
Keyifli Okumalar!✨
**
AYLİN.
"Yani, o gün bir görgü tanığı vardı..." Sebeo anlattıklarını bitirdiğinde ortamda uzun bir sessizlik çökmüştü. Üçümüz de yaşanılanları hazmetmeye çalışıyorduk. Aslında, ben bu tür olaylara alışıktım, ama hep tanımadığım insanlardan gördüğüm durumlardı. Şimdi ise tanıdığım ve hatta kalbimi verdiğim adamın bu derece felaket bir durumda kaldığını öğrenmek bana bile ağır gelmişti. Ateş düştüğü yeri yakar derler...
Mesleğimi icra ettiğim zamanlar tek yaptığım görevime odaklanmaktı. Müvekkilimi nasıl ipin ucundan kurtarabilirim diye düşünür, çabalardım. Ama aklıma hiç yaşanılan acılar gelmezdi. Karşı tarafın ne hissettiğine çok odaklanmazdım. Çünkü ben suçluyu bile savunmuş bir avukatım. Ama şimdi oklar sevdiklerime çevrildiğinde soğuk kanlı olamıyordum. İçim kaynar kazan gibi kaynıyor, öfkeme hâkim olamıyordum. Hep böyleydim, böyle de olacağımı biliyorum.
Sevdiklerim, ailem benim kırmızı çizgimdi. Bunu bilip de üstüne basmayana ne mutlu, ama bilip de bir de üstüne basanın vay haline! Yeong Jin'in vay haline... Yeong Jin suçluydu ve ben ilk defa bir suçluyu savunmayacaktım. Herkesin savunulmaya hakkı vardır, demiştim bir keresinde. Ama şimdi kendi tükürüğümü yalıyorum. Eğer Kang So'ya âşık olmasaydım, bu işe karışmazdım bile. Tek derdim kendim olurdu. Nasıl bu bedenden kurtulacağımı, nasıl kendi zamanıma, evime dönebileceğimi düşünürdüm ve belki de bulurdum. Tam anlamıyla kafa yorsam daha erken bulurdum. Ama yapmadım.
Zaten bir şeyler yapmaya kalksam bile, bu devirde benim hükmüm geçersizdi. Anında urganı geçirirlerdi boynuma. Aşkın pençesine düştüm ve onunla daha fazla vakit geçirmek istedim. Mutluluğa, hak ettiği hayata dönsün istedim. Yalnız kalmasın, yalnız hissetmesin istedim. Bu yüzden de olayın üzerine yeterince gitmedim. Ki kabullenmem de pek kolay olmamıştı. Başka yollar deneyecektim. Büyülü yollar. Kang So'yu aklamadan buradan gitmeyeceğim. "Görgü tanığı var, ama bu kişi Sebeo," dedim ona affedersin bakışı atarak. "Ona kim inanır?" Sebeo dudaklarını kemirmeye başladı, hâlâ gergindi.
"Aslına bakarsan biri inanır. Hatta belki onun yardımıyla 4. Prens’i temize çıkarabiliriz," dedi hevesli bir ses tonuyla. Kaşlarım çatıldı ve bir Sebeo'ya bir Yesoo'ya baktım. "Kim?" Birkaç saniye duraksadı ve verdiği cevapla az daha küçük dilimi yutacaktım. "5. Prens Jiho." Sebeo'nun aniden gözleri büyüdü ve paniğe kapıldı. Ellerini öne doğru uzatıp itiraz etmeye başladı. "Ne? Ah, hayır, hayır! Neden bana inansın ki? Ben kimim? Sadece bir hizmetçiyim." Yesoo güldü, benim ise kafamda çarklar dönmeye başladı. "Her şeyi biliyorum, Sebeo. Üzgünüm sizi gördüm," dediğinde kız hepten panik oldu ve kıpkırmızı kesildi.
"Neler oluyor ya? Biri bana da açıklasın yoksa paranoyak olduğumu düşünmeye başlayacağım," dedim yakınarak. "Sebeo başını eğerek kabullenir bir biçimde, "Ben ve Prens Jiho... Şey..." dedi. Yatakta yerimden fırlayıp şaşkınlıkla el çırptım. "Hadi canım! Şaka yapıyorsun! Sebeo bu müthiş bir haber," dediğimde daha ne kadar kızarabilirse o kadar kızardı. “O gün zindandan seni çıkaran o yüzden Prens Jiho’ydu demek.”
Sebeo’nun kızarmış ve olduğu yere sinmiş hâli o kadar tatlıydı ki daha fazla uğraşasım geldi, ama yapmadım. “Eğer sen Prens Jiho'yla evlenirsen makamın yükselir, bu sayede az da olsa şansın olur. Prens de sana destek çıktı mı iş çözülür. Tabii bunlar olurken benim elimde armut toplamayacak." Sözlerimi bir göz kırpmayla bitirdim. "Ne yapacaksın?"
"Görürsün." Bakışlarımı beklentiyle Sebeo'ya diktim. O hâlâ ezilip büzülüyordu. "İyi ama, kimse koskoca prensin bir hizmetçiyle izdivaç yapmasına izin vermez. Hele ki Kral asla." Aslında bir bakıma haklıydı. Kral, krallığını güçlendirecek bir ailenin kızıyla evlendirmek isterdi Prensi. Bu onun yararına olurdu. Bir hizmetçi ona siyasi olarak bir güç sağlayamazdı. Eğer Prens bir prensesle evlenirse bu Kral’ın yararına olurdu. Diğer bir yandan eğer Sebeo'yla evlenirse Prens mutlu olurdu.
Bu devirde mutluluk pek ön planda değildi ne yazık ki. "Ben Prens Jiho'yu birazcık tanıyorsam, Krala baş kaldıracaktır. Dişlidir o. Hem geride daha altı prens var." Yesoo'ya katılarak başımı salladım. O da haklıydı. "Bunu Prensle konuş Sebeo. Cesur ol. Kang So için, krallık için, Merhum Prens için. Unutma veliaht şu an 2. Prens. Krallığı ve halkı onun gibi bir zalime bırakmak istemezsin değil mi?" Sebeo anında başını salladı. "Asla!" Gülümsedim. "O zaman git ve Prense evlenmek istediğini söyle. Eminim o da seni bu konuda ikna etmeye çalışıyordur."
Utangaç bir şekilde güldü. "Aslında öyle, ama ben kabul etmiyordum. Sebebini biliyorsunuz..." Yanına gidip destek çıkar gibi sırtını sıvazladım. "O zaman artık harekete geçiyoruz. Hak eden hak ettiği yerde olmalı. Olacak da. Görsünler bakalım kadının gücünü!" dedim gaza gelerek ve sırıttım. "Ne demiş Ajda Pekkan: Kadının fendi erkekleri yendi!"
Sebeo bana tuhaf tuhaf baktı, Yesoo'nun da sesi kesildi. O an ne yaptığımı anladım ve daha çok güldüm. "Şey, benim zamanımda, ülkemde bir sanatçı." Sebeo haa dercesine kaşlarını kaldırdı. "Yalnız bir şeyi unuttuk," dedi. "Böyle bir durumda düğün yapmak doğru olur mu?" Yaptığı imayı anlayınca gözlerim hafifçe büyüdü ve kaş göz işareti yaptım. Yesoo, Prens Minseo'nun durumunu öğrenmemeliydi, en azından şimdilik. İçimden bir ses onun iyileşeceğini söylüyordu. "Ne durumu?"
"Prens Minseo..." Ani bir hareketle kolumu omzuna attım ve sıktım. Söylediği lafın üzerini kapatmaya çalışarak, "Yok bir şey canım. Şey demek istiyor, nişan falan atıldı ya, Kral hala biraz öfkeli. Prens’in de iyi olmadığını düşünüyor, bu yüzden düğünü kabul etmez diye düşündü Sebeo." Ona bakarak bana katılmasını işaret ettim. İlk baş anlamadı, bu sefer onun cimdiklemek zorunda kaldım. Hafifçe inledikten sonra nihayet bana katıldı. "Evet, onu diyorum ben de. İkna olur mu acaba Kral diye..." dedi.
"Bu durum çok canımı sıkıyor ama Prens gerçeği bildiği için diğerleri şu an için önemli değil." Üzgün ses tonu beni de üzdü. "O nerede? Görmek istiyorum." İşte ben de bundan korkuyordum... "Kral onu bir göreve gönderdi, o yüzden şu anda sarayda değil," dedim. "Hadi artık başlayalım şu işe." Sebeo'ya döndüm. "2. Prens şu an sarayda mı?" Birkaç saniye düşündü. "Bildiğim kadarıyla hayır. Muhafızlarla birlikte çıktığını görmüştüm."
"O zaman odasının kapısında bekleyen birileri de yok?" Başını olumlu anlamda salladı. "Neden soruyorsunuz?"
"Aklından neler geçiyor?" İkisinin de besbelli kafası karışmıştı. Gözlerimdeki sinsi parıltıyla, "Yeong Jin'in odasına gireceğim," dedim.
...
Yeong Jin'in odasının önüne geldiğimde, koridoru şöyle bir kolaçan ettim. Ne kapının önünde bekçi diye dikilen ne de koridordan geçen birileri vardı. Zaten saraydaki hizmetçiler ondan o kadar korkarlar ve sevmezlerdi ki, bırakın odasının önünden geçmeyi, adını bile duymak istemezlerdi. Duyduklarında bembeyaz kesildiklerini gördüğüm birkaç hizmetçi bile vardı. Ondan her zaman karanlık bir hava sezdiklerini söylerlerdi. Kibirli olduğu bariz ortadaydı ama daha farklı bir şeyler olduğunu söylemişlerdi. İnsanın içine malum oluyorsa demek ki.
Boşluktan fırsat bilerek hızla kapıya ilerledim. Vakit kaybetmemeliydim. Odanın kapısına uzandım ve sola doğru ittirdim. Sürgülü kapı hemen açıldı. Sağ ayağımı içeriye atıp temkinli adımlarla girdim. Tüylerim ürperdi bir anda. Odası kocamandı ama pek eşyası yoktu. Çift kişilik yatak, altın sarısı sade bir yatak örtüsü, üstünde işlemeli beyaz yastıklar. Yerde küçük uzun bir ahşap sehpa, oturması için minder ve arkasında kocaman altın varaklı bir taht olan tablo vardı. Taht boştu ama tahtın baş ucunda bir karga, karganın başında da bir taç vardı. Tam saray kapısının önünde, merdiven başında duruyordu. Kafa yorunca çok kuşkulu bir resimdi, hatta açık bir tehdit.
Ya göz dağı veriyordu ya da gerçekten aptaldı. Besle kargayı oysun gözünü. Yerde bir halı ve sade bir perde asılmış cam vardı. Perdeler yatakla uyum içindeydi. "Şu yatak örtüsüne bak. Gören de külçe altını eritip, kumaşa çevirmişler sanır. Görgüsüz herif." Odayı biraz daha inceledim. Ne aradığımı bilmiyordum. Bir kanıt istiyordum ama nasıl bir kanıt emin değildim. Kendi zamanımda olsa bir görüntü ya da ses kaydı arardım. Ama bu zamanda ikisi de olmayacağı için ne aramam gerektiğini bilmiyordum. Belki bir mektup ya da günlük olabilirdi. Orta sehpaya gittim ve çekmecesini açtım. Birkaç kâğıt vardı. Hepsini incelediğimde sadece işle ilgili olduğunu fark ettim. Kesinlikle benim işime yaramazdı.
Yatağın baş ucunda iki tane komidin vardı. Hemen oraya gittim ve çekmeceyi açtım. Karıştırdım, karıştırdım ama yine işime yarar bir şey bulamadım. Ben olsam o kadar önemli bir şeyi nereye saklardım? Yatağımın altına? Hayır. Sayısını bilmediğim kadar hizmetçi, gelip odayı temizliyordu. Yatak örtülerini kaldırayım derken fark edebilirlerdi. Böyle bir riski göze alamazdım. Dolap? Gizli bir bölmesi olmadığı müddetçe, hayır. Hızlı adımlarla karşımdaki eski tip ahşap dolaba gittim.
Çift taraflı kapaklarını açtım ve askıdaki kıyafetleri bir kenara ittim. Dolabın duvar tarafına elimi uzatıp ittirdim. Gayet sağlam görünüyordu, bir gıcırtı ya da oynama yoktu, gizli bölme yoktu. Ya başka? Tabii ya! Orta sehpanın olduğu yere, kocaman tablonun asılı olduğu duvara gittim ve tabloyu yavaşça kaldırdım. Tablonun arkasında gizli bir şeyin olduğu kimin aklına gelirdi ki? Biraz daha kaldırdım, ağır bir tabloydu ve eğer üzerime düşerse bana büyük sıkıntı çıkarabilirdi. Ama neyse ki öyle olmadı.
Duvar ve tablo arasında yeterli boşluğu yakaladığımda, tam elimi uzatacaktım ki yere birkaç tomar kâğıt düştü. Şüpheyle tek kaşım havalanırken tabloyu dikkatle bıraktım ve yere çömeldim. Tomarları elime alıp incelerken mektup olduklarını fark ettim. Hepsini sırayla okumaya koyulurken sırtımdan soğuk terler boşalıyordu. Belki de aradığım kanıt bunlardan birinde saklıydı. Okudum, okudum... Ve gördüklerim beynimden vurulmuşa dönmeme neden oldu.
Bir mektupta, sözde Merhum Prens’in el yazısı olduğunu düşündüğüm intihar mektubu, diğerinde Kang So'nun, Yeong Jin'e yazdığı mektup vardı. Ve birinde de yine Merhum Prens’in el yazısıyla Yesoo'nun yaşadıklarını anlattığı, Yeong Jin'in bunu örtbas etmek için her türlü yolu deneyebileceği yazıyordu. Şu an elimde birden fazla el bombası tutuyormuş gibi hissettim. Elimi biraz kıpırdatsam, sanki sarayı havaya uçuracaklardı.
Parmaklarım titriyordu. Aradığım kanıtları bulmuştum işte. Ama birbiriyle örtüşmeyen iki unsur vardı, madem Merhum Prens intihar etti, o zaman nasıl oluyor da Yeong Jin onu Kang So'nun öldürdüğünü söyleyebiliyor? Ya İntihar mektubunu Yeong Jin yazdıysa... Tam o anda duyduğum seslerle kaskatı kesildim. Yeong Jin dönmüştü. Panikle mektupları toplayıp yarım yamalak katladıktan sonra kıyafetimin içine soktum ve eteklerimi toplaya toplaya dolaba koştum. Eğer şimdi çıkarsam yakalanırdım.
Ona gözükürsem odasında ne işim olduğunu sorardı ve verecek mantıklı bir cevabım yoktu. Bu yüzden en iyisi dolaba saklanmaktı. Dolabın kapaklarını bir hışımla açıp içine girdim ve kapakları tam zamanında kapattım. Kalbim boğazımda atıyor, hızlı hızlı nefesler alıyordum. Öyle ki Prens duyabilirdi. Bu yüzden elimle ağzımı kapadım ve alnımdan terler akarken odaya kulak kabarttım. Gitmesini beklemekten başka çarem yoktu. Odada neler olup bittiğini görebilmek için kapakları biraz araladım. Yeong Jin arkasında bir hizmetçiyle odaya girdi.
Yorgunluktan omuzları çökmüş, gözlerinin altı morarmıştı. Nereden geliyordu böyle acaba? Onu ilk defa böyle yorgun ve bitkin görüyordum. Normal şartlarda asla kibrinden ve dik duruşundan ödün vermezdi. "Bana Soju, yanında da yiyecek bir şeyler getir," dedi emrivaki bir tavırla. "Bir de hamamı hazırla." Karşısındaki kadın ezile büzüle emrini kabul etme mayetinde eğildi ve yavaş adımlarla odadan ayrıldı. Hizmetçiler Yeong Jin'in karşısında hep böyle miydi? Korkak, çekingen ve kaçmak ister gibi.
Yeong Jin bu durumdan hiç rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Üstüne bile alınmıyordu. İnsanların ondan korkmasından zevk aldığını biliyordum. Yorgunlukla bir nefes verdi ve kendini sırt üstü yatağa bıraktı. Kolları iki yanda sallanırken gözlerini kapattı. Kalbim hâlâ göğsümde ritimsizce atarken odadan bir an önce çıkması için dua ettim. Burada olduğumu fark ederse bittim demektir. "Ah, Minseo..." 6. Prens’in ismini duyar duymaz kulağımı araladığım kapaklara biraz daha yanaştırdım.
"İyileşmemen gerek. Eğer iyileşirsen bütün planlarım suya düşer. Çiçek hastalığını benim sana bulaştırdığım öğrenilirse işin içinden nasıl sıyrılırım bilemiyorum." Duyduklarım karşısında adeta tokat yemişçesine donup kaldım. Minseo'nun şu an ölüm döşeğinde olmasının sebebi Yeong Jin miydi? Ama nasıl?
"Gerçi ben, Merhum Prens olayından sıyrılmış adamım, bu durum içinde bir çare bulurum." Göğsünü kabarta kabarta kendisiyle övünmesi sinirlerime dokundu. Elim yumruk halini alırken dişlerimi sıktım. "Ama yine de ölmelisin kardeşim. İkimizin tek kabahati, aynı kadına âşık olmak." Kendi kendine konuştuğu yetmezmiş gibi bir de gülüyordu. "Eğer sen ölürsen Yesoo'yla evlenmem için hiçbir engel kalmayacak. Senden, seni sevmediği için ayrılmadığını biliyorum." Elleri yumruk halini aldı. "Eğer o ağabeyim olacak aşağılık olmasaydı benim olacaktı! Ona sahip olacaktım!" Dişlerinin arasından tısladığında yutkundum. Duyduklarıma inanamıyordum. Bu adam ciddi miydi? Öfke içimde git gide kabardı.
Dolaptan çıkıp yüzüne yumruk atmamak için zor tutuyordum kendimi. Öfkeden sıktığım dişlerim yüzünden çenem ağrıyordu ama umurumda değildi. Önce Yesoo'ya taciz etti sonra Merhum Prens’i öldürdü. O da yetmedi, suçu Kang So'nun üstüne yıktı. Şimdi de Prens Minseo'nun hastalanmasına sebep oldu. Bu adam daha ne yapabilir bilemiyorum. Birinin bu caniyi durdurması gerek. Bu kişi de ben olacağım. Odanın kapısı çalındı ve hizmetçi içeriye girdi. Hamamın hazır olduğunu bildiriyordu. Yeong Jin hiç vakit kaybetmeden ayaklandı ve elleri arkasında kasıla kasıla yürüyerek odadan çıktı.
Kendimi hemen dolaptan dışarıya attım. Kalbim sıkışıyordu, nefesim boğazımı tıkıyormuş gibi hissediyordum. Hâlâ duyduklarımın şokundaydım. Çiçek hastalığını nasıl olurdu da bulaştırabilirdi ki? Hasta olan kişiyle yakın temasa girdiğinde, yüzüne karşı öksürdüğünde ya da hapşırdığın da bulaşırdı. Prens Minseo'nun böyle dikkatsizce davranacağını zannetmiyordum. O zaman bu durumda Yeong Jin'in rolü neydi?
Hasta biriyle yakınlaştıysa eğer, Prens Minseo'nun yerinde onun olması gerekirdi. Kafam allak bulak oldu iyice... Kendimi toparlamak için birkaç saniye zaman tanıdım. Derin bir nefes alıp kapıya ilerledim ve aralık bırakıp dışarıyı kolaçan ettim. Kimse olmadığını gördüğümde hızla odadan çıktım ve olan biteni Kang So'ya anlatmak üzere odasına yöneldim. Ona anlatıp anlatmama konusunda ikilem yaşıyordum ama mecburdum da. Yeong Jin'i en iyi tanıyanlardan biri de oydu, bunu bilmeliydi. Onu saatlerdir görmediğimi fark ettim. Nerelerdeydi acaba? Kendi derdime düşüp onu unutmuştum resmen.
Odasında olduğunu düşünmüyordum. İçgüdülerim onun kütüphanede olduğunu söylüyordu. Hızlı adımlarla kütüphaneye yürüdüm. Saray fazla sessizdi. Ağızları bir dakika durmayan hizmetçiler bile sus pus olmuştu. Hepsinin başı öne eğik, iş yapmaya mecalleri yokmuş da zorundalarmış gibi bir halleri vardı. Prens Minseo'nun hastalığı onları derinden etkilemiş olmalıydı. Kütüphanenin kapısına geldiğimde kapıyı yavaşça açtım ve kafamı uzattım.
Görünürde kimse yoktu. Ufak adımlarla içeriye girdim ve rafların arasında dolandım. Ne çok kitap vardı. Başka zaman olsa şimdi kitapların birçoğunu kolumun altına koyar, bir sandalye çekip onları okumaya başlardım. Aylardır elime bir tane bile kitap almadığım aklıma gelince için buruldu ve kendimi kötü hissettim. Eğer sizde benim gibi kitap okumayı seviyorsanız, benim durumumu anlayacağınızdan eminim.
İlinti gibi bir ses işittiğimde duraksadım ve kulak kabarttım. Nereden geliyordu bu ses? İki raf ötedeydi sanki. Temkinli adımlarla ilerledim ve gördüğüm manzara gözlerimi büyütürken, kalbimi hızlandırmıştı. Kang So sırtını rafa yaslamış, bacağının birini uzatıp diğerini bükmüş hâlde yerde oturuyordu. Ama beni asıl şaşırtan bu değildi. Uyuyordu ve uykusunda ağlıyordu. Kang So ağlıyordu. Hemen önünde diz çöküp şaşkın gözlerimle onu izledim. Elimi uzattım ama dokunamadım. Uykusunda hem sayıklıyor hem ağlıyordu.
Rüyasında ne görüyordu? Onu bu kadar ağlatacak ne görüyor olabilirdi? "Kang So," dedim yumuşak sesimle, parmaklarımı yavaşça koluna dolarken. "Uyan, Kang So." Uyanmayınca yavaşça dürtmek zorunda kaldım. "Kang So, uyan hadi." Sıçrayarak uyandı. Sersem gözleri ve yanağından süzülen yaşla bana baktı. Bir süre ne olduğunu, nerede olduğunu anlamak ister gibi etrafına bakındı. "Ne? Ne oldu?"
"Uyuyakalmışsın," dedim aynı yumuşak sesimle. Elimi yanağına, sanki onu ürkütmek istemiyormuş gibi yavaşça koydum ve gözünden akan yaşı sildiğimde donuk gözlerle yüzüme baktı. Hâlâ kendine gelememişti. "Rüya mı görüyordun?"
"Evet, sanırım öyle." Dağılmış saçlarını kaşıdı ve ayağa kalktı. Hâlâ kafası karışık görünüyordu. Ben de onunla birlikte kalktım. "Gördüğün rüya herhalde çok gerçekçiydi ki hâlâ kendine gelemedin," dedim şakacı bir tavırla. Ortamı yumuşatmaya çalışıyordum ama merakımı cezbetmişti. Sorsam anlatır mıydı?
"Shinju'da yaşadıklarımı görüyordum,” dedi, daha ben sormaya gerek duymadan. Bir adım yaklaştım ve "Anlatmak ister misin?" dedim. Israr etmek istemiyordum. Orada ne kadar kötü şeyler yaşadığını tahmin edebiliyordum sadece. Aslında öğrenmek için can atıyordum, ama anılarını canlandırıp onu üzmek istemiyordum. Yüzüme baktı bir süre. Anlatmak istiyormuş da dile getirmeye cesaret edemiyormuş gibiydi. Sanki anlatırsa aynı acıları tekrar ve tekrar yaşayacakmış gibi. "İstemiyorsan sorun değil, seni zorlayamam..."
"Hayır, istiyorum. Otur lütfen," diyerek sözümü kestiğinde ikiletmedim ve onun gibi yere oturup sırtımı rafa yasladım. Başı öne eğikti ve elleriyle oynarken yüzüne karanlık çöktü. Konuşmaya başladığında sesi buğuluydu. Hâlâ uyku sersemiydi. Sonuna kadar dinledim onu. Bazı zamanlar duraksıyor, iç çekiyordu. Onu rahatlamak isteyerek ya elini tutuyor ya sırtını sıvazlıyordum. Bu ona iyi geliyormuş gibi gülümsüyordu ara sıra. Anlatmayı bitirdiğinde gözlerimden ardı ardına yaşlar aktığını fark ettim, tüylerim diken diken olmuştu.
Sadece bir buçuk yıl. Bir buçuk yıl dendiği zaman, uzun bir zaman gibi gelmiyor olabilirdi, ama Kang So'nun yaşadıklarından sonra o bir buçuk yıl, bir ömür gibi gelmiştir ona. Kang So'nun yerinde asıl Yeong Jin'in olması gerekirken Kang So çekmişti bütün bu acı ve zorlukları. Ya yediği onca oktan sonra ölseydi? Ya sakat kalsaydı? Ya da başka bir şey. Acaba vicdan azabı çeker miydi? Sanmıyorum. O adamın içinde zerre kadar vicdan olduğunu zannetmiyorum.
Kang So'nun anlattıkları bittiğinde uzun bir sessizlik oldu. Sakinleşmesini ve kendine gelmesini bekledim. Her şeyden önce, en çok canını yakan şey, üstüne kalan suçta payı olmamasına rağmen kendini suçlu hissetmesi ve çevresindekilerin onu suçlu ilan edip üstüne bir de günahlarından arınmak için tapınağa gönderilmesiydi. "İnat etmiştim o zaman. İşlemediğim bir suça rağmen eğilmeyeceğime ve istediklerini ona vermeyeceğime dair. Belki çocukça, belki kibir ama gururum buna izin vermedi. Bir süre sonra sırf güvenlerini kazanıp kaçabilmek için onlardanmış gibi oyun oynadım. Duaların hiçbirini içtenlikle etmedim. Meditasyon sırasında hiçbir zaman aklımı boşalmaya çalışmadım.
Sadece öylece cansız bir put gibi kaldım. Onlarsa rahatladığımı ve onlara itaat ettiğimi sandılar. Sırf inadımdan meditasyon sırasında içten içe şarkı söylüyordum ben." Yaptığının çocukça olduğunu düşünüp hafifçe güldü. Kamp alanındaki yoldaşlarını ne kadar özlediğinden bahsetti. Saraya geldiği ilk günler onları rüyasında gördüğünden. Hâlâ daha aklına geliyormuş, onlarla olan anıları. Az önce yine rüyasında görmüş onları.
"Sen niye gelmiştin? Beni görmeye mi? Çok mu özledin yoksa?" dedi muzip bir edayla, yandan sırıtarak. Konuyu dağıtmaya çalıştığının farkındaydım. Ben de ona seve seve uydum. "Hem de nasıl özledim Prensim, size anlatamam. Sizi görmeyince günüm rast gitmiyor." Oyuncu tavrıma ikimizde güldük. Sonra bir anda yüzüm düşünce başka bir şey olduğunu fark etti. "Sen de var bir şeyler, anlat haydi." Duraksadım. Gördüğü rüyadan sonra anlatsam mı yoksa başka zamana mı saklasam bilemiyordum. Ama çok önemliydi. En kısa zamanda öğrenmesi gerekiyordu.
Sebeo'nun da Prens Jiho'yla konuştuğunu ve planı anlattığını varsayarsak, şimdi öğrenmeliydi. "Ben Yeong Jin'in odasında bir şeyler buldum," dedim çekine çekine. Önce gözleri büyüdü sonra kaşları çatıldı. "Yeong Jin'in odasına mı girdin?" Başımı salladım. "Delirdin mi sen? Ya yakalansaydın, ne yapacaktın o zaman? Neden bana haber vermiyorsun?" Endişeli ve kızgın bir tonla söylediklerini başım dik ama gözlerimi kaçırarak dinliyordum.
"Bak dinle, bunu yapmak zorundaydım. Senin suçsuz olduğunu ve Yeong Jin'in yaptıklarını herkese göstermek ve kanıtlamak için somut bir kanıta ihtiyacım vardı. Bu zamanda ne ses kaydı ne de kamera kaydı olmadığı için mecburen odasına girmek durumunda kaldım." Kaşlarını kafa karışıklığıyla biraz daha çattı. "Kamera kaydı mı? O da ne?" Tepkisine karşın istemsizce güldüm. "Şöyle bir şey: kamera dediğimiz şeyle şu anki anımızı kaydedebilir ve herhangi bir zaman diliminde onu izleyebilirsin. Yaptığım meslekte çok işime yarıyor bu kamera kaydı." Şaşkın ve büyülenmiş şekilde beni dinliyordu. "Neye benziyor peki bu, kamera?" Dedi, aynı meraklı bir çocuk gibi.
"Aslında yılına göre değişiyor. Zamanla evrimleşmiş. Benim zamanımda dikdörtgen bir kutuya benziyor." Elimle boyutunu işaret ettim. "Böyle, orta kısımda büyük bir merceği var. Tepesinde küçük bir düğme var, oraya bastığında fotoğraf çekebiliyorsun. Şöyle düşün, nasıl ki tuvalin üstüne resim yapıyorsak, bu kamara da daha kolay ve en kısa yolu. Saniyesinde resmini ortaya çıkarabiliyor. Bir de güvenlik kameraları var. Çok daha küçük ve minimaller.
Onlar daha çok işimize yarıyor, çünkü her yere yerleştirebiliyorsun." Yüzü ışıldadı bir anda. "Vay be..." Tepkisine gülmeden edemedim. Meraklı ve heyecanlı hâli çok tatlıydı. "Ve o kamerayla video, yani görüntü kaydı da alabiliyorsun. Fotoğrafın canlı hâli gibi düşün."
"Anladım..."
"Neyse," dedim, konuyu daha fazla dağıtmamak için. "İşte Yeong Jin'in odasına girdim..." Yüzü tekrar karardı. Bir anda bütün neşesi söndü. "Aslında ilk başta ne aradığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama sonra gerçek mi değil mi bilemiyorum ama birkaç mektup buldum."
"Mektup mu?" Başımı salladım. "Bir mektup sana ait, diğer ikisi de Merhum Prens’e." Gözleri kocam oldu ve oturduğu yerde dikleşti. "Neredeler peki?" Kıyafetimin içinden çıkardığım üç tane mektubu ona uzattım. "Ama bu mektuplar da bir yanlış var. Gözle görülebilir bir yanlış." Mektupları elleri titreyerek aldı. Şu an onun için ne kadar zor bir durum olduğunu ve Merhum Prens’in ölüm anının gözlerinin önüne geldiğinden emindim.
"Bir mektup da Merhum Prens’in, Yesoo ve Yeong Jin'in arasında geçenleri ve Yeong Jin'i kendisine karşı bir tehdit olarak gördüğü yazıyor. Aslında yazmıyor ama bu mektubu yazmaya giriştiğine göre böyle düşünüyor olmalı. Diğerinde intihar mektubu var. İşte olay burada kopuyor. Merhum Prens intihar ettiyse, Yeong Jin, Merhum Prens’i senin öldürüldüğünü nasıl görmüş olabilir ki?"
Düşünceli bir edayla homurdandı. "Yani, Yeong Jin bu intihar mektubunu kendisi mi yazdı diyorsun?" Bilmişçe sırıttım. "Aynen öyle. Sen ona Shinju'dayken mektup yazdın. O mektuptan sonra Yeong Jin telaşlandı ve seni geri döndürebilmek için Merhum Prens’in el yazısını kopyalayarak intihar mektubu yazdı. Kralı da buna ikna etti. Bunu nasıl yaptı emin değilim.
Ama sonuç olarak sen geri döndün. Sen geri dönünce o da tehlikenin ortadan kalktığını düşündü. Ama unuttuğu bir şey vardı: Bu mektupları yok etmek. İnsan panikleyince mantıklı düşünemez. Merhamet ve korku insanın en büyük düşmanıdır. Yeong Jin'de merhamet olmasa da korkusu onu avladı." Bir süre bana baktı ve gururlu bir edayla sırıtarak elini sıkıca belime koydu. Beni kendine çekerken kalbim hızlanmaya başladı. Ani ve beklemediğim bir hareket olduğundan, tek yapabildiğim ellerimi omuzlarına koyup yüzüne bakmaktı. "Akıllı kızım benim."
Uzanıp alnıma uzun ve sıcak bir öpücük kondurup santimiyle geri çekildi, öyle ki konuşurken nefesini dudaklarımda hissedebiliyordum. "Sanırım sayende her şey çözülecek, ha?" Gülümsedim ve elimi uzun yumuşak saçlarında gezdirdim. Kısa bir an gözlerini kapatıp geri açtı ve yoğun bakışlarını gözlerime kenetledi. "Elimden geleni yapacağım. İşim bu sonuçta, değil mi? Zaman değişmiş olsa da ben hâlâ avukatım." Söylediğime gülerek burnunu burnuma sürttü ve kulağıma fısıldadı.
Sıcak nefesi enseme çarparken, tüylerim diken diken oldu ve kasıldım. Bunu fark etmiş olacak ki beni kendine biraz daha çekti. "Tek sebep bu mu?" dedi fısıldayarak. "Bana yardım etmenin tek sebebi, görevin olması mı?" Dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Hayır. Seni seviyor olmam." Güldüğünü duydum. Gerçek bir kıkırdama. Genizden gelen derin bir ses. "Bunu duymak güzel. Şu andan itibaren, sen benim umut ışığımsın, Türk kızı." Boynum ve ensem arasındaki o çizgiden öptü. "Kurtar beni bu cehennemden." Titrek bir nefes verdim. "Kurtaracağım. Herkes hak ettiğini alacak."
...
Kütüphaneden ayrılmadan önce planımı ona anlattım. Sebeo ve Jiho arasındaki münasebet onu fazlasıyla şaşırttı. Aslında onu şaşırtan ve aynı zamanda kızdıran çok fazla şey vardı. Yeong Jin'in, Sebeo'yu sıkıştırması, Merhum Prens’in el yazısını kullanarak Kralı yine kandırması. Yesoo'ya yaptıkları. Bir şey daha vardı; Prens Minseo'nun hastalanmasına yol açması.
Aslında bunu anlatmak istemiyordum ama bilmesi gerektiğini düşündüm. Bu onu şaşırtmasa da fazlasıyla kızdırdı. Hatta Yeong Jin'in karşısına dikilip hesap sormak istedi ama zor bela onu engelledim. Bunu yapamazdı. Planımın içinde bunu da ortaya çıkaracaktım. Henüz çiçek hastalığını ona nasıl bulaştırdığını öğrenemesem de bir yolunu bulmalıydım. Belki o zamana kadar Prens Minseo uyanırdı. "Ben Minseo'yu göreceğim," dedi odasının kapısının önüne geldiğimizde.
Başımla onayladım. "Ben de gelmek isterdim ama biliyorsun..." Anlayışlı bir ifadeyle gülümsedi ve yüzümü ellerinin arasına alarak nazikçe yanağımı okşadı. "Biliyorum, sorun değil. Ben gelene kadar biraz dinlen. Çok solgun görünüyorsun." Kendimi yine çok yorgun hissediyordum. Bacaklarımın bağı çözülmüş gibi zor ayakta duruyordum ve bunu fark etmesi zor değildi. Daha ne kadar bu duruma katlanabilirim emin değilim. Ama az kaldı. Çok az kaldı, hissediyorum.
Kang So yanımdan ayrıldıktan sonra odaya girdim. Beni bekleyen iki misafirim olduğunu gördüm. İlk başta beklemediğim için korkuyla sıçradım. Birine alışıktım, ama ya diğeri? Beklenmedik bir misafirdi. "Seni bekliyorduk, Yesoo." dedi Prens Jiho, otoriter bir sesle. Ama yüzü solgun görünüyordu. Yanında sıklım püklüm duran Sebeo da vardı. "Prens Jiho," dedim temkinli bir edayla. Reverans yapmayı unuttuğumu Sebeo'nun kaş göz işaretiyle fark ettim. Ama yine de dik durmaya devam ettim. Bacaklarımın el verdiğince tabii. Yalnızca başımı hafifçe eğmekle yetindim. Zaten başım dönüyordu, biraz daha eğilip de kafa üstü çakılmak istemiyordum.
"Sebeo bir şeyler anlattı. Ama yine de tekrar senden duymak istiyorum." Sebeo'ya baktım. Her şeyin yolunda olduğuna dair bir işaret vermesini. Ama Prens’in yanında fazlasıyla utangaç görünüyordu. Kendini hâlâ bir prensin yanına yakıştırmıyor olmalıydı. Ama Prens Jiho'nun böyle düşünmediğine emindim. "Oturun lütfen. Uzun bir sohbet olacak," dediğimi yaparak yatağıma oturdu. Dikkatli bakışları üzerimdeydi. "Prens Kang So'nun masumiyetini kanıtlamak için yardımınıza ihtiyacım var."
"Sebeo yarım yamalak bir şeyler anlattı ama duyduğum kadarıyla senin de bir planın varmış."
"Doğru. Prens Yeong Jin'in odasında birkaç mektup buldum." Jiho'nun kaşları çatıldı ve devam et dercesine çenesini oynattı. Kang So'yla tartıştığımız her şeyi Prense de anlattım. Söylediklerimi mantıklı buldu. "Üç tane birbiriyle çelişen mektubumuz ve iki tane görgü tanığımız var," dedi, ayağa kalkarak ellerini arkasında bağladı. "İki tane derken? Tek bir tanığımız var, o da Sebeo." Güldü ama bu gerçek bir gülümseme değildi. "Yanılıyorsun."
Arkası bana dönük, sesi kendinden emindi. "Tek tanık Sebeo değil, bir kişi daha var. O da benim." Duyduğum şey karşısında şaşkınlıkla bağırdım. Kulaklarım doğru mu duymuştu? O gün yaşanılan cinayeti Prens Jiho da mı görmüştü? Bunca zaman neden sessiz kalmıştı o zaman? "Bunca zaman neden sessiz kaldınız?" Bu sefer yüzünü bana döndü. Dudaklarında bilmiş bir sırıtma vardı. "Her şeyin bir zamanı vardır. O gün konuşsaydım eğer işler daha da karışırdı. Kral çok kızgındı.
Kang So ağabeyim sessiz, 2. Prens ise Kralı etkisi altına almıştı. Kral’ın beni dinleyeceğini zannetmiyordum. Prens Seok'u dinlemeyen beni hiç dinlemezdi." Yenilmişlikle iç çektim. Haklıydı. Yeong Jin'in öyle bir manipüle yeteneği vardı ki Kralı etkisi altına çabucak alabiliyordu. Ya Yeong Jin çok kurnazdı ya da Kral çok saf. Eh, erkeklerin aklı entrikaya pek çalışmazdı tabii.
Yeong Jin sadece bir istisna. "Yalnız, aklıma takılan bir şey var," dedi ve yavaş adımlarla bana yaklaştı. Sorgulayan bir ifadesi vardı. "2. Prens’in tüm bunları yapmasının sebebi tam olarak nedir? Bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Sebeo biliyor ama bana anlatmıyor." İkimizin de bakışları Sebeo'yu buldu. "Siz anlatırsanız daha iyi olur diye düşündüm."
"İyi düşünmüşsün." Boğazımı temizleyip Prens’e baktım. Demek sırrımı bir kişi daha öğrenecekti. İçimi bir gerginlik kapladı. Tepkisi ne olurdu acaba? Prens Jiho aklı başında birine benziyordu. Oturmasını kalkmasını bilen derler ya, onun gibi. Ama bu durumu soğukkanlılıkla karşılar mıydı emin değildim. "Şimdi şöyle ki, 2. Prens’in tüm bunları yapmasındaki sebep Yesoo da yatıyor." Kaşları çatıldı. "Yani sende?"
"Hayır." Başımı eğdim ve rahatlamaya çalışır gibi derin bir nefes aldım. "2. Prens, Yesoo'ya taciz etti. Yesoo'yu, Prens’in elinden kurtaran Merhum Prens'ti. Her şeye şahit olduğu için Merhum Prens’e cephe aldı ve onu ayin günü öldürdü. Buraları geçiyorum, çünkü zaten biliyorsunuz. Yesoo yaşadığı bu olaydan sonra büyük bir karamsarlığa kapıldı ve bu esnada Şaman Seo ile karşılaştı.
Yesoo başka biri olarak doğmak, bu bedenden kurtulmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Şaman Seo, Yesoo ve benim bedenlerimizi değiştirdi. Onun yüzünden gelecekten ta bin yıl öncesine geldim. O hafızamı kaybettim olayı tamamen yalandı çünkü bulunduğum duruma nasıl bir bahane sunacağımı bilemedim." Boynumdaki kolyeyi çıkarıp Prens’e uzattım. "Bu, Şaman Kolyesi. Bunun sayesinde Yesoo'nun bedenindeki beni görebilirsiniz. Ha, inanmam derseniz Yesoo'nun ruhunu da çağırabilirim. Bizimle konuşuyor.
Bir ışık olarak görünüyor ama size her şeyi kendi ağzıyla anlatabilir." Dur durak bilmeden anlattıklarımı, Prens çıtını çıkarmadan dinledi. Ya da şaşkınlıktan küçük dilini yuttu ve konuşamıyordu. Ki bu beklenilen bir durumdu. Karşımdaki adamın yüzü bembeyaz, gözleri faltaşı gibi olmuştu. Bir bana bir elimdeki kolyeye bakıyor, ağzını bir kapatıp bir açıyordu. Tuhaf mırıltılar çıkarırken odanın ortasında volta atamaya başladı. "Bekle, bekle, bekle..." dedi eliyle alnını ovalarken. "Bu anlattıkların deli saçması. Ne, 2. Prens Yesoo'ya taciz mi etti? Bu mümkün değil." Güldü. "Bunu neden yapsın?"
"Çünkü ona saplantılıydı," dedim acımasızca. Yutkundu ve ayakta zor duruyormuş gibi kendini yatağa bıraktı. "Ben, ben her olasılığı düşündüm, ama bu hiç aklıma gelmedi. Kimin aklına gelir ki? Aynı kanı taşıdığım ağabeyimin böylesine, böylesine..." Doğru kelimeyi bulamıyormuş gibi bocaladı ve başını ellerinin arasına alarak gözlerini kapadı. Bir şey söylemedim. Ona zaman tanıdım.
Öğrendiği şeyler çok ağırdı ve kaldırabilmesi gerçekten zordu. Kimse ailesinden birinin karanlığa karıştığını kabul edemezdi. Her karanlığın içinde bir ışık vardır ama bazılarımız o karanlıkla doğar. Yeong Jin'i bu karanlığa sürükleyen neydi bilemiyorum. Sadece taht sevdası mı, yoksa babasına kendisini kanıtlama çabası mı, bilmiyorum. Babasının üzerindeki etkisini farkında. İstediği her şeyi elde etme gücüne, kurnazlığına sahip.
Elde edemediği bir şey olduğunda onu takıntı haline getiriyor ve alana kadar da durmuyor. Tahtı istedi, tahtın varisini öldürdü. Şimdi varis o. Yesoo'yu istedi, ona sahip olmaya çalıştı ama başaramadı. Onun yerine canını yakmayı tercih etti. Beni Yesoo sanmasına rağmen zindana kapatılıp defalarca kırbaçlanmama seyirci kaldı. Sahip olamıyorsam, canını yakarım mantığıyla.
Yesoo ve Minseo aşkını biliyordu ve bu aşkı yok etmek için her şeyi göze aldı. Minseo'nun hasta olmasının sebebi kendisiydi. Sahip olmadığı zaman hırs yapıyor, o hırsıyla herkesin canını yakıyordu. Bir kişi değil, on kişi etkileniyordu. "Ve ne dedin?" Beni düşüncelerimden koparan Prens’in bocalayan sesi oldu. "Yesoo ve senin bedenleriniz mi değişti? Sen kimsin? Hepsini geçtim, bu saçmalığa nasıl inanabilirim?"
Sebeo yanındaydı ve elini sırtına koymuş, onu sakinleştirmek amacıyla sıvazlıyordu. Bu beklediğim bir tepkiydi, bu yüzden hazırlıklıydım. "Birincisi bu kolye. Eğer bunu takarsanız beni göreceksiniz. İkincisi de..." Gözlerimi kapatıp içimden Yesoo'ya seslendim.
Elimi kalbime koyduğumda anormal derecede hızlı atıyordu ve bedenim buz kesmişti. Yesoo'yla bağ kurduğum an bir şey daha fark etmiştim. O da hızlı atan kalbim ve buz kesen bedenim. Artık ona ulaşmak için sesli dile getirmeme de gerek yoktu. Bir anda tüm odayı saran sarı bir ışık belirdi. Gözlerimi aldığı için elimle yüzüme siper aldım. Yesoo'nun ışığı bu kadar parlak mıydı? Prens Jiho gördüğü manzarayla adeta yerinden sıçradı. "Bu da ne böyle?!"
"Yesoo," dedim sakince. "Şaman Seo'nun yarım yamalak yaptığı büyü yüzünden kendisi benim bedenimde değil, saf bir ruh olarak yaşıyor." Hem de böyle yarım yamalak bir büyüydü ki, onun yüzünden ölümün eşiğindeydim. "Prens Hazretleri." Prens, Yesoo'nun yankılı sesini duyduğunda bir kez daha irkildi. "Bu... Bu... Bu gerçek mi?" dedi hayret dolu bir nidayla. Sebeo'yla aynı anda başımızı salladık.
"Bu inanılmaz!" Bir anda gülmeye başlayınca afalladım ve gözlerimi kırpıştırarak, ışık Yesoo'nun etrafında dönen ve hayretle gözleri parlayan adama baktım. Onu ilk defa gülerken hatta aşırı tepki verirken görüyordum. Benim tanıdığım Prens Jiho, hep ciddiydi. "Şu kolye. Takabilir miyim?" Hiç beklemeden kolyeyi ona verdim. Boynuna taktığında birkaç saniye duraksadı. "Ne yapmam gerekiyor?"
"Gözlerinizi kapayın, göz kapaklarınızda beni göreceksiniz." Gözlerini kapadı. Kalbim hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Gerçi Prens’e olan biteni anlatmaya başladığından beri hızlı atıyordu, ama şimdi gergin bir kalp atışıydı. "Bu kadın farklı," dedi kaşları çatılırken. "Bize benzemiyorsun. Şu gözlere bak, kocaman!" Aynı yeni bir şey keşfetmiş bir çocuk gibi söylediklerine başımı eğerek güldüm. Korelilerin büyük gözlere zaafı olduğunu biliyordum. Dış görünüşlerine çok takıntılılardı. "Koreli değil misin sen?"
"Hayır, Türk’üm." Gözlerini açtı. "O zaman korecen nasıl bu kadar iyi?"
"Bir akrabam Koreli, ondan öğrendim."
Kaşları havalandı ve haa gibi bir ses çıkardı. Sonra tekrar Yesoo'ya döndü. "Yesoo, sen iyi misin? Olan biteni öğrendim. Çok zor zamanlar geçirmiş olmalısın. Bunu fark edemediğim için üzgünüm." Asık yüzüyle Yesoo'ya doğru uzanmak istedi ama eli ışığın içinde kayboldu. Bunu fark eden Prens geri sıçradı. "Ah, buna alışamayacağım sanırım."
"Ben iyiyim, Prensim, merak etmeyin. Aylin ve sizin yardımınızla daha iyi olacağım." Prens’in tek kaşı kalktı. "Aylin kim?" Sağ elimi benim dercesine kaldırdım. "Anlamı ne?"
"Ay Parıltısı." Gülümsedi. "Güzelmiş."
"Şey, bölmek istemem, ama asıl konuya odaklansak, ne dersiniz?" Sebeo'nun sesiyle havadan sudan sayılabilecek sohbetimizden sıyrılıp asıl konuya odaklandık. "Şimdi," diye sözü aldı Prens Jiho. "Sebeo ve ben görgü tanıdığıyız. Eğer biz evlenirsek, Sebeo mevki olarak yükselecek ve söz hakkı sahibi olacak. İki tane görgü tanığı olması işi daha kolay hâle getirecektir. Ama bu yeterli değil. 2. Prens’in ne kadar akıllı," kesinlikle kurnaz dememek için zeki dedi. "Olduğunu biliyoruz. Bundan da kolaylıkla sıyrılabileceğinden eminim."
"Haklısınız. Ama size söz ettiğim mektuplar çok işimize yarayacak." Kıyafetimin içine sakladığım mektupları ona uzattım. O sırada kıyafetimin iç cebindeki Yin ve Yang taşı elime çarptı. Sanki içinde Kang So’nun ruhu varmış gibi kalbim hızlandı. Bu iç cebi, Sebeo’dan dikmesini istemiştim. Prens Jiho mektupları alıp okumaya başladı. Okudukça yüzü düştü, bazı yerlerde duraksadı. Şu an ne kadar üzgün olduğunu büzülen dudaklarından görebildim. Ağlamamak için kendini sıkıyordu.
"Gerçekten birbiriyle çelişiyor bu mektuplar, kesinlikle işimize yarayacaktır." Yüzüme bir gülümseme yayıldı. "Ama sadece bununla da kalmayacağım. Aklımda bir şey daha var, ama kesin sonuç alıp almayacağımı bilmediğim için şu anlık kendime saklamak istiyorum." Başıyla onayladı. Dikkati mektuplardaydı. Sebeo da Prens’in yanında başını uzatmış mektuplara bakıyordu. "En önce şu düğün işini halletmemiz gerek. Kralı ikna etmek size düşüyor.”
"Elimden geleni yaparım. Bu düğün her ne kadar çok istediğim bir şey olsa da" Sebeo utanarak kızardı ve başını eğdi. "Aynı zamanda hayat memat meselesi. Gerçekleşmesi şart." Ona bir adım yaklaştım ve temkinli bir hâlde gözlerine baktım. Gözler duyguları gizleyemezdi. "İpin iki ucunda da ağabeyiniz var. Biri özgür kalsa, diğeri tutsak edilecek. Nasıl bu kadar soğukkanlı kalabiliyorsunuz?" Sıkıntıyla bir iç çekti, bilgiç bir gülümseme yüzüne yayılırken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.
"Adalet duygum, kardeşlik bağımdan önce geliyor ne yazık ki. Bir krallık duygularla yönetilmez. Mantık ve adalet gerekir. Adalet, Kang So ağabeyimin tarafında olmaktır. Yeong Jin ağabeyim hırslarının kurbanı oldu ve bir sürü insanın canını yaktı. En yakınlarımızın. Bu sebeple cezasını çekmeli. Hiçbir kötülük cezasız kalmaz. Hem, önceden gösteremediğim cesareti şimdi göstermek istiyorum."
Bu sözleri içime su serptiği kadar duygulandırdı da. Bulunduğu durum çok içler acısıydı. İpin iki ucunda da kardeşleri vardı ama o adaletli olmayı seçiyordu. Adalet bir ülkenin temel taşıdır. Bunu sağlayabilene ne mutlu... Tam ağzımı açıp bir şey söylemek üzereydim ki ani bir gürültüyle kapı açılınca hepimiz o yöne döndük. Kang So yüzünde büyük bir gülümsemeyle kapıda dikiliyordu. Bizi görünce yüzünde bocalayan bir ifade belirse de sonra hemen toparladı. "Minseo uyandı!"
...
Prens Minseo'nun uyandığı haberini aldığımızda odadan öyle bir fırladık ki, Sebeo'yla birbirimize çarpıp az daha kızcağızı yere düşürüyordum. Onu kolundan tutarak koştura koştura Kral ve Kraliçenin odasına ilerledik. Kang So bana kaşını kaldırıp, neler oluyor? İşareti yaptığında, sonra, dercesine başımı iki yana salladım. Prens Minseo'nun kaldığı odaya saptığımızda bir cümbüş hâkimdi. Ağlayan, birbirine sarılıp gülüşen, yerinde zıplayan...
Hepimiz Kang kardeşlerin arasına gireceğimiz sırada bir duraksama yaşadım ve Prenses Yeonhwa ile yaşadığımız gerginlik geldi aklıma. Bundan sebep, gitsem mi yoksa kenardan mı izlesem bilemedim. Ama Kang So kolundan tutup beni arkasından sürüklediğinde itiraz bile etmeye fırsat bulamadan kendimi o cümbüşün içinde buldum. Ablam ve Prens Seok da sevinçle birbirlerine sarılıyorlardı. Ablam beni görünce büyük bir gülümseme ve dolu gözleriyle yanıma geldi ve elimi sıkıca tuttu. "Neler oluyor? Minseo'nun uyandığını duyduk, doğru mu bu?" diye sordu Prens Jiho, hem şaşkın hem sevinçli bir edayla. "Doğru ağabey, doğru!"
Prens Uk'un cevabıyla hepimiz derin bir nefes aldık. Prens Minseo'nun bu kadar kolay pes edeceğine ihtimal vermiyordum zaten. Kardeşlerin hepsi tek tek odaya girmeye yeltendi, ama hekim kadın kalabalık olursa Prensi rahatsız edebileceğini söyleyerek ikişer ikişer girmelerini rica etti. Kardeşler bunu mantıklı bulmuş olacak ki kendi aralarında, "Önce ben gireceğim."
"Hayır ben gireceğim," diyerek tartışmaya başladılar. "İkiniz de aynı anda girin işte!" diyerek sabırsızca yerinde kıpırdandı Prens Sunwoo. Bu sayede 8. Prens Cheol ve 10. Prens İn Baek ilk ziyaretçi oldular. Onlar içeri girdiğinde kapıda bekleyen kardeşler de heyecan ve sabırsızlıkla bir ileri bir geri yürüyor, bazıları durduğu yerde çöküp geri kalkıyordu. Bu halleri gülümsememe sebep oldu.
Öyle heyecanlılardı ki Prens Minseo'yu görmek için, benim orada olduğumu bile fark etmemişlerdi. Ya da o kadar kızgınlardı ki beni görmezden geliyorlardı. Her şeyin sorumlusunun ben olduğumu düşünüyorlardı. Ama aslında bu kadar acıya sebep olan tek kişinin Yeong Jin olduğundan bir haberdiler. "Sen iyi misin, Yesoo? Çok solgun ve halsiz görünüyorsun." Ablamın endişesini hafifletmeye çalışarak gülümsedim. "İyiyim, merak etme." Günü geldiğinde onu da bırakmak zorunda kalacağım aklıma gelince gözlerim doldu ve görmemesi için başımı eğdim. Onu seviyordum. Benim bir ablam yoktu ve onda abla sıcaklığını hissetmiştim. Bu yüzden ondan ayrılmak bana çok zor gelecekti.
Tam yarım saat ya da yarım saatten fazla kardeşlerin ikişer ikişer odaya girip çıkmalarını seyrettik, ben, ablam ve Sebeo. O da aynı benim gibi görünmezdi sanki. Kardeşler odaya heyecanla girip ya buruk bir gülümsemeyle ya da dolu gözlerle çıkıyorlardı. Canları çok yanıyordu, bunu anlayabiliyordum. Benim de Miray'ın başına böyle bir şey gelmiş olsa içim parçalanır, lime lime olurdu. Bir dakika bile yanından ayrılmazdım, bu yüzden onlara hak veriyordum. Bunu düşününce içime kardeşime ve aileme olan özlemim arttı ve kalbim sıkıştı.
Ne zamandır onları görmüyordum? Kaç gündür? Ya da kaç aydır? Zaman kavramını yitirmiştim artık. Tek istediğim onları bir an önce görmekti. Yanlarında olmaktı. "Neden ağlıyorsunuz? İyi misiniz?" Yine ailemle ilgili düşüncelere dalmışken, Sebeo'nun beni dürttüğünü ve ağladığımı fark etmemiştim bile. "Hiç, yok bir şey," diyerek onu geçiştirdim ve karşımda başka bir endişeli gözün, hatta sadece endişeli değil, meraklı ve kafası karışmış gözlerinde beni izlediğini fark ettim.
Kang kardeşlerin gözü benim üzerimdeydi ve neden ilginin bir anda bana çevrildiğini anlamamıştım. Ağladığımdan dolayı mıydı? Hepsinin yüzüne baktığımda sebebin bu olmadığını anladım. "Ne oldu? Neden öyle bakıyorsunuz?" dedim ortaya konuşarak. Karşımda kaşları havaya kalkmış ve gözleri parlayan Kang So vardı. Bir adım yaklaşarak ellerini omuzlarıma koydu ve yüzümün bir santimini inceledi. Neden böyle yaptığını hâlâ anlamayarak kaşlarım çatıldı. Onunda hafifçe yüzü buruşmuştu. "İyi misin sen? Kaç defadır sana sesleniyorum, ama hiç tepki vermiyorsun," dedi yumuşak bir tonda.
Bana mı sesleniyordu? Anılarıma o kadar dalmıştım ki bana seslendiğini hiç duymamıştım bile. "Dalmışım sadece." Mahcup bir hâlde gözlerimi kaçırdım. "Ne oldu? Neden bana seslendin?"
"Minseo seni görmek istiyor," dediğinde dudaklarım aralandı ve şok içinde ona bakakaldım. Prens Minseo beni mi görmek istiyor? Uyanır uyanmaz görmek istediğine göre, önemli bir şey olmalıydı. "Neden seni görmek istiyor anlamadım," dedi Prenses Yeonhwa, sert bir şekilde.
"Hem de uyanır uyanmaz. Yoksa sana hâlâ âşık mı? Onca olandan sonra?" Hâlâ beni suçluyordu. Yargısız infaz yapıyordu. "Prenses Hazretleri, lütfen böyle yapmayın," dedi ablam, sesini yumuşak tutup yalvaran bir edayla ve elimi daha sıkı tuttu. Beni korumaya çalıştığını farkındaydım. Çiçek hastalığı hakkında en ufak bir fikri yoktu muhtemelen. Hastalığın duygusal yolla değil, fiziksel yolla bulaşacağından bir haberdi. Sinirlenmeye başlıyordum. Zaten yeterince gergin ve hiç olmadığım kadar yorgundum, bir de şımarık prensesin suçlamalarıyla uğraşıyordum. Boşta kalan elimi yumruk yaparak eteğimin arkasına sakladım.
Çenem kasıldığı için sinirlendiğimi görmüş olmalılardı. "Siz suçlamalarınıza devam edebilirsiniz, Prenses. Ama şunu belirtmek isterim ki, çiçek hastalığı duygusal yolla ortaya çıkan bir hastalık değildir. Prens Minseo'nun aşk hayatıyla ilgilenmek ve suçlayacak birilerini aramak yerine ona destek çıkmanız herkesin yararına olur. Şimdi izninizle, Prensi daha fazla bekletmeyeyim."
Ses tonumun keskinliği ve laflarımın ağırlığı altında ezilen Prenses istifini hiç bozmadı, ama gözleri az önce yaptığım patavatsızlıktan ötürü büyümüştü ve çenesi kasılıyordu. Prensler şok içinde birbirlerine bakarken, yapay bir reverans yaparak odadan içeriye girdim. Odada Prens'ten başka kimse yoktu. Kral ve Kraliçe ne zaman gitmişti? Hekimlerin, ben odaya girerken çıktıklarını gördüm. Anlaşılan Prens yalnız konuşmak istiyordu.
Yavaş adımlarla yatağa yaklaştım. Prens’in yatakta hiç kıpırdamadan yattığını gördüğümde kalbim sızladı. Yüzünün rengi normal haline yavaş yavaş dönüyordu. Yüzündeki kızamıklar silik bir hâle gelmişti. İlaçlar sayesinde hastalığı vücudundan yavaş yavaş attığını söylemişti Kang So. Zaten bu yüzden uyanabilmişti. Dudakları kurumuş ve çatlamıştı. Yarı uyanık, yarı baygın bir hâli vardı. Beni gördüğünde zoraki yutkundu ve kurumuş dudaklarını araladı. "Geldin demek." Sesi öyle boğuk ve hırıltılı çıkıyordu ki söylediklerini zor anlayabildim.
Onun bu hâli gözlerimi doldurdu. Yeong Jin eseriyle gurur duyuyor muydu acaba? "Yaklaş lütfen." İkiletmeden yavaş adımlarla baş ucuna kıvrıldım. "Nasıl hissediyorsunuz?" Gülümsemeye çalıştı. "İyi olacağım. Senden bir ricam var." Kaşlarım havalandı ve merakla öne eğildim. "Elbette. Ne isterseniz."
"Yesoo'yu görmek istiyorum. O zaman ki gibi çağırabilir misin onu?" Yutkundum. Yesoo'nun bu durumdan haberi yoktu. Ve söylemediğim için bana çok kızacaktı eminim. "Elbette çağırırım, ama onun sizin durumunuzdan haberi yok."
"Yine de çağır. Belki onu..." Ardı ardına bir öksürük krizine girdiğinde panikleyip ayağa fırladım ve komidinin üzerindeki sarı sürahiyi alarak küçük fincana su doldurdum. Prens’in başını kaldırarak bedenini omzuma yasladım ve destek almasını sağlayarak suyu içirdim. Suyu içtiğinde neyse ki sakinleşti.
"Belki onu son görüşüm olacak." Acı dolu ifadesi boğazımı düğüm düğüm etti. "Böyle söylemeyin, iyi olacaksınız. Her şey düzelecek, söz veriyorum size," dedim net bir tavırla. Başını tekrar yastığa koyduğumda derin bir nefes aldım ve Yesoo'yu çağırmak üzere odaklandım. Birkaç saniyenin ardından yanımızda belirdiğinde bir çığlık koyuverdi. Öyle ki kulaklarımı kapatmam gerekti. "Prensim, ne bu haliniz? Tanrım. Ne oldu size?"
Prens’in yüzünde bir gülümseme oluştu ve sanki Yesoo'ya dokunmak ister gibi elini uzattı. Öyle içim acıdı ki gözlerimi kısa bir an yummak zorunda kaldım. İnsanların sevdikleri konusunda sınanmasına dayanamıyordum. Sevdiklerinden ayrı kalmalarına. Şimdi karşımda bir çift acı çekiyordu. Minseo, kardeşi yüzünden sevdiği kadından ayrı kalıyordu. Yesoo, takıntılı aşkı yüzünden ne bedenine ne de sevdiği adama kavuşabiliyordu.
Acı çekiyorlardı ve kavuşmak için ikisi de can atıyordu. Ama elden hiçbir şey gelmiyordu. Şaman Seo bu durumu nasıl düzelteceğim konusunda tek kelime etmiyordu. Bir şeyler bildiğini biliyordum ama neden sakladığını anlayamıyordum. Eğer söyleseydi, her şey çoktan normale dönmüş olacaktı. Yesoo'nun ağlamaları arasında Minseo açıklama yapmaya çalışıyordu. Ağlamaması için ısrar ediyordu. "Ağlama. İyi olacağım Yesoo, merak etme. Her şey düzelecek."
"Çok özür dilerim, hepsi benim suçum." Hayır, Yesoo hiçbir şey senin suçun değil. "Bana neden anlatmadın?" dedi. Ağlıyordu ve öfkeliydi. "Sadece üzülmeni istemedim. Zaten olduğun vaziyet seni yeterince üzüyor, bir de bu sebepten üzül istemedim. Kendini çaresiz hissetmeni istemedim."
"O haklı, üstüne gitme." Yesoo ağlamaya devam ederken Prens’e yaklaştı. Öyle bir yaklaştı ki kaşlarım çatıldı. Ne yapmaya çalıştığını anlayamadım. Işık Yesoo, Prens’in tam üzerinde sanki ona tepeden bakıyormuş gibi durduğunda dudaklarım aralandı ve nefesimi tuttum. Kalbim hızlanmaya başlamıştı.
Şu an şahit olduğum manzara, daha önce hiç görmediğim kadar büyüleyici, aynı zamanda ürperticiydi. Çünkü Yesoo adeta Prens’in içine girmişti. Bedenini ışığıyla kaplamıştı ve Prens Minseo şu an öyle çok parlıyordu ki ışığı gözlerimi aldı ve ellerimle yüzümü kapatmak zorunda kaldım. Prens derin bir nefes aldı ve göğsü şiddetle kabardı. Gözünden bir damla yaş süzüldüğünde teni eski haline gelmiş, bedenindeki izler kaybolmuştu. Eskisinden çok daha iyi görünüyordu. Yüzü nur inmiş gibi parlıyordu.
Yesoo'yla birbirlerinden ayrıldıklarında hâlâ ağzım bir karış açık onlara bakıyordum. "Bu da... neydi böyle?" dedim derin bir nefes alarak. Az önce ne yaşandı? Yesoo, Prens Minseo'yu mu iyileştirmişti? Prens’in yüzünde sersem bir ifade vardı ve dirseklerinden destek alarak yatakta doğruldu. Ellerini yüzünde ve bedeninde gezdiriyor, bu sırada yüzünde bir sırıtış beliriyordu. "İyileştim galiba," dedi inanamayarak. "İyi ama, bu nasıl oldu? Yesoo az önce ne yaptın?"
"Emin değilim... Sadece ışığımın Prensi iyileştirebileceğini düşündüm. Ya da hissettim, bilemiyorum. Belki de bu da şaman cadısının büyüsünün bir parçasıdır." Söylediklerini düşününce mantıklı bir cevap bulamıyordum, ama şu an umurumda olan tek şey Prens Minseo'nun iyileşmiş olmasıydı. "Sen benim gerçekten yaşam kaynadığımsın, Yesoo." Prens’in gözleri öyle sıcak ve aşk dolu parlıyordu ki içim ısındı.
O an aklıma Kang So geldi ve bugün kütüphanede yaşadığımız yakınlaşma göz kapaklarıma düştü. O anları düşününce yanaklarıma kanın hücum ettiğini ve tenimin karıncalandığını hissettim. Ufak bir temasında ya da bakışında bile heyecanlanıyorken, daha fazlasını yaşasak ne hissederdim kim bilir. "Bu durumdan nasıl kurtulacaksınız gerçekten?" dedi Prens, bir bana bir Yesoo'ya bakarak. "Bir planın var gibi duruyordu.”
“Var. Ama bunu size nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Bence bilmemeniz çok daha iyi. Hem daha yeni iyileştiniz, sağlığınızın tadını çıkarın. Şunu bilin yeter; bu planda yalnız değilim ve her şeyin çözülmesine çok az kaldı." Kendimden emin bir şekilde gülümsediğimde Prens’in kafası karışsa da gülümseyerek karşılık verdi. Sonrası tam bir cümbüştü. Yesoo gitmişti. Ben de sevinçle kapıya koşmuş, kardeşlerin hepsine müjdeyi vererek içeriye almıştım. Kardeşler, Minseo'nun ani değişimini gördüklerinde şaşkınlıkla onu izlediler.
Nasıl bu kadar çabuk iyileştiğini sorduklarında, "Zaten hastalığı üzerimden attım, ilaçlar da etkili ilaçlarmış. Kendimi hâlâ yorgun hissediyorum ama iyiyim," dedi. Bu sözlerine kardeşler pek inanmasa da üstelemediler. Tek düşündükleri Prens’in artık iyileşmiş olduğuydu. Uzun dakikalar kardeşlerin birbiriyle şakalaşması ve sohbetleriyle geçti. Hepsine bir anda renk gelmişti. Ama kardeşlerin beni görmezden geldikleri bariz ortadaydı. Eskiden Prenslerin ve Prenseslerin Yesoo'yla çok iyi anlaştığı düşünülünce, bu fazlasıyla göze batan bir durumdu.
Minseo da bunu fark ederek, "Neyiniz var sizin? Bir gerginlik seziyorum," dedi tek kaşını kaldırarak. "Yeonhwa, sana olanların suçlusu olarak Yesoo'yu görüyor," diye ağzından kaçırdı Prens Uk ve yaptığı hatayı anlayınca dudağını ısırdı. Prens Minseo şaşırmış vaziyette hepimize baktı. "Bu da ne demek? Ne demek, suçlu görmek?" Yeonhwa başını eğdi ve elleriyle oynamaya başladı. "Şunu bilmenizi isterim ki, bana olanların hiçbir sebebi Yesoo değil.
Yesoo'nun hiçbir suçu yok ve ayrılmış olmamız, dost olmadığımız anlamına gelmiyor. Eğer bir suçlu arıyorsanız, onu bu odanın dışında arayın." Sözlerini keskin bir dille bitirdiğinde ortamda uzun bir sessizlik oldu. Bu sessizliği bozan Prens İn Baek oldu. "Bu güzel haberi Kral ve Kraliçe’ye söyleyelim. Aynı zamanda Özel Salon da bir ziyafet tertip etmelerini isteyeceğim. Ağabeyimin iyileşmesini kutlamalıyız." Yüzünde güller açarak odadan çıktığında diğerleri de arkasından gitti.
Ziyafeti duyunca heyecanlanmışlardı. Odada ben, Kang So, Prens Jiho ve Sebeo kalmıştık. Sebeo çıkmak istemişti ama Prens Jiho onu durdurdu. Gözleri Minseo'nun üzerindeyken gülümsüyordu. "Sana söylemek istediğim bir şey var Minseo. Bu söyleyeceğimi bu odadakiler dışında kimse bilmiyor, ama yarın herkes öğrenecek." Ne söyleyeceğini hepimiz biliyorduk. Prens’in merakla kaşları havalandı ve yattığı yerde iyice dikleşti. "Dinliyorum." Prens Jiho kısa bir an duraksadı ve söze girdi. "Sebeo ve ben evleniyoruz ve senin yardımına ihtiyacımız var." Minseo şaşırarak irkildi ve bir süre, bir Prens’e, bir Sebeo'ya baktı. Sonra hayretle homurdanıp elini ağzına götürdü. Sırıtıyordu. "Benden ne tür bir yardım istiyorsunuz?"
"Kralı bu izdivaç için ikna etmeni. Biliyorsun, o beni başkasıyla evlendirmek istiyor." Şaşkınlıkla Prens’e baktım ve bu durumdan yalnızca benim haberdar olmadığımı ve şaşırdığımı fark ettim. "Kral’ın istediği kişiyle evlenmeyeceğim, bu yüzden onu ikna etmeni istiyorum." Ciddi bir ifadeyle kardeşine baktı. Prens sırıtmaya devam etti. "Sen o işi bana bırak ağabey."
...
Ertesi gün hepimiz Özel Salonda toplandık. Karşılıklı uzunlamasına iki masa ve sıra sıra dizilmiş sandalyeler vardı. İki masanın ortasında Kral ve Kraliçe’ye ayrılmış, ne çok küçük ne çok büyük bir masa hazırlanmıştı. Boylu boyunca çeşit çeşit yemekler, tatlılar ve içeceklerle doluydu. Bazılarının isimlerini bilmiyordum bile. Kang kardeşler salona adım atar atmaz iştah dolu nidalar attılar. Hepsi çok acıktık, diyerek karınlarını ovuyor ve hemen yerlerini alıyorlardı. Kardeşlerden sadece Yeong Jin yoktu. Zaten gelmesini de beklemiyordum. Sonuçta öldürmeye çalıştığı kardeşinin sapasağlam aramızda olmasını görmek istemezdi.
Kim bilir nerelerdeydi. Prens Uk ve 11. Prens Jun ellerini hemen tabaklara daldırdı. Bunu gören Prens Yul ikisini azarladı ve Kral ve Kraliçe’yi beklemelerini söyledi. Yedikleri azardan sonra Uk dudak bükerken, Jun göz devirdi. Ablam ve Prens İn Baek'in zevcesi de hemen Prenslerinin yanında yerini almıştı. Yerini almayan kimse kalmadığında gelmeyen sadece Kral ve Kraliçe kalmıştı.
Kardeşler kendi aralarında hâlâ Prens Minseo'nun nasıl bu kadar çabuk iyileşebildiğini tartışıyorlardı. Prens’in uydurabildiği tek yalan, hekimlerin verdiği şurupların ve bitkilerden yapılan merhemlerin çok etkili olduğuydu. Kardeşler bunu hâlâ so gulamaya devam etse de onun bu kadar kısa zamanda toparlanabildiğine seviniyorlardı. Be nde tam Kang So'nun yanında ayakta dikiliyordum. Herkes onun hizmetçisi olduğumu biliyordu ve hizmetçiler soyluların yanında oturmazdı.
Sebeo da hemen Prens Jiho'nun yanında ayakta duruyordu ve sanki servis yapıyormuş gibi fincanına içki dolduruyordu. Ama bunun, gerginliğini gizlemek için yapılan bir hareket olduğunu biliyordum. Eğer bu düğün kabul edilirse, artık hizmetçi olmak zorunda kalmayacak, bir soylu olacaktı. "Neden oturmuyorsun?" diye sordu Kang So, yüzüme doğru eğilirken. Ben de onun gibi fısıldadım ve ellerimi önümde bağlayıp mağrur bir eda takındım.
"Ben bir hizmetçiyim, unuttunuz mu?" Yaptığım bu harekete güldü. İkimizde bana yakışmadığını ve benlik olmadığını biliyorduk. "Hazır Jiho nişanını duyuracakken, ben de seninle evlenmek istediğimi mi söylesem? Hem hizmetçi kılıfından kurtulur hem de benim müstakbel zevcem olursun." Yan bir şekilde sırıttı. Bu fikrin ne kadar hoşuna gittiği gözlerinin ışıl ışıl olmasından belli oluyordu.
Benimse gözlerim kocaman olmuştu. "Hayal ettim de şimdi, içime fena bir sıcaklık yayıldı." Uzanıp alttan elimi tuttu ve baş parmağıyla üst tarafını okşadı. Soğuk elim, sıcak eliyle buluştuğunda ürperdim. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakıyordum. Resmen benimle flört ediyordu, hem de bu kadar insan içinde! "Acaba diyorum, buradan ayrılıp odamıza mı geçsek?" Gözlerim kocaman oldu, sanki boğazıma bir şey kaçmış gibi öksürmeye başladığımda kıpkırmızı olduğumdan emindim. Öksürüğümü duyan herkes dönüp bana baktı.
Kang So ise bıyık altından gülüp, önündeki yemeklerle ilgilenmeye koyuldu. Verdin ateşi, şimdi sırıt tabii. Halimi gören Sebeo hemen yanıma geldi ve bana bir bardak su uzattı. Hiç düşünmeden içtim, çünkü yanıyordum. "İyi misiniz?" diye sordu endişeli gözlerle. Başımı sallamakla yetindim. Tam o esnada Kral ve Kraliçe salona girdiğinde hepimiz reverans pozisyonuna geçtik. Reverans yapmayı hâlâ sevmiyorum... Önce hükümdarlar yerine oturdu, sonra çocukları.
Hizmetçiler fincanlara yavaş yavaş içkilerini doldururken hepsinin başı eğik ve göz temasından kaçınıyorlardı. Hepsi kurulu bir robot gibiydi. Onların bu hâlini görünce krallık devrinin bittiğine bir kez daha şükrettim. Günümüzde bir hizmetçi, köle ya da cariye olduğumu düşününce bile tüylerim diken diken oluyordu. Kraliçe ya da prenses olsaydım bile, pek bir şey değişmeyecekti, çünkü bu devirde kadınların söz hakkı ya da seçim hakkı yoktu.
Çoğu zaman politika uğruna başka krallıkların varisleriyle evlendirilirlerdi. Başka bir değişle, satılırlardı. Fikirleri sorulmaz ve ne söylenirse söylensin boyun eğmek zorundaydılar. Bunları düşününce Atatürk'e bir kez daha minnet duydum. Onun sayesinde şu an çok daha rahat, çok daha özgür yaşayabiliyorduk. O irade gücüne sahiptik ve tüm dünya bunu kabul ediyordu. Onun sayesinde kabul görülebilmiştik. İlk tohumu o atmıştı.
İrade, bir insanda olması gereken en önemli şeydi fikrimce. "Majesteleri." Sözü alan Prens Jiho'ydu. İşte başlıyoruz. Başımı çevirip hemen Prens’in yanındaki Sebeo'ya baktım. O kadar gergindi ki tırnaklarını etine geçirip duruyordu. Başı öne eğik, yutkunup duruyordu. Onun bu hâline acımadan edemedim. Hâlâ kendini bir prense layık görmüyordu. "Size bahsetmem gereken bir konu var." Hepimiz Prens’e ve anlatacaklarına dikkat kesildik.
"Nedir o, Jiho?" Kralı’n tek kaşı kalkmış, meraklı gözlerle, duruşu dik ve yüzünde gülümsemeyle karşında duran oğluna bakıyordu. "Beni, Prenses Ha Yoon ile evlendirmek istediğinizi biliyorum. Amacınız karşı Krallıkla birleşmek ve gücünüze güç katmak. Bunu defalarca tartıştık ve bu izdivacı istemediği birçok kez dile getirdim, hatırlarsanız."
"Hatırlıyorum." Kral’ın keyfi kaçmıştı. Sıkıntıyla homurdanırken Prens istifini hiç bozmuyordu. "Prenses Ha Yoon'a büyük bir saygım var, çünkü kendisiyle iki Kraliçenin yakınlığı sayesinde tanıştık. Onunla evlenmek istememin sebebi, bir başkasıyla izdivacımı istememdi." Kral’ın kaşları şaşkınlıkla kalktı. Kardeşlerinin de öyle. Hatta bazıları hayretle bir nefes verdi. Kraliçenin gözleri parlıyordu. "Kimmiş o?" Kral’ın sesi otoriter ve sertti. Prens sağ tarafına döndü ve yüzünde gülümsemeyle Sebeo'ya baktı. Sebeo'nun başı hâlâ eğikti.
Hiç tereddüt etmeden kızın elini tuttuğunda, nihayet o da başını kaldırabilmişti. Tedirgin bir hâlde Prens’e bakıyordu. "Sebeo," dedi, kendinden emin bir tavırla. Gözleri bir süre Sebeo'nun üzerinde gezindi ve tekrar Kral’a döndü. Salondaki herkesten şaşkınlık nidaları dökülürken Prensesler ayağa fırladı. Benimse kalbim deli gibi atıyordu. Gerici, bir o kadar da sıcak bir ortamdı.
Hayır, sıcak olan ortam değil, Prens Jiho'nun bakışlarıydı. Öyle bir bakıyordu ki Sebeo'ya, sanki bu odada sadece o vardı. Bu, yüzümde tebessüm oluşturdu. "Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye çıkıştı Kral. Ayağa fırlayıp gözlerini kısarak oğluna bakıyordu. "Farkındayım Majesteleri. Amacınızın mantıklı birçok sebebi var lakin, tek oğlunuzun ben olmadığımı da belirtmek isterim. Ben olmazsam eğer bir başkası olur."
"Bu çocuk oyuncağı değil Jiho! Bu izdivacın gerçekleşeceği çoktan karşı krallığa bildirildi..."
"Bize sorulmadan," diyerek lafını kesti Prens. "Söylediğimin arkasındayım Majesteleri. Sebeo'yla evleneceğim, bu fikrimi kimse değiştiremez. Ya onunla evlenirim ya da hayatıma bekar bir prens olarak devam ederim." Prens’in bu kesin ve net cevabı Kralı iyice öfkelendirdi. Çenesi öyle kasılıyordu ki kırılacak sandım. "Bence," telaşla lafa atlayan Prens Minseo'ydu. O kadar iyi görünüyordu ki sanki birkaç saat öncesine kadar ateşler içinde yanmıyormuş gibiydi. Yesoo ne yapmıştı böyle? "Bir istisna yapabiliriz Majesteleri. Ağabeyim haklı, arkada daha altı prens var."
"Beni sayma." Bunu söyleyen Kang So'ydu. Yandan ona baktım ve gülmemi engellemeye çalışarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Bunu gören Prens, yan bir gülüş sunarak göz kırptı. "Her neyse. Lütfen evlenmelerine izin verin, Majesteleri."
"İyi ama bir hizmetçi krallığımıza ne gibi bir katkı sağlayabilir ki?" dedi Kral. Hâlâ öfkeliydi. Hizmetçi diye küçümsediği insanlar olmasa, kıçını temizleyemeyecek dediği lafa bak. Hizmetçilerin verdiği emeği ve uğraşı başka kim veriyor bu sarayda acaba?
Kral da olsan nankörsün işte. "Bana kalırsa, bu defalık politikayı bir kenara bırakıp aşkın galip gelmesini sağlamalıyız." Bu sözlerden sonra aşıkların yüzü kızarırken, Kral yine homurdandı. Bu defa Prens Seok araya girdi. "Benim fikrimi soracak olursanız Majesteleri, 7. Prens Sunwoo ve Prenses Ha Yoon'u evlendirmeniz daha doğru olur. Duyduğum kadarıyla birbirlerine karşı duygusal bağları var." 7. Prens’in gözleri büyüdü ve bir hışımla ayağa kalktı. "Ağabey," dedi uyarıcı bir tonla. Kral bir süre öylece karşındaki karışıklığı izledi.
Bir karar vermeye çalışıyor gibiydi. "Doğru mu bu?" Bu soru Sunwoo'ya yönelikti. Prens başını eğip ellerini önünde bağladı ve çekingen bir tavırla, "Doğru Majesteleri," dedi. "Peki öyleyse." Kral, Prens Jiho ve Sebeo'ya döndü. "Prens Jiho ve Sebeo'nun," yüzünü ekşitti. "Düğün hazırlıkları başlasın." Herkes şaşkınlıkla Kral’a bakarken, birden sevinçle haykırdılar ve Jiho'nun yanına koştular. Prensesler, Sebeo'yu kollarının arasına almışlardı bile. Ben ise uzaktan yüzümdeki gülümsemeyle Sebeo'yu izliyordum. Ne kadar çekingen ve utangaç görünüyordu.
Gözüm Prens Jiho'ya kaydığında, Kang So'yla bakıştıklarını gördüm. Jiho'nun gözlerinde her şey hallolacak, der gibi bir parıltı vardı. Güven veren bir parıltı. İçgüdüsel olarak Kang So'un elini tuttum. Yüzü bana döndü ve elimin tersini öptü. Gülümsedim, gülümsedi.
Sonrası kahkahalar ve sohbetlerle geçti. Prens Sunwoo'ya, evlenme sırası onda olduğu için takılıyorlar, tebrik ediyorlar ve şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı. "Vay be kardeşim, senin evleneceğini hiç düşünmezdim," diyordu 8. Prens Cheol. Prens Uk gülerek ona katıldı. "Prenses şanslı mı, yoksa başı belada mı karar veremedim."
"Ölmek mi istiyorsun?" diye parlardı Sunwoo, ama bu sadece daha fazla gülmelerine sebep oldu. Prens Yul önündeki yemeklerken Minseo'ya yedirmeye çalışıyor, Prens Minseo ise başını iki yana sallayıp reddediyordu. Kız kardeşler ise Sebeo'yla Jiho'yu esir almış durumdaydı. Ne zaman bu derece yakınlaştıklarını sorup duruyorlar, Sebeo da utangaç bir hâlde kaçamak cevaplar veriyordu. Arada bir Prens’e bakıyor, yardım dileniyordu, Prens ise onun bu hâline gülmekle yetiniyordu.
Birkaç saat daha böyle geçti. Vakit akşamı bulunca herkes dağılmaya başladı ve kendi işlerine koydular. Prens Jiho Sebeo'yu, Kang So da beni çekiştire çekiştire Özel Salondan çıkardı. Kang So'yla odaya girdiğimizde, hiç beklemediğim bir anda belimi kavradı ve beni kendine çekti. Öyle sıkı kavrıyordu ki tenim karıncalandı. "Ne yapıyorsun?" dedim sesimin titremesine engel olamayarak. "Şu an o kadar mutluyum ki." Elinin tersiyle yüzümü okşadı. Kısa bir an gözümü kapadım ve tekrar koyu gözleriyle buluşturdum. Çekik gözleri, keskin yüz hatları ve bronz teniyle beni öylesine içine çekiyordu ki yutkundum.
Gördüğüm en mükemmel şeydi. Uzun ve kuzguni saçların ona ne kadar yakıştığını farkında mıydı acaba? "Bir kardeşim iyileşti, diğeri evleniyor." Gözleri dudaklarıma kaydı ve çok yumuşak bir öpücük bıraktı. Öyle ki neredeyse hissetmedim. "Sevdiğim kadın yanımda." Sesi derinleşti. "Ben daha ne isterim?" Gülümsedi ve sanki mümkünmüş gibi beni biraz daha kendine çekti. Eli ensemi kavrarken nefesi yüzüme çarpıyordu. Başı hafifçe yana eğikti.
Nefeslerim sıklaşırken ellerimi omuzlarına koydum. Yakınlığı beni heyecanlandırıyor, midemin kasılmasına neden oluyordu. Biraz daha yaklaştı, dudaklarımızın arasında santimler kala durdu. Benimse gözlerim çoktan kapanmıştı. "Aylin," dedi, sanki dua eder gibi. Tek yapabildiğim mırıldanmaktı. "Aşığım sana. Hem de öyle bir aşığım ki, bir gün gideceğini bilmek kalbimi bin parçaya bölüyor. O parçalar tek tek her bir yanıma batıyor ve beni kanatıyor. Aşkı ilk defa seninle tattım. Senden önce bilmezdim nasıl bir duygu olduğunu.
Aklım ve kalbim tamamen sana ait. Al parçala, kül et. Sonra yeniden birleştir, sar... Beni seninle bütünleştir. Kader ipi gibi, beni sana bağla ve ben senden hiç kopmayayım. Sen bana yeniden bir hayat verdin. Karanlığına gömüldüğüm bu hayatta, bana ışık oldun, yalnızlığıma yoldaş oldun. Hayatın tekrar yaşanabilir olduğunu öğrendim sayende. Yaralarımı sardın." Sözlerini dinlerken gözümden bir damla yaş akmasına engel olamadım. Sözlerindeki içtenliği ve sesindeki tutkuyu iliklerime kadar hissettim.
Ne söyleyeceğimi bilemedim ve bir süre sessiz kaldım. Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Zor bela kelimeler dudaklarımdan döküldü. "Aşkı ben de ilk defa seninle tattım. İlk zamanları buraya ait hissetmiyordum. Değildim de zaten. Tek istediğim aileme kavuşmaktı. Sonra seninle tanıştım ve sen bana buraya ait olduğumu hissettirdin. Burayı ikinci bir evim gibi gördüm. Hayır. Seni ikinci bir evim gibi gördüm. Sözlerin, bakışların, sıcaklığın ve içtenliğin hayatım boyunca tadabileceğimi düşünmediğim o duyguyu tattırdı bana: Aşkı."
Derin bir iç çektim ve ellerimi ensesine götürerek okşadım. Ürperdi. "Hâlâ geri dönmek istiyorum, ama senin varlığın işimi zorlaştırıyor, çünkü seni bırakmak istemiyorum. Keşke gelecekte de birlikte olmamızın bir yolu olsaydı." İç çektim ve kollarımı sıkıca boynuna doladım. Dudaklarımızın arasında santimler vardı hâlâ.
Daha fazla dayanamamış olacak ki dudaklarıma kapandı. Önce nazik ve yavaş bir şekilde öptü. Sanki incitmek istemiyormuş gibi. Sonra ise sertleşti ve hızlandı. Sıcak ve ıslak dudaklarının arasında kayboldum. Öpücüğünde acıyı, günü geldiğinde ayrılacağımızı bildiği için, bunun verdiği ızdırabı, bana hissettiği aşkı ve tutkuyu hissettim. Belimi daha sıkı kavradı ve ensemdeki eli saçlarıma gitti, şefkatle okşadı. Oradan tekrar enseme kaydı ve beni kendine çekip dudaklarıma daha çok gömüldü. Öpücüğüne karşılık verirken ikimizin de göğsü inip kalkıyor, birbirine çarpıyordu.
Nefesi kesilmiş olacak ki geri çekildi ve hızlı nefesleri arasında boynuma yöneldi, öpücükleriyle bir yol çizdi. Göğsüme kadar indiğinde tam kalbimin hizasına bir öpücük bıraktı. Nefesini göğsüme üflerken, omuzlarındaki ellerim sıklaştı ve dudaklarımdan bir nefes verdim. Sonra başını kaldırıp, yüzümün her bir santimini inceledi. Dudakları şişmiş ve kızarmıştı, aynı benimkiler gibi. Tam gözlerimin içine bakarken yanaklarıma kan hücum etti.
Koyu hareleri yüreğimi delip geçti. Öyle güzel gözleri vardı ki, yıldızları toplamıştı içine sanki. "Eğer seninle gelecekte buluşma imkânım varsa, bunun için ölümü bile göze alırım." Reenkarnasyondan bahsediyordu. Öldükten sonra başka bir zamanda yeniden doğacağına inanıyordu. "Ölümü göze alacak kadar değerli değilim." Güldü. "Her saniyesine değersin." Öyle derinden gelen ve içten bir sesle söyledi ki bunu, gözlerim doldu.
Dolu gözlerimden öptü ve beni kendine çekip sımsıkı sarıldı, ben de ona sarıldım. Öyle ki bedenlerimiz bir bütün olmuştu adeta. "Belki gelecekte evleniriz," dedi hevesle. Kıkırdayıp başımı boynuna gömdüm ve kokusunu derin derin içime çektim. Lavanta gibi kokuyordu. İçimdeki bütün negatif hisleri alıp götürüyordu. Bana baharın geldiğini müjdeliyordu sanki. "Belki."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.81k Okunma |
411 Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |