
Keyifli Okumalar!💫
**
Sebeo ve Prens Jiho'nun düğününe günler kalmıştı. Aynı zamanda o büyük güne de. Aklımda bütün gerçekleri ortaya çıkaracak bir fikir vardı ama işe yarayacak mı emin değildim. Aklıma başka bir yol gelmiyordu. Sona yaklaştığımı hissediyordum. Burada son günlerimi yaşadığımı. "Yesoo uyan! Aylin!" Bir ses duyuyordum ama cevap veremiyordum. Boğazım, dilim damağıma yapışmışcasına kuruydu. Kelimeleri toparlayamıyordum. Ne olmuştu? "Aylin uyan, hadi lütfen!" Kulaklarıma dolan bu derin yalvarış tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum.
Aylin, diye sesleniyordu bana. Kim bana adımla sesleniyordu? Kang So... O erkeksi derin sesiyle, bana Aylin diyordu. İsmimi bana tekrar tekrar sevdiriyordu. Zamanla telaffuzunu iyice geliştirmiş, tertemiz dile getiriyordu. Gözlerimi zor bela araladığımda, bilincim yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. "Uyandı," dedi, yanında endişeyle bana bakan Sebeo. "N... Ne... Ne ol...du?"
"Seninle konuşuyorduk ve birdenbire bayıldın." Bayılmış mıydım? Evet, doğru. En son Kang So, Sebeo, Prens Jiho ve ben düğünde yapmayı planladığımız eylemi konuşuyorduk. Sonra birdenbire kendimi yerde, daha doğrusu, ben düşürmek üzereyken, beni tutan Kang So'nun kollarında bulmuştum. "Ben... İyiyim. Ko... Korkmayın." Üşüyordum, çok üşüyordum. Sanki bir buz kütlesinin içindeymiş gibi adeta donuyordum. "Titriyor."
"Birkaç tane battaniye getiri Sebeo, çabuk." Kang So beni kendisiyle birlikte kaldırdı ve yatağa yatırdı. Onun odasında toplanmaya karar vermiştik. Şu an onun yatağında uzanıyor, saçlarım yastığıyla buluşuyordu. Yastığı aynı onun gibi kokuyordu. Ellerini saçlarımda ve yüzümde gezdirirken bilincimi tekrar kaybetmek üzereydim. Ölüyor muydum? Ölümün soğukluğu muydu bu? "Çok so... soğuk. Neden bu...bu kadar soğuk?"
"Aslında soğuk değil Yesoo, sen üşüyorsun," diyen Prens Jiho'nun bocalamış sesini duydum. Bana bir ömür gibi gelen süreden sonra nihayet battaniyeler gelmişti. Aslında yorganın içindeydim ama yeterli gelmiyordu. Battaniyeler yavaş yavaş üzerime örtüldüğünde hâlâ üşümeye devam ediyordum. Soğukluk sanki bedenimde değil de ruhumda gibiydi. "İşe yaramıyor. Ne yapacağız?"
"Şaman Seo'ya mı gitsem?"
"Ka... Kang So," dedim, dişlerim birbirine çapıp ses çıkarırken. Endişeli bakışları bana döndü. "Şaman Seo'ya git. Bu... Burada konuş...tuklarımızı da anlat. Planımdan bahset." Başıyla onayladı. Titreyen elimi yorganın altından çıkarıp Kang So'nun elinin üstüne koydum. "Ve lütfen acele et..." Sesimin yalvarır gibi çıkmasına engel olamadım. Kang So yerinden öyle bir fırladı ki ayağa kalkıp odadan çıkması bir oldu. Sebeo baş ucuma kıvrılıp elini alnıma koydu.
"Ateşiniz yok ama üşüyorsunuz. Anlayamıyorum..." Dudaklarını büzüp iç çekti. "Tam olarak nasıl hissediyorsun?" Prens Jiho'nun sorusunu yanıtlamadan önce yorganın altına iyice gömüldüm. "Kısacası anlatmam gerekirse, ölüm soğukluğu üstüme örtülmüş gibi."
...
Kang So, atıyla birlikte varını yoğunu kaybetmişcesine son sürat ilerlerken yanından geçen insanlar bu hız karşısında korkuyor, yolundan kaçmaya çalışıyorlardı. Ama Prens’in tek düşündüğü, Aylin'i iyileştirmekti. Atılan çığlıklar, ağlayan çocuklar şu an için umurunda değildi. Tamamen gözü dönmüş vaziyetteydi. Öyle ki atı Guwon bile bu durumdan şikayetçiydi. "Durmak yok Guwon, durmak yok!" diye haykırdı Kang So, kendisinin ve nalın sesleri birbirine karışırken.
Şaman Seo'nun evine varmak üzereyken, aklı karıncalar dolanıyormuş gibi karma karışıktı. Korktuğu şey sonunda gerçekleşiyordu. Korkudan geceleri gözüne bir damla uyku girmemesine sebep olan o durum sonunda gerçekleşiyordu. Sevdiği kadın ya ölüyordu ya da gitme vakti gelmişti. Ayrılma vakti gelmişti... Atı Guwon, onun içindeki huzursuzluğu ve korkuyu hissetmiş gibi homurdandı. Kang So onu sakinleştirmek istercesine yelesini okşadı.
Şamanın evine o kadar kısa bir vakitte varmıştı ki kendisi bile bu duruma şaşırdı. Atından indi ve telaşla tokmağa vurdu, kapı saniyeler içinde açıldığında karşısına Şamanın yardımcısı çıktı. Prens adamı umursamadan içeriye fırladı. "Bekleyin, Prens Hazretleri! Şaman Seo..." Prens onu duymazlıktan geldi ve sürgülü kapıyı açarak Şamanın odasına adeta daldı.
Şaman hiçbir irkilme belirtisi göstermeden, yerde minderinin üstüne oturmuş, kitabını okuyordu. Başını yavaşça kaldırıp yılan bakışlarıyla Prensi süzdü. "Sizi hangi rüzgâr attı, Prens Hazretleri?" Ses tonu öyle kayıtsızdı ki, Prens’in telaşının yanında tezat oluşturuyordu. "Yardımın lazım. Hemen. Aylin iyi değil, çok üşüyor. Hatta donuyor. Onu iyileştirecek bir şeylerin olmalı." Kang So bir an için kadının hiç cevap vermeyeceğini sandı. "Demek vakit geldi, ha." Bu bir soru değildi. "Merak etme Prens, o ölmeyecek. En azından şimdilik. Bana biraz zaman ver ve dışarı da bekle."
Kadının bu emrivaki tavrı normal şartlarda Prensi kızdırırdı ama şu an için kesinlikle umurunda değildi. Odadan çıktı ve bahçede beklemeye başladı. Yerinde duramıyordu. Bir aşağı bir yukarı hareket ediyor, ya ben dönene kadar bir şey olursa? diye düşünüp duruyordu. Ona bir ömür gibi gelen zamandan sonra odanın sürgülü kapısı tok bir sesle açıldı.
"İçeri gel, Prens." Kang So gerginlikle yutkundu. Kadının elinde küçük bir şişe olduğunu fark etmişti. Odaya girdi ve Şamanın işaretiyle yere çöktü. Şaman elindeki şişeyi Kang So'ya uzattığında Prens duraksama yaşadı. Şamanın dudakları yukarı kıvrıldı. "Korkma zehir değil, ilaç." Prens şişeyi bu defa eline almayı başardı. "Yaptığın şeyin zehirden bir farkı yok," dedi düz bir sesle. "Neymiş yaptığım şey?" Bilmiş bir edayla çenesini kaldırdı. "Büyü."
"O büyü, sevgilini iyileştirecek, Prens." Kang So sıkıntıyla iç çekti ve başını kadından başka yere çevirdi. Onun o yılansı gözleri ürpertmektense sinirini bozuyordu. "Başka bir şey daha var..." dedi, yine kadına bakmadan. "Biliyorum." Kang So tek kaşını kaldırıldı ve sorgulayan ifadeyle Şaman'a baktı. "Nasıl?" Sonra kayıtsız bir ifadeyle burnundan güldü. "Gerçi neden şaşırıyorsam, sen her şeyi bilirdin değil mi?" Kadın güldü.
"Evet, ama detayıyla değil. O yüzden detayıyla bana anlatman gerekiyor." Kang So, Aylin'in planını tüm detaylarıyla kafasında döndürdü, anlattığı her şey film şeridi gibi zihninde akıp gitti.
"2. Prens’in geçmişte yaptığı bütün suçları ve iftiraları ortaya çıkartabilecek bir büyün var mı? Aynı bu iksir gibi bir şey?" Şaman sustu ve bir süre Kang So'yu izledi. Öyle dikkatle bakıyordu ki rahatsız olmaya başlamıştı. Homurdanarak yakasıyla oynadı ve ters ters kadına baktı. Bir an için hiç konuşmayacak sandı. "Var," dedi sonunda.
Prens heyecanla yerinde dikleşti ve beklentiyle Şaman'a baktı. "Bir iksir hazırlayabilirim. Bu iksiri düğün günü konukların içkisine döktüğünüzde, içtikleri an her şeyi göreceklerdir." Prens’in şaşkınlıkla kaşları kalktı ve dudakları aralandı. Aylin'in MOBESE dediği şey bu olsa gerekti. "Düğün iki gün sonra demiştin değil mi?" Prens başını salladı. "O zamana hazır olur. Şimdi git ve kızı kurtar, yoksa çok geç olabilir." Şamanın kesin bir şekilde söylediğinden sonra Prens ayağa fırladı ve odadan çıktı.
Evin kapısından da çıktığında, Guwon beklemekten sıkılmış olacak ki huysuz huysuz homurdanıyordu. Kang So'nun içinde umutlar yeşerirken atına atladı. Yüzünde aptal bir sırıtış vardı. "Hadi oğlum, gidip prensesimizi kurtaralım."
...
Artık donmayı bile geçmiştim. Ben bir buz kütlesiydim. Buzun ta kendisi. Titremekten nöbet geçiriyordum. Üstüme örtülen ağır yorgan, onun üstünde üç çift battaniye olması hiçbir işe yaramıyordu. Bilincim yarı açıktı. Kendimi hayatta tutmaya yetecek kadar. Eğer uyursam ölecekmişim gibi geliyordu. "Prensim, ne yapacağız böyle? Titremekten bayılacak artık," dedi Sebeo, ağlamaklı bir ifadeyle. "Prens So'yu beklemekten başka çaremiz yok, Sebeo," dedi, endişesini yatıştırmak için sırtını sıvazlayan Prens Jiho.
"Yesoo... Yesoo..." Sebeo yamacıma çöküp terden ıslanmış ve alnıma yapışmış saçlarımı okşadı. "Sayıklıyor."
"Yesoo'ya ula...şmam..."
"Küçük Hanıma mı ulaşmak istiyorsunuz?" Başımı salladım. İçimden kaç defa adını sayıklamama rağmen bir türlü ulaşamıyordum. Ona da mı bir şey olmuştu yoksa? “Bedeninden ayrılmış bir ruh ölü sayılır,” demişti Gökbilimci. Yoksa ölmüş müydü? Sıra bende miydi? Hayır. Bugün ölmeyeceğim. İnsanı yaşatan kendi benliğidir. Kendi benliğimi kaybedersem ölmüşüm demektir, bedenimi değil. Söylediği bu sözün, sadece mecazen olduğuna inanmak istiyordum. Aniden tok bir sesle kapı açıldığında kim olduğunu göremedim ama sesinden tanımıştım.
Kang So'nun bu kadar erken gelmesi imkânsızdı. "Yesoo, ben geldim. Sebeo kesin senin yanındadır diye bakmaya gelmiştim, ama odanda ikinizi de bulamadım, sonra buradasındır diye düşündüm. Gerçi Prens So..." Lafı yarıda kesildi ve telaşlı bir çığlıkla ablam yanımda bitiverdi. "Aman tanrım! Ne oldu sana böyle?" Elleri yüzümde, yorganın altından bedenimde gezindi. "Aman tanrım, deli gibi titriyor. Sebeo... Ah, Prens Hazretleri." Ayağa kalktığını hissettim. "Burada neler oluyor böyle? Yesoo hasta mı?"
"Yoo Li-sshi, lütfen sanki olun." Prens’in sakin ve otoriter sesi odayı doldurdu. "Sadece soğuk almış o kadar. Hekim gelip baktı ve birkaç güne iyileşeceğini söyledi." Ablam, Prens’in söylediğine inanmış olacak ki üzüntüyle bir iç geçirdi ve tam yanıma dizlerinin üzerine çöktü.
"Durumu çok kötü görünüyor. Ah, Yesoo, nasıl hasta oldun sen böyle? Kraliçe’yle birlikte düğün hazırlıklarıyla ilgilenmekten seni ihmal ettim. Yemek de yememişsindir sen şimdi. Hemen hazırlatacağım." Tekrar ayağa kalktı ve Sebeo'yu, bana göz kulak olması için tembihledikten sonra odadan çıktı. Birkaç saatin ardından elinde büyük bir tepsiyle geldiğinde yanıma oturdu ve beni kaldırmaya çalıştı. Ama yorganın altından çıkmama konusunda inatçıydım.
Aç değildim. Olsaydım bile, şu an için hiç umurumda olmazdı. İstediğim tek şey ısınmaktı. Ablam bana zorla yemek yedirmeye çalışıyor, ben ise yutamadan geri çıkarıyordum. Midem almıyordu. Daha fazla zorlayamayacağını anlayınca nihayet pes etti. "Büyük Hanım, isterseniz siz Kraliçe'yi daha fazla bekletmeyin. Ben Küçük Hanıma bakarım."
Sebeo resmen imdadıma yetişmişti. Ablam eğer beni daha fazla zorlamaya ve gerçekten soğuk almışım gibi ilgilenmeye devam ederse ağlamaya başlayacaktım. Benimle ilgilenmesi güzeldi, bunun için minnettardım, ama durum çok farklıydı. Ve bu durumda sürekli hareket içinde olmak hiç iyi gelmiyordu. "Senin de gelinlik provan var unutma. Bir an önce Kraliçenin yanına uğramalısın."
"Ben onu birazdan göndereceğim, hiç merak etmeyin," dedi Prens Jiho. Bir dakika bile başımdan ayrılmıyordu. Benim için endişeli olduğundan emindim, lakin asıl sebep Sebeo'yu bırakmamasıydı. Benim bu halimi gördükçe ağlayıp duruyordu kızcağız. Ablam odadan çıktıktan sonra bu defa odaya başka biri girdi. Ziyaretçilerin sonu gelmiyor... Prens Minseo'nun sesini duyduğumda zor bela gözlerimi araladım. Yüzü endişeyle kırışmış, gözleri buğulanmıştı. "Olanları duydum. Nasıl hissediyorsun?"
Benim yerime Prens Jiho cevapladı: "İyi değil, ama olacak. So ağabeyim Şaman Seo'ya gitti, ilaç getirmek için." Minseo'nun kaşları çatıldı ve bir bana, bir kardeşine baktı. "Yani, durum soğuk algınlığı değil, yanlış mı anladım?" Prens Jiho başını salladı. "O zaman bu durumda Yesoo da..." Telaşlandı ve bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. "Ona ulaşabiliyor musun?"
"Hayır." En az onun kadar endişeliydim, hatta daha fazla. Bedenlerimizden ayrı kaldığımız süre boyunca daha kötü hâle geliyorduk. En azından sadece ben. Yesoo'nun ruhunun ışığı gün geçtikçe daha çok parlıyordu. Ya da bana öyle geliyordu, bilmiyorum. Ama benimkinin söndüğü kesindi. Çok uzun zamandır bedenimden uzaktaydım.
Şamanın büyüsü hatalıydı. Bu da gücümü yitirmeme sebep oluyordu. Geri dönmenin yolunu Şaman neden söylemiyor, anlamıyorum. Bir işi kırk iş yapmamıza sebep oluyordu. "Ama merak et...etmeyin. Ona ulaşamamamın sebebi kötü olmasından değildir, be... benim zayıf olmamdır." Prens’in içi rahatlamış gibi gergin omuzları düştü. Sonra yanlış yaptığını düşünmüş olacak ki hemen toparlamaya çalışarak bana bir adım yaklaştı.
"Beni yanlış anlama. Elbette senin bu durumda olmana çok üzülüyorum, ama Yesoo'yu da düşünmek zorundayım." Şu hâlde bile gülümsetebilmişti beni. "Biliyorum, sorun değil." Bakışları yumuşadı ve Prens Jiho'ya döndü. "2. Prens’i gördün mü hiç?"
"Hayır görmedim." Prens sıkıntıyla iç çekti ve saçını kaşıdı. "Kime sorsam görmedim diyor. Nerede bu adam?"
"Bir sorun mu var?"
"Kral’ın yanındaydım. Çıkmadan önce, 2. Prens’i görüp görmediğimi sordu. Meclis toplantısı için. O bir veliaht prens, kafasına göre hareket ederek saraydan çıkamaz. Kralı bilirsin, bu konu da katıdır." Odada bir sessizlik oldu. Nereye gitmiş olabileceği hakkında düşünüyor olmalılardı. Yine kimin başına bir bela açacaktı kim bilir. Yine ne planlar yapıyordu... "Her neyse, çıkar yakında kokusu."
Gözlerimi daha fazla açık tutamıyordum. Uyumak istiyordum. "Uyuma Yesoo, bilincini açık tutmalısın." Prens Jiho haklıydı, ama dayanamıyordum artık. Titremekten yorulmuştum ve zihnim bulanıyordu. "Benim Kraliçenin yanına gitmem gerekiyor ama sizi burada yalnız başınıza bırakmaya içim el vermiyor."
"Yalnız değil merak etme, ben ve Prens Minseo buradayız." Sebeo Jiho'nun bu güven verici sözünden sonra ikiletmeden odadan çıktı. Birbirlerine bakarken, resmen gözleri yıldız inmişcesine parlıyordu. İki Prens başımda bekliyor, diğeri beni iyileştirmek için çabalıyordu. Resmen Prensleri kapımda köle etmiştim. Hoşuma mı gitse yoksa rahatsızlık mı duysam karar veremedim. Geçen saatler boyunca, ben uyumak için direniyor, onlarsa beni uyutmamak için. Resmen döngüye girmiştik. Kang So eğer biraz daha gecikmeye devam ederse ruhumu ecelime teslim edecektim. Gücümün son demlerindeydim artık.
Akşam vakti çöktüğünde odanın kapısı açıldı ve Kang So gülümseyen yüzüyle içeriye girdi. Gülümsediğine göre iyi haberlerle gelmişti. Yanımda diz çökerek kıyafetinin iç cebinden küçük bir şişe çıkardı. "Şaman Seo bir iksir hazırladı. Bunu içersen iyi olacağını söyledi." Duyduklarım karşısında neredeyse ağlamak üzereydim. Hâlâ titremeye devam ederken, kendimde o enerjiyi nasıl buldum bilmiyorum ama doğrulmayı başardım.
Kang So şişenin kapağını açıp dudaklarıma bastırırken sıvıyı kana kana içtim. İçinde ne olduğunu sorgulamadım bile. Tek istediğim ısınmaktı. Üşüme duygusunu hiç bu kadar iliklerime kadar hissetmemiştim. Bir daha da hissetmek istemiyordum. Dilimin üstünde dolanan sıvı, öyle acıydı ki zor zor yutabildim. Hani böyle fındık yersin de acı olanı denk gelir ya, öyleydi işte.
Başım tekrar yastıkla buluştuğunda aniden gözlerim açıldı. İçim sıcacık olmuş, bir enerji patlamasıyla dolup taşmıştım adeta. "Nasıl hissediyorsun?" Dedi, kara gözleriyle boncuk boncuk bakarken. Sesindeki beklenti ve umut, kötü olsam bile, iyiyim deme istediği uyandırıyordu. Ama iyiydim. Hatta hiç bu kadar iyi olmamıştım. "Çok daha iyiyim," dedim tok sesimle. Yüzümdeki aptal gülümsemeyi silmek imkânsızdı. Odadaki Prenslerden rahatlama dolu iç çekişler dökülürken, ben hâlâ olayın şokundaydım. "Bu kadar hızlı etki etmesini beklemiyordum doğrusu."
"Şu an iyisin ya, gerisi önemli değil." Başımla onaylayıp yatakta doğruldum ve Kang So'ya yaklaştım. O ise beni hemen kollarının arasına aldı. Başım göğsüne yaslıyken beni sıkıca sardı. Kalbi nasıl da hızlı atıyordu. Benim için çok endişelenmiş olmalıydı. "Bölmek istemem ama," Bizi birbirimizden ayıran, Prens Jiho'nun sesi oldu. "Diğer bir konuya değinmek isterim. Şamana planımızdan bahsettin mi?"
"Ah, evet, elbette bahsettim." Benden uzaklaştı ve ayağa kalktı. "Yeni bir iksir hazırlayacağını söyledi, ama düğünden önce hazır olmazmış. Aynı gün içinde gidip almamız şart. Yetiştirebilir miyiz emin değilim."
5. Prens odada volta atmaya başladığında sözü devraldım. "Şafak sökmeden yola çıkar ve hızla at sürersek yetişebiliriz. Kang- Yani 4. Prens nasıl bu kadar hızlı gidip geldiyse, eminim biz de başarırız." Fikrim onlara makul gelmiş olacak ki laf etmediler. Sonra aniden ortamı saran bir ışık yayıldı. Sarı ışık. Öyle kuvvetliydi ki gözlerimi kapatsam bile rahatsızlık duyuyordum.
"Neler oldu? Aylin, sen iyi misin?" Yesoo'nun sesi aramızda yankı oluşturduğunda gözlerimi zar zor açabilmiştim. Onun ışığı ne zaman bu kadar kuvvetlenmişti? "Yesoo!" Prens Minseo sarılmak istercesine kollarını açtı ve Yesoo'ya yaklaştı. Ama bunu başaramadan içinden geçip gittiğinde yüreğim sızladı. Onu ne kadar özlediğini biliyordum, biliyorduk, ama bu şekilde görmek içler acısıydı. Sevdiğin kadın yanında, ona dokunamıyorsun, sarılamıyorsun, onun yüzünü göremiyorsun.
Bana baktığında sevdiği kadını görebilirdi. Bana baktığı zaman sevdiği kadını göremezdi. Çünkü o, Yesoo'nun yüzüne ya da bedenine değil, ruhuna aşıktı. Ve aşkları sonsuz kılan da buydu zaten. Dış görünüş geçiciydi, beden çürürdü, ama ruh kaldırdı. Bu yüzden ruha âşık olmalıydı insan. Ortamda fark edilir bir sessizlik oluştuğunda, bu sessizliği bozma ihtiyacı hissederek, "İyiyim, merak etme," dedim. "Ruhunu gördüm, soluyordu. Daha doğrusu, yok oluyordu. Bir yerden sonra göremez oldum."
"Çünkü neredeyse ölmek üzereydim. Ama senin ne kadar parladığına bakılacak olursa, benden alınan güç sende toplanıyor. Ben ne kadar zayıflarsam, sen o kadar güçleneceksin."
Şaman öyle bir büyü yapmıştı ki ne mantığını anlıyordum ne de sonuçlarını. Öylece seyirci kalıyordum. İç çektim ve yataktan kalktım. Daha fazla yatmak istemiyordum. Zaten kendimi artık kötü de hissetmiyordum. "Haklısın." Sesinde hüzün vardı. Onun da bu durumdan rahatsız oluğunu ve üzgün olduğunu biliyordum. Bu duruma düştüğümüz için kendini suçluyordu. Her ne kadar suç onda olmasa bile, ne söylersem söyleyeyim onu ikna edemezdim.
Suçluluk duygusu inanın içine bir kez girdi mi kurtulması çok zor olurdu. "Ben iyileştiğime göre belki ruhumda tekrar ışık bulur." Yüzümde gülümsemeyle, biri sağımda biri solumda ve karşımda duran Prenslere döndüm. Omuzlarındaki yükler, gelecek kaygısı, mutlu olma arzusu. Belki arzu edilen uzun bir yaşam... Hepsi yüzlerinden okunuyordu. Üçünün de omuzları taşıdıkları yüklerle çökmüştü.
Taht kavgaları, prens oldukları için taşıdıkları sorumluluklar, kan, ter, gözyaşı... Hepsinin içinde büyümüştü bu, üç genç prens. "Hepinize ne kadar teşekkür etsem az. Neredeyse ölüm döşeğindeydim ve başımda bekleyip beni gözettiniz. İyi olmam için elinizden geleni yaptınız. Hem mahcup hem de minnettarım. Size borcumu, tüm bu haksızlıkları ortadan kaldırarak ve hak edeni hak ettiği yere göndererek ödeyeceğim." Yüzlerinde buruk bir gülümsemeyle bana yaklaştılar, bir çember gibi sandıklarında, sanki küçük bir çocuğa bakıyorlardı.
"Hiç önemi yok. Sen ağabeyimizin sevdiği kadınsın. Bunu kendimize borç biliriz." Prens Minseo'nun sözleri kalbimde fırtınalar kopartırken birbirlerine bakıp gülmelerini izledim. "Sizinkisi gerçekten imkânsız bir aşk. Size baktıkça içim acıyor." Kang So kardeşi Jiho'nun omzuna şakacı bir tavırla vurduğunda, Prens Jiho bundan fazlasıyla zevk alıyormuş gibi kıkırdadı. Ciddiyet maskesini indirdiği nadir anlardan biri daha. "Haksız mıyım? Aranızda bin dört yüz yıl yok mu?" Hem de çok haklıydı. Biri gelip bana, geçmişe gideceksin ve orada Kore Prensiyle aşk yaşayacaksın dese, deli olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi, bunların hepsi gerçekti. Keşke kameram yanımda olsaydı.
Bu cümleyi bir kez daha kurmuştum hatırlarsanız. Gerçekten şu anda tüm bu yaşadıklarımı kayda alıp, eve döndüğümde başa sarıp sarıp izlemek istiyordum. Evimi, ailemi çok özlemiştim ve dönmek için can atıyordum ama bir yandan Kang So'yu, Sebeo'yu, ablam gibi gördüğüm Yoo Li'yi ve diğer herkesi bırakmak istemiyordum. Burayı sevmiştim. Bu insanları da. Şimdi onlardan ayrılmak çok zor gelecekti bana. "Bakarsın, başka bir hayatta karşılaşırsınız ha, ağabey?"
Kang So iç çekti ve hiç çekinmeden elini belime koyarak beni kendine çekti. Omzum onun göğsüne dayandığında gülümseyerek beni izliyordu. "Bunun olması için tanrıya dua edeceğim." Prens Minseo ve Prens Jiho boğazlarını temizleyerek bakışlarını başka yöne çevirdiler. Bıyık altından gülmeleri de gözümden kaçmamıştı. "Eh, artık gitme vakti. Yapılacak çok iş var değil mi?" Şu andan kurtulmak için attığım palavra işe yaramış olacak ki hepimiz birden ayaklandık ve odadan çıktık. Koridorda gördüğümüz hizmetçiler monoton bir hâlde oradan oraya koşturuyordu.
Sonra bir hizmetçi durdu ve bakışları bize döndü. Yavaş adımlarla yanımıza gelip reverans yaptı. "Majesteleri." Başını kaldırmadan sözüne devam etti. "Kraliçenin emri üzerine, izninizle Yesoo'nun gelmesi gerekiyor." Kaşlarım çatıldı. Kraliçe beni mi çağırıyor? Ama neden? Yine hangi belaya bulaştım ben, Allah aşkına? "Sebep nedir?" dedi Kang So.
Kollarını arkasında bağlamış, dik duruşuyla hizmetçiye bakıyordu. Bu haliyle çok ciddi ve yaklaşılmaması gereken biri gibi görünüyordu. "Endişelenecek bir mesele değil, Majesteleri. Düğün hazırlıkları için yardım gerekiyor. Kraliçe Hazretleri düğüne kadar eski, yeni bütün işlerin halledilmesi ve hiçbir eksiğin ya da aksaklığın yaşanmamasını istiyor. Ne kadar hizmetçi varsa topluyoruz. Bu sebeple Yesoo'nun da bizimle olması işimize yarar."
İçim rahatlamıştı. Bir an için başım yine belaya girecek sanmıştım. Kang So bana döndüğünde ona başımı salladım. Ben sözde hizmetçiydim. Kang So'nun özel hizmetçisi olsam bile buna uygun pek davranmıyordum. Hizmetçi kimliğim beni sürgünden kurtarmak içindi sadece. Ama şimdi yardım etmek istiyordum. Boş oturmak bana göre değildi. Saatlerdir zaten yatıyordum ve harekete ihtiyacım vardı. Hem Sebeo ve Prens Jiho için seve seve kabul ederdim. Düğün kusursuz olmalıydı ki plan işe yarasın. Bu yüzden Prensleri geride bırakıp, başıma geleceklerden habersiz yardımcı kadınla gittim.
...
Burada iş yapmak, evde yapılana hiç benzemiyordu. İnsanı yoran, yapılan işler değil, alanın büyüklüydü. Bir grup saray süslemesiyle, bir grup yemekle, bir grup düğünde giyilecek kıyafetlerin onarımı ve dikimiyle ilgileniyordu. Bana düşen ise süpürmekti. Evet, süpürmek. Elime önce süpürge ve kürek tutuşturuldu. Kraliçenin köşkünün önündeki ağaçlar çok fazla yaprak dökmüştü ve onları süpürmem emredilmişti. Emredilmişti diyorum, çünkü buradaki her insanın bir rütbesi olduğu gibi, hizmetçilerin de vardı.
Jung Hanımefendi dedikleri kırklı yaşlarında bir kadın vermişti bana bu emri. Kraliçe'den sonra sarayın idaresi kendisindeymiş, bu sebeple emirleri de o veriyormuş. Neyse sorun değildi. En azından kafam dağılıyor değil mi? Şu iki günü oturarak geçirirsem delirirdim zaten. Bir elimde süpürge, diğer elimde kürek dökülen yaprakları süpürmeye başladığımda ne kadar sürede bitirebilirim emin değildim. Kraliçenin köşkü, Kral köşkünün hemen arka tarafında kalıyordu ve o alana kadar uzunlamasına bir yol vardı. Koridor gibi de düşünebilirsiniz.
O kadar çok yaprak dökülmüştü ki, sanırsın ağaç bir şeye kızmış da yapraklarını yolmuştu. Tüm yaprakları süpürüp çöp poşetlerine koyana kadar saat gece yarısını geçmek üzereydi. Normalde bu saatte uyanık olan kimse olmazdı, birkaç hizmetçi dışında, ama düğün telaşı uyumalarına engel oluyordu. Doldurduğum poşetlerden iki tanesini kapıp sarayın girişindeki çöp kutusuna atmak için yola koyuldum. Önce Kral köşkünden, sonra da köprüden geçip yürüdükçe yürüdüm. Poşetler ağır değildi ama süpürge yapmaktan omuzlarım ve sırtım ağrımıştı.
Giriş yapısına geldiğimde muhafızlardan kapıyı açmalarını istedim. Açtıklarında dışarıya çıktım. Duvara dayalı çöp tenekesinin içine çöp poşetlerini koyduğum esnada, bir at arabası tam önümde durdu. İki tane büyük sandıkla birlikte görevliler saraya girdiklerinde arkalarından bakıyordum.
Ne vardı acaba o sandıkların içinde? Gösterişli sandıklar olmalarına bakılırsa Kral ya da Kraliçe için olmalıydı. Bu konunun üzerinde çok durmadım ve saraya geri döndüm. "Hey, bak buraya!" Duyduğum sesle olduğum yerde sıçradım. Arkamı döndüğümde, yardımcı kadınlardan biri eliyle gel işareti yapıyor, huysuzca bana bakıyordu. Yanına gittiğimde resmen burnundan soluyordu.
"Sonunda boşta olan birini buldum. Benimle birlikte çamaşırhaneye gel, yıkanacak çamaşırlar var." Alnımdaki teri elimin tersiyle silerken iç geçirdim. "Bu saate çamaşır mı kalır? Benim bildiğim, çamaşırlar gündüz yıkanır, gece değil." Burnundan güldü ve ellerini beline yerleştirip, Hafize Ana edasıyla, "Çok biliyorsun sen. Saray burası saray! Sen çamaşır yıkarsın, geceye yine birikir. Yürü hadi," dedi. Ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırıp peşinden gittim.
"Bana yapılacak başka iş versen, olmaz mı?" Ben niye elin adamının ya da kadının kıyafetini, çarşafını ya da herhangi bir şeyini yıkıyorum ki canım? "Hanımefendiye iş beğendiremiyoruz, şuna bakın hele! Yok başka iş."
"Anlaşıldı, anlaşıldı!" Mecbur peşinden gittim. Nehrin hemen karşında olan dikdörtgen yapılı binaya girdiğimde, koridor boyunca ilerledim. Sağdan ikinci kapıda durduğumda içeriye girdim. Normal bir banyo kadar genişliği vardı ve her taraf kirli çamaşır doluydu. Kolumun altına kocaman bir leğen sıkıştırıp kirli çamaşırları içine koydum. hanbok’lar, iç çamaşırları, yani içlikler. Yastık kılıfları, çarşaflar... Gördüğüm manzara yüzümüzü buruşturmama sebep oldu. Tiksindim, yalan mı söyleyeyim?
Kadın beni arkasından nehre doğru sürüklediğinde, kolumun altındaki ağırlıkla zor bela yürüyordum. Nehrin kıyısına geldiğimizde dizlerimin üstüne çöktüm ve elime aldığım pembe bir çarşafı taşın üzerine sererek önce kalıp sabunuyla sabunlayıp tokaçla dövdüm. İndirdiğim tokaç darbeleri tok ve ıslak bir ses çıkarıyordu. Çitile, vur, sabunla ve nehirde durula. Bunu kaç kez yaptığımı bir yerden sonra saymayı bıraktım. O kadar çok uykum vardı ki uyumak için can atıyordum.
Şamanın verdiği iksir sayesinde kendimi çok daha iyi ve enerjik hissetsem de bu şartlar altında yorulmamak imkânsızdı. Güneş doğmasına ve kuşlar ötmeye başlamasına rağmen hâlâ çamaşırlarla uğraşıyordum. Benimle birlikte nehir kıyısında çamaşır yıkayan beş hizmetçi işlerini bitirmiş, çoktan gitmişlerdi ama ben hâlâ yıkıyordum. Çamaşırların çokluğundan değildi aslında, benim yavaşlığımdan kaynaklanıyordu. Alışık değildim ki elimde çamaşır yıkamaya.
Ben çamaşır makinesine atardım, o yıkardı. Bu kadar. Bana kalan tek şey kuruması için asmaktı. Sonunda yıkamayı bitirmiş, asma işine girişmiştim. Neyse ki o kısa sürdü. Etrafıma baktığımda ilgisinin bende olan kimseyi görmeyince rahatladım. Demek ki yapmam gereken başka iş yoktu. Bunun sevincini yaşayıp yüzümdeki gülümsemeyle, 4. Prens’in köşküne doğru ilerlemeye başladım. Uyuyor muydu acaba hâlâ? Yanına uğramak istiyordum ama önce yıkanmam gerekiyordu. Ter ve pislik içindeydim.
Odama gidip temiz kıyafetlerimi ve havlu alıp hamamın yolunu tuttum. Kendimi hamamdan içeriye attığımda, yıkanmak isteyen tek kişinin ben olmadığını anladım. Açık hava hamamıydı burası. En az otuz kişi daha yıkanıyordu. Normalde başkalarının yanında yıkanmaya utanırdım ama üzerimdeki yorgunluk, utangaçlığımı beraberinde götürmüş gibiydi.
Bu yüzden üzerimi bir kayanın arkasında çıkartıp havlumu bedenime sardım ve suyun içine girdim. Havlumu o zaman çıkartmıştım üzerimden. Sıcak su tüm bedenimi sardığında, rahatlatmanın verdiği etkiyle az daha inliyordum. Hamamdaki kadınlar kendi hallerindelerdi, inlesem bile beni umursayacaklarını zannetmiyordum, ama yine de yapmadım.
Üzerimdeki yorgunluğu, kiri ve pası attıktan sonra hamamdan çıktım ve kirli kıyafetlerimi de üstün körü yıkayıp hamamdan çıktım. Odama girdiğimde kıyafetlerimi sandalyenin üzerine asmayı tercih ettim. O anda kapı çalındı. Gölgesinden Kang So olduğunu anladım. Yüzümdeki kocaman gülümsemeyle kapıya ilerledim ve sürgüleyerek açtım. Beni karşısında gördüğü gibi adeta yüzü parladı. "Seni özledim."
"Ben de." İçeri girdiğinde kapıyı arkasından kapattı ve beni belimden tutarak kendine çekti. Kollarımı boynuna dolayıp sarıldığımda huzuru bulmuş gibi hissettim. Kokusu ve sıcaklığı hiç olmadığım kadar iyi hissettiriyordu. "Çok yordular mı seni?" dedi. Sesi kadife gibiydi. "Hayır." Evet. Derin bir iç çekti ve yüzümü ellerinin arasına alıp derin derin gözlerime baktı. Gözleri öyle bir parlıyordu ki gökyüzünü dolduran yıldızlar gibiydi. Kalbim tekledi.
Bu adam kalbimi hep böyle hızlı mı attıracaktı? Kendime hâkim olmak çok zordu. "Ne oldu?" dedim, yüzümden asla silemediğim o aptal gülümsemeyle. "İçimde engel olamadığım bir heyecan var. Ne yapacağımı bilmiyorum. İşler yolunda gitmezse diye ödüm kopuyor." Ellerini tutup avuçlarımın içine aldım.
"Korkma. Her şey istediğimiz gibi gidecek. Bunun için elimizden geleni yapacağız. Artık içindeki huzuru bulma zamanı, Prensim." Başını salladı. "Seninle birlikte, Prensesim." Benimle birlikte, diyebilseydim keşke, ama sonumuzun çok yakın olduğunu hissediyordum. Bu yüzden onun yerine, "Ben prenses değilim ama," dedim. Güldü. "Benim için öylesin." Cilveli bir edayla, "Siz öyle diyorsanız."
"Yorgun görünüyorsun. Uyumalısın." Birinin sanki bunu söylemesi gerekiyormuş gibi hemen öne atıldım. Elbette uykum vardı. Hatta gözümden uyku akıyordu. Ayakta uyuyordum resmen. "Eğer sizde benimle uyursanız, neden olmasın?" Kaşları havalandı ve imalı şekilde sırıttı. "Sadece uyuyacak mıyız?" Kaşlarım çatılınca hemen lafı dolandırdı. "Şaka yapıyorum, şaka. Hadi gel."
Yatağıma uzandı ve elimden tutarak beni de kendine çekti. Göğsünde yerimi bulduğumda göz kapaklarım benden bağımsız şekilde kapandı. "Her şey güzel olacak.”
"Her şey güzel olacak..."
...
Düğün günü gelip çattığında, şafaktan önce Prensle birlikte ayaklandık. Şaman'dan iksiri alma vakti gelmişti. İki gündür olduğu gibi, bugün de hizmetçilerin birçoğu ayakta ve hazırlıklarla uğraşıyorlardı. Kimisi Kral ve Kraliçenin odasına girip çıkıyor, kimisiyse Prens ve Prenseslerin. Hepsi süslenip püsleniyordu tabii. Prenses kardeşler, dün sabahtan saraya teşrif etmişlerdi. Kang So'yla birlikte arka kapıdan çıktık ve atı Guwon'a bindik. Ben Guwon'un yelesini okşarken, Kang So arkama binmekle meşguldü. "Prensini özgür bırakmaya hazır mısın, Guwon?" Sanki söylediğimi anlamış gibi homurdanınca güldüm.
Başımı omzumdan geriye çevirip Kang So'ya baktığımda ciddi bir ifadesi vardı. Omuzları da gerginlikten dimdik duruyordu. Ne kadar endişeli olduğunu biliyordum. Gerçek ortaya çıktığında insanların ne tepki vereceğini merak ediyor olmalıydı. En çok da Kralın. Çok sevdiği halkının... Peki ya, Yeong Jin'e ne olacaktı? Sürgüne mi gönderilecekti yoksa idam mı edilecekti? İşte bu, en merak ettiğim meseleydi. Hanedanın kara bulutunun sonu. Yol sessiz sedasız geçti. Ne o konuştu ne ben. Üzerimizdeki gerginlik dilimizi de bağlamıştı.
Şamanın evine geldiğimizde, attan inip eve giriş yaptık. Ama beklediğimiz manzara bu değildi. Her yerde koliler vardı. Kimisi doldurulmuş, kimisi de doldurulmak üzere kapakları açılmıştı. Şamanın odasının kapısı açıktı ve kucağında tuttuğu diğer bir koliye de iksir şişelerini acele acele dolduruyordu. Bu durumu anlamlandıramayarak Kang So'yla birbirimize baktık. "Neler oluyor burada?"
Şaman, sesimi duyduğu anda korkuyla yerinden sıçradı ve elindeki koliyi gürültüyle yere düşürdü. İçindeki şişeler de yere saçıldı. "Siz... gelmişsiniz." Tek kaşım kalktı ve saçı başı dağılmış, ter içindeki kadına baktım. Onu ilk defa bu derece kontrolünü kaybetmiş görüyordum. "Başka birini mi bekliyordun?" Duraksama yaşadı. "Elbette hayır." Neyi vardı bu kadının böyle? Neden bu kadar panik içindeydi ve afallamıştı? "İyisin," dedi sonra, beni baştan ayağa süzerek." İyiyim, sayende." Burnundan güldü. "İksir nerede?" dedi Prens düz bir sesle. Şamanın yüzü donuklaştı ve raftaki kitaplarla ilgilenmeye başladı. "Yok iksir." Kaşlarım çatıldı. "Ne demek, yok?"
"Yok işte. Yapamadım."
"Ne demek yapamadım?" Şaman, Prensle göz göze geldi. "Yapamadım demek, yapmadım demek. Olmadı beceremedim."
Yalan söylüyordu. Bunu net bir şekilde farkındaydım. Bir şey olmuştu ve bunu bizden saklıyordu. Tam kadının üstüne gidip ağzındaki baklayı çıkarmasını söyleyecektim ki hiç beklemediğim bir şey oldu. Kang So, kadına yaklaşıp boğazına yapıştı ve bir hışımla kadını kitaplığa adeta çarptı. Dört beş kitap yere düşerken, kadın anın şokuyla inledi, zorlukla nefes alıyordu. Öyle şaşkındım ki öne atılıp Kang So'yu kadından uzaklaştırmaya çalışırken ne diyeceğimi bilemez hâle gelmiştim. Onu ilk defa böyle görüyordum. Bu kadar hiddetli.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" dedi dişlerinin arasından. Gözleri öfkeden yuvalarından fırlayacak gibiydi. "Kang So dur, kadını öldüreceksin!" Beni duyduğundan şüpheliyim. "İki gün önceye kadar kendinden emin konuşuyordun. Şimdi ne oldu da beceremedim diyorsun?" Şaman kesik kesik nefes alırken, daha doğrusu almaya çalışırken, yüzü kıpkırmızı olmuş, yerinde tepiniyordu. "Lütfen dur, bu böyle olmaz!" Kollarına yapışmış, onu geri çekmeye çalışıyordum ama nafile. Resmen kadına mıhlanmış gibiydi, asla bırakmıyordu.
"Bu yaptığın yanlış. Belli ki bir şey olmuş." Delici bakışlarını kısa bir an bana çevirip tekrar Şamana döndü. "Ne olabilir sence? Her şey elinden geliyor. Bedenleri değişmesini biliyor. Lanet olası bir kolyeyle seni, bana göstermeyi de biliyor. Seni iyileştiriyor, ama bir iksiri mi yapamıyor? Buna inanmamı bekliyorsun?"
"İnanmanı beklemiyorum, ama şiddetle çözemeyiz bunu, anlıyor musun?" Şamanın artık takati kalmamıştı. Biraz daha Kang So'nun ellerinin arasında olmaya devam ederse boğularak ölecekti. Buna seyirci kalamazdım. Ne bir insanın ölmesine ne de kadına şiddette.
"Kang So yeter! Kes şunu. Hemen!" Öyle bir bağırdım ki sanki transtan çıkmış gibi Şamanı bıraktı ve uzaklaştı. Nefes nefese kalmış bir hâlde çatık kaşlarıyla yere yığılan Şamana bakıyordu. Orta sehpanın üzerinde duran testi ve fincanı alarak su doldurdum ve Şamanın yanında diz çökerek elimi ensesine koyarak başını tuttum, ona destek olarak yavaş yavaş suyu içirdim. "İyi misin?"
Boğuk öksürüklerinin arasında başını salladı. Kan ter içinde kalmıştı. Öfkeli bakışlarımı Kang So'ya kaldırdım. "Bunu yapmamalıydın." Aynı bakışlarla bana baktı. "Burada hayatım, haysiyetim ve gururum söz konusu. Öfkelenmeyip de ne yapacaktım? Az bile yaptım."
"Seni anlıyorum ama şiddetle hiçbir şey çözemeyiz. Evet, belki burada her şey şiddetle çözülüyor olabilir, ama benim geldiğim zamanda medeniyet var. Barbarca hareketlere tahammül gösteremem."
"Barbarca mı?" Kaşları hâlâ çatıktı ama şaşırmıştı. "Evet. Bir kadının boğazına yapışmak ne demek? Onu neredeyse öldürüyordun. Seni bu hâle getirenin bir ölüm olduğunu ne çabuk unuttun?"
"Unutmuş değilim." Gözlerini kaçırdı. "O zaman sakinleş ve işin aslını öğrenelim." Tekrar Şamana döndüğümde kendini az da olsa toparlayabilmişti. "Şimdi, iksiri gerçekten yapamadın mı yoksa seni korkutan başka bir sebep mi var?" Ters ters bana baktı. "Kimseden korktuğum yok."
"Yalan söylediğini biliyorum, beni kandıramazsın."
"Seni kandırmıyorum, küçük hanım." Kaşlarım havalandı ve yarım bir gülümseme oluştu yüzümde. "Öyle mi? Seninle tanıştığımızdan beri, bana tam anlamıyla dürüst hiçbir cevap vermedin. Sana nasıl inanmamı bekliyorsun? Birbirinden farklı iki bedeni ruhlarından ayırabiliyorsun da bize geçmişi mi gösteremiyorsun?"
Şamanı yerden kaldırmaya bile tenezzül etmeden ayağa kalktım ve tepeden onu süzdüm. "Şimdi, bize önce şişeyi ver sonra da seni korkutan şeyin ne olduğunu anlat. Fazla vaktimiz yok, benim de artık sabrım kalmadı." Kendisi de ayağa kalktı ve aksi tavrını sürdürdü. "Size verecek hiçbir şeyim yok diyorum!" Sinirlenmeye başlıyordum artık. Bir insan nasıl bu kadar inatçı olabilir? Yalan söylediğine adım kadar eminim. Doğru söylüyor olsaydı eğer, geçerli bir sebebi olurdu. Dikkatini sürekli başka yere çekmek için uğraşmaz, panik içinde olmazdı. En son sözünden sonra bile, yere düşen kitaplarla meşgul olmuştu.
"Sen gerçekten..." Bu defa Kang So'dan başka bir hamle geldi. Ama bu defa engel olmaya kalkmadım. Ne yazık ki bazı insanlar medeniyetten ve iyi sözden asla anlamazdı... Bu defa hançerini çıkartıp kadının boğazına dayayan Prens, tehditkâr bir biçimde Şamanın gözünün içine içine bakıyordu. Kadın geriye gitmek istese de sırtı kitaplıkla buluştu. "Ya şimdi her şeyi dökülürsün ya da şuracıkta boğazını keserim. Emin ol, bundan hiç gocunmam. Benim için hiçbir değerin yok."
"Ama bana ihtiyacın var," dedi pişkin pişkin. Gözlerimi devirmeden edemedim. Karşımdaki manzarayı engellemek yerine yumruklarımı sıkarak izlemekle yetindim. Kang So aynı pişkin edayla, "Dünyadaki tek şaman sen değilsin, bunu benden daha iyi bildiğine eminim."
Elindeki hançeri kadının boğazına bastırdığında kan boğazından göğsüne doğru aktı. İşte o an hareketlendim ve birkaç adımda yanlarında bitiverdim. Gerçekten öldürecekti onu, o derece gözü kararmıştı. "Şimdi hemen dökül!" Şaman duyduğu acıyla inleyip ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı ve kısık bir tonda, "Tamam anlatacağım, tamam!" Bütün özgüveni yerle bir olmuştu. "2. Prens geldi." İkimizde duyduğumuz isim karşısında şaşkına döndük ve birbirimize baktık. "Ne dedin sen?"
"Duydun, Prens. Her şeyi öğrenmiş. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama öğrenmiş işte. Senin buraya gelip benden yardım isteyeceğini de."
"Yoksa ona iksiri mi verdin?" dedim. Kalbim boğazımda atıyordu. Eğer iksir Yeong Jin'in elindeyse, plan başarısız olacak demekti. Yeni bir iksir yapılabilirdi ama onca insanı tekrar bir araya toplama fırsatı kim bilir ne zaman gelirdi. Bütün umut ışıklarım sönmüştü sanki. Buraya ilk geldiğim günkü karanlığa dönmüş gibi hissediyordum. Her şeyin sorumlusu olan o adamı cezalandırmayı, evime dönmekten daha çok istiyordum.
Şimdiyse düştüğümüz şu hâle bak. Nereden öğrenmişti tüm bu planı lanet olası adam! "Elbette vermedim. Daha doğrusu, Prens’in iksirden falan haberi yok muhtemelen. Planınızı her nereden duymuşsa son kısmını kaçırmış olmalı." Duyduklarım karşısında içim öyle bir rahatladı ki bacaklarımın bağı çözüldü, neredeyse yere yığılacaktım. "O yüzden mi pılını pırtını toplayıp kaçıyordun?"
"Ne yapmamı bekliyordun? Tehdit etti beni. Ya buradan çok uzaklara, sizin izimi bulamayacağınız bir yere gidecektim ya da beni öldürecekti. Ağzımdan laf almak için bana işkence etti. Eğer şimdi iksirlerim olmasaydı ölmüştüm." Nefes nefese yerdeki minderlere oturdu ve başını ellerinin arasına aldı. Kim bilir ne kadar canı yanmış ve yıpranmıştı. "Buna rağmen bizi ele vermedin mi?"
"Bu zamana kadar olan her şeyi öğrendi. Senin Yesoo olmadığını ve geri kalan her şeyi. Tek bilmediği şey iksir."
"Peki, iksiri neden vermedin?" Gözlerini kıstı ve küçümseyen bakışlarla bana baktı. "Öyle görünmeyebilir ama benim de bir vicdanım var, Yabancı. 2. Prens’in hak ettiğini almasını istiyorum. Hiçbir kadına zorla sahip olamazsın." İlk defa düzgün bir laf etmesinin şaşkınlığıyla güldüm. "O zaman şimdi iksiri ver. Madem 2. Prens’in hak ettiğini bulmasını istiyorsun, o zaman bu iksir çok önemli. Her şeyin sırrı onda."
Düşünür gibi oldu, sonra ayağa kalktı ve kıyafetinin içinden orta boylarda bir şişe çıkarıp bana uzattı. Tam alacakken geri çektiğinde sertçe ona baktım. "Kendini hiç düşünmüyor musun?"
"O ne demek?"
"Herkes senin Yesoo olmadığını öğrendiğinde, sana ne yapacaklarını düşünmüyor musun?" Yutkundum ve gözlerimi kaçırdım. Tepkileri beni de korkutuyordu ama elimden ne gelirdi ki? Başka hiçbir yol yoktu. Yeong Jin cezasını çekmeden ne Kang So ne Yesoo ne de Minseo rahata erecekti. Hatta Sebeo bile. "Benim bir suçum yok," dedim net bir biçimde. "4. Prens’in de yoktu ama cezalandırıldı." O an Kang So harekete geçti ve Şamana bir adım yaklaştı. Kolumu öne atıp onu durdurdum ve rahatlatmak ister gibi gülümsedim. Geri çekildi. Donuk yüzü Şamanın üstündeydi. "Öleceksin, Yabancı." Şaşkınlıkla gözlerim büyüdü ve bedenim karıncalanmaya başladı. "Ne diyorsun sen?" dedi Kang So, dehşet içinde. "2. Prens seni öldürmeye gelecek." Nefesim kesilmişti. Şamanın söyledikleri beynimde yankı oluşturuyordu. "Na... Nasıl?"
"Hani soruyordun ya bana, geri dönmenin yolunu." Başımı salladım. "En başından beri biliyordum. Senin bu hâlde olmanın sebebi 2. Prens. Ve ancak o seni geri döndürebilir. Ve bunun yolu da ancak kan dökülürse olur." Nefesim kesildi, ellerim buz kesti. "Ben olduğum sürece Aylin'e hiçbir şey olmayacak. Ben onu koruyacağım ve geri dönmesi için daha sağlıklı bir yol bulacağım."
Kang So'nun kararlılığı gözlerimi yaşarttı. Bir hışımla Şamanın elindeki iksiri aldı ve elimden tutarak beni de peşinden sürükledi. Arkasından bir kukla gibi ilerlerken hiçbir şey düşünemiyordum. Ölüm korkusu sarmıştı içimi. Kang So beni koruyacağını söylüyordu, ama ya yanımda değilken Yeong Jin harekete geçerse? Ona denk değildim. Dövüşmeyi bilmez, kılıç ve silah kullanamazdım. Ona denk değildim, kendimi koruyamazdım. Kaçmaya kalksam, nereye kadar kaçabilirdim? Eninde sonunda beni kıstıracak bir yer bulurdu. Kardeşini öldüren, beni yemeğine meze yapardı.
Guwon'un önünde durduğumuzda, binmek için hareketlendiğim esnada beni durdurdu ve kendine çevirdi. Elleri omuzlarımda, gözleri gözlerime kenetliydi. Şefkat ve güvenle bakıyordu. "Korkma, ben yanındayım. Hep yanındayım ve seni koruyacağım." Sözlerine karşın gülümsemeyi denedim ama içimdeki korku buna engel oldu. Kolunun birini bedenime sarıp beni kendine çektiğinde çenem omzuna geldi. Diğer eliyle saçlarımı okşadığında gözlerimi kapadım. İçimi bir nebze rahatlatmıştı bu hareketi. Koruyucu, güvenilir ve şefkatli dokunuşu... "Yanımda olduğunu biliyorum ve sana güveniyorum, ama yine de korkuyorum. Ya sen yokken bana saldırırsa? Ben dövüşemem, karşıma çıkarsa kaçmaktan başka bir şey yapamam."
"Buna ihtiyacın olmayacak çünkü yanından bir an olsun ayrılmayacağım." Benden ayrılıp yüzümü ellerinin arasına aldı. "Hatta öyle bir yanından ayrılmayacağım ki, benden bıkacaksın." Güldü. "Sizden bıkmam ne mümkün Majesteleri." Ben de güldüğümde kaşları haylazca havaya kalktı. "Hmm, öyle mi? Bunu duymak güzel." Yüzüme yaklaştı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Sert ya da şehvetli bir öpücük değildi. Yumuşak ve sıcaktı.
Ben buradayım, diyordu. Ayrıldığımızda beni belimden tuttu ve kaldırıp nazikçe Guwon'un üstüne oturttu. Kendisi de arkama geçtiğinde saraya gitmek için yola koyulduk. Herkes her şeyi öğrendiğinde ne olacaktı bize? Bana? En çok da Yoo Li'nin tepkisini merak ediyordum. Aylardır kardeşi sandığı kızın başka birine dönüştüğünü öğrendiğinde ne yapacaktı?
Kardeşinin tacize uğradığını öğrendiğinde ne yapacaktı? Kral, Kraliçe, Prensler ve Prensesler, Yeong Jin'in gerçek yüzünü öğrendiklerinde ne yapacaklardı? Kang So'ya ettikleri haksızlıktan sonra ona kendilerini nasıl affettireceklerdi? Kang So kardeşlerine karşı olan kırgınlığını belli etmese bile, içten içe ne kadar yaralı olduğunu biliyordum. Çok sevdiği halkına karşı olan kırgınlığını. Sahtekâr 2. Prens’e inanmanın bedelini nasıl ödeyeceklerdi? Gerçi Sebeo anlattığında hepsinin Kang So'nun tarafında olduğunu söylemişti. Sonradan ne değişmişti de böyle mesafeli olmuşlardı?
Saraya geldiğimizde attan indik. Kang So'nun gerginliği yüzünden okunuyordu. Ben de ondan farksız değildim. Elini tutup ona gülümsediğimde elimi sıktı. "Her şey güzel olacak, merak etme. Hem çok fazla stres yapıyorsan eğer, bugün kardeşinin en mutlu günü olduğunu ve sevdiği kadınla evlendiğini düşünerek rahatlayabilirsin, hm?" Sözlerime güldü ve başını salladı. "Haklısın. Jiho hep olgun ve içine kapanık biriydi. Şimdiyse onun büyüdüğünü görüp üstüne birde evlenmesi... Çok mutlu ediyor beni. Birbirlerini sevdiklerini o günkü yemek de anlamıştım. Jiho ilk kez Krala karşı geldi. Umarım hep mutlu olurlar."
"Umarım. Buraya geldiğimden beri Sebeo bana çok yardım etti. Hep çok sıcak ve sevecen davrandı. Benim Yesoo olmadığımı öğrendiğinde bile. Eğer o olmasaydı çok zorlanırdım. Bir hanımefendi olmak ona çok yakışacak." Gözümün önüne, Sebeo'nun süslü püslü kıyafetler ve uzun salık saçlarıyla ceylan gibi süzülüşü gelince, içim yumuşacık oldu. Bir anda ona saygıyla yaklaşıldığında ve her istediği yapıldığında nasıl utanacaktı kim bilir.
"Hadi girelim." Onu başımla onaylayıp arkasından ilerledim. Saraya girdiğimizde hâlâ ve hâlâ bir cümbüş hâkimdi. Sarayın bahçesine masalar kurulmuş, ortasına taht yerleştirmişlerdi. Eğlence grubundaki kadınlar son hazırlıklarını yapıyor, hizmetçiler masaları yiyecekle dolduruyordu. "Benim gerçek kimliğim bilinmeden önce Prens Minseo ile düğünümüz olacaktı ya?" Başını salladı. "O zaman çok sakin bir düğündü. Şimdi neden bu kadar ihtişamlı?"
"Bunun, Kraliçenin fikri olduğundan eminim. Kral’ın aksine eğlenceyi çok sever. O zaman ki düğün gecikmeliydi. Aslında çok önceden yapılması gerekiyordu ama malum sebeplerden gerçekleşmedi. Ondandır o kadar sakin geçmesi ki," yan bir şekilde gülüp bana baktı. "Gerçekleşmedi, çünkü buna engel oldum. Pişman mısın diye sorarsan, kesinlikle hayır." Güldüm. "Bundan eminim."
"Neyse, ben Jiho'ya bakmaya gideceğim, sende," Elindeki iksir şişesini bana uzattı. "Ne yap et, bunu içki demliklerinin içine koy. O karışıklıkta düzenli tutabilmek için farklı bir bölümde tutuyorlardır eminim. Birkaç hizmetçiyle birlikte servis edilecek. Ne yap et, hepsinin içine dök."
Onu başımla onaylayıp mutfağa doğru yola koyuldum. Öyle gergindim ki baştan ayağa titriyordum resmen. Bir mucize olsun da işim kolaylaşsın diye dua ediyordum. Mutfağa geldiğimde, girişte az daha benim yaşlarımda bir kızla çarpışıyordum. "Ah, affedersin." Kızın öyle yorgun bir hli vardı ki bayılacak sandım. Bitkin ve terlemiş hâlde bana baktı. Üstünde benimkiyle aynı lacivert, beyaz hizmetçi kıyafeti vardı.
"Boşta mısın?" Dedi, sakin bir sesle. Başımla onayladım. "İyi misin sen?" Endişelenmeye başlamıştım. "Günlerdir aralıksız çalışmaktan bitap düştüm. Ayaklarım resmen ölüyor. Fıçılardan demliklere içki doldurmam gerekiyor ama Soju'nun kokusunu aldıkça midem bulanıyor. Bir sakarlık yapmaktan korkuyorum." Soju mu? Demlik mi? Hadi canım! Aradığım fırsatın bu kadar çabuk ayağıma geleceğini düşünmemiştim. "Başkasına devretseydin keşke."
"İstedim ama herkesin işi başından aşkın. Hazır sen boştasın, benim yerime yapamaz mısın?"
"Seve seve yaparım!" dedim, bir anda yükselerek. Kız bana garip garip bakınca yaptığım hatayı anlayıp kendimi dizginledim. "Yani, sen dinlenme bak, ben hallederim. Yapacak başka işim yok zaten." Minnettar bakışlarla bana bakıp saygıyla selam verdiğinde karşılık verdim. "Çok sağ ol, gerçekten." Gülümsedim. "Hadi git de dinlen."
Mutfağa girdiğimde buram buram yemek kokuyordu. Ömrüm hayatım boyunca bu kadar yemek kokusunu aynı anda işitmemiştim. Az önceki kız haklıydı. Bunca koku insanın midesini bulandırıyordu. "Nerede bu, Yeon Wol? Demlikler hâlâ dolmamış." Hemen aşçı yardımcısının yanına gittim ve tam karşısında dikildim. Beni görünce baştan ayağa süzdü ve tek kaşını kaldırdı. "Sen kimsin, çıkaramadım?"
"4. Prens Kang So'nun özel hizmetçisiyim," dedim. Adam öyle unutkandı ki defalarca gördüğü insanı unutabilecek kapasiteye sahipti. Ya da burada çok fazla hizmetçi olduğundan aklında tutamıyordu, bilemiyorum. Gözleri büyüdü ve baş parmağıyla beni işaret ederek şaşkın bir tonda, "Küçük Hanım, Yesoo! Ah, hâlâ hizmetçi olmanız ne yazık. Çok yoruluyor olmalısınız. Kusura bakmayın, tanıyamadım. Benim hafıza bazen gidip geliyor. Daha bir saat önce ne yediğimi unutuyorum."
Homurtulu bir edayla güldü ve tezgâhın üstüne en az yirmi tane demliği önüme koydu. Hepsi beyaz renkte, mavi, yeşil çiçek desenliydi. "Size zahmet vermek istemiyorum ama doldursanız çok iyi olur, yetişemiyoruz ne yazık ki."
"Sorun değil, bunun için buradayım." Tezgâhtan bir tane sürahi alıp yere eğildim ve demliğin içini soju'yla doldurdum. Ve bunu kaç defa tekrarladım bilmiyorum. Bir yerden sonra yere eğilip kalkmaktan bacaklarım ve sırtım ağrımıştı. Herkes kendi hâlinde olduğu için kimse beni umursamıyordu. Demlikler içkiyle dolduğunda iş can alıcı kısma geldi. İksiri hepsine tek tek pay etmem gerekiyordu. Kıyafetimin içinden iksiri çıkarmadan önce etrafı kolaçan ettim. Kimsenin benimle ilgilenmediğinden emin olduktan sonra şişenin tıpasını açtım ve elimden geldiğinden daha hızlı şekilde iksiri demliklerin içine dökmeye başladım.
Ellerim titriyor, gerginlikten kaslarım birbirine giriyordu. Resmen midem ağrımaya başlamıştı. İksiri hepsine pay ettiğimden emin olduktan sonra tam şişenin tıpasını kapayacaktım ki duyduğum sesle yerimden sıçradım. Yaptığım bu hareketle şişe elimden kayıp seke seke yere düştü. Şişenin çıkardığı sesten mi yoksa kalbimin gümbürtüsünden mi bilinmez, hiçbir şey duyamaz oldum. Resmen kulaklarım çınlıyordu.
"Ne yapıyorsun sen orada?" Aşçı başıydı gelen. Kilolu ve iri yarı bir adamdı. Ellerini iki yanına koymuş ters ters bana bakıyordu. "Ne o şişe öyle?" İşte şimdi ayvayı yedim. Hadi kızım Aylin, sen az palavra atmadın, bu işin içinden de çıkarsın. "Bu şey... ilacım."
"Ne ilacı?"
"Mide için. Bu günlerde çok midem ağrıyor, hekim de aç karnına bu ilacı iç, dedi. Eh, Kral ve Kraliçe’ye hizmet ederken ağrıdan her şeyi batırmak istemem. Önlem alıyorum." Kaşları havalandı. Bana inanmasını beklerken yüzümü ciddi tutmaya ve kendinden emin görünmeye çalıştım. Birkaç saniye beni süzdükten sonra iç çekti ve eliyle gitmemi işaret etti. "Hadi, işin bittiyse git artık. Sen 4. Prens’in hizmetçisi değil misin? Git onunla ilgilen."
Başımı saygıyla eğip, "Peki efendim," dedim ve mutfaktan çıktım. Yaşadığım adrenalin duygusuyla sırtımı duvara verirken, hızlı hızlı nefes alıyordum. Bugün ölmezsem hiçbir zaman ölmem...
...
Prens So, Prens Jiho'nun köşküne doğru ilerlerken Aylin'in görevini başarıyla sonuçlandırması için dua ediyordu. Ya bugün her şey açığa çıkacaktı ya da hayatının sonuna kadar bu kara lekeyle yaşayacaktı. Aylin'e güveniyordu. Hep güvenmiş ve onu sevmişti. Kendisini yarı yolda bırakmayacağından emindi. O iksir içkilerle karıştığında gerisini Prens Jiho üstlenecekti.
Odanın kapısına geldiğinde iki hizmetçi kadın iki kapaklı kapıyı açtı ve Kang So içeriye girdi. Kang kardeşler buradaydı. Prens Jiho boy aynasının karşında kendine bakıyor, kıyafetinin yakasıyla uğraşıyordu. Aynanın yansımasında Kang So'yu gören Prens, gülen yüzüyle arkasını döndü. "Ağabey, hoş geldin." Kang Kardeşler de reverans pozisyonuna geçtiler. "Çok iyi görünüyorsun, kardeşim." Prens Jiho mütevazı bir edayla gülüp başını eğdi. Kang So, kardeşlerine döndüğünde hepsinin bakışlarının onda olduğunu fark etti. 2. Prens de buradaydı ama kimseyle ilgilendiği yoktu. Kendi halindeydi ve düşünceli görünüyordu. Bir an için bakışları Kang So'yla buluştuğunda kardeşini adeta delip geçti. 4. Prens’in de ondan bir farkı yoktu.
Prens İn Baek ortamdaki gerginliği sezmiş olacak ki hemen öne atıldı. "Ne harika bir gün değil mi? Ağabeyimiz evleniyor, bütün kardeşler bir arada ve mutlu." Prens Seok, onu onaylayan bir tavırla yanına geldi ve elini omzuna koydu. "Çok haklısın kardeşim. Rahatlatıcı bir gün olacak. Yiyeceğiz, içeceğiz, eğleneceğiz."
"Kızlarla takılacağız." Prens Cheol'ün çapkın sırıtışına karşın, 11. Prens Jun hevesle başını salladı. Bunu gören Prens Sunwoo kardeşinin ensesine bir tane şaplak attı. "Hyung! Ne yapıyorsun ya?"
"Sen Cheol ağabeyine sakın uyma, kendisi çapkınlık peşinde," derken Prens Cheol'a ters ters bakmakla meşguldü. "Kendisi yakında evlenecek ya, iyi huylu damadı oynuyor tabii."
"Hiç büyümeyeceksiniz değil mi?" Prens Minseo kardeşlerinin tatlı atışmalarını dinlerken başını iki yana salladı. Bu halleri onu güldürmüştü. "Eh, artık damadı yalnız bırakalım da gelini almaya gitsin. Eminim bunun için çok isteklidir." Öyleydi. Kalbi heyecandan güm güm atıyordu. Nihayet sevdiği kadınla evleniyordu. Sebeo'nun utangaç ve kendini aşağı görme durumları işini fazlasıyla zorlaştırmıştı. Aslında onu cariyesi yapabilirdi, ama onun gözünde cariyeler sadece bir eğlence aracıydı. Prens Jiho, Sebeo'yu öyle görmüyordu, kimsenin de öyle görmesini istemiyordu. Ona aşıktı ve ömrünün geri kalanını onunla geçirmek istiyordu.
Onunla uzun uzun sohbet etmeyi, utangaç tavırlarını ya da kendini kaptırdığı zaman dur durak bilmeden konuşmasını seviyordu. Onunla eğleniyordu. Kaçamak buluşmaların sonu geldiği ve doya doya yanında kalabileceği, sarılıp öpebileceği eşi olacağı için çok mesuttu. Şimdiyse onu Kraliçenin odasından almak için yola koyuldu. Sebeo'yu gelinlikle göreceği için çok heyecanlıydı. Nasıl da güzeldi şimdi kim bilir. Kraliçenin köşküne girdiğinde, koridor boyunca onu gören hizmetçiler saygıyla eğiliyor, onu kutluyorlardı. Prens Jiho da başıyla karşılık veriyordu. Kraliçenin odasına geldiğinde iki hizmetçi karşıladı onu.
"Kraliçe'ye geldiğimi haber verin." Hizmetçi kadın odaya girdiğinde, Prens heyecanla yerinde kıpırdandı. Üzerindeki kırmızı, karın ve omuz bölgesinde altın sarısı ejderha desenli hanbok'unu ve siyah, silindir Samo şapkasını düzeltti. "Bugün bayılmazsam, hiçbir zaman bayılmam," dedi kendi kendine. İki kapaklı kapı geriye doğru açıldığında Prens, dik duruşu ve sağlam adımlarıyla içeriye girdi. Gelini, utangaç gülümsemesiyle karşıladı onu. Aynı renk ve aynı desende ama kabarık gelinliğiyle dup duru bir güzelliği vardı.
Saçlarını örmüş, ensesinde topuz yapmıştı. Kırmızı dudakları, al yanakları ve parlayan gözleriyle Prens’in tekrar kalbini çaldı. Sebeo, Prens ona yaklaştıkça heyecanla yerinde kıpırdanıyor, saçlarına taktığı ihtişamlı tokalarıyla oynuyordu. "Harika görünüyorsun," dedi Prens, onu tekrar tekrar baştan ayağa süzerken. "Siz de öyle Prens Hazretleri." Sebeo'nun tatlı sesi Jiho'yu güldürdü. "Eh, artık gitme vaktim geldi. Bahçede sizi bekliyoruz." Kraliçe konuşsana kadar Prens onun burada olduğunu unutmuştu bile. Kendine gelmiş gibi irkildi ve Kraliçe'ye reverans yaptı. "Majesteleri." Kraliçe gülümsedi. "Prensimiz yine göz alıcı." Prens Jiho mütevazı bir edayla eğilip, "Teveccühünüz Majesteleri," dedi.
Kraliçe Yeji, Prens’in sırtını bir anne edasıyla okşarken Jiho'nun içi buruldu. Öz annesi, Kraliçe Chae Won öldüğünden beri yokluğunu hep hissediyordu, ama bugün daha fazla hissediyordu. En mutlu gününde yanında olmasını ve onun o hüzünlü ve gururlu gülümsemesini görmek için neler vermezdi. Yine de Kraliçe Yeji elinden geldiğince ona ve diğer kardeşlerine annelerinin yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yapıyordu. Pek görülmüş şey değildi ama iki Kraliçe de zamanında iyi anlaşırdı. Gençliğin verdiği kıskançlık vardı aralarında ama zamanla buna son vermeyi de bilmişlerdi.
Ellerinden bir şey gelmeyeceğini ve Krala seçim yaptıramayacaklarını anladıklarında, ateşkes ilan etmişlerdi. Kraliçe Chae Won'un ölümünden sonra Kraliçe Yeji çok üzülmüştü. Herkes onun, sarayın tek ve baş Kraliçesi olduğu için sevinmesini ve göğsünü kabarta kabarta gezmesini beklemişti ama içten gelen üzüntüsü herkesi şaşkına uğratmıştı. Birinin ölümünden mutlu olacak bir kadın değildi çünkü, durum ne olursa olsun. Kraliçe çıktığında Prens zaman kaybetmeden gelininin elini tuttu ve baş parmağıyla üstünü okşadı. Bakışları bir an olsun birbirlerinden ayrılmıyordu.
"Hazır mısın?"
"Hazırım. Mutlu musunuz?"
"Hiç olmadığım kadar. Sen?"
"Hiç olmadığım kadar." Sebeo iç çekerek prensine bakmaya devam etti. "Eğer Kraliçe Chae Won burada olsaydı çok mutlu olurdu." Prens’in yüzü hüzünle doldu. Başını eğdi ve acı acı iç çekti. "Burada olmasını çok isterdim." Sebeo ona bir adım yaklaştı. "O burada. Bir yerlerden her daim sizi izliyor ve sizinle gurur duyuyor." Prens gülümsedi. İkisinin de sesi birbirine karışırken şöyle dediler: "Onu özlediğinde gökyüzüne bak."
...
İşte o an gelmişti. Bugün ya felaketimiz olacaktı ya da yeni bir hayata başlangıç. Bugün ya da ölecektim ya da... Bilemiyorum. Herkes benim gerçekte kim olduğumu öğrendiğinde tepkileri ne olacaktı bilmiyorum. Yaşamak istediğim bir gerçek, ama Şamanın söylediklerini düşündükçe içimdeki ölüm korkusuna engel olamıyordum. Yeong Jin herkesin içinde beni öldürebilir miydi? Şaman nerede ve nasıl öleceğimi söylemediği için kendimi de koruyamıyordum. Bugünkü gündür sağıma soluma, arkama önüme hatta çatı tepelerine bakmaktan boynum ağrımıştı. Beni bir okla vurmayacağını nereden bileceğim? Ona zerre güvenmediğimden her şeyi bekliyorum.
"Kral ve Kraliçe Hazretleri geliyor!" Saray halkı, haneden mensupları, Kral’ın siyaset adamları, başka sarayın prens ve prensesleri... Herkes bahçede toplanmış, düğünün başlamasını bekliyorlardı. Eğlence grubundaki genç kızlar, üzerlerinde kırmızı beyaz hanbok’ları, upuzun at kuyruğu saçlarıyla sahnede koreografiye uygun dans ediyorlardı.
Yemeklerle dolu uzun masalar, şarkılar ve danslar hava da uçuyordu. Herkes kendi arasında sohbete dalmıştı. Kang So'dan duyduğum kadarıyla, meydanda eğlenceler tertip ediliyordu. Sandık sandık erzak ve altın dağılıyordu. Anlayacağınız, halk için bugün iki düğün bir aradaydı. Hizmetçiler konuk odalarından birini Prensler ve Prensesler için hazırlamıştı. Nikah kıyıldıktan sonra başka saraylardan gelen Prensler ve Prenseslerle kendi aralarında eğleneceklerdi.
Bu durum bana, misafirliğe gittiğin zaman büyüklerin yanında kalmak istemeyen ve sohbetleri onlardan daha farklı olan gençleri anımsattı. Ortaya kurulan kocaman iki taht bulunuyordu. Kral ve Kraliçe tahtı çok daha ihtişamlıyken, gelin ve damadın tahtı daha bir mütevazı duruyordu. Kral ve Kraliçe tahtının yanında yani. Onların tahtı bordo renk ve baş kısmı altın sarısı iken uç kısmı kavisli ve aynı bir taca benziyordu. Diğer taht ise onun biraz daha açık rengi ve uç kısmı düz bir yapıya sahipti ve daha küçüktü.
Kral ve Kraliçe geldiğinde herkes ayaklandı ve reverans pozisyonuna geçti. Hizmetçiler sarı, beyaz kıyafetleri ve topuz saçlarıyla masanın hemen arkasında duruyordu. Kral ve Kraliçe tüm ihtişamlarıyla tahtlarına otururken, Kral’ın üstten bakışları herkesin üzerinde şöyle bir gezindi ve umursamaz bir edayla yerine geçti. Onun yüzü ne kadar asıksa Kraliçenin ki o kadar ışıldıyordu. Her yere gülücükler saçıyordu. Kral’ın durumunu anlayabiliyordum aslında.
O tahtını güçlendirmek istiyordu, Kraliçe ise ailesinin mutluluğunu. Kral ve Kraliçenin hemen ardından bu defa gelin ve damat anons edildi. Kang kardeşler ve diğer sarayların prens ve prensesleri gülümserken, hizmetçilerden kıskançlık nidaları duyuldu. "Şu Sebeo'ya bakın, geldi ve Prensi kaptı."
"Hayret doğrusu."
"Ben de onu sessiz sakin bir şey sanırdım, ne yere bakan yürek yakan bir kızmış."
"Koskoca prensi nasıl ayartabilmiş?"
Göz devirenler mi derseniz, dudaklarını kemiren mi... Duyduğum sözler içimdeki öfkeyi harlarken, hepsine dönüp Sebeo'yu savunma isteğime engel olamadım. Yanımdaki dedikodu tufanına dönerek, "Bir kadın olarak başka bir kadın hakkında böyle aşağılayıcı söylemlerde bulunmanız ne kadar da rezilce," dedim, yüzümü buruşturarak. "Sebeo'nun, Prens’i ayarttığını düşünmek yerine, neden tam tersini düşünmüyorsunuz?" Kızlar duydukları sözler karşısında şaşkınlıkla kalakalırken sözlerime devam ettim. "Sebeo'nun birini etkilemek için özel bir çabaya ihtiyacı yok.
Onu yakinen tanıyan birçok insanın, ondan etkilenmesi kolay. Çünkü o iyi huylu, herkesin iyiliğini düşünen ve cesur bir kız. Hangi zaman ondan bir kötülük gördünüz? Ya da gördünüz mü? Bunca zamandır birliktesiniz ve birbirinize yardımcı oldunuz değil mi? Hepiniz ailelerinizden koparılıp buraya getirilmedi mi? Hepiniz burada aynı ve eşit. Aranızdan birinin bunca eziyetten ve kendine bakamayan soylu bozuntularına boyun eğmekten kurtulduğu için sevinmelisiniz. Bir kadın olarak birbirinize destek çıkmalı ve arkasında olmalısınız. Birbirinizi ezmek, yapacağınız en son şey bile olmamalı."
Sözlerim onlarda etki bırakmış olacak ki sus pus oldular. Başlarını eğip bakışlarını kaçırdılar. Ben ise derin bir nefes alıp önüme döndüm. O an Kang So'yla göz göze geldim. O ana kadar bana baktığını fark etmemiştim bile. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa beni duymuş olmalıydı. Beni duyan neyse ki sadece oydu. Başka birinin duymasını istemezdim. En azından soylu bozuntusu dediğim kısmı. O kısım başıma bela olabilirdi...
Kang So bana gururlu gülümsemeyle bakarken, çenemi kaldırdım ve sırıttım. Bu halim onu daha çok güldürürken, yanındaki Prens İn Baek ikimize garip garip baktı. "Neden bilmiyorum ama sizde tuhaf bir haller var." Çatık kaşları ve büzülü dudaklarıyla tatlı bir erkek çocuğunu andırıyordu.
Gülümsemediğinde bile çıkan gamzesini saymıyordum bile. Gerçekten küçük bir erkek çocuğuydu... Evli ve bir çocuk babası olmasını saymazsak tabii. Kız kardeşimle aynı yaştaydı ama birisi elinde telefonuyla bütün gün sosyal medyada gezerken, diğeri aile kurmuştu. Devir farkları bazen beni çok şaşırtıyor... Bakışlarım, Prens Jiho'nun yanında kendinden emin gibi görünmeye çalışan ama utançtan yüzü kızarmış Sebeo'ya kaydı.
O kadar güzeldi ki gözlerim yaşardı. Kendimi çocuğunun mürvetini gören anne gibi hissettim. Normalde de çok güzel bir kızdı zaten, ama o göz alıcı gelinliğin içinde ayrı bir güzel görünüyordu. Kırmızı ona ne kadar da yakışıyordu. Gerçek bir prenses gibiydi adeta. Prens Jiho'nun yerinde olsam kendimle gurur duyardım.
Hizmetçilerin, gerekmedikçe soylularla görüşmesi yasak olduğu için Sebeo'yu günlerdir görmüyordum. Bir şeye ihtiyacı var mı bilmiyordum. Hazırlık aşamasında yanında olmayı çok istemiştim ama bu mümkün değildi. Çünkü artık o bir soyluydu ve ona yaklaşmam pek mümkün değildi. Gerçi Sebeo'nun her fırsatta yanıma geleceğinden ve eski samimiyetle devam edeceğimizi biliyordum. "Çok güzelsin, Sebeo..."
"Seni gelinlik içinde görsem, muhtemelen ben de böyle söylerdim." Kang So'nun fısıltılı sesini duyduğumda irkildim. Sesli mi söylemiştim ben onu? Kang So'nun hemen arkasında olduğum için sesini rahatlıkla duyabiliyordum. Kendimi gelinlik içinde düşünmek şu zamana kadar hiç aklıma gelmemişti, çünkü aklımda evlenmek gibi bir düşünce hiç olmamıştı.
İşimle o kadar meşguldüm ki bir yuva kurmak hayal gibi geliyordu bana. "Beni gelinlikle görsen bile bu, sizin gelinliklerden olmayacak."
"O niyeymiş?" Duraksama yaşadım. Aklıma tekrar dolan o düşünce kalbimi hızlandırdı. "Çünkü bugünden sonra yaşamaya devam edeceğim bile belli değil. Ve sonsuza dek burada kalmayacağım." İç çekti, masada duran eli yumruk hâlini aldı. "Yaşayacaksın ve biz burada olmasa bile başka bir hayatta mutlaka karşılaşacağız. İşte o zaman seni gelinim yapacağım."
Net tavrı karşısında ağzım açık kalırken nabzım gittikçe hızlandı. Söyleyecek söz bulamadığım için susmayı tercih ettim. Biz lafa dalmışken Prens Jiho ve Sebeo ayağa kalktılar ve yavaş adımlarla ortaya kurulan büyük ve yuvarlak, yerden yirmi santim yüksek olan sahneye, yanlarında yaşlı bir adamla birlikte çıktılar. Adamın üstünde beyaz bir hanbok ve siyah samo vardı. Prens’in akıl hocası olmalıydı. Burada nikahları ya akraba ya da akıl hocaları kıyardı.
Sahnenin etrafında uzun demirler asılıydı ve büyük parşömen kağıtlarında iyi dilekler yazılıydı. Parşömenler uçuştukça görüş alanımızı kapatıyordu. "Gelin Hanımın babasının ismini öğrenebiliriz miyiz?" diyerek söze başladı sakin bir tavırla adam. Sebeo'nun yüzünün düştüğünü ve içinin sıkıldığını ta buradan hissettim. Sebeo'nun babası, annesini aldatmıştı ve kadın buna dayanamayarak hastalanmış, sonunda ölmüştü. Annesinin ölümünden sonra Sebeo köle pazarına satılmış, oradan da buraya gelmişti. Babasından ne kadar nefret ettiğinden şüphem yoktu.
"Gelin Hanım?" Sebeo cevap vermemiş olacak ki yaşlı adam sözünü tekrarladı. "Lee Kwang." Sebeo'nun düz tavrı ve sert sesi beni şaşırttı. Onu ilk defa böyle görüyordum. Babası söz konusu olunca normalde olduğunun tam tersi birine dönüşüyordu. Adam sözüne birkaç dua ve sözle devam ettikten sonra şöyle dedi:
"Sizler daimi bir yuva kurmak için gökler ve insanlar huzurunda toplantınız. Şimdi aynı şekilde gökler ve insanlar huzurunda birbirinize söz vereceksiniz. Yanınızda bulunan içkileri birbirinize içirdiğinizde sözünüz mühürlenmiş olacak. Şimdi..." Boğazını temizledi. "Sen Lee Kwang kızı, Sebeo, Kang Jeon oğlu, Jiho'yu kocan olarak kabul ediyor musun?" Sebeo utangaç bakışlarını Prens’e çevirdi.
Ellerini önünde bağlanmış bir hâlde gözleri parlaya parlaya sevdiği adamı izliyordu. Çok heyecanlı olduğu, eteğiyle oynamasından belliydi. "Ediyorum," dedi, tatlı sesine geri dönen Sebeo. Herkesten bir alkış tufanı koptu. Ben de kendimi tutamayarak alkışladım. Öyle çok gülüyordum ki yanaklarım acıyordu. Ama bu, şu an için hiç umurumda değildi. "Sen Kang Jeon oğlu, Jiho, Lee Kwang kızı, Sebeo'yu karın olarak kabul ediyor musun?" Prens hiç beklemeden, "Ediyorum," dediğinde Prensler gülmeye başladı.
"Dünden razıymış, bir saniye bile bekledi," dedi Prens Jun sırıtarak. Yanındaki Prens Uk gülmekten karnını tutuyordu, ta ki Prens Yul onu uyarana kadar. Yanlarındaki küçük sehpada duran küçük fincanları alan gelin ve damat birbirine yaklaştı. O kadar yakın durdular ki Sebeo yerine benim kalbim hızlandı, onun durumunu düşünemiyordum bile. Kollarını karşılıklı birbirlerine doladılar ve yavaşça düğün içkisinden içtiler. Bu sayede nikahları kıyılmış ve mühürlenmiş oldu.
Birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarında adam, "Ben de sizi karı koca ilan ediyorum," dedi. "Gelini öpebilirsin." İşte bunu kaçıramam! Prens, Sebeo'ya yaklaştığında, Sebeo kızardı. Prens de gergindi, omuzlarının gereğinden fazla dik duruşundan anlamıştım. Sebeo'nun yüzünü iki elinin arasına aldı ve alnına öpücük kondurdu. Bu durum gereğinden fazla uzun sürdüğünde yaşlı adam boğazını temizlemek zorunda kaldı. Uyarıyı alan ikili ayrıldığında gülmemi saklayamadım. O an için zamanın onlar için durduğunu biliyordum. Birbirlerine nihayet kavuşmuşlardı. Bundan daha büyük mutluluk olabilir miydi? İkili tekrar karşı karşıya geldiklerinde birbirlerinin önünde saygıyla eğildiler.
O an fotoğraf makinem yanımda olsaydı bu anları ölümsüzleştirmek isterdim. Çok güzellerdi ve gerçekten çok yakışıyorlardı. Alkışlar hava da uçuşurken, usta gitti ve gelin ve damat yerine geçti. Kral, harem ağalarından birini yanına çağırıp kulağına fısıldadığında içkilerin gelme sırası olduğunu anlamıştım. Kang So ve Minseo da bunu anlamış olacak ki aynı anda üçümüz birbirimize baktık. Onları başımla onayladığımda gerginlikten ellerim terlemeye başlamıştı.
Kang So çenesini sıkıyor, Minseo ise yerinde duramayıp kolunu ha bire masaya ya da kucağına koyuyordu. Herkes kendi hâline dönmüş, çalgılar çalınmaya, dansçı grupsa dans etmeye başlamıştı. Bakışlarım Yeong Jin'e bakmak için masanın sonuna kaydı. Ama Yeong Jin orada değildi. Panikle etrafı ve masaları taradım ama görünürde yoktu. Bahçeye herkesle birlikte gelip baş köşeye kurulduğunu gördüğüme yemin edebilirdim. Ama şimdi yoktu. Tam zamanında...
Ellerinde tepsilerle masaları gezen hizmetçi grup tek tek içkileri fincanlara doldururken, ben de Kang So'ya yaklaştım ve kulağına fısıldadım. "Yeong Jin yok." Şaşkınlıkla başını bana çevirdi. "Nasıl yok?"
"Yok işte. Bir saat önceye kadar buradaydı, yani öyle sanıyorum ama şimdi yok. Sen gördün mü?"
"Görmedim.” Prens Minseo da bunu fark etmiş olacak ki kardeşlerine tek tek Yeong Jin'i sordu. Hiçbiri görmediğini söylediğinde panik beni iyice ele geçirdi. "Yani, söylemek istemiyorum ama aklıma tek bir şey geliyor."
Kang So'nun çenesi kasıldı ve dişlerini gıcırdattı. "Kaçtı, değil mi?" Başımı salladım. O gün bizi duyduğunu ve Şamana kadar gittiğini düşününce, aklıma gelen tek şey bu."
"Tam da ondan beklendiği gibi. Kaçmak ya da oyunlar kurmak."
"Ne yapacağız?"
"Bilmiyorum, ama eninde sonunda ortaya çıkacak. Şimdilik sadece şu an olacaklara odaklanalım, çünkü," başını tahtların olduğu yöne çevirdi. "Jiho harekete geçti." Prens Jiho elindeki kadehiyle ayaklanmış, insanlara sesleniyordu. "Sizden bir istirhamım olacak. Bugün benim için çok özel bir gün. Bu sebeple isteklerimin sorgusuz sualsiz yerine getirileceğine inanıyorum. Beni bilirsiniz, insanlardan bir şey bekleyen ya da isteyen biri hiç olmadım. Ama şu an sizden bir ricam var."
Onun bu tavrını izleyen Kral ve Kraliçe meraklı görünüyordu. Ne olacağını bilen Sebeo ise gerginlikle olduğu yere sinmişti, çünkü olayın ucu ona da dokunuyordu. "Ne oluyor Jiho?" Prens, Kral’a dönerek, "İzninizle Kral Hazretleri, bugün bu içkiyi burada toplanan tüm konuklarla ve hizmetçilerle paylaşmak istiyorum." Hizmetçiler şaşkınlıkla birbirine baktılar.
Çünkü hizmetçilerin soylularla birlikte içip eğlendiği görülmüş şey değildi. "Ne diyorsunuz siz, Prens Hazretleri?" Kraliçe bile bu duruma şaşırmıştı. "Majesteleri, biliyorsunuz ki onların bizde çok hakkı var. Her isteğimize koşturan ve bize boyun eğen bu insanlara bir kadeh içkiyi fazla görmemeliyiz.
Biliyorum, görülmüş şey değil, ama eminim ki Sebeo da bundan memnun olur. Sonuç olarak o, artık bu sarayın hanımı ve benim zevcem. Ve bu bizim özel günümüz. Küçücük bir istediği bana çok görmezsiniz, değil mi?" Kral ve Kraliçe bir süre birbirlerine baktıktan sonra, Kral kabul eder gibi başını salladı. Hizmetçiler tereddüte düşmüş olsalar da sonunda kendilerine içki doldurdular ve ellerine fincanları aldılar.
"İçkilerimizi içmeden önce, dinlemenizi istediğim biri var. Kendisi gerçekten önemli şeylerden bahsedecek." Eliyle beni işaret edip, "Yesoo!" dediğinde bütün gözler bana döndü. İşte başlıyoruz. Hiçbir göze bakmamaya çalışarak, masanın ve hizmetçilerin yanından geçtim ve herkesin beni görebilmesi için az önce nikah kıyılan sahneye çıktım. Bütün gözler üzerimdeyken kendimi mahkeme salonunda gibi hissettim. Bu sefer savunacağım birçok insan vardı ve o insanlar sevdiklerimdi. Birdenbire hayatıma giren, bana bir o kadar uzak ama bir o kadar da yakın insanlar.
"Öncelikle şunu söylemeliyim ki, biraz önce görecekleriniz buradaki herkesin canını yakacak. Özellikle belirli kişilerin. Hepsini elimle göstererek, "6. Prens Minseo’nun," başını hafifçe eğdi ve iç çekti. Şu anın onun için ne kadar zor olduğunu biliyordum. Ki daha bildiği hiçbir şey yokken... Yeong Jin'in Yesoo'ya yaptıklarından bir haberdi. "Kral ve Kraliçenin." İkisinin de kaşları çatıldı ve dikkatle beni izlemeye devam ettiler.
"Büyük Hanım Yoo Li'nin." Yoo Li bir anda ayağa kalktı ve hem şaşkın hem endişeli bir halde, "Bana niye öyle sesleniyorsun?" Cevap vermedim ve devam ettim. "4. Prens So'nun." İşte o an herkes Kang So'ya baktı.
Onları, benim onlara konuşma yapmam değil de Kang So'dan bahsetmem daha çok şaşırtmış gibiydi. "Hatta Sebeo'nun bile. Ama en çok da Yesoo'nun..."
"Yesoo'nun mu? Neden bahsediyorsun sen?" Dediler, hep bir ağızdan. "Kendinden neden bir başkasıymış gibi bahsediyorsun?"
"Biraz sonra görecekleriniz size hayal gibi gelebilir, ama gerçek. Düpedüz bir gerçek. Masum gibi görünen birinin gerçek yüzünü göreceksiniz biraz sonra. Önce izlemenizi istiyorum, sonra devam edeceğim." Prens Jiho'yla bakıştığımızda fincanı tutan elini kaldırdı. "Tüm gerçekler bu içki de saklı. Bana güvenin ve benimle birlikte için." Koca bir sessizlikten sonra baktı ki kimse davranmıyor, kendisi dikti kafasına içkiyi. Bunu gören konuklar da tek tek içkilerinden içtiler.
Ben de elimde tuttuğum içkiyi içerken elim titriyordu. Buna hazır mıydım gerçekten emin değildim ama çok geçti artık. Bir süre bekledim ama hiçbir şey olmadı. İşe yaramadığından endişelenmeye başlamıştım. Bizi kandırmış mıydı yoksa?
Bize iksir diye yutturduğu boş su olabilir miydi? Soju'nun rengi de aynı su gibiydi zaten. Kesin kandırdı bizi cadı kadın. İçim huzursuzlanmaya başladığında, görüşümün bulanıklaştığını fark ettim. Sonra ardı ardına önce çınlama, sonra mide bulantısı ve beynimde uyuşukluk hissettim. Kendimi baş dönmesiyle yerde bulduğumda, benimle birlikte herkesin de ya yere ya da sandalyeye çöktüğünü fark ettim. Sonra gözümün önüne görüntüler doluşmaya başladı...
Yesoo'nun eski odasının kapısını gördüm önce. Sonra da Yesoo'yu. Üzerinde pembe hanbok'u, saçlarına taktığı çiçekli kanca tokasıyla yüzü ışıldıyordu. Tek başınaydı, yanında Sebeo yoktu. Odasına girdi, ben de arkasından girdim. Kendi bedenimi onun yanında gördüm, ama o beni görmüyordu. Sonra karşıma Yeong Jin çıktı. Yatakta oturmuş, birini bekliyor gibiydi. Yesoo'yu. "Sonunda sıra bana geldi," dedi sırıtarak.
Onun o pişkin suratını gördüğümde midem kasıldı. Yesoo'nun gerilediğini hissediyordum. Kalbi gümbür gömbür atıyordu. Bütün duyularını hissediyordum. Sanki bütün bütünüyle Yesoo olmuştum. Sanki sadece bedenini değil, ruhunu da paylaşıyordum. "Ne işiniz var burada?" Ona bakmıyordu. Korkusundan değildi ama rahatsız oluyordu. "Seni görmeye geldim. Gelemez miyim?" Yeong Jin'in pişkin edası devam ediyordu. "Burada olmanız yanlış. Burada olmalısınız." Yeong Jin bir anda ayaklandı. Öfkelenmişti. "Yanlış olan ne?"
"Ben nişanlıyım, hem de kardeşinizle." Yeong Jin'in öfkesi harlandı, deli deli bakıyordu artık. Bütün o kendinden emin, alaycı duruşu tuzla buz olmuştu. "İşte asıl yanlış olan bu!" Sesi tüm odayı aldı. "Sen benim nişanlım olmalıydın, onun değil!" Yesoo artık korkmaya başlamıştı. Titriyordu, titriyordum.
Yeong Jin, Yesoo'ya yaklaştığında kız geri kaçtı. Kalbi gittikçe daha hızlı atıyordu. Kalbim gittikçe daha hızlı atıyordu. "Kraliçe bana cariyeler gönderip duruyor, ama ben hepsini reddediyorum. Neden biliyor musun? Senin için. Ben seni istiyorum." Yesoo'ya git gide yaklaşıyordu. Onu duvarla arasına sıkıştırdığında midem bulanmaya başladı.
Yeong Jin'in temasını bile hissediyordum. Sırtımı duvara dayadığımdaki o soğukluğu. Ellerini çeksin istedim. Yüzüne baktığımda bile midem bulanıyorken temasına nasıl katlanabilirdim? Ya da bunu isteyen Yesoo'ydu. Onu kendine yaklaştırdığın da nefesini yüzümde hissettim.
"Bu yanlış! Ben sizi istemiyorum! Bırakın beni, yeter!" Yesoo avazı çıktığı kadar bağırsa da kimse onu duymadı. Çırpınsa da Yeong Jin onu bırakmadı. Dudaklarını, dokunuşlarını, nefesini, lanet olası sıcaklığını, her şeyini iliklerime kadar hissettim. Yesoo'nun acısını iliklerime kadar hissettim. Çığlıklarını iliklerime kadar hissettim...
Çırpınmaya bırakmıştı artık. Farkındaydı sonunun geldiğini, kimsenin yardımına gelmeyeceğini, şu an yaşasa bile aldığı bu lekeden sonra kendine kıyacağını biliyordu. Ama bilmediği bir şey daha vardı: Onu kurtaracak birinin olduğu. Bir anda kapı açıldı ve yapılı bir adam odaya girdi. Saçları topuzdu, üstünde sarı, işlemeli hanbok ve aşırı derecede çekik gözleri vardı. Beyaz teni ve siyah saçları...
Merhum Prens'ti bu. Yesoo'nun kurtarıcısı, ölümün genç misafiri... Yeong Jin'i Yesoo'dan kopardığı gibi öyle sert yumruk attı ki, Yeong Jin tok bir sesle yere düştü. Yumrukların ardı arkası kesilmezken Yeong Jin'in yüzü kan içinde kaldı. Merhum Prens nefes nefeseydi ve yumruk yaptığı elinden kan akıyordu.
Yeong Jin'i bayıltana kadar dövmüştü. O anda her yer bulanıklaştı. Yesoo'nun görüşüydü bu. Yavaş yavaş duvardan kaydı ve bedeni yerle buluştu. Görüşüm karanlık bir hâl aldığında Yesoo'nun bayıldığını anladım.
Tekrar ana döndüğümde, ağlayan hizmetçiler, öfkeyle küfür eden Prensler gördüm. Prensesler de ağlıyordu. Yoo Li ağlamaktan kendini kaybetmişti. Prens Seok bile öyle şaşkındı ki, Yoo Li'yle ilgilenemiyordu. Oturduğu sandalye de mıhlanmıştı adeta. Prens Minseo'dan hiç ses çıkmıyordu. Gözleri hâlâ kapalıydı ve yanaklarından çenesine doğru gözyaşları süzülüyordu.
Ben ise... Kusuyordum. Deli gibi titriyor, kusuyordum. Terden sırılsıklam olmuştum. Hâlâ o dokunuşları, Yesoo'nun korkusunu ve paniğini, yardım çığlıklarını hissediyordum. Muhtemelen benimle birlikte herkes hissediyordu. Sonra görüşüm tekrar bulanıklaştı ve başka bir ana geçtim.
Yesoo'nun bu defa pazardaki bir görüntüsü bilirdi zihnimde. Bir şeylere bakıyormuş gibi görünüyordu ama aklı başka yerdeydi. Yüzü solgun, halsiz ve dalgındı. Kafasını dağıtmak için öylesine çıktığı belliydi. Sonra yanına yaşlı bir adam geldi ve ona elma uzattı. Yesoo elmayı aldı ve yürümeye devam etti. Sonra karşısında bir adam belirdi. Yeong Jin'di bu. Yesoo onu gördüğünde öyle bir paniğe kapıldı ki dur durak bilmeden koşmaya başladı. O an anlamıştım, Yesoo'nun en büyük travmasıydı artık Yeong Jin... Öyle çok koştu ki kalp atışlarını hissettim.
Nefes nefeseydi. Nefes nefeseydim. Bacaklarım kopacak gibi hissediyordum ve terlemiştim. Yesoo bir evin önünde durdu ve sırtını evin duvarına verip yere çöktü. Ağlıyordu. Onun o ağlayışını duyduğumda kalbim paramparça oldu. Gözyaşları içimi yaktı. Yeong Jin gerçekten ölsün istedim. Öyle bir öfkeyle kabardım ki kendi ellerimle öldürmek istedim.
Yesoo'nun yanına bir kadın geldi. Gördüğüm yüzle yüreğim ağzıma geldi. Şaman Seo'ydu bu. Demek burada karşılaşmışlardı. Şaman, Yesoo'ya neyi olduğunu sordu, Yesoo ise geçiştirdi. Sonra her şeyin başlangıcı olan o diyalog gerçekleşti:
"İçimdeki sıkıntı öyle büyük, öyle karanlık ki... Kurtulmak için nelerimi vermezdim. "Keşke başka biri olarak doğabilseydim. Başka bir bedende, daha temiz bir bedende, bambaşka biri olarak..." O bambaşka biri de ben oluyordum işte... Yesoo'nun söyledikleri Şamanın ilgisini çekti. Öyle ki gözlerinin içi parlamıştı. "Bambaşka biri olarak mı doğmak isterdin yani? Ne olursa olsun?"
"Hem de çok. Canımdan çok isterdim."
"Sanırım sana yardım edebilirim," dedi Şaman ve Yesoo'yu evine davet etti. Şamanın eski eviydi bu anlaşılan. Yesoo gitti. Gitme demek istedim ama ne işe yarayacaktı ki? Olup bitmişti her şey. Eve girdiklerinde, Şaman aynı soruyu tekrar sordu. "Bambaşka birinin bedeninde doğmayı bu kadar çok mu istiyorsun?"
"Bambaşka biri olmak istiyorum. Bu bedenden kurtulmayı istiyorum." Şaman sırıttı. "Sana yardım edebilirim. Başka birinin bedenine geçebilirsin." Yesoo tereddütte kalsa da fazla soru sormadan kabul etti. Şaman ondan kanını istedi, o da verdi. Kan dolu şişeyi elinde tutan Şaman, heyecanlı görünüyordu.
Ona taşındığını ve küçük bir çocuktan haber göndereceğini söyledi. Yesoo tam çıkarken Şaman, iksirin kesin olarak işe yaramayacağını ya da daha farklı sonuçlar doğuracağını söyledi. Mesela kendisinin karanlık bir boşlukta süzülebileceğini.
Çok tehlikeli bir iş olduğunu falan. Lanet cadı! En başta söylemesi gerekeni sonda söylemişti. Eğer Yesoo bunu bilseydi kesinlikle bu işe girişmezdi. Menfaatçi cadı. Yesoo'nun aklının başında olmayışını kullandı. Altınımı alayım gerisi umurumda değil, kafasında resmen.
Sonra sahne tekrar değişti.
Bu defa da Yesoo, Şaman Seo'nun yanındaydı ama kıyafeti farklıydı. Sanırım onun da dediği gibi aylar sonrasındaydık. İksirin hazır olup olmadığını soruyordu, o da henüz hazır olmadığını. Yesoo içi sıkılmış bir halde saraya geri döndü.
Sahne bir kez daha değişti.
Bu defa Yesoo küçük bir çocukla görüşüyordu. Elinde de bir şişe ve not vardı. Notta talimatlar yazıyordu. Adresin uzak olduğunu ve gelmesi uzun sürerse dikkat çekeceğini. Yesoo şişeyi aldı ve çocuğa altınını verip odasına gitti. Elindeki şişeyle yatağa oturduğunda tek başınaydı. Bir süre şişeyle bakıştı. Korkuyordu. Çok korkuyordu ama içindeki kirlenmişlik hissi daha ağır basıyordu. Bu yüzden birkaç dakikanın ardından iksiri içti.
İksirin o kusmuğa benzer tadını aldığımda, ben de kusacaktım. Demek Yesoo bunu içtikten sonra onun bedenine geçmiştim. Şaman bana da iksir verebilirdi her şeyi eski haline çevirmek için, ama kendine güvenmediğini farkındaydım. İşleri daha karmaşık hâle getirebilirdi. Kesinlikle ben de ona güvenmiyordum. İksiri içtiğinde hiçbir şey olmadı.
O an sahne tekrar ve tekrar değişti.
Yesoo ikinci defa Yeong Jin'in saldırısına uğruyordu. Ama bu defa kurtulmayı başarmıştı, kendini kurtarmayı. Ama bitik haldeydi. Daha çok acı çekiyordu. Canını almak istiyordu. Hamama gitti. Attı kendini sıcak suyun içine. Çok sıcaktı. Onunla birlikte ben de yanıyor, ben de boğuluyordum. Bir anda sudan çıktığında ağlıyor, kriz geçiyordu. O günkü hissi tekrar yaşadım.
Baş ağrısı, terleme, mide bulantısı... Ruhum onun bedenine geçtiğinde ki hisle aynıydı. Çığlık atmak istiyordum ama yapamadım. Çırpınmak istedim ama yapamadım. Nefes alamıyordum. Sonra bir anda karanlık bir boşluğa düştüm. Yesoo düştü. O an bütün hislerimi kaybettiğimi fark ettim. İçimden yardım çığlıkları atıyordum ama dışımdan sessizdim. İçimdeki ses yankı yapıyordu kulaklarıma. Sonra önünde bir ayna belirdi. O aynada kendini gördü. Sarı bir ışık olarak. "Bu da ne böyle? Ne oluyor? Beni duyan var mı! Sesi mi duyan var mı! Yardım edin!"
Yardım çığlıklarını kimse duymadı. Panik içindeydi ama çıkacak hiçbir yer yoktu. Aylardır bulunduğu yer burasıydı işte. İçindeki karanlığa gerçek anlamda gömülmüştü Yesoo. Sonra o ayna da bir görüntü belirdi. Kendimi gördüm. En son avukatlık bürosunda, masamda oturuyordum. Hasta gibiydim. Bayılacak gibiydim ve Duru’yla konuşuyordum.
Yesoo'nun benim hakkımda, "Ne kadar güzel," dediğini duydum. Gülesim geldi bir an ama yapamadım. Hasta halimle koltuğa yatışımı ve bedenimin bir anda gevşediği o anı gördüm. Doktorun kapıdan girişini ama o an da zamanın duruşunu izledim. Sonra ekrandaki görüntü yine değişti. O an kalbim bin parçaya bölündü. Ekranda ailem vardı. Annem, babam ve kardeşim. Annem yemek yapıyor, babam işten yeni gelmiş, kardeşim ders çalışıyor...
Her zaman ki gibi normallerdi. Sonra babamın son anlarını ve onu kaybettiğim an attığım acı dolu çığlığı gördüm.
Sahne tekrar değiştiğinde buraya ilk geldiğim andaki halimi gördüm. Panik içindeydim. Kimseyi tanımıyordum. Ağlayıp herkesten kaçmaya çalışıyordum. Herkese yalan söylemiştim onlar da sorgusuz sualsiz inanmıştı. Onlar bana değil, Yesoo'ya inanmıştı çünkü ona güveniyorlardı. Biliyorlardı, asla yalan söylemeyeceğini ve onları kandırmayacağını ama düştüğü bataklıktan bir haberdiler.
Kendime geldiğimde ailemi görmenin verdiği acıyla yere yığıldım. Kalbim acıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ve bedenim deli gibi titriyordu. Dünyam durmuştu o an. Herkesin şaşkın nidalarını, bana hayaletmişim gibi davranıp kaçışmalarını, baygınlık geçirmelerini ya da küfürlerini duymuyordum. Görmek istemiyordum. Kendi acımla boğuşurken, kimse umurumda değildi. Ailemi istiyordum. Onlara kavuşmayı.
Canımdan kanımdan olan insanlara, vatanıma dönmek istiyordum. Yorulmuştum artık. Yalandan dolandan, bu bedenin bana verdiği acıdan yorulmuştum. Geri dönmek istiyordum. Kendimi bayılacak gibi hissettiğimde, beynimin içinde bir anı daha canlandı. Bu anı kalbime hançerini daha sert sapladı.
Bu defa Kang So'yu gördüm. Bu sefer onu hissettim. İçi gayet huzurlu, toy bir genç adamın neşesi vardı. Her şey normaldi, ama bir yere yetişmek için hızlı hızlı yürüyordu. Üzerinde beyaz hanbok vardı, saçı atkuyruğuydu. Koridorda hızlı adımlarla yürürken bir ses duyuldu. Merhum Prens’in odasından geliyordu. Kang So odaya doğru ilerledi, kapı aralık duruyordu. İçeride Merhum Prens ve Yeong Jin vardı. Tartışıyorlardı.
"Böyle bir şey yapmayacaksın," diyordu Yeong Jin. "Yapamazsın ağabey." Merhum Prens’in kaşları çatıktı. "Elbette yapacağım. Kral ve Kraliçe bunu öğrenmeli."
"Öğrenmeyecekler!" Yeong Jin daha fazla öfkelenmişti, dişlerini sıkıyordu. Kang So kafası karışık bir halde sessiz sessiz hâlâ onları izliyordu. "Korkuyorsun değil mi?" dedi Merhum Prens, alay eden bir tonda. "Korkmalısın da. Bu yaptığın affedilmez. Hayatın boyunca yapabileceğin en kötü şeyi yaptın!" Sesi bir anda yükselen Merhum Prens, Yeong Jin'e bir adım yaklaştı. "Bir kadına yaşayabileceği en kötü şeyi yaşattın!"
Kang So'nun kaşları çatıldı. Hâlâ bir şeyleri anlamak için kendini zorluyordu. "Benim canımı alsan daha az günah işlemiş olurdun!" dedi Prens. Şeytana vesvese... Merhum Prens bu sözünü öfkeyle söylemiş olsa bile, bir dakika sonra gerçek olacağını bilse yine de söyler miydi acaba?
"Kendisi benden bu konudan kimseye bahsetmemem konusunda söz almış olsa dahi, cezalandırılman gerek." Biraz daha sakinleşmişti artık. "Ben bir prensim, Kral’ın beni cezalandıracağını sanıyorsan yanılıyorsun," dedi Yeong Jin.
Kang So da prensti ama Kral onu cezalandırdı. Ya piyango Kang So'ya vurdu ya da Yeong Jin babasını hiç tanımıyor. "Bu durumda zarar gören tek kişi Yesoo olur," dedi yan bir gülüşle. Merhum Prens ona öfkeyle baktı. "Peki ya, Minseo? Onu hiç düşünmüyor musun?"
"O benim kadınımı çaldı!"
"Yesoo hiçbir zaman senin kadının olmadı!" Sinirle iç çekti. "Kral’la görüşeceğim. Benim sözlerime itimat eder, eminim hak ettiğin cezayı alacaksın." Yeong Jin'e biraz daha yaklaştı.
O an, yaklaşma ona! Koru kendini! diye bağırmak istedim ama elbette yapamadım. Baş parmağını kaldırıp Yeong Jin'e salladı. "Sen ne kardeşini ne de zavallı, suçsuz günahsız bir kızı düşünmeyecek kadar zalim ve acımasız birisin. Kibrine yenik düşerek herkese zarar veriyorsun. Sadece kendini düşünüyorsun!"
Yeong Jin'in bir şey söylemesini bekledim ama yapmadı. Onun yerine sustu ve kasıldıkça kasıldı. Sonrasında ne olduğunu bile anlamadım. Kılıcını kınından çıkartıp öyle hızlı bir şekilde Prense sapladı ki şaşkınlıkla donup kaldım. Merhum Prens sertçe yere yığılırken, eli göğsüne saplanmış kılıca gitti.
"Demek, seni öldürsem daha az günah işlemiş olurum, öyle mi?" dedi Yeong Jin nefes nefese. Merhum Prens ise zar zor nefes alıyordu. Kang So donup kalmış bir haldeydi hâlâ. Kıpırdayıp da araya girememişti bir türlü. Öyle şaşkındı ki kanı donmuştu adeta. Yeong Jin kılıcı adamın göğsünden öyle sert çekti ki çıkan et ve kemik sesi mide bulandırıcıydı. Onun yerine benim canım acıdı.
"Haklısın, ağabey. Ben sadece kendimi düşünürüm. Kendi mutluluğum ve huzurum için herkesi gözden çıkarabilirim. İster masum bir kadın, isterse kardeşim olsun, fark etmez." Adi herif! İğrenç yaratık! Daha ne kadar nefret edebilirim dediysem daha fazla ediyordum. Bu adam yüzünden kaç insanın canı yanmıştı. Benim bile.
Onun yüzünden saatlerce bayılana kadar kırbaç yemiştim. Bayılsam bile geri uyandırılıyor, tekrar kırbaçlanıyordum. Hayatımda bir kez olsun fiske bile yememiş olan ben, onun yüzünden ölüyordum. "Sende benim gibi olsaydın, şimdi ölümün eşiğinde olmazdın, zavallı iyilik meleği," dedi tükürürcesine.
"Küçüklüğümden beri senin sonrakin olmaktan bıktım! Veliaht olmayı ben hak ediyordum ama Kral seni seçti! Seninle rekabet içinde olmaktan bıktım usandım. Ama artık önümde hiçbir engel kalmadı. Ölmek üzeresin ağabey. Yesoo da çenesini kapatacağına göre babamdan sonraki Kral ben olacağım!" Gözleri fel fecir okuyordu, kendini tamamiyle kaybetmişti.
"Hain!" Dedi, Merhum Prens acılar içinde kan kusarken. Yeong Jin kılıcı ikinci defa saplamak için kaldırdığında nihayet araya Kang So girdi. Onu gören Yeong Jin kendine geldi ve bir iki adım geriye çekildi. Kolları iki yanda serbest kalırken, Kang So öne doğru hamle yaptı ve tüm gücüyle yumruk savurdu. Yeong Jin dengesini kaybederek elindeki kılıcı yere düşürdü. "Sen ne yaptın! Ne yaptığını sanıyorsun!" diye haykırdı.
Sonra yere diz çöktü ve Prens’i kollarının arasına alarak sarstı. Bilinci kapanmak üzereydi. Kang So, ağabeyine ölmemesi için yalvardı. İçli içli ağlayarak ağabeyini kendine getirmeye çalıştı. Onun bu hâli içimi paramparça etti. Kang So'nun öfkesini, acısını ve şaşkınlığını hissettim. Delirmek üzere olduğunu hissettim. Merhum Prens’in kanı ellerine, kıyafetine, yüzüne bulaştı.
Kanın sıcaklığını hissettim, metalik kokusunu işittim. Titriyordum ve bir an önce bu andan kopmak istedim. Ama zamanı değildi. Merhum Prens, Kang So'nun adını sayıkladığında susturdu onu. "Şşt, kendini yorma," dedi. Hâlâ ağlıyordu ve düşündüğü tek şey, kollarında yatan ağabeyiydi. "O ölecek, artık çok geç!" diye haykırdı Yeong Jin. O da kendinde değildi. "Kes sesini-"
Yeni bir darbe daha geldi. Bu defa kılıçi Merhum Prens’in sırtına saplandı. Yeong Jin öyle hızlı hareket ediyordu ki takip etmesi güçtü. Kang So bile farkına varamıyordu hareketlerini, özellikle şu durumda. O an içimde delici bir öfke ve kana susamışlık hissettim. Resmen deliriyordum. Ya da bu hissettiklerim, Kang So'ya aitti. Acıyla haykırıyor, ölmemesi için yalvarıyordu.
Veliaht artık ölmüştü, hem de 4. Prens Kang So'nun kollarında. Kral o zaman Kang So'nun bu halini görseydi eğer ona bunu yaptığı için kendinden nefret ederdi. Çünkü Kang So şu an saf acı çekiyordu, bunu hissediyordum. "Hain!" Dedi, kucağındaki cansız bedeni yere yavaşça bırakarak.
Sanki daha fazla canını yakmak istemiyordu. Sarsılarak ayağa kalktığında öfkeden titriyordu. "Sen bir hainsin! Ölmeyi hak eden sensin! Ve bunu yapan ben olacağım!" Yerde duran kanlı kılıcı aldı ve elinde sıkıca tuttu. O an Yeong Jin'in gözlerinde gerçek korkuyu gördüm.
Öleceğini farkındaydı. Kang So'dan deli gibi korktuğunu o an görmüştüm. Kılıcın ağırlığını hissettim. Kabzasının sıcaklığını. Kang So kılıcı başının üzerine kaldırdı ve öfkeyle haykırdı. Tam kılıcı savuracakken, bir ses duyuldu, koridordan geliyordu. Yeong Jin adeta kaçarcasına oraya koştu. Kang So elinde hâlâ kılıcı tutuyor, bir yandan Merhum Prens’i kucaklıyordu. Koridorda panikle koşturan Sebeo'yu gördüm. Yeong Jin de tanımıştı hemen. İşte Sebeo'nun her şeye tanık olduğu o an.
O günden sonra, Yeong Jin'in tehditlerine maruz kalmıştı. Ne kadar korkmuştur kim bilir. 2. Prens kapıda öylece dikilirken hareketlenme oldu ve koridorun başında Kral ve Kraliçe göründü. Onları gören Yeong Jin, hareketlendi ve sanki odaya yeni girmiş gibi şaşkın bir ifade takındı. Asıl felaket olan, Kang So'nun kanlı kılıcı hâlâ daha elinde tutmasıydı. Muhtemelen şok içindeydi ve dünyadan kopmuştu. Bütün suçun üstüne kaldığı, acıyı iliklerine kadar hissettiği o gün... Artık gerçeği herkes biliyordu. Ailenin lekesi Yeong Jin'in gerçek yüzünü.
Kendime geldiğimde, Kang So'yu yanımda diz çökmüş halde buldum. Bana bakıyordu. Kendinde değildi. Terlemişti, saçları dağılmış, bazı tutamları alnına yapışmıştı. Gözleri kızarmıştı ve elleri titriyordu. Gözlerinin içine bakarken ben de ağlamaya başladım. Bir an bile düşünmeden ona sarıldığımda kolları belime dolandı. "Geçti artık, İyisin. Herkes her şeyi biliyor." Saçlarını okşadım ve sıra sıra öpücüklerimi dizdim. Bedeni de titriyordu. "Bütün acını ve öfkeni hissettim. Ben buradayım, tamam mı? Kalplerimiz bir oldukça hep yanındayım."
Sesim titriyordu ve ağlamamı durduramıyordum. "Bitti... Bitti, değil mi?" Dedi, masum bir çocuk gibi. "Herkes masum olduğumu biliyor, değil mi? Abimin kanı üstümden temizlendi, değil mi?"
"Evet, evet. Geçti artık, bitti. Temizsin sen Kang So. Hep temizdin." Gülümsedi. "Seni seviyorum, Türk kızı. Geldin ve hayatımı bir ay gibi parlattın." Güldüm ve ona daha sıkı sarıldım. "Ay, yıldız olmazsa eksik kalır."
"Ay'ım için hep buradayım." Saçlarımı öptü ve öyle derinden içini çekti ki, sanki bütün yüklerinden arınmış gibi.
"YEONG JİN!!!" Biri öyle bir haykırdı ki Kang So da ben de yerimizden sıçradık. Prens Minseo kendini kaybetmiş gibi nefes nefese bağırıyordu. Önündeki masada ne var en yoksa dağıtıyor, tekmeler savuruyor, küfürler ediyordu. Şu an gördüğüm Minseo, bambaşka biriydi. Prens Seok bir yandan, Prens Sunwoo bir yandan, Prens Cheol diğer yandan onu durdurmaya çalışıyorlardı. "Ağabey, dur yapma! Kendine gel!"
"NEREDE O! YEONG JİN NEREDE! ÇIK ORTAYA ADİ KÖPEK!" Kang So sendeleyerek ayağa kalktığında, ben de onunla birlikte kalktım. "Yeong Jin yok, Minseo. Kaçtı." Prens Minseo'nun delici bakışları kısa bir an Kang So'yu buldu. Sonra ortaya bağırmaya devam etti.
Bahçede ölüm sessizliği vardı. Kimileri baygındı kimileri ise ağlıyordu. Yoo Li, Kraliçe ve Prenses Yeona ve Yeonhwa ağlama krizine girmişti. Kral’dan bile ses çıkmıyordu. Tahtında sus pus oturuyordu. Olayın şokunu atlatamamış gibi görünüyordu. "BULUN O ADİYİ BANA! BULUN VE HEMEN GETİRİN!" Minseo avazı çıktığı kadar bağırırken öfkeden kıpkırmızı oldu. "CEZASINI BEN KESECEĞİM!"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.8k Okunma |
411 Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |