayı denedi. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Titredi de titredi. Sonunda ise sakinleşti. Kafası geriye düştüğünde karanlıktan başka bir şey göremedi.
...
Uyandığında odasındaydı. Pembe tüller tavanı kapatıyordu. Başında iki tane hekim vardı. Biri ona şifalı otlardan yapılmış şurubu içiriyor, diğeri ateşini ölçüyordu. Yesoo kendini aşırı derecede yorgun hissediyordu. Neredeyse ölmek üzereydi, ama başaramamıştı. İzin vermemişlerdi. Başka biri olarak doğmasına izin vermemişlerdi.
Oda üstüne üstüne gelmeye başladı. Panikle fırladı ve bağırmaya başladı. Nefes nefeseydi. Kendini kontrol edemiyordu. "Çıkarın beni buradan..." diye fısıldadı. "Çıkarın beni buradan! Çıkarın beni bu odadan! İstemiyorum burayı! Çıkarın beni!!" Öyle çok bağırıyor ve çırpınıyordu ki hekimler onu sakinleştirmekte güçlük çekiyorlardı.
"Küçük Hanım, durun, sakin olun!" Sesleri duyan Prens Minseo odaya daldı. Kızın bu halini gören adam neye uğradığını şaşırdı. Hemen yanlarına koşup kızı iki kolundan tutup kıpırdamasını engelledi. "Yesoo, neler oluyor? Ne bu halin?" Yesoo Prensi görmüyordu bile. Algılarını yitirmişti. Histeri krizine girmiş gibi ağlıyor ve sayıklıyordu. "Çıkarın beni buradan... Çıkarın beni bu odadan..."
"Tamam, çıkıyoruz, sakin ol." Minseo kızı kucakladı ve odadan çıkardı. Yesoo, Prens’in kollarında baygınlık geçirirken sayıkladı. "Anne... Kurtar beni anne... Bana yardım et... Kurtar beni... Kızını temizle..."
...
Gözünü açtığında bu sefer Minseo'nun odasında buldu kendini. Ama yalnız değildi. Herkes buradaydı. Prensler, ablası, Sebeo. Biri hariç tabii. Uyandığını fark ettiğinde ablası hemen yanına koştu. "Yesoo, iyi misin canım?" Endişeli bakıyordu. Yüzü hüzünle buruşmuştu. "İyiyim," dedi zoraki. "Ne oldu birdenbire böyle? Önce hamamda boğulma tehlikesi atlatıyorsun, sonra kriz geçiriyorsun. Neyin var senin?" Kızın kulağına doğru eğildi, "Yoksa Prens mi bir şey dedi?" diye fısıldadı. Ablası Prens Yeong Jin'in ona olan ilgisini biliyordu. Kaç defa Yesoo'ya bakarken yakalamıştı. Bakışları ise hiç normal değildi.
Bazen Yesoo'yla konuşabilmek için, onun yalnız anlarını bile kovaladığını biliyordu. Ama o bir prensti ve Yoo Li'nin onu engellemek için elinden hiçbir şey gelmiyordu. Yesoo ne diyeceğini bilemedi. Anlatmak istiyordu ama diline gelmiyordu. Korkuyordu. Çok korkuyor ve utanıyordu. Yapamadı. Anlatamadı. Onun yerine, "Annemi özledim," dedi. "Rüyamda onu gördüm. Yangın çıktığı günü. O yüzden fenalaştım. Çok gerçekçiydi. Korktum." Ablası ağlamaklı bir halde kardeşine sıkıca sarıldı ve saçlarından öptü. "Ah, benim yumuşak kalpli kızım... Geçti artık. Alışmak zorundasın. Onun yokluğuna alışmak zorundasın, Yesoo. En iyisi bu."
"Haklısın," dedi ama ağlamasına da engel olamadı. "Hadi topla kendini bakalım," diye aralarına girdi birdenbire Prens İn Baek. "Ayine çok az kaldı. Daha hazırlık yapacağız. Sen böyle yatarsan hazırlığı kim yapacak? Bu hizmetçiler her şeyi batırır." Prens'in alaycı konuşması Yesoo'yu bir nebze de olsa güldürdü. Bir şeylerle uğraşmak kafasını dağıtabilirdi. "Ben iyiyim, bir şeyim yok ki." Gülümsemeye çalıştı. "Ayine hazırlanalım hadi. Kötü ruhların hepsini defedelim."
"Ha şöyle ya! Bizim Yesoo'muz bu işte!" Kahkahalar havada uçuşurken Yesoo kendini daha iyi hissetti. Ailesinin yanında her zaman daha iyi hissederdi.
...
Yağmur ayinine bir gün kala herkes hazırlıklara meşguldü. Herkes de bir heyecan, bir ümit peydah olmuştu. Sonbahar mevsimindelerdi lakin ne yağmur yağıyordu ne kar. Kuraklık çökmüştü ülkeye, besinler kısıtlanmıştı. Kral da çareyi yağmur duasında buldu. Tek bir eksik vardı: duada yürüyüşü yapacak kişi. Tam da bu yüzden Kang kardeşler bir araya toplanmış, bu durumu tartışıyorlardı. "Ben yapmak istiyorum dua yürüyüşünü," dedi ısrarla Prens Uk.
"Olmaz. Sen daha küçüksün, sırada önce biz varız," dedi 11. Prens Jun. "Bizim aramızda bir yaş var. Görende on yıl büyüksün sanacak," dedi Uk mızmız bir tavırla. Jun ona ters ters baktı. "İkinizde durun. Tartışarak bir yere varamayız." Hepsi Prens Sunwoo'nun söylediğini başıyla onayladı. "Bu kutsal görevde yer almayı çok istiyorum, lakin bu görevi büyüklerimize vermek en iyisi olur."
"Benim aklımda daha iyi bir fikir var," dedi Yesoo. Prensler kendi aralarında tartışmaya girdiğinden beri ilk kez konuşmuştu. O an hepsinin bakışları kıza odaklandı. Prenslerden sadece biri eksikti, o da 2. Prens. Ama hiçbirinin pek de umurundaymış gibi görünmüyordu bu durum. "Nedir Yesoo?" Minseo öne çıkıp dikkat kesildi. "Bence herkesin ismini bir kâğıda yazalım ve kura çekelim. Baksanıza, bu gidişle bir sonuca varamayacağız."
"Haklı. Bence de öyle yapalım."
"Ben hemen kâğıt kalem getireyim." Prens İn Baek kısa vakit sonra elinde kâğıt tomarları ve kalemle geri döndü. Yesoo hepsinin ismini tek tek kağıtlara yazdı ve ikiye katladı. Onları küçük bir fanusun içine koydu ve elini sokup birkaç defa karıştırdı. "Hadi çek Yesoo!" dedi Prensler sabırsızlanarak. "Tamam, çekiyorum."
Yesoo onları daha çok heyecanlandırmak için birkaç saniye bekledi. Yüzlerindeki ifade çok komikti. "Hadi!" Yesoo elini fanusa soktu ve eline iliştiği ilk kâğıdı çıkardı. "Prens İn Baek!" dedi nihayete erdirerek. Bu görevi fazlasıyla isteyen üç Prens’in yüzü düşse de "Tebrikler. Bu görevi layıkıyla yap," demekten öteye geçmediler. "Siz hiç merak etmeyin," dedi İn Baek. Heyecanla gözleri ışıldıyordu. "Madem bu kutsal görevi yerine getirecek kişi de seçildi, o zaman herkes hazırlığa koyulsun."
...
Ayin günü saray ve halk arasında büyük bir heyecan ve telaş vardı. İnsanlar beyazlar içinde, duanın yapılacağı zamanı bekliyorlardı ve saray girişinde sıra halinde toplanmışlardı. Birazdan aralarından duayı yapmak için Prens İn Baek geçecekti. Halk, Prensi görecekleri içinde ayrı bir heyecan içindeydi. "Hazır mısın kardeşim?" dedi Prens Seok kardeşinin sırtını sıvazlarken. İn Baek büyük bir heyecanla ona baktı.
"Hem de nasıl. Umarım bu dua hayırlısıyla sonuçlanır da kuraklığa bir son veririz." Beyaz hanbok içinde ne kadar da masum görünüyordu. Saçını topuz yapmıştı ve küçük yüzü, kıyafetiyle birlikte parlıyordu. Saçıdaki beyaz kurdele rüzgârda uçuşuyordu.
Her biri çok masum görünüyordu aslında. Temiz. Prensler, prensesler, kral ve kraliçe bile. Hatta Prens Minseo, Yesoo'yu beyazlar içinde gördüğünde, gökten bir melek düştü sandı. Siyah saçları dümdüz omuzlarına akıyordu. Saçının yarısını örmüş, arkada annesinin zambak tokasıyla tutturmuştu. Küçük yüzü, beyaz teni ve siyah boncuk gözleriyle masal prensesine benziyordu adeta. Yesoo, Prens’in bakışlarını yakaladığında utanarak kızardı ve bakışlarını kaçırdı. Aslında Prens öyle sanıyordu ama Yesoo aslında ona bakmasını istemiyordu.
Hâlâ kirli olduğunu düşünüyordu ve ondan utanıyordu. Prens’in temiz bir kadına layık olması konusunda hem fikirdi. Ama elinden ne gelirdi ki? Minseo bu hareketi tatlı bularak güldü. Birkaç hafta öncesinde yaşanılan hadiseden sonra nihayet kendini toparlamıştı. Gerçi çoğu zaman dalıp gidiyor ve karamsar bir hale bürünüyor olsa da kızın şu an ki haline şükretti.
Yeong Jin o olaydan sonra Yesoo’ya hiç yaklaşmamıştı. Hatta ortadan uzun süre kaybolmuştu. Herkes onun kendi sarayında inzivaya çekildiğini düşünüyordu ama görünüşe göre yüzündeki yaraları tedavi ettirmişti. Şimdi o yaralarından eser yoktu. Zaten Prens Yeong Jin çoğu zaman kendi sarayında vakit geçirdiği için kimse bu durumu sorgulamamıştı.
Prens Minseo, Yesoo’nun gözlerindeki ışığın söndüğünü gördüğünde içi parçalanmıştı ama şimdi bir nebze de olsa parlıyordu o bakmaya doyamadığı gözleri. "Daha iyisin değil mi?" dedi kızın saçını nazikçe okşayarak. Yesoo'nun içinde ağlama isteği körüklendi ama kendini dizginledi. Tüm saray halkı bahçede toplanmıştı. Kral ve Kraliçe göz alıcı tahtına kurulmuş, duanın yapılacağı vakti bekliyorlardı. İkindi vaktinde başlayacaklardı ve çok az kalmıştı.
"İyiyim, Prensim, merak etmeyin." Kendini bir nebze olsun iyi hissettiği için şükretti. En azından bugünün hatırına iyi olmalıydı. Yaşadığı o kan dondurucu anlar gözünün önüne her geldiğinde nefes alamıyor gibi hissetse dahi, bunca insanın arasında, sevdiklerinin yanında güvende hissediyordu. Ne de olsa Prens Yeong Jin bunca insanın arasında ona zarar veremezdi değil mi? Ona yaklaşamaz, dokunamaz, göz teması bile kuramazdı. Ama sandığı gibi olmadı. Çünkü Yeong Jin gözünü dikmiş onu seyrediyordu. Yesoo bakışlarından dolayı korkuyla sindi. Kalbi deli gibi atmaya başladı, ağlamamak için zor duruyordu.
Ama yapamazdı. Çok dikkat çekerdi ve bunun izahını veremezdi. "Çok güzel görünüyorsun, Yesoo." dedi Prenses Yeona gülümseyerek. Yesoo kendini toplamaya ve gülümsemeye zorladı. "Siz de öyle, Prenses," dedi. "O her zaman güzel," diyerek lafa atladı Prens Uk. Yesoo bu iltifata normalde utanırdı ama şu an hiç o havada değildi. Harem ağaları bahçenin ortasına kocaman beyaz ve gösterişli, adeta kubbeli bir tahtıveran koydular. Prens İn Baek tahtıveran’a oturdu.
Elinde beyaz bir testi ve bir dal söğüt vardı. Testinin içinde kutsal su vardı. Prens ikisini de sıkıca tuttu. Harem ağaları tahtıveran’ı kaldırdı ve sarayın dışına çıkardı. Beyaz tüllerin arasında görünüyordu Prens’in yakışıklı ve ışıldayan yüzü. Saray yolunda bekleyen halkın arasında tahtı bıraktılar ve İn Baek tahtıveran’dan indi. Bir hareketlenme yaşandı ve halk diz çökerek tapınma pozisyonuna geldiler. Şu sözleri sayıkladılar:
"Tanrım, biz senin varlığında var oluyoruz. Şu anda yaşadığımız sorun karşında bize yardım et. Bize ihtiyacımız olan yağmuru gönder!"
Prens de aralarında yürümeye başlamıştı o sırada. Yavaş adımlarla. Elindeki bir dal yaprağı, kutsal suya batırdı ve bir kez sağa, bir kez sola savurdu. Sonra da yukarı. Bu hareketi yol boyunca devam ettirdi. Kalbinde büyük bir heyecan ve gurur taşıyordu. Bu görevi layıkıyla yerine getirecekti. "Bize yağmur gönder!" diye sayıklamaya devam etti halk. "Bize yardım et!"
"Bizi kuraklıktan kurtar!" Prens sarayın içine girene kadar aynı şey tekrarlandı. Saraya girdi. Herkes saygı ve sessizlikle onu seyretti. Duaların yazılı olduğu, bayrak misali asılı parşömenler karşıladı onu. Çanlar ve davullar karşıladı. Koskocaman bahçenin tam ortasındaydı ve sağ tarafında beyazlar içinde saray halkı vardı. Saray kapısı sonuna kadar açıktı ve dualar kulaklarına doluyordu.
Elindeki dalı kutsal suya batır; bir kez sağa bir kez sola vur. Yukarı kaldır ve yavaşça ilerle. Rahibin yanına geldi sonra. Elindeki testi ve yaprağı verdi ona. Tapınma pozisyonuna geçti, sonra tekrar ayağa kalktı. Bunu da üç kez tekrarladı. Sonunda ayağa kalkıp dimdik ayakta durduğunda bir süre bekledi. Yağmur yağmalıydı. Ailesi ona güvenmişti ve bir söz vermişti. Bu görevi layıkıyla yerine getirmeliydi. Tanrı onu yüz üstü bırakmamalıydı.
Sonra bir anda yağmur yağmaya başladı. İlk başta kimse anlayamadı. Yüzlerine birkaç damla yağmur damlası düştü. Davulların üstüne düştü sonra. O tok ses herkesi kendine getirdi. Bir mutluluk ve şükür nidası koptu insanlar arasında. Yağmur yağıyordu. Herkes sevinçle birbirine sarıldı. Sırılsıklam olmak umurlarında değildi. Sonunda kuraklık bitecekti. Besin sıkıntısı çekmeyeceklerdi. Tanrı onları duymuş, dualarını kabul etmişti.
Ama sonra bir feryat koptu. Öyle bir feryattı ki bu, herkesin sesini kesti. İnsanlar sesin geldiği yöne döndüklerinde harem ağalarından biri nerdeyse bayılacak bir vaziyette Kral ve Kraliçenin önünde diz çöktü. Hatta direkt önlerine düştü. "Majesteleri!" dedi adam zoraki nefes alarak. Tir tir titriyordu. "Veliaht Prens öldürüldü!" diye haykırdı.
Kimseden çıt çıkmadı. Zaman durmuştu sanki. Yesoo duyduğu karşısında dehşete kapıldı. Doğru mu duymuştu? Veliaht Prens ölmüş müydü? Nasıl? Bu nasıl olabilirdi? Bayılmak üzereydi. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Böyle bir şey nasıl olurdu? Buna kim cüret ederdi? Ne için?" Sonra çığlıklar koptu. Feryatlar... Kang Ailesi ayaklandı. Bahçede hanedan üyelerinden kimse kalmadı. Yesoo da arkalarından gitti. Veliaht Prens’in odasına doğru yol aldılar. Yesoo gördüğü manzara karşısında az kalsın kalbi duracaktı.
Veliaht Prens kanlar içinde yerde yatıyordu. Prens Kang So ve Prens Yeong Jin de buradaydı. Kang So'nun üstü kanla kaplıydı ve elinde kanla kaplı kılıcı tutuyordu. Yüzü şok ifadesiyle donup kalmıştı ve hiç hareket etmiyordu, konuşmuyordu. Öylece Merhum Prens’e bakıyordu. Kendinde değildi. "Neler oldu burada?" dedi Kral hayret ve acı dolu bir sesle. Gözleri üç oğlunda mekik dokuyordu.
"Oğlum!" diye feryat etti Kraliçe ve Merhum Prens’in yanında diz çöktü. Ona yaklaştı ve kollarını cansız bedenine doladı. Üzerine kan bulaştı. "Oğlum! Kim yaptı bunu sana! Kim!" Öyle acı acı bağırıyordu ki kadın, Yesoo kulaklarını tıkama ihtiyacı hissetti. "Ağabey!"
"Olamaz! Hayır!"
"Aç gözünü ağabey!"
"Aç ne olur...
"Ölme ağabey..." Kardeşler ardı ardına ağıtlar yaktı ve Merhum Prens’in çevresine toplandı. Kimi göğsüne yattı, kimi saçını okşadı. Kimi yüzündeki kanı umursamadan öptü onu. Göz yaşları bir göl oluşturabilirdi o an. Bedeni soğuktu. Her zaman sıcak olan bedeni, şimdi buz gibiydi. Teni bembeyazdı. Kanı çekilmişti. Kraliçe baygınlık geçirerek yere yığıldı. Oğlu İn Baek kucaklayıp götürdü onu oradan. Giderken de hâlâ donmuş vaziyette olan Kang So'ya bakış attı.
Yüzü solmuş, kaskatı kesilmişti. Kral ikisine de hesap sordu. Yeong Jin olanları anlattı, Kang So ise sustu. "Bir şey de Kang So!" diye haykırdı Kral, oğlunu yakalarından sarsarak. Yıkılmış haldeydi. Kral İlk kez yıkılmış görünüyordu. Ağlamıyordu ama yüzü acıyla buruşmuştu. Cevap gelmedi. Sadece bir göz yaşı aktı gözlerinden. 4. Prens Kang So, Veliaht Prens’i öldürmüştü.
...
Yesoo yaşadıklarına hâlâ inanamıyordu. Veliaht Prens ölmüştü ve onu Prens Kang So öldürmüştü. Hayır, buna inanmıyordu. Onu Prens So öldürmüş olamazdı. Veliaht’ı öldüren Yeong Jin idi. Buna adı kadar emindi. Veliaht Prens her şeyi görmüş ve onu kurtarmıştı. Yesoo'yu kaç defa yaşanılanları herkese anlatması konusunda ikna etmeye çalışmıştı, lakin Yesoo kabul etmemişti. 2. Prens’le bu yüzden tartıştıklarını ve Yeong Jin'in onu sırf yaptığı ortaya çıkmasın diye öldürdüğünü biliyordu.
Yesoo, hepsi benim suçum... diye düşündü. Onun suçu muydu gerçekten? Bütün bu yaşanılanlar onun suçu muydu? Belki değildi, ama Yesoo kendini suçlamaktan alıkoyamıyordu. Ne olacaktı peki şimdi? Prens So idam edilmedi ama sürgüne gönderildi. Hem de şu dünyadaki en zalim insanların barındığı yere: Shinju'ya. Kardeşler yasta, Kraliçe yasta, Kral öfkesinden ve yaşadığı ihanetten ateş püskürüyor.
Yanına bile yaklaşılmıyor. Halk yasta. Veliaht Prens’in ölümü onları şoke etmekle kalmadı, Kang So'nun ihaneti onları büyük bir öfke ve hayal kırıklığına sürükledi. 4. Prens’in yanında olanlar, desteğini belli edenler ve ona inananlar ise hiç acımadan idam ediliyordu. Halk bu korku yüzünden asıl taraflarını belli edemiyordu. Tüm cihan bilirdi ki, halk her prense sevgi ve saygıyla bağlıydı. Ama 4. Prens Kang So'yu ayrı severlerdi. Prens şanını, şöhretini, zenginliğini ve gücünü umursamadan halkla bir arada olmuştu, arkadaşları olmuştu.
Her dertlerine koşmuş, handa onlarla birlikte içmiş ve eğlenmişti. Kral çoğu zaman mesafe koyması konusunda onu ikaz etse de gönlüne asla söz geçiremezdi Prens. İlk başta kimse inanmadı bunu yaptığına. “Prensimiz bize ihanet etmez, o öyle biri değil,” dediler. Ne zaman ki elleri bağlı, üzeri kan revan içinde halkın arasından geçti, işte o vakit inandılar ihanetine. İnanmak zorunda bırakıldılar.
"Katiyen hiçbir yere gidemezsin, Yesoo," dedi öfkeyle ablası. "Abla bırak gideyim, ne olur," dedi kolunu ablasının elinden çekmeye çalışan Yesoo. "Sen delirdin mi? Ortalık yangın yeri. Bu hengâmede nereye gideceksin? Ne yapacaksın?" Yesoo artık sarayda kalamıyordu. Üstüne üstüne geliyordu duvarlar. Veliaht Prens yaşadığı sürece Yeong Jin'in ona yaklaşamayacağını düşünmüş, buna inanmıştı.
Çünkü Veliaht bunun teminatını vermişti. Ama artık öldüğüne göre güvende değildi. Belki ablası vardı, Sebeo vardı, Prensler vardı. Yanında onca insan vardı. Ama yine de güvende hissetmiyordu kendini. "Otur şöyle, gel." Ablasının dediğini yapıp yatağına oturdu. Yaşadığı krizden sonra Prens Minseo odasının değişmesi konusunda emir vermişti. Şimdi yeni odasında çok daha iyi hissediyordu. Ama yalnız kalmaktan hâlâ korkuyordu.
Bu yüzden bazı geceler Sebeo'yu çağırıyordu, Sebeo kendisine yer yatağa yapıyor, orada uyuyordu. Neden korktuğunu sormuştu bir kez ona. Yesoo ise cevap veremedi. “Yanımda birilerinin olması hoşuma gidiyor,” diyerek geçiştirdi sorusunu. Sebeo bu söylediğine şüpheyle baksa da daha fazla soru sormamıştı neyse ki.
"Söyle bana Yesoo, neyin var? Yaşanılan olaylar seni çok üzdü biliyorum. Veliaht Prens vefat etmeseydi düğününüz de olacaktı. Ama sanki bütün bunlar dışında başka bir şey daha var." Yoo Li kardeşinin çenesinden zarifçe tutup başını kaldırdı ve göz göze bakmalarını sağladı. Kızın gözlerindeki tedirginlik fark edilmeyecek gibi değildi. Bu durum Yoo Li'yi daha da meraklandırdı. "Anlat bana her şeyi."
"Abla..." dedi sesi çatlayarak. "Anlatılacak bir şey yok. Yaşanılanlar çok ağır geldi. O yüzden yıprandım biraz." Yoo Li onu göğsüne çekerek sıkıca sarıldı ve saçlarını okşadı. Yesoo kendini tutamayıp ağlamaya başladı. "Ah, benim nahif, yumuşak kalpli kızım. Hepsi geçecek. Matanetli olmaktan başka yapacağımız bir şey yok." Yesoo sadece başını salladı. Kötü şeyler üst üste gelmiş ve Yesoo'nun üstüne bir karabasan gibi çökmüştü. Ne yapacağını, o karabasandan nasıl kurtulacağını bilemiyordu.
Akşamüzeri biraz hava almak için bahçeye çıkmaya karar verdi. Yanında Sebeo'yu da istedi ama onu bir türlü bulamadı. Çıkıp çıkmama konusunda kararsız kaldı. Ama dört duvar onu boğuyordu, sanki üstüne biniyordu o duvarlar. Köprüye gitti. Gölün üstünde yüzen lotus çiçeklerini izledi. Yüzünde bir gülümseme oluştu. "Ne güzelsiniz siz öyle... Çamurdan doğan her şey sizin kadar güzel midir? Kendimi şu an çamur kadar kirli hissediyorum..." Boğazı düğüm düğüm oldu. Gözleri doldu ama ağlamamaya gayret etti. O kadar çok ağlıyordu ki, göz pınarları kurusa şaşırmazdı. "Ben ne yapacağım? Nasıl geçecek bu acı? Nasıl kurtulacağım bu kâbustan? Tanrım, yardım et..." Başını, tırabzana dayadığı kollarına yasladı. Artık lotus çiçeklerinin de solma vakti gelmişti, çünkü yaz bitmişti. Onlar da Yesoo’yu yalnız bırakacaklardı.
"Yesoo?" Duyduğu sesle başını kaldırdı ve Prens Minseo'yla göz göze geldi. Adam bitik haldeydi. Gözlerinin altı kızarmış, omuzları çökmüş, saçları özensizce bağlanmıştı. "Prensim," dedi çatlak sesiyle. Prens yanına gelip kızı belinden kavradı ve göğsüne çekip sıkıca sarıldı. Yesoo'nun başı Prens’in çenesinin altına geliyordu. Sarılmasına karşılık vermek için can atıyordu. Onu teselli etmek istiyordu. Ama bir şey buna engel oluyordu. Dokunma bu kirli bedene. Sen temizsin, kirletme beni kendinle, demek istiyordu ama yapamadı.
Dayanamadı ve ona sarıldı. Sarıldı ve kalbi yumuşadı. "Minseo..." dedi ağlayarak. Prens bir an için şaşırdı. Yesoo'nun ona adı ile hitap etmesi çok nadirdi. "Şşt, ağlama," dedi ama kendisi de ağlamamak için zor duruyordu. "Sen de ağlama." Ondan uzaklaştı ve yüzünü ellerinin arasına aldı. Okşadı ve doya doya baktı. Sanki son kez bakıyormuş gibi.
"Geçecek. Hepsi geçecek. Hiçbir acı bâki değildir. Sabret." Bunu hem Minseo'ya hem kendisine söylüyordu. Kendisini buna inandırmak istiyordu. Minseo başını salladı sadece. "Bunun olduğuna inanamıyorum. Bir ağabeyim öldü, diğeri sürgün edildi. Orada ona ne olacak, tanrı bilir... Canım çok yanıyor. İdrak edemiyorum. So ağabeyim bunu nasıl yapar? Ne için?" Yaşadığı acı sesine yansıyordu Prensin. Bu durum Yesoo'nun içini dağladı. "Onun yaptığına gerçekten inanıyor musun?" Prensin kaşları hafifçe çatıldı. Gözleri yaşla doluydu. "O ne demek?"
"Ne söylersem söyleyeyim her türlü canın yanacak ama, Veliaht Prens’in yanında sadece Prens Kang So yoktu, Minseo," dedi ima yaparak. Prens duraksadı ve bir süre kıza baktı. "Yani sen, ağabeyimi Kang So'nun öldürmediğini mi söylüyorsun?”
"Öldürmesi için bir sebep yoktu diyorum." Minseo'nun iyice kafası karışmıştı. Volta atmaya başladı. "Ya varsa?"
"Ne gibi?" dedi Yesoo karşısındaki adama dikkat kesilerek. "Belki, belki... Taht için?" Bu sözü Yesoo'yu istemsizce güldürdü." Prens So taht derdinde olan biri değil. O sadece sulh istiyor. Saltanat için kardeşini katledecek biri değil."
"Bunu bilemezsin. O bir prens. Her prens tahta çıkmak ister."
"Peki madem, öyle olsun. Diyelim taht için öldürdü. O zaman Prens Seok ve Yeong Jin'i de öldürmesi gerekirdi. Prenslerden biri öldü mü, ondan sonraki tahta geçer, öyle değil mi?" Tek kaşını kaldırarak kararlılıkla baktı. Prens düşünceli görünüyordu. "Öyle," dedi. "Yani, sadece veliahtı öldürmesi yetmez. Orada bir kişi daha vardı. Her şeye şahit olan." İstemsizce yerinde kıpırdandı. "2. Prens..." dedi Minseo aydınlanma yaşayan bir ses tonuyla. Yesoo, ona katıldığını belli eden bir gülümsemeyle Minseo'ya baktı. "Aynen öyle, Prensim."
...
Kraliyet ailesi ve saray çalışanları, Veliaht Prens’in cenazesi için bahçede toplandı. Herkes beyazlara büründü. Göz yaşları sel olup saray kapısından aktı. Küçük kardeşler ağlıyor, büyükler ise onları teselli ediyordu. Hepsinin yüzünde büyük bir keder vardı. Kraliçe nihayet kendini toparlamıştı. Tabii, buna toparlanmak denirse. Kral dimdik ayaktaydı. Yüzü solmuş, omuzları çökmüş olsa bile hepsinden daha dayanıklı görünüyordu.
Odunları bir araya getirmiş, yüksek bir zemin oluşturmuşlardı. Prensin tabutu o odunların tam üstünde duruyordu. Herkes arka arkaya sıra halinde dizildi ve saygıyla Merhum Prens’in önünde eğildi. O sırada rahip cenaze marşını söylüyordu. Duaların yazılı olduğu parşömenler rüzgâr esintisiyle uçuşuyordu. 2. Prens öne çıktığında Yesoo'nun tüyleri diken diken oldu.
Ağlama sesleri kulaklarına dolarken pür dikkat Prens’i izledi. Yeong Jin'in eline bir odun parçası aldı ve diğer odunlarla birlikte yaktı. Merhum Prens’in tabutu alev almaya başladı ve yavaş yavaş küle dönüştü. Ağıtlar daha da yükseldi bu sırada. Yesoo anlayamıyordu. Bir insan nasıl bu kadar gamsız ve zalim olabilirdi? Veliaht Prens onun yüzünden ölmüştü ama o cenazesine katılmış, bir de üstüne tabutunu yakma görevini üstlenmişti.
Sen öldürdün onu! Onun katili sensin! Çekil oradan! Yaşarken saygın yoktu, bari ölüsüne saygın olsun! diye haykırmak istiyordu ama yapamadı. Yüzüne karşı söylemek istediği çok şey vardı ama yapamıyordu işte. "Prensim..." dedi çatlak sesiyle. Gözlerinden ardı ardına yaşlar akarken eliyle ağzını kapadı. Ablası sırtını sıvazladı.
Her şey için teşekkür ederim. Hayatımı kurtardınız, bu yüzden size minnet borçluyum. Ölmemeliydiniz. Ölmeyi hak etmediniz... O tabutun içinde, o alevlerin arasında siz olmamalıydınız. Yaşadığım süre boyunca sizi asla unutmayacağım, kalbimin derinliklerinde her zaman yaşatacağım. Huzurla uyuyun, Prens Hazretleri...
Dualar okundu, Prens son yolculuğuna uğurlandı. Ebediyete... Herkes odalarına çekildiğinde Yesoo, Prens Minseo'nun yanına gitti. Yatağında uzanıyordu ve sessiz gözyaşlarını döküyordu. Yesoo yavaşça yanına kıvrıldı ve başını adamın göğsüne yasladı. Prens onu sarıp sarmalarken Yesoo göğsünü okşadı. Kalbinin ne kadar ağrıdığını biliyordu çünkü. "Geçecek," dedi fısıltıyla.
"Zaman her şeyin ilacı. Eminim ki şimdi çok güzel bir yerdedir. O cennetin en güzel yerini hak ediyor. Şimdi belki yanımızda değil ama her zaman kalbimizde yaşayacak."
"Haklısın." dedi Prens. Fazla söze gerek yoktu, Yesoo onu anlıyordu.
...
Günler geçti, saatler geçti, haftalar geçti... Ama Yesoo'nun kâbusları devam etti. Bahçeye çıktığında 2. Prens’i hiç görmüyordu. Ya da belki yanında hep Prenslerden biri olduğu ve Sebeo olduğu için ona yaklaşmıyordu. Belki de yaptığı şeyin ciddiyetini farkındaydı da bir nebze olsun utanç duyuyordu.
Kang kardeşlerin o eski neşesi yoktu artık. Arada bir gülüp konuşuyorlar, sonraysa sessizliği bürünüyorlardı. Zamanla alışacaklardı bu duruma, iyi olacaklardı. Yesoo bunun en kısa zamanda olmasını diledi. Üç ay geçti aradan. Sonra sarayı çalkalayan bir haber geldi. Sokaklar bu haberle aylar sonra tekrar kızıştı. 4. Prens'ten bahsediyorlardı. "Duydunuz mu? Prens So, Shinju da katliam yapmış! Onca insanı öldürmüş! Diri diri yakmış!"
"Bu kadarını yapmaz. 4. Prens bu kadar zalim olamaz."
"Olmuş işte hanım, duydun."
"Ağabeyini öldüren, o insanlara mı acıyacak?"
"Doğru söylüyor."
"Hayvanları bile katletmiş. İyice kana bulanmış. Prens demeye bin şahit ister!"
"Doğru dersin. Korkulur ondan, korkulur!"
Yesoo, bu söylenenleri duydukça tüyleri diken diken oldu. Sanki Kang So'dan değil de bir canavardan bahsediyorlardı. "küçük hanım, elma ister misiniz?" Yesoo pazarda tezgâhları geziyor, aynı zamanda söylenenleri dinliyordu. Bir şey alacağından değildi ya, kafa dağıtıyordu işte. Ona elma uzatan yaşlı adama baktı. İki büklümdü ve masum bir yüzü vardı. Yaşlılığın verdiği kırışıklıklarla kaplanmıştı.
Yesoo onu kıramadı ve bir elma aldı. "Teşekkür ederim," dedi. Yürüdü... Yürüdü... Karşıdan gelen biri dikkatini çekti. O an kalbi boğazında atmaya başladı ve onu paniğe sürükledi. 2. Prens tam karşısında onun olduğu tarafa geliyordu. Yesoo o panikle koşmaya başladı. Koştu... Koştu... Nefes nefese kalana, bacakları yorulana kadar. Nereye gittiğini bilmeden öylece ilerliyordu. Aklı yerinde değildi. Tek istediği ondan olabildiğince uzaklaşmaktı. Prens onu görmemişti bile. Sonra bir evin önünde durdu ve soluklanmak için duvara yaslandı. Nefes almakta çok zorlanıyordu.
Elleri titriyordu ve bacakları onu taşımıyordu. Öylece kaldırıma yığıldı. Hâlâ nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. Gözlerinden yaşlar boşaldı. "Neyin var kızım?" dedi yanına gelen bir kadın. Yesoo başını kaldırıp tepesinde dikilen kadına baktı. Üzerinde siyah hanbok'u, yüzünde kırmızı ruju ve gözlerindeki kırmızı farıyla tedirgin edici görünüyordu. Aslında onu tedirgin eden kılığı kıyafeti değildi, yılansı gözleriydi. "Hiçbir şeyim," dedi kadının yüzüne bakmadan. Kadın, karşısında diz çökerek ona bakmaya devam etti.
"Beni kandırmazsın, ben anlarım. Anlat ve rahatla. Zaten bir daha beni ne zaman göreceksin ki? Bazen, içindeki sıkıntıyı tanıdığın birine anlatmaktansa, tanımadığın birine anlatmak seni daha çok rahatlatır," dedi güven verici bir tavırla. Ama kadında gizemli bir hâl de vardı. Yesoo tereddütte kaldı. Ama haklıydı, onu bir daha nerede görecekti ki? Anlatsa, en azından içini dökse ne zarar gelirdi? "İçimdeki sıkıntı öyle büyük ve öyle karanlık ki, kurtulmak için nelerimi vermezdim." Hâlâ kadına bakmıyordu.
Sıkıntıyla bir iç çekti. "Keşke başka biri olarak doğabilseydim. Başka bir bedende. Daha temiz bir bedende. Bambaşka biri olarak..." Kadın bu söylediğinden sonra daha bir dikkat kesildi. "Başka biri olarak mı doğmak isterdin yani? Ne olursa olsun?" Bu soru, Yesoo'nun kedisine bakmasını sağladı. "Hem de çok. Canımdan çok isterdim," dedi keskin bir dille. Kadının gözlerindeki sinsi parıltı da gözünden kaçmadı. "Sanırım sana yardım edebilirim." Yesoo anlamayarak kaşlarını çattı. "Nasıl?"
"Birazdan söyleyeceklerimi kimseye anlatmayacağına dair söz verirsen, anlatırım."
"Söz." Kadına ilgiyle yaklaştı. "Benimle gel," dedi evine çağırırken. Yesoo kararsız kaldı. "Sana yardım edebilirim, gel hadi. Söyleyeceklerim çok ilgini çekecek." Yesoo eve girdi. Evin çok ürkütücü ve karamsar bir havası vardı. Dolu dolu mumlar, raflarda kitaplar, Hangul harflerle yazılı duvarda asılı parşömenler... Kahverengi vitrinin içinde küçük şişeler ve küçük bir kazan. Küçük orta sehpa, üzerinde testi ve fincan... Şaman Çanı mıydı o? Yesoo'nun içi daha da ürperdi. "Otur." Yerdeki minderin üzerine oturdu.
Sus pus olmuştu. Korkmuyorum dese yalan söylemiş olurdu. "Başka birinin bedeninde doğmayı bu kadar çok mu istiyorsun?" Yesoo kadının ısrarını anlamasa da onayladı. "Bambaşka biri olmak istiyorum. Bu bedenden kurtulmayı..." Kadının yüzü parladı. Aklından ne geçiyor bilmiyordu, ama iyi bir şey olmadığı kesindi. "Bunun için sana yardım edebilirim. Başka birinin bedenine geçebilirsin." Yesoo bir anda yerinden fırladı. "Nasıl?"
"Biraz zahmetli ama halledilebilir. Tek yapman gereken bana kanını vermek. Gerisini ben halledeceğim." Yesoo'nun içi hem heyecan hem de tedirginlikle kaplandı. Bunu gerçekten yapabilir miydi? Ya onunla dalga geçiyorsa? Kadına temkinle yaklaştı. "Sen kimsin?" Kadın gülümsedi. "Şamanım. Şaman Seo. Namımı duymamana şaşırdım." Yesoo'nun içini daha büyük korku sardı. Duymuştu ya, duymuştu... Ama yüzünü hiç görmemişti. Bu kadın başka hiçbir şamana, büyücüye benzemezdi. Elini neye atsa hakikat olurdu. "İstediğin tek şey kanım mı?"
"Evet."
"Peki kimin bedenine gireceğim?"
"İşte onu bilemiyorum. O biraz şansa kalıyor. Bakarsın senden daha güçlü birinin bedenine girersin. Ya da ruhsal olarak daha dayanıklı."
"Şu bedenden kurtulayım, inan başka bir şey istemiyorum." Aklı başında bir insan şamanın söylediklerine inanmaz, dediklerini yapmazdı. Ama Yesoo'nun aklı başında değildi. Tek isteği bu kâbustan kurtulmaktı. Sonucu ne olursa olsun kabul ediyordu. Bu yüzden Şamana kanını verdi. Kadın, kolundan akan kanı küçük bir şişeye aktardı. Sonra da Yesoo'nun kolunu sardı. "Geçer, merak etme."
"Şimdi ne olacak?" dedi başı dönen Yesoo. "İksir hazırlayacağım. Hazırlamak uzun sürecek, bu yüzden sabredip beklemen gerekiyor."
"İksiri içeceğim ve her şey bitecek mi?" dedi kalbi gümbür gümbür atarken. "Göreceğiz..." Kadının gözlerindeki parıltıyı gördüğünde yutkundu. "Hadi git bakalım. Yapacak çok işim var. İksir hazır olduğunda buraya geleceksin."
"Nasıl haberleşeceğiz?"
"Sana küçük bir çocuktan not göndereceğim. Prens Minseo'nun nişanlısı değil misin? Sarayda bulurum seni nasılsa.”
"Anlaştık." Yesoo kendini toparlamaya çalışarak evden çıktı ve saraya doğru yol aldı. Zira hâlâ başı dönüyordu.
...
Sarayda haftalar, aylar geçiyor ama aynı lakırdı dönmeye devam ediyordu. İnsanlar hâlâ Prens Kang So'nun yaptıklarını anlatıyordu. Yesoo, bu sözleri her duyduğunda kulaklarına inanamıyordu. 4. Prens’in her zaman yumuşak kalpli ve şefkatli biri olduğunu düşünmüştü ama onca insanı, onca hayvanı katletmesi, bir de onlardan beslenmesi... Akıl alır şey değildi.
Şamandan hâlâ ses çıkmaması da Yesoo'nun iyice canını sıkıyordu. Neyse ki sarayda yas dinmiş, herkes yavaş yavaş eski yaşamına ve enerjisine dönmeye başlamıştı. Prens Yeong Jin bir görev için saraydan ayrıldığından beri Yesoo kendini çok daha iyi hissediyordu. Birkaç hafta onun yüzünü görmeyecek olması ve sarayda olmadığını bilmek ona huzur veriyordu. Uzun zamandır yaşayamadığı huzuru.
"Hey, duydunuz mu? İn Baek'in zevcesi hamileymiş," diye içeriye daldı bir anda Prens Yul. Kang Kardeşlerin çoğunlukla vakitlerini öldürdükleri bir salon vardı. Koca bir masa ve camdan görülen saray manzarası. Çaylarını içip, Go oynarlardı burada. Resim yapıp şarkı söyler, sohbet ederlerdi. Yine o günlerden biriydi.
Prens Yul'un verdiği haberden sonra kardeşler sevinç ve hayretle ayaklandı ve birbirlerine sarıldılar. Bu aylar sonra aldıkları en güzel, hatta tek güzel haberdi. "Bu mükemmel bir haber," dedi Yesoo ağzı kulaklarına varırken. "Amca oluyorum, Yesoo!" dedi Prens Uk ve bir anda Yesoo'ya sarıldı. Bu beklenmedik hareket karşısında herkes donup kalırken Prens Uk anlamamış gibi onlara baktı. Yesoo bile ne yapacağını bilemedi. Karşılık mı verse yoksa çekilse mi kararsız kalmıştı. "Ne?" dedi hepsine kafası karışmış bir hâlde bakarken.
"Yesoo'ya ben abla gözüyle bakıyorum, ne diye yanlış bir şey yapmışım gibi bakıyorsunuz?" Aldıkları bu cevap karşısında hepsi transtan çıktı ve gülmeye başladılar. Onları gülerken görmek Yesoo'nun içine su serpti. "Neyse, hadi gidip İn Baek'i görelim." Prensler, İn Baek'in odasına giderken Yesoo da bu büyük haberi vermek için ablasının odasına gitti.
Odaya girdiğinde ablası yerdeki minderde oturmuş, işleme yapıyordu. Yesoo'yu görünce gülümseyerek baktı ve onu yanına çağırdı. Yesoo ablasının yanına oturdu ve ona büyük haberi verdi. "Abla duydun mu?" dedi sevinçle. "Neyi?" dedi kadın elindeki işlemeyle ilgilenirken. "Prens İn Baek'in zevcesi hamileymiş." Yoo Li haberi duyunca yüzünde güller açtı. "Sen ciddi misin?"
"Evet."
"Ah, bu çok güzel bir haber." Kız kardeşler birbirine sarıldı. "Aylar sonra aldığımız en güzel haber. İçime su serpildi."
"Benim de öyle abla. Nihayet güzel bir şey oldu."
"Olur tabii ya. Hayat devam ediyor netice de değil mi?" Yesoo ona katılarak başını salladı. "Demek buradasınız." Prens Seok odaya girdi ve ikisinin de onunla gelmesini söyledi. "Ne oldu, Prens Hazretleri?" diye sordu Yoo Li ayaklanırken. "Özel Salonda, içkiyle beraber bu güzel haberi kutlayacağız." Özel Salon dedikleri, az önce büyük haberi aldıkları yerdi. Aslında ismi özel salon değildi ama Prens Uk sadece onlara has olmasını istediği için ona bu ismi vermişti. O odaya hanedan üyeleri dışında kimse girmezdi. Özel hizmetçiler dışında tabii.
Özel salona gittiler. Çoktan içki masaları kurulmuştu bile. 7. Prens bir sandalyeye kurulmuş, önündeki kare sehpanın üzerine Gayageum çalgısını koymuş ve çalmaya başlamıştı. Prensler arasında müziği en çok seven oydu. Uzun zamandır da çalmadığı için bu durum Yesoo'nun hoşuna gitti. Kardeşler kendi aralarında konuşup gülüşüyorlar, içkilerini yudumlayıp şarkılar söylüyorlardı.
Bir anlık da olsa acıları unutmak onlara iyi gelebilirdi. Bu hayatta acı kadar güzellikler de vardı. Her zaman acıya tutunmak insanı parçalar, yok ederdi. Elimizdekilerin ve zamanın kıymetini bilmek, bu geçici hayatta en önemli şeylerden biriydi. "Yesoo'ya da Soju koyun," dedi Prens Uk, yanından geçen hizmetçi kadına. Kadın küçük bir fincana içkiden doldurup Yesoo'nun önüne koydu.
Yesoo içkiden birkaç yudum içti. İçinde bıraktığı nahoş his onu güldürdü. O anda yanına Prens Minseo geldi. Yesoo ona bakıp masanın altından elini tuttu. "Çok içme sakın. Sonra seni odaya kadar taşımak zorunda kalırım," dedi şakacı bir tavırla. "Hem odama kadar taşır hem de yanımda kalırsın," dedi Prens ve muzip bir gülüşle göz kırptı. Yesoo yaptığı imayı anlayınca kızardı ve gözlerini kaçırdı.
Kızın bu hâli, Prens’i güldürdü ve fincanı bir hamleyle kafasına dikti. "Erkek olursa benim ismimi koyacaksın değil mi ağabey?" 11. Prens’in sözünden sonra İn Baek yüzünü buruşturdu. "Bu aileye bir tane Jun yeter, ikincisine gerek yok," dedi. Herkes kahkahalara boğulurken Prens Jun bozularak ağabeyine ters ters baktı. Ama Prens İn Baek de gülmekle meşguldü. "Bu arada, Yeona ve Yeonhwa'ya da haber vermek lazım," dedi Prens Seok. "Ben onlara ulak gönderdim." Yanıt veren Prens Yul'du.
"Hala olacakları için çok sevineceklerdir," dedi Prens Minseo. "Artık bebek doğduktan sonra saraydan çıkmazlar," dedi Prens Uk gülerek. "Zevceleri izin verirse tabii." 5. Prens ona katılarak başını salladı. "Doğru dedin. Eh, benim gitme vaktim geldi," dedi ve ayaklandı. "Nereye?"
"İşlerim var."
"Ne işi?"
"İş işte Cheol. Ne çok sual ettin," dedi ve göz devirip odadan ayrıldı. "Buna bu aralar bir haller oluyor ha. Ne zaman baksam dışarıda."
"Bir gün takip edelim de öğrenelim," dedi Prens Sunwoo gülerek. "Hey, sakın öyle bir şey yapmayın," diye uyardı onları Prens Seok. "Önemli bir şey olsa bize söyler nasılsa."
"Eğlenmeyi hiç bilmiyorsun ağabey." Cheol suratını asıp içkisine geri döndü. "Katılıyorum." Yesoo, Prenslerin atışmalarını izlerken Merhum Prens’in ve 4. Prens’in yokluğunu hissetti. Merhum Prens için dua ederken, Kang So için endişeliydi. Onun hakkında söylenenlere kulak asmak istemiyordu. Onu her zaman iyi biri olarak hatırlamak istiyordu.
...
Yesoo'nun, Şaman Seo'yla görüşmesinin üzerinden aylar geçmişti. Buna rağmen kadın da ne ses vardı ne seda. Öyle ki, Prens İn Baek'in zevcesinin karnı bile büyümüştü. Yesoo'nun ümidi tükenmişti artık. Şaman onunla dalga geçmişti, Yesoo bundan yüzde yüz emindi. "Şamanlar hep kötüdür zaten, ondan medet ummak benim aptallığım," dedi ayağını yere vurarak.
"Ne konuşuyorsunuz kendi kendinize?" Sesin geldiği yöne döndüğünde Sebeo'yu karşısında buldu. "Hiç," dedi omuz silkerek. "Açsınızdır, bir şeyler getireyim. Solgun görünüyorsunuz." Sebeo'yu başıyla onayladı. Zaten çok fazla kilo vermiş, iştahını da kaybetmişti. Ama hava şimdi çok güzeldi ve bu güzel havada yemek yemek ona iyi gelecekti. "İyi olur. Ama bahçedeki çardakta yemek istiyorum." Sebeo yanından ayrıldığında çardağa gitti.
Çardak'ın dış yapısı kuş kafesine benziyordu, ama etrafını saran renk renk çiçekler onu güzelleştiriyordu. Çiçekleri sevdi ve mavi gökyüzünü seyretti. “Keşke yanımda kitap da olsaydı,” diye düşündü. O sırada yanında bir gölge belirdi, Yesoo gölgenin sahibini görebilmek için başını kaldırdığında 7. Prens Sunwoo'yu gördü. Elinde üflemeli çalgı Daeguem da vardı. "Ne yapıyorsun burada tek başına?"
"Sebeo'dan yemek bekliyorum."
"İznin olursa katılabilir miyim?" dedi nazikçe Prens. "Elbette. Çok isterim.” Yesoo'nun gülümsemesi Prens’i de güldürdü. "Sebeo gelene kadar biraz müzik çalalım o zaman, hem zaman geçer."
"Çok iyi olur." Prens çaldı, Yesoo dinledi. Dinlerken de içindeki fırtınalar bir an olsun dindi. Zaten içindeki kasvet yalnız kaldığı zamanlarda peydahlanıyordu. Sebeo yemekleri getirdiğinde ikisini baş başa bıraktı ve kendi işine koyuldu. Birlikte yemek yerken aynı zamanda sohbet ettiler. "Biliyor musun, Jiho ağabeyimde aylardır bir haller var." Yesoo oğlanın söylediğinden sonra hafifçe kaşlarını çattı.
"Ne gibi?"
"Ne zaman görsem dışarıda. Soruyorum, cevap da vermiyor." Hafifçe öne eğildi ve sesini alçattı. "Bir kızla münasebeti olduğundan şüpheleniyorum." Yesoo'nun gözleri büyüdü ve aynı Prens gibi öne eğildi. "Bir kızla mı?"
"Aynen öyle!" Başını çevirip saray girişine baktı. Yesoo neye baktığını anlamak için başını çevirdiğinde Prens Jiho'nun saraydan çıktığını gördü.
"Takip edelim mi, ne dersin?" Yesoo çekingen bir tavırla, "İyi ama bu yanlış olmaz mı?" dedi. "Bir şey olmaz. Görülürsek suçu üstüme alırım. Hem artık öğrenmezsem çıldıracağım."
"Eh, peki madem." İçi kıpır kıpır olmuştu bir anda. Ama aynı zamanda suçlu da hissediyordu. Bu yaptıkları yanlıştı.
Ama başı belada da olabilirdi, belki de onu takip etmeleri iyiye işaretti. Dar sokaklardan geçip Prens'in arkasından ilerlediler. Sonra bir hanın önünde durduklarında Yesoo ve 7. Prens birbirlerine kafaları karışmış bir hâlde baktılar. "Aylardır gizli gizli içmeye gelmiyordur herhalde?" dedi Prens.
"İnanın Prensim, ben de hiçbir şey anlamadım." Prens Jiho içeriye girdiğinde ikili de hemen peşinden gitti. Prens’in balkon kısmındaki masalara doğru gittiğini gördüler. Onlarsa aşağı da kaldılar. Neyse ki oturdukları masa yukarıyı net olmasa da gösteriyordu. Prens Jiho'nun, onların görebileceği bir köşeye oturması da avantaj sağlamıştı tabii.
"Kimle görüşecek acaba?" dedi Yesoo merakla. Prens o sırada etrafı ve kapı girişini gözlüyordu. "Bunu öğrenmek için buradayız." İkisi de heyecanla bir nefes verdi. Hayatında hiçbir zaman birini gizli gizli takip etmemişti. İçini yakalanma korkusu sarsa da yaşadığı adrenalin hoşuna gitmişti. Beklediler... Beklediler... Gelen giden yoktu. Jiho hâlâ tek başına oturuyordu.
Üzerinde çiğ yeşili bir hanbok, başında gat şapkası vardı. Şapka adamın yüzünü kapatıyordu. "Biz sanırım yanlış anladık, Prensim. Baksanıza, kimsenin gelip gittiği yok..." Tam o sırada biri dikkatini çekti. Onun yaşlarında genç bir kız, üzerinde gayet kaliteli kumaştan lila bir hanbok giyiyordu. Saçlarını açık bırakmış, yarısını toplayıp arkada örmüştü.
Bu giysi Yesoo'ya bir yerden tanıdık geldi. Daha dikkatli baktığında kızın üzerindekinin kendi kıyafeti olduğunu ve içindekinin de Sebeo olduğunu fark etti. Öyle bir şok geçirdi ki, yerinden fırladı. Prens de onunla aynı şaşkınlığı yaşıyordu. "Sebeo?"
"Bu..." Prens’le birbirlerine baktılar. Sonra da yukarıya, Sebeo ve Prens Jiho'nun olduğu masaya. "Bu da ne demek şimdi?"
"Prens Jiho ve Sebeo..."
"Yok daha neler!"
"Yok daha neler!" Yesoo tekrar başını kaldırdı ve sürpriz ikiliye baktı. El ele, göz gözelerdi. "Aman tanrım! Onlar gerçekten..."
"İyi de bizden niye saklıyorlar ki?" İkisi de aynı anda sandalyelerine geri oturdu. Çok sarsılmışlardı. "Şöyle düşünün, Prensim," dedi ve öne eğildi. "Bir prens ve hizmetçinin âşık olduğuna kim inanır?" Oğlan dudak büktü. "Kimse inanmaz. Ancak hizmetçinin, prensi ayarttığını düşünürler. Eminim ki Sebeo bu ithamlardan çekindiği için saklamalarını istemiştir. Prens de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır çünkü Prens Jiho anlayışlı biri."
"Haklısın. Ama eninde sonunda bu ortaya çıkacak. Sonsuza kadar saklayamazlar ya."
"Onlar söyleyene kadar hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapalım derim ben. Eğer onları gizli gizli izlediğimizi öğrenirlerse bundan rahatsız olabilirler." Prens onu onaylayan bir gülümseme sundu. "Haklısın. Neden hep haklısın sen?" Yesoo kıkırdadı.
"Yesoo sırrı," dedi ve şakacı bir tavırla göz kırptı. Yukarıdaki çifte son bir bakış attıktan sonra handan çıktılar. "Prensim, siz gidin, benim pazarda biraz işim var," dedi handan uzaklaştıklarında. Prens duraksayıp ona baktı. "Ne lazımsa yardım edeyim?"
"Ah, hayır, hayır. Gerek yok. Teşekkür ederim," dedi ellerini sallayarak. "Emin misin?"
"Kesinlikle."
"Peki madem. Bugün olanlar aramızda," dedi ve başını hafifçe eğip selam verdikten sonra yanından ayrıldı. Yesoo daha fazla eğilerek ona karşılık verdi. O an Prens’in çok yakışıklı olduğunu düşündü. Aslında her Prens yakışıklıydı. Yeong Jin bile. Yesoo aslında pazara gitmiyordu, şamanın evine gidiyordu. Aylardır ondan ses çıkmadığı için kendisi ona gelmeye karar vermişti. Evin önüne geldiğinde kapıyı çaldı. Yaşlıca bir adam kapıyı açtı ve biraz beklemesini söyledi, sonra da onu içeriye aldı.
Bahçeye girdiğinde yerde karton kutular olduğunu fark etti. Kaşları çatıldı. Odanın kapısını çaldı, açılmasını beklerken kalbi güm güm atıyordu. "Sensin demek," dedi kadın onu içeriye davet ederken. "Benim evet. Senden bir haber geleceği yoktu, ben geleyim bari dedim." Kadın güldü. "İksir hazır mı?"
"Henüz değil." Yesoo hışımla birkaç adım öne çıktı. "Ne demek değil? Seninle anlaşmıştık."
"Biliyorum, Küçük Hanım. Merak etme, yakında hazır olacak. Gördüğün gibi taşınıyorum. Taşınma işleriyle ilgilendiğim için iksiri hazır edemedim. Ama gitmeden önce hazır olacak. Dediğim gibi, sen benden haber bekle." Yesoo pes ederek bir nefes aldı. "Pekâlâ. Haber bekliyorum, unutma."
"Unutmam. Ama almaya geldiğinde kese boş olmazsa makbule geçer," dedi ima yaparak. Yesoo ne demek istediğini anlamıştı. Evden çıktı ve saraya doğru yol aldı. Saraya geldiğinde hemen odasına gitti ve kendini yatağa bıraktı. Anlaşılan Sebeo hâlâ yoktu. Girişte bir gölge hissetti. Bu Sebeo'ydu. Odanın kapısı açıldı ve -iyi insan lafın üstüne gelirmiş- Sebeo elinde bir bohçayla odaya girdiğinde Yesoo hemen uyuma numarası yaptı. Elindeki bohçada ne olduğunu bildiği için onu telaşa sokmak istemiyordu.
Sebeo elbiseyi alıp dolaba geri koydu. Dolabın kapaklarını kapattığında Yesoo gözlerini açtı ve yeni uyanmış gibi yaptı. "Neredeydin?" Kız korkuyla yerinden sıçradı. "Küçük Hanım, beni korkuttunuz!"
"Affedersin." Yatakta oturur pozisyona geçti. Yeniden kapı çaldığında Sebeo kapıyı açtı. Prens Minseo kapıdaydı. Yesoo onu görür görmez ayağa kalktı ve yanına gitti. Sebeo onları baş başa bıraktı. "Prensim."
"Nasılsın, Yesoo?" dedi Prens. Kızın yanağını okşadı. "İyiyim, ya siz?"
"Ben de iyiyim." Prens de bir haller vardı ve Yesoo bunu fark edince adama karşı daha bir dikkat kesildi. "Bir sorun mu var?"
"Aslında sorun denemez. Kral beni ağabeyimin yerine göreve gönderiyor. O geri dönecek. Mühim bir mesele. O yüzden uzun bir zaman burada olmayacağım. Onu haber vermek istedim." Yesoo'nun aldığı haber karşısında yüzü düştü. Hem Prens Minseo'dan ayrı kalacağı hem de Prens Yeong Jin'in geri döneceği için. Huzurlu günleri sona ermişti.
Prens bunu fark edince onu kollarının arasına aldı. Kız boynuna gömülürken kokusunu içine çekti. O an için bütün enerjisini geri kazanmış gibi hissetti. "Üzülme. Ben de istemiyorum senden ayrı kalmayı ama Kral’ın emri."
"Sorun değil, Prensim. Siz görevinizi yapın, ben beklerim sizi." Prens’e daha çok sokuldu ve daha sıkı sarıldı. "Dikkatli olun, olur mu?" dedi buruk sesiyle. "Olurum. Hem geldiğimde artık şu düğünü de yaparız, ne dersin?" Yesoo'nun içi heyecanla kıpır kıpır oldu, adeta coştu. Yüzü ışıldadı. "Çok isterim!" dedi heyecanla. Belki artık evli bir kadın olursa 2. Prens ondan uzak dururdu.
Prens kıkırdadı ve kızın saçlarından öptü. "Peki öyleyse. Bekle beni, Yesoo," dedi gözleri aşkla kızınkiyle buluşurken. "Bekleyeceğim, Minseo." Yesoo'nun ona adıyla hitap etmesi Prens’in her zaman hoşuna giderdi. Kalbi coşkuyla atarken son kez baktı sevgilisine. Yesoo'nun ise içi karamsarlıkla yeniden kaplandı.
...
Nihayet Yesoo'nun beklediği o haber geldi. Şaman ona küçük bir çocukla not göndermişti. Yesoo notu alır almaz hemen şamanın evine koştu. "Nihayet hazır demek," dedi mindere otururken. "Öyle." Şaman, özel bir bölüme sakladığı küçük siyah şişeyi Yesoo'ya uzattı. Yesoo elleri titreye titreye şişeyi aldı. Tedirgin gözlerle Şaman’a baktı. "İçer içmez etkisini gösterecek mi?"
"Hayır." Kadının gözleri sinsilikle parlıyordu. "Biraz zaman alacak. Hazırlaması zordu." Tam karşısına oturup dikkatle Yesoo'ya baktı. "Nasıl bir etkisi olur emin değilim. Ama şunu unutma, herhangi bir zamanda, herhangi birine dönüşebilirsin. Yani, beden değiştirebilirsin. Bu yaptığımız şey çok tehlikeli." Yesoo kadının sözlerinden sonra yutkundu. "Geri dönmek istersem ne yapacağım?"
"Bunu beden değiştiğin kişinin de istemesi lazım. Onunla ruhsal bir bağlantın olacak. Sana ulaşmak isteyecektir. Ona kulak ver. Bu yaptığımız şeyin ne kesinliği ne de güvenliği var. Bunu daha önce kimse istememişti bu yüzden olacaklar konusunda kesin konuşamıyorum. Her şey şansa bağlı."
Yesoo gözlerini şişeye dikti. Bunu yapmak istiyordu. Bu bedeni istemiyordu. Aynaya her baktığında midesi bulanıyordu. O anlar kaç ay geçerse geçsin hep canlılığını koruyordu. Artık Veliaht Prens de olmadığına göre onu gözetecek kimse kalmamış demekti bu. Bu iksiri içecekti. Ne pahasına olursa olsun yapacaktı bunu. Tehlikeli ya da değil, umurunda değildi.
Umarım bedeninin yeni sahibi, maruz kalacağı bu sorunla başa çıkabilirdi. Hem Şaman, ondan daha güçlü biriyle yer değişebileceğini söylemişti. Ona inanmaktan başka şansı yoktu. Zaten Yesoo'nun başındaki tek bela buydu. Onu defedebilirse güllük gülistanlık yaşardı. Kendisi bunu yapamamıştı, yapamıyordu. Yeong Jin'i ne zaman görse kaçıp gitmek istiyordu.
Yaşanılan o kötü olayın, ağabeyinin ölümünün bile onu uslandırdığını sanmıyordu. Yap şunu hadi! Yap! Şişenin kapağını açtı ve yavaş yavaş içti. İksirden ilk baş metalik bir tat aldı. Kendi kanı... İksir öyle iğrençti ki, sanki kusmuk gibi. Kokusu bile mide bulandırıcıydı, zar zor içebildi. Neredeyse kusacaktı. İksiri bitirdiğinde mide bulantısı dışında bir şey hissetmedi. "Nasıl hissediyorsun?"
"Emin değilim." Zor zor konuşabildi. "Dediğim gibi, iksir zamanla etkisini gösterecek. Eh, altınlarımı alayım," dedi sırıtarak. Yesoo ona altın dolu keseyi uzattı. Prens nişanlısı olmanın avantajları. Tam gitmek üzereyken kadın arkasından seslendi. "Bu arada, bir detayı atladım. İksir işe yarasa bile başka birinin bedenine girmen muamma." Yesoo'nun kaşları çatıldı. "O ne demek?"
"Şu demek: Karşı taraf senin bedenine girse bile sen, karanlık bir boşlukta süzülebilirsin. Ruhen yani. Ve karşı tarafın ruhunun bölünmesine yol açabilirsin. Bu yaptığımız ikinizin içinde tehlike arz ediyor." Yesoo dehşete kapılarak kadının üzerine yürüdü. "Bunu şimdi mi söylüyorsun bana!" Gözleri öfkeli yaşlarla doldu.
"En önemli şeyi atlamışsın! Dua et de iksir işe yaramasın. Yoksa dönmenin bir yolunu bulur, bunun hesabını sorarım!" Sinirle evden çıktı. Tam sokağı dönecek iken karşısında Sebeo'yu buldu. Korkuyla irkildi. "Sebeo! Ödümü kopardın!" dedi. "Küçük Hanım, siz Şaman Seo'nun evinde ne yapıyorsunuz?" dedi sorgulayan bir ifadeyle. Yesoo telaşa kapıldı. "Hiçbir şey. Hem sen nereden biliyorsun buranın Şaman Seo'nun evi olduğunu?"
"Burayı herkes bilir. Ama kimse yaklaşmaz. Sizde yaklaşmayın, çok tehlikeli." Ah, Sebeo, ah... Çoktan yaklaştım bile. "Hadi gidelim o zaman buradan." Birlikte saraya döndüler. Bahçede, çardakta Prens İn Baek ve zevcesini gördüler. Kadının karnı burnundaydı. Prens kadının karnını seviyordu. Gülüp konuşuyor, çaylarını içiyorlardı. " Az kaldı, yakında bebek doğacak," dedi Sebeo gülümseyerek. "Haklısın," dedi Yesoo. Acaba bebeğin doğduğunu görebilecek miyim...
Günler geçti ama hâlâ iksirden dolayı kendisinde bir etki hissetmedi. Ta ki bir hafta sonra, gece yarısı olana kadar... Bir anda uykusundan uyandı. Her taraf karanlık olduğu için bir şey göremiyordu. Sonra kendisine doğru gelen bir nefes hissetti. "Sebeo?" dedi ama ses gelmedi. Sonra üstünde bir ağırlık hissettiğinde nefesi kesildi. Kalbi hızla atmaya başladı. "Minseo yok. Veliaht Prens yok. Artık bize engel olacak kimse yok." Bu sesi tanıyordu. Ve tanıdığı gibi tüyleri diken diken oldu. En büyük kâbusu yine bulmuştu onu.
Prens Yeong Jin'in nefesini boynunda hissettiğinde dudaklarından bir hıçkırık döküldü. "Minseo ile ne zaman bir araya gelsek hep seni anlatıyor. Sana ne kadar âşık olduğunu, senin de ona aynı şekilde âşık olduğunu. Yakında evlenecekmişsiniz. Buna çok istekliymişsin." Sesi öyle sakin çıkıyordu ki bu Yesoo'yu daha çok korkutuyordu. Sanki şu an havadan sudan konuşuyormuş gibi sakindi.
"Baksana, eğer benim olursan Minseo seni istemez değil mi? O istese bile sen ona yaklaşmazsın." Güldüğünü duydu. Hâlâ onu göremiyordu. Bir karabasan gibi üstüne çullanmıştı. "Neden olmasın, ha? Benim olursan kimse sana yaklaşamaz." Kendini ikna etmeye çalışır gibi, "Evet, benim olacaksın. Tam bu gece. Şimdi bana ait olacaksın," dedi.
Yesoo titremeye başladı. Gözlerinden korkuyla gözyaşları akmaya başladı. Prens’in dudakların yine teninde hissediyordu. O lanet elleri yine ona dokunuyordu. Yesoo bunu istemiyordu. Artık onu kurtarabilecek kimse yoktu. Yeong Jin bir eliyle yine ağzını kapadı. Ama Yesoo'nun çığlık atacak hâli bile yoktu. Boğazından hıçkırıklar dökülüyordu ama dili tutulmuş gibiydi. Artık kimseye muhtaç olmadan kendini korumalıydı. Veliaht Prens onu kurtardığında ölmüştü. Yeong Jin onu öldürmüştü. Yesoo bundan adı gibi emindi. Bir kişinin daha ölmesine izin veremezdi.
Hiç düşünmedi ve sorgulamadı. Baş ucundaki komedinde duran vazoyu aldı ve bir hışımla Prens’in başına geçirdi. Vazo Yeong Jin'in kafasında paramparça olurken acıyla inledi ve Yesoo'dan uzaklaşıp kendini yere attı. Bu sesleri duyan elbette olacaktı ve gelip Prens’i görecekti. Ve Prens o kişinin de icabına bakacaktı. Ama şu an bunu düşünecek durumda değildi. Olabildiğince hızlı bir şekilde yataktan fırladı ve kendini koridora attı. Histeri krizine girmiş gibi titriyordu ve yalpalaya yalpalaya ilerliyordu. Alnı terden sırılsıklamdı ve saçları yüzüne yapışmıştı.
Yesoo'nun bu dehşet halini gören hizmetçi kadın şok içinde ona yaklaştı. Yesoo'ya neyi olduğunu sordu ama Yesoo'nun cevap verecek hâli yoktu. Onun yerine, "Hamamı hazırla," dedi. Kendi çaresine kendi bakacaktı. Şaman'a inanarak ahmaklık etmişti. Bu lanet iksirin işe yarayacağı falan yoktu. Kadın onun bu halinden endişelendiği için tereddütte kaldı. "Sıcak olsun, üşüyorum." Hizmetçi kadın daha fazla bekletmeden koştura koştura hamama gitti.
Yesoo da arkasından ilerledi. Hamam hazır olduğunda kadını dışarı çıkardı. Yalnız kalmak istiyordu. Önce bedenini sonra ruhunu temizlemeliydi. Üstündeki kirli kıyafetlerden kurtulup kendini suya bıraktı ve hıçkıra hıçkıra, çığlık atarak ağlamaya başladı. Kriz geçirerek adeta suyu yumrukluyordu. Yeong Jin'in iğrenç nefesini ve dokunuşlarını hâlâ hissediyordu. O adam hastaydı. Takıntılı bir manyaktı. Minseo'nun göreve gönderilmesinde onun payının olduğuna emindi.
Sırf kendisini yalnız ve savunmasız yakalayabilmek için yapmıştı bunu. Yesoo anlamıştı artık; bu adamdan kurtuluşunun olmadığını. Tabii, ruhunu Tanrı’ya teslim etmediği sürece... O da öyle yaptı. Omuzlarına kadar bedenini sıcak suya soktu. Sıcak su bedenini yakıyordu. Yesoo bu kadar sıcak suyu sevmezdi ama çok üşüyordu. Hatta midesi bulanıyordu. Kusma isteğini zar zor zapt etti.
Başı dönmeye başladı sonra. Kendini öyle kötü hissediyordu ki bilincinin yavaş yavaş kapanmak üzere olduğunu fark etti. Her taraf kararıyordu. Kolları zayıf bir şekilde iki yana düştüğünde başını hamamın sert zeminine çarptı. Keskin bir acı hissetti o an ve ilinti döküldü dudaklarından. Gözleri kapanmak üzereydi ve suyun derinliklerine çekiliyordu. Galiba bu sefer oluyor, diye düşündü. Minseo, Abla, Sebeo... Özür dilerim. Artık dayanamıyorum. Temizlenmem gerek. Çok kirli hissediyorum. Belki, belki başka bir hayatta tekrar buluşuruz...
Göz kapakları kendinden bağımsız kapandığında Yesoo'nun dudaklarında ufak bir tebessüm vardı. Ama istediği sona ulaşmış sayılmazdı, çünkü gözlerini açtığında kendini karanlık bir boşlukta buldu. Hiçbir şey yoktu, zifiri karanlık. Bir ayna gördü. Ayna da sayılmazdı tam. Canlı bir ekrana benziyordu. Yesoo önce kendin gördü. Sarı bir ışıktı bu, ama kendisiydi. "Bu da ne böyle? Neler oluyor? Neredeyim ben? Sesimi duyan var mı! Beni duyan var mı! Yardım edin!"
Yesoo hiçbir şey hissetmiyordu. Sanki bütün duygularını kaybetmiş gibiydi. Hissizdi. Şu an acı çekiyor, korkuyor olması gerekiyordu. Hatta ağlaması. Ama hiçbir şey hissetmiyordu. Hayaletten farksızdı sanki. Sonra bir şey oldu: O gördüğü ekranda bir kadın belirdi. Esmer, uzun saçlı bir kadın. Yanında da başka bir kadın vardı. Onun saçları kısaydı. İkisi konuşuyordu. Daha doğrusu kısa saçlı kadın konuşuyor, diğeri bıkkın bir hâlde onu dinliyor, bazen cevap veriyordu. Çok bitkin görünüyordu. Hasta gibi. Hatta Yesoo'nun gösterdiği belirtileri gösterdiğini fark etmek fazla zamanını almadı.
Sonra kısa saçlı kadın ayağa kalkıp diğerini koltuğundan kaldırdı ve uzun beyaz bir koltuğa yatırdı. Çok farklı görünüyorlardı. Giysileri, görünüşleri, bulundukları ortam. Kimdi onlar? Yesoo hiç böylesini görmemişti. Yabancılardı besbelli. Uzun saçlı kadının yüzü solgundu ve sürekli ağlamış gibi göz altları morarmıştı. Dudakları kurumuştu. Kadın koltuğa uzandığında başı ondan bağımsız şekilde koltuğa düştü ve bir daha gözlerini açmadı. Yoksa bu, Yesoo'yla beden değişen kadın mıydı? Gerçi öyle bir şey yaşanmamıştı ama... Ne kadar da güzelmiş... diye düşündü Yesoo.
Sonra ekran değişti. Aynı kadındı ama yanında başka birileri daha vardı. Sanırım o insanlar ailesiydi. Mutlu bir aile gibi görünüyorlardı. Hızla ekran yeniden değişti. Bu sefer hastanedeydi. Kendi babasının yaşlarında bir adam vardı ve başında yine o esmer kadın. Adam çok hasta görünüyordu ve kız buna çok üzülüyormuş gibi gözleri dolu doluydu. Babasıydı o adam. Sonra birdenbire adamın gözleri kapandı ve kadın panikle ayağa kalkıp bağıra çağıra birilerini çağırdı.
Müdahale etmek için doktorlar geldi ve kadını odadan çıkardılar. Ama nafile bir çabaydı doktorlarınki. Çünkü adam çoktan ölmüştü. Galiba bu eski bir anıydı. “Ben annemi kaybettiğim gibi o da babasını kaybetmişti. Demek ki bizi birbirine çeken acılarımızdı.” Bu sefer kendisini gördü. Sebeo başındaydı ve onu uyandırmaya çalışıyordu. Uyandı. Hayır, bu kendisi değildi, o kadındı. O kadın Yesoo'nun bedenindeydi! Kadın uyandı ve Sebeo'ya baktı. Sonra bir çığlık attı.
Ne kadar korktuğu belliydi. Yanına ablası geldi. Kadının kafası daha da karıştı. Ablasıyla konuşuyor, neler olduğunu almaya çalışıyordu. “Benim dilimi biliyor...” Sonra yataktan fırladı ve dışarı koştu. Çıldırmış gibiydi, hiçbir şeyi anlamıyordu. Diğerleri yanına koştu. Ama kadın onlardan kaçtı ve odaya girip kapıyı kilitledi.
Yere oturup ağlamaya başladığında Yesoo kötü hissetmeyi bekledi ama yine hissizdi. Kadın ayna da kendini gördüğünde yavaş yavaş idrak etmeye başladı ve daha çok ağladı. Hatta kriz geçirdi. Her yeri darma duman etti. Prenslerin birçoğu da onun yanındaydı. Sonra bir anda kapı kırıldı ve Minseo girdi odaya. Onunla birlikte diğerleri de. Minseo kadının önünde diz çöküp onunla konuştu. "Minseo..." Yesoo onu aylardır görmüyordu. Hiç değişmemişti, hâlâ o tanıdığı Minseo'ydu. Onun Minseo'su.
Prens elini uzattığında kadın tereddütte kaldı ama yine de elini tuttu. O an ekran kapandı ve karanlık boşluğa gömüldü. "Dur!" Ama çok geçti. Şaman Seo doğru söylemişti. “Başka birinin bedenine geçmen kesin değil, karanlık bir boşlukta da süzülebilirsin,” demişti. Ve haklı da çıktı. Suçsuz bir insanı akılsızlığı yüzünden bu işe alet etmişti.
Şimdi o zor durumdaydı ve Yesoo hiçbir şey yapamıyordu. "Çok özür dilerim..." dedi. Şimdi nasıl geri döneceğini de bilmiyordu. Kadınla iletişime geçebilmeyi umdu. Yaptığı bu iğrenç şey yüzünden onu tanımadığı insanlara mahkûm etmiş, kendisini de karanlığın içinde yok etmişti. Belki de bu, bir senedir yaşadığı karanlığın somut haliydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.81k Okunma |
411 Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |