21. Bölüm

20.Bölüm. Anka Kuşu. Final.

Sıla Nur
theragn_

Son kez keyifli okumalar... 🥺💫🤍

**

"Hay böyle işin!" 2. Prens, Bambu ormanının eteklerinde son sürat koşuyordu. Nefes nefese kalmıştı ama koşmaya devam ediyordu. Başı büyük dertteydi. Artık onu kimse idam sehpasından kurtaramazdı. Kral’a karşı uyguladığı manipülenin artık işe yaraması mümkün değildi, çünkü karşısında güçlü rakipleri vardı. Geçmişte Kang So'nun zayıf anından yararlanıp onu alt etmişti, ama şimdi aynı şeyin tekrar olması mümkün değildi. İçkilerin içine dökülen o iksir bütün foyasını ortaya çıkarmıştı. O lanet olası Şaman, Prens’i kandırmıştı, sadece kandırmakla kalmayıp, ondan iksiri saklamıştı. İksir...

Prens’in buna aklı almıyordu. Nasıl olurdu da Yesoo'nun bedeninde başka bir kadın olabilirdi? Demek o yüzdendi bu asi tavırları ve edepsiz halleri. Yesoo olsa asla böyle şeyler yapmazdı. Şamana işkence ederek olan biten her şeyi öğrenmişti, ama hâlâ beden değiştirme olayını aklı almıyordu. Neyse ki saraydan tam zamanında kaçmayı başarmıştı. Sabahtan beri Minseo ve Jiho da bir tuhaflık olduğunu sezmiş, onları baş başa konuşurlarken dinlemişti. Kendisini alt etme planından bahsediyorlardı ve bu defa en ince ayrıntısına kadar duymuştu her şeyi.

Ama plan hakkında konuşulurken içkiler konuklara servis edilmek üzere götürüldüğü için, içkileri değiştirmek gibi bir fırsatı olmamıştı. Olsaydı bile, mutfağın kapısına dört tane muhafız dikmişlerdi. Muhtemelen Kang So'nun aklına gelmişti bu. Muhafızları gönderip bir de mutfağa girmeye kalksaydı şüphe çekerdi, kaçmaktan başka çaresi kalmamıştı. Bir saniye. Mutfağa bir hizmetçi gönderip içkileri onun değiştirmesini isteyebilirdi aslında... Ah, aptal kafası! panikleyince duruveriyordu.

Şimdiyse Bambu ormanında, ıssız bir kulübe de sonunu bekliyordu. Burası geçiciydi tabii. Askerler onu bulamadan hemen başka saklanma yeri bulması gerekiyordu. "Her yeri arayın! Yeri, göğü, fare deliğini bile! Kral’ın kesin emri var." Askerin sesi Prens’in kulağına ulaştığında, hışımla ayağa kalktı. Başka sığınma yeri bulmak için geç kalmıştı.

Küçük kulübenin camına yaslanıp göz ucuyla dışarıyı baktı. Üç tane atlı asker ağaçların arasında dolanıyordu. Kırmızı siyah üniformalarına bakılırsa sarayın askerleriydi bunlar. Askerin biri atından inip, yürüyerek etrafı dikkatlice taradı ve bakışları kulübede durdu. "Şimdi sıçtım!" diye düşündü Prens. "Komutanım burada bir kulübe var."

"İçini ara hemen." Prens’in saklanacak hiçbir yeri yoktu. Küçücük bir kulübeydi burası. Eski tek kişilik bir yatak, küçük kare bir masa ve tabureden oluşuyordu. Dışarıdan bakıldığında oyuncak eve benziyordu aynı. İki kişi ancak yaşardı içinde. Ne bir odası vardı ne de banyosu. Tek bir odada sıkışıp kalmıştı.

Bu yüzden, belindeki kılıcı hazırda tutarak herhangi bir saldırıya kendini hazırladı. Onu öldürmeye gelmediklerini biliyordu, Kral sağ olmasını isterdi ki cezasını kendisi verebilsin. Tek yapmak istedikleri onu yakalayıp saraya götürmekti. Prens kapının arkasına saklandı ve askeri beklemeye başladı. Yavaşça kapı açıldığında, Prens gayet soğukkanlı davranıyordu, kalbi hariç. O dışardan duyulabilecek kadar coşkuyla atıyordu.

Kapı yavaşça açıldığında asker içeri girdi. Prens tam o anda askerin sırtına yapıştı ve kılıcını boğazına dayadı. "Şşt, sakın ses çıkarma." Asker sık nefeslerinin arasında çenesini sıkarak, "Kral’ın emri, sizi götürmek zorundayız. Lütfen zorluk çıkarmayın," dedi. Prens güldü. "Tıpış tıpış gelmemi beklemiyorsun herhalde?"

"Mecbursunuz!" Prens, kılıcı adamın boğazına daha sert dayadı. "Prens Hazretleri, hemen kılıcınızı indirin!" Bu ses arkasından, kulübenin dışından geliyordu. Prens kapana kısılmıştı ama pes etmeyecekti. "Sizinle hiçbir yere gelmiyorum!" dedi ve kollarındaki askerin boğazını kesti. Adam kanlar içinde yerde yatarken, diğer iki askerden biri kılıcını diğeri okunu çekti. Prens kendi kılıcını önünde sağlam bir şekilde tutarken alnından ter akıyordu. Askerlerin kararlı duruşlarından hiç hoşlanmadı. Kolunu çapraz şekilde kaldırıp ağıt yakarak saldırıya geçti.

İki metalin birbirine çarpma sesi kulakları çınlatırken, tüm gücüyle rakibinin kılıcına asıldı. Kılıçlar güç gösterisinin içinde titreşti. Prens geri çekilip tekrar saldırdı. Ama asker savuşturarak yana kaçtığında omzuna bir darbe aldı. Oku tutan asker harekete geçmiyordu. Düşündüğü gibi; amaçları onu öldürmek değil, Kral’a sağ salim teslim etmekti. "Majesteleri, size zarar vermek istemiyoruz!"

Gözleri fel fecir okuyan Prens, askere dik dik baktı. Sonra geri çekilerek kılıcını indirdi. Onunla birlikte ok ve askerin kılıcı da indi. "Tamam. Cezamız neyse çekelim." Sıkıntıyla iç çekerek askerlerin önünden ilerlemeye başladı. Bu kadar kolay pes etmesine şaşıran askerler, birkaç saniye birbirlerine baksalar da arkasından ilerlediler. Askerlerden biri, ellerini bağlamak için atta asılı duran halatı aldı. Diğeriyse Prens’in tam yanında duruyordu ama yüzüne bakmaya çekiniyordu. Prens bundan fırsat bilerek hamlesini yaptı.

Kılıcını çektiği gibi, önce yanındaki askerin göğsünü yardı, diğer askerinse başını kesti. Saldırısı o kadar hızlı gerçekleşmişti ki iki asker de neye uğradığını şaşırmış, karşılık verememişlerdi. Bu durumdan huzursuzlanan atlardan ikisi kaçarken birini tutmuştu Prens. Tuttuğu ata atladı ve son sürat ormanın içinde ilerlerken büyük bir kahkaha patlattı. "Asker olmuşlar ama aptallar. Nasıl hemen pes ettiğime inanırlar?"

...

Kaos. Her yerde kaos vardı. Bağıranlar, koşuşturanlar, ağlayanlar, bayılanlar, üstüme yürüyenler... Yoo Li ve Kraliçe baygınlık geçirerek odalarına taşındı. Prens Minseo yaşadığı öfke patlaması nedeniyle hâlâ ortalığı darmaduman ediyordu. Prens Seok, Prens Yul ve Prens Cheol dört bir yandan onu sarmış, durdurmaya çalışıyorlardı. Prens Jiho, Sebeo'yu bu hengameden korumak amaçlı odasına göndermişti. Kang So ise beni korumaya çalıyordu. Beni arkasına almış, bir elinde kılıcıyla üstüme gelen meclis üyelerini savuşturmaya çalıyordu. Onları kılıçtan geçirmese bile gözlerini korkutmaktı niyeti.

Kötü ruh diyorlardı bana. Onları bir kâbustan uyandırıp ötekine sürükleyen kötü ruh... "Öldürün onu!"

"Kral Hazretleri!"

"Küçük Hanım Yesoo'ya zarar vermiş olabilir, ölmesi gerek!" Hizmetçi kadınlardan biri hem korkmuş hem de şaşkın bir halde bana bakıp elini ağzına götürdü. "Bunu bunca zaman nasıl fark edemedik?

Yesoo Hanım diye sarayda dolanan bu kötü ruhu nasıl fark edemedik?" Bunu duyan Kang So kadına ters ters baktı. Öyle ölümcül bakıyordu ki kadının yerine ben korktum. "Fark edemediğiniz tek şey, Yesoo'nun bedeninde başka bir kadının olması değil. Şimdi kapat o çeneni!" Kadın işittiği azardan sonra geri geri kaçmaya başladı ve gözden kayboldu. "Muhafızlar!" Kral’ın sesi tüm bu kaosa baskın geldi ve herkesi susturdu. "Alın şu kızı ve hemen zindana kapatın ve bana derhal Şaman Seo denilen kadını getirin!"

Kral’ın emri üzerine, şaşkın bir edayla bir süre kalakaldım. Üstüme gelen muhafızlara karşılık, Kang So beni adeta kendine yapıştırdı. Kılıcını savurup hiddetle onlara bağırdı. "O zindana kapatılacak hiçbir şey yapmadı Majesteleri! Buna izin vermiyorum!"

"Senden izin alan olmadı Kang So," dedi Kral, heybetli duruşu ve sert sesiyle. "Çekilmezsen seni de zindana atmak zorunda kalırım." Kang So güldü ve umursamaz bir edayla Kral’a baktı. Uzak bir mesafedeydi ama tam karşısında duruyordu. "Yapmadığın şey değil baba." Kral kısa bir an duraksama yaşadı.

O anda arkamdan iki muhafız kollarıma yapıştı ve beni ondan kopardı. "Bırakın beni! Ben mağdurum! Suçlu olan, kaçan o prens! Derhal bırakın beni!" İki muhafızın arasında debelenirken, Kang So da dört bir yandan sarılmıştı. "Aylin!"

"Kang So!" Kral hareketlenip yanıma geldiğinde, kolları arkasında bağlanmış, üstten bakışlarla beni süzdü. "Suçlu olduğun için zindana atılmıyorsun. Seni o bedenden çıkarıp, Yesoo'nun geri gelmesini sağlayacağız. Şamanı da bu yüzden getirtiyorum." Bu adam ne dediğinin farkında mı? Bir akıllı o mu?

Eğer bu mümkün olsaydı, Şaman'la birlikte bunu çoktan yapardık zaten. "Bu mümkün değil," dedim Kral’a öfkeyle bakarken. "Neden olmasın? Seni bu bedene sokan, çıkartmasını da bilir." Yaptığı bir baş hareketiyle muhafızlar beni yaka paça zindana götürdüler. Bunu görüp öfkelenen Kang So, çevresini saran muhafızları kılıçtan geçirdi. Bunu öyle bir hız ve çeviklikle yapmıştı ki gözlerimi kırpmaya bile zamanım olmamıştı.

O an anladım ki, buraya ilk geldiğimde, prensler kılıç gösterisi yaparken Kang So, Yeong Jin’i kolaylıkla alt edebilirdi, ama onun yerine yaralanmayı seçmişti. Söz konusu Yeong Jin bile olsa, Kang So kardeşlerine zarar vermezdi. Hele ki bile isteye asla. O gün kılıcı Yeong Jin’in elinden alıp boğazına dayayabilirdi ama yapmamıştı. Ama neden onu yaralamasına izi vermişti, işte bilmiyordum.

Zemin kan gölüne dönerken herkes korkuyla kaçışmaya devam etti. Kral yaşanılan bu kaostan kendini sıyırırken saray görevlileri ve askerler, insanları durdurmaya çalıyor, sakinleşmeleri için uğraşıyorlardı. Kang So her ne kadar yolunu kesenleri geri püskürtmeye devam etse de bana ulaşamadı. Çünkü çok fazla muhafız vardı. Zindana girdiğimde beni bir çuval gibi parmaklıkların ardına attılar. Yüz üstü düştüğüm yerden kalkıp kanayan dizlerime ve ellerime baktım. Durum tahmin ettiğimden de beterdi.

Yeong Jin kaçmıştı. Prens Minseo kendini kaybetmişti. Prens Jiho ve Sebeo'nun düğünü zaten mahvolmuştu ama bu planlanan bir şeydi. Kang So'nun suçsuz olduğu kanıtlanmıştı, ama öyle öfkeliydi ki yanlış bir şey yapmasından korkuyordum. Daha şimdiden beş muhafızdan fazlasını katletmişti. Yoo Li ve Kraliçe ne haldeydi kim bilir. Kang kardeşler şoktaydı.

Prensesler ağlaya ağlaya Kraliçe’nin peşinden gitmişlerdi. Kral’ın koruması ise aldığı emirle Prensleri odalarına götürmüştü. Zarar görmelerini istemiyordu. Yaşanılan kaosu durdurmaya çalışan askerler...

Of, neyin içine düştüm ben böyle? Yine zindana takılıp kaldım ve birkaç saat içinde ruh çıkarma ayini yapılacaktı üstümde. Hadi diyelim, Yesoo bedenine kavuştu. Peki ya ben? Ben ne olacağım? Büyünün bozulması için Yeong Jin'in beni öldürmesi gerekiyor. Kan dökülmesi gerekiyor. Kral bunu öğrendiğinde Yeong Jin'i getirip beni öldürmesini mi izleyecek? "Aylin, bana ulaşmanı bekleyip duruyorum." Duyduğum sesle yerimden sıçradım. Çok ani olmuştu. "Neler oluyor? Zindan da ne işin var?" Elimle yüzümü kapatıp iç çektim. "Ah, her şey karıştı Yesoo..."

"Ne oldu, anlat artık." Her şeyi ayrıntılarıyla anlattım. Ben anlattıkça şok içinde bağırıp durdu. "Kral benim bir kötü ruh olduğumu ya da bir şeytan olduğumu düşündüğü için beni zindana kapattı. Ruhumu bedeninden ayırıp seni geri getirecekmiş, bu yüzden de Şaman Seo'yu getirmeleri için emir verdi."

"Ama Şaman Seo bunu ayin aracılığıyla yapabilseydi çoktan yapardı zaten."

"Büyüyü bozmak için ölüm gerekiyormuş.”

"O ne demek?

"Bizim bu halde olmamızın sorumlusu Yeong Jin olduğu için büyüyü de o bozmalıymış."

"Bunun ölümle ne ilgisi var?"

"Şöyle bir ilgisi var," dedim, sırtımı duvara yaslayıp cenin pozisyonunu alırken. "Seni Yeong Jin'in elinden kurtaran Veliaht Prens'ti. Yeong Jin bu sebeple veliahtı öldürdü. Kan döküldü. Sonra sen Şaman Seo'yla karşılaştın ve o büyülü iksiri yapabilmek için senin kanını istedi. Kilit nokta kan. Olayın kilidi Yeong Jin'le açılıp kan ile bağlandı. Bu sebeple bu iki unsurun birleşmesi gerek. Hatırlasana, yediğim kırbaç darbelerinden sonra iki zaman arasındaki kapı aralanmıştı.

Eğer Yeong Jin beni öldürürse o kapı tamamen açılacak. Biz acılarla bağlandık Yesoo, bizi ayıran da acı olacak. En azından fikrimce öyle. Başka mantıklı bir açıklama bulamıyorum." Bir süre sessizlik oldu. "Ama senin ölmen tamamen formalite gibi oluyor. Yani yara alan benim bedenim. Ya bedenlerimize geri döndüğümüzde, bedenimin aldığı yaralar yüzünden ben de ölürsem?"

İşte bunu düşünmemiştim. Zaten bedenin aldığı yaralarla, ruhun nasıl harekete geçtiğini bir türlü anlayamamıştım. Hâlâ daha anlayabilmiştim değildim. "Belki beden gerçek ruhla buluştuğunda iyileşir? Sonuçta şu an bedeninle bütün olan benim ruhum."

"Bilmiyorum. Kafam karışık ve tedirginim."

"Ben de öyle."

...

Kang kardeşler, Kraliçe’nin odasında toplanmıştı. Bir ağlayıp bir susuyor, kendi kendilerine sayıklıyor ya da odanın içinde dört dönüyorlardı. Kral yanlarında değildi. Kang So da onlarla birlikteydi ve Kraliçe’nin baş ucunda oturuyordu. Kadın hâlâ kendine gelememişti. "Bütün bu olanlara inanamıyorum," dedi Prens Cheol, başını ellerinin arasına almış, sıkıntıyla yüzünü buruşturmuştu. "Burnumuzun dibinde neler olmuş ama hiçbirini fark etmemişiz bile."

"Kendimizle o kadar meşgulüz ki, başkalarını fark etmiyoruz," diye kendine kızdı Prens Yul. Prenses Yeona, Kang So'nun yanına çekinerek yaklaştı. "Ne desek boş, biliyorum. Yaşadıklarını telafi etmez ama çok üzgünüm, orabeoni. Çok ama çok üzgünüm. Sana inanmamıza rağmen nasıl yanında olamadık ve sana sırt çevirdik?” Sıkıntıyla iç çekti ve başını daha fazla önüne eğdi.

“Korktuk. Çok korktuk. 2. Prens’in bize de zarar verebileceğinden korktuk." Kang So kız kardeşinin sözlerinde ciddi olduğunu biliyordu. Bu yüzden kendini gülümsemeye zorladı ve başını iki yana salladı. "Önemi yok Yeona. Gerçekler ortaya çıktı."

"Önemi var!" dedi kardeşler hep bir ağızdan. Bu yükseliş Kang So'yu şaşırttı. "Sana nasıl sırt çevirdik biz? Bu zamana kadar hiçbir zararını, kötü sözünü dahi işitmedik ağabey. Sen karıncayı bile incitemezsin ki. Nasıl böylesine cani olabileceğine inandırdık kendimizi?" Bu söz Kang So’yu içten içe güldürdü. Karıncayı bile incitemezsin dediği adam az önce neredeyse bir katliam yapmış, Aylin’e ulaşabilmek için kraliyet muhafızlarını öldürmüştü. Hele ki Shinju da yaptıklarını öğrenseler ne düşünürlerdi acaba.

"Düşündükçe kendimden nefret ediyorum," diye ağladı Prens Uk. Sonra öyle bir an yaşandı ki Kang So ayağa kalkmak zorunda kaldı. Çünkü kardeşleri önünde diz çökmüş, af diliyordu. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Kalkın çabuk," dedi şaşkınlık içinde. "Affet bizi Ağabey. Öyle büyük bir gaflete düştük ki ne desen ne yapsan haklısın."

Başları eğik, elleri kucaklarına düşmüş halde tatlı tatlı af dileniyorlardı ve bu, Kang So'nun kalbini hem yumuşattı hem de onu utandırdı. "Önümde diz çökmeniz beni daha çok sinirlendiriyor," dedi gayri ihtiyari bir biçimde. Hepsi yavaşça ayağa kalktı ve Prenses Yeonhwa öne çıktı. Kang So'nun ellerini tutarken gözleri dolu doluydu. "Biz seni öyle seviyoruz ki, yaptığına kendimizi inandırdığımız şey bizi derinden yaraladı. Hepimiz çok öfkeliydik. Konduramadık bir türlü. Ama şimdi masum olduğunu bilmek içimize su serpti."

Gülümsedi, ama gülümsemesi Prens Sunwoo'nun sözleriyle solup gitti. "Bir ağabeyimizin masumiyetine sevinirken diğerinin asıl suçlu olduğunu öğrendik. Gerçekten artık ne hissedeceğimi bilmiyorum."

"Ben So ağabeyimin masum olduğunu biliyordum," dedi Prens İn Baek ve kollarını önünde kavuşturdu. "Siz bana inanmamıştınız. Bundan sonra ne söylersem bana inanın, çünkü ben hep haklıyım." Prens’in böbürlenişi herkesi güldürürken gülüşleri hep bir an sürüyordu, sonra kasvetli hallerine geri dönüyorlardı.

"Yeong Jin ağabeyim bunu gerçekten yaptı mı?" diye sordu Prens Jun. Masum bir çocuk gibi sormuştu sorusunu. İnanmak istemiyormuş gibi. Aslında zaten çocuktu. Daha on beş yaşındaydı. "Ya bizi de öldürürse..." Gözleri dolu dolu olmuştu şimdi. "Bu asla olmayacak." Prens So, kardeşini kollarının arasına alıp sıkıca sardı ve sırtını sıvazladı. "O sizin her ne kadar ağabeyiniz olsa da her insanın içinde iyi ve kötü, ışık ve karanlık vardır. Yeong Jin ağabeyiniz karanlığı seçti. Onu ışığa çekmek için geç kalmış olsak da tarihin tekerrür etmesine izin vermeyeceğim. Bu defa olmaz. O yüzden bana inanın ve korktuğunuzda, tedirgin olduğunuzda bana sığının. Her ne olmuş olursa olsun, ben sizin ağabeyinizim." Kang So'nun bu sözlerinden sonra kardeşleri kendilerini daha güvende hissederek ona yaklaştı ve toplu sıcak bir kardeş kucaklaşması vuku buldu.

...

Saatler geçiyor ama hiçbir hareketlilik olmuyordu. Dışarıda ne olduğunu öyle çok merak ediyordum ki. Kang So'ya ne oldu, Sebeo ne yapıyor, Yoo Li ne halde. Hepsini merak ediyordum. Aniden zindanın ağır kapısı gürültülü bir sesle açıldı. İçeriye Kang So girdiğinde ayağa fırlayıp adeta demirlere yapıştım. "Kang So. Neler oldu?" Kang So önümde durup bir süre beni izledi. Omuzları derin bir nefesin ardından inip kalktı ve söze girdi. "Ortalık daha fazla karıştı."

"Ne oldu?"

"Her yere Yeong Jin'in aranıyor posteri asıldı. Halka gerçek duyuruldu, meydanda kıyamet koptu desem yeridir. Askerler dört bir yana dağılıp Yeong Jin'i arıyorlar. Ve..." Kaşlarımı kaldırıp onu teşvik etmek amaçlı, "Ve?" dedim. "Yoo Li-sshi seni görmek istiyor." Kalbim tekledi. İçimi kaplayan tedirginlik, korkuya dönüştü. Ne konuşacaktı benimle? O da diğerleri gibi şeytan olduğumu mu düşünüyordu yoksa? Bu yüzleşmeye hazır mıydım bilmiyorum, ama eninde sonunda gerçekleşmesi gerekiyordu.

Bundan kaçamazdım. "Görüşelim ama buraya girmesine izin var mı?" Demirliklere yaklaşıp elini içeri uzattı ve yanağımı okşadı. "Var. Merak etme, seni buradan çıkaracağım. Sadece biraz daha sabret, tamam mı? Kral şu an meclis toplantısında. Çıktığında konuşacağım ve seni buradan çıkaracağım. Şimdi benim de oraya gitmem gerekiyor. Çünkü şu an konunun ana merkezlerinden biri de benim." Başımı salladım ve elinin üstüne elimi koydum. "Şaman gelene kadar sabrederim. Onunla bir yolunu buluruz, merak etme."

"Şaman geldiğinde seni taht salonuna getirecekler. Ayin işlemi orada başlayacak." Sonra sesini kıstı ve devam etti. "Seni kaçırmak istiyorum ama her yer muhafız ve bekçi dolu. Bütün giriş çıkışlar kapalı. Taht salonuna geldiğinde, belki Şaman ayin yaparak herkesi etkisi altına alabilir."

"Yani diyorsun ki, yeni bir büyü yaparak Kralı bu fikrinden vazgeçirecek, öyle mi?"

"Aklıma başka bir fikir gelmiyor. Aklım durdu, Aylin. Her şey o kadar karıştı ki..." Sıkıntıyla yüzünü ellerinin arasına aldı ve sık bir nefes verdi. Onun bu hâlini görünce içim acıdı. Yüzüm asılırken uzanıp elini tuttum. "Şamana bundan bahsedeceğim, belki yapabiliriz." Tabii fırsatım olursa. Bana bakıp başını salladı ve gitti.

Hemen arkasından içeriye Yoo Li girdiğinde nefesimi tuttum. Gözleri kıpkırmızıydı. Yüzü solmuş ve bitkin haliydi. Ayakta zor duruyordu ama buraya kadar gelmişti. Arkasında Prens Seok vardı. Ona kapının dışında beklemesini rica etti ve yanıma gelerek tam önümde durdu.

Bir süre bana baktı. Dikkatle inceledi. İçime kadar girdi bakışları, orada beni arıyordu sanki. Aylardır yanında olan o yabancıyı arıyordu. "Yesoo," dedi ağlamaklı ve çatlayan sesiyle. "İyi mi?" Kendimi tutamadım. Gözümden yaşlar akarken başımı salladım. "Özür dilerim. Çok özür dilerim. Böyle olsun istemedim, sizi kandırmak istemedim. Ama kimseye anlatamazdım. Kim inanırdı ki bana? Başka çarem yoktu." Ağlamaya devam ederken başım önüme düştü. Yoo Li de benimle birlikte ağlıyordu. "Senin bir suçun yok. Yesoo'nun da yok. Gerçek suçlu ortada. Ben kendime kızıyorum."

Gözyaşları hıçkırıklara dönüşürken yüzünü elleriyle kapadı. "Nasıl oldu da Yesoo'nun acısını göremedim? Nasıl onu koruyamadım? Ben nasıl bir ablayım böyle... Annemin emanetine sahip çıkamadım." Bacakları onu taşımamış olacak ki yere çöktü. Ben de onunla birlikte çöktüm. O ağladıkça ben de ağlıyordum. Kendimi Yoo Li'nin yerine koyduğumda içim dağlanıyordu.

Ya Miray da böyle bir şey yaşamış olsaydı ve ben bunu anlamasaydım? Acısını görmeseydim, ne yapardım? Kendimi asla affetmezdim. Miray'ın yüzüne bile bakamazdım. "Çok acı çekmiş olmalı," dedi. Elimi demirlikler ardından ona uzattım ama dokunamadan geri indirdim. Başını kaldırıp yaşlı gözlerle bana baktı. "Çok acı çekmiş olmalısın. Ailenden uzak, bunca yabancının arasında. Bir başına..." Başımı iki yana salladım.

"Öyle düşünme. Yalnız değildim ki, sen varsın. Benim bir ablam yok ama seni ablam gibi gördüm. Seni kandırdığımı bilerek her gün acı çektim, utandım ama yalnız hissetmedim. Sen, Sebeo, Prens Minseo, ve Prens So. Hep benim yanımdaydınız." Gülümsedi ve uzanıp elimi tuttu. Elleri titriyordu ve çok soğuktu. İki elim arasına aldım ve ısınması için ovdum.

"Sen iyi birisin. Prens So'ya yardım edip, suçluyu ortaya çıkardın. Hiçbirimize zarar vermedin. Hakkın olmamasına rağmen onca zorluğa katlandın. Farklı bir yaşama ayak uydurmaya çalıştın. En çok da ailenden ayrı kalmana rağmen ayakta kalmayı başardın." Gülümsemeyi deneyip ona bakmaya devam ettim. Gözleri ışıldıyordu ve sözlerinde içten olduğu belliydi. "Sizi huzura kavuşturmadan gitmeyeceğim," dedim. "Yesoo'yu huzura kavuşturmadan gitmeyeceğim. Siz benim ikinci ailem gibi oldunuz. Geri döndüğümde bile sizi unutmayacağım." Başını salladı.

"Yesoo'yu görmem mümkün mü?" Duraksadım. Bu haldeyken onu görmesi iyi olur muydu, emin değildim. Ama zaten görmemiş miydi? Herkesin zihnine dökülmemiş miydi o anlar? "Bundan emin misin?"

"Eminim. Lütfen." Kararsız kalmıştım, ama öyle ısrarcı görünüyordu ki geri çeviremedim. Gözlerimi kapatıp Yesoo'yla ikimizi bağlayan o ipe tutundum ve çektim. O anda yaşadığım ışık patlamasıyla gözlerimi açtım ve Yesoo'yu karşımda gördüm. "Abla?" Yoo Li tiz bir çığlıkla elini ağzına götürdü ve geriye kaçtı. "Aman tanrım, Yesoo!"

"Abla!" İki uçtan duyulan hıçkırıklardan sonra ayağa kalktım ve ikisini baş başa bırakmak için duvar dibine çöktüm. "Yesoo, ne oldu sana? Ah, şu hâline bak. Ne oldu..."

"İyiyim ben, iyiyim. Ağlama." Ama kendisi de ağlıyordu. "Geri döneceğim. Yakında geri döneceğim. Çok az kaldı." Yoo Li onu başıyla onaylasa da kendinden geçmişti artık. "Çok özür dilerim kardeşim. Seni göremedim, yanında olamadım."

"Öyle düşünme. Ben anlatamadım sana. Ben anlatmadan nereden bilebilirdin ki? Kendini suçlama." Demir parmaklıkların ardından çıktı ve Yoo Li'ye yaklaşıp onunla bir oldu. Sesi yankılanırken, "Güçlü kal, abla. Prens Seok ve kızının sana ihtiyacı var." Yesoo bir anda kaybolduğunda, Yoo Li'ye sanki bir güç gelmiş gibi ayaklandı ve kendine geldi. Elinin tersiyle gözyaşlarını silerken bakışları benimkilerle buluştu. "Senin için en güvenli yer şu anda burası. Dışarıya çıkarsan üstüne çullanabilirler. Malum..." Güldüm. "Beni şeytan sanıyorlar."

...

Gecenin karanlığında, gölgeler insanları takip ederken Prens Yeong Jin, kırık dökük, terk edilmiş bir hanın içinde, karşısında en az bir gölge kadar siyah giyinmiş, yüzleri kapalı bir grup adamla konuşuyordu. Kimliğini gizlemek için giydiği eski püskü bej rengi kıyafeti ve hasır şapkasıyla bambaşka biri gibi görünüyordu. Şehrin dört bir yanına asılı aranıyor posterlerini görmüş, öfkeden deliye dönmüştü. "Kang So'nun kaderini yaşamayacağım," diye kendine yemin etmişti. İnsanları sevmezdi, hatta onlardan nefret ederdi. Onları kullanmaktan hoşlanır, yanında değil de karşısında bulursa, yok etmekten çekinmezdi.

"Gece yarısına kadar kimseye görünmeden orada bekleyeceksiniz. Eğer biriniz bile yakalanırsanız, hepinizi gebertirim," dedi. Sesi soğuk ama gözleri fel fecir okuyordu. Karşısındaki adamlar onu sessizce başlarıyla onayladılar. Konuşmak istemediklerinden değildi, konuşma yetisini kaybettiklerindendi. "Aletler hazır mı?" Yine bir baş onayı daha.

"Güzel. Eğer size verdiğim emri layıkıyla yerine getirirseniz, paranızı misliyle geri alacaksınız. Şimdi gidin ve yerinizi alın." Bir grup siyahlı adam ona reverans yaptıktan sonra sırayla handan çıktılar. Prens ise iki tane sandalye çekti ve birine sırtını, birine de bacaklarını dayamak üzere uzandı. Ellerini ensesinde bağlarken dakikaları saymaya başladı. Yaptığı plan başarıyla sonuçlanırsa, en azından ölüme tek başına gitmeyecekti.

...

İki muhafız, beni yaka paça tutmuş, zindandan çıkarıyorlardı. Bir gündür zindandaydım ve yediğim tek şey kuru bir ekmek ve suydu. Muhtemelen Şaman gelmişti ve herkes taht odasında toplanmıştı. Ben de onların yanına yol alırken, beni gören hizmetçiler korkuyla kaçışıyor, arkamdan “şeytan” diye bağırıyorlardı. Bu senaryo bana bir yerden tanıdık geliyordu...

Aynı şeyi Kang So içinde yapıyorlardı bir zamanlar. Şimdi gerçek suçlu ortaya çıktığına göre tepkileri ne olacaktı? Bana verdikleri tepkiler zerre umurumda değildi çünkü birkaç kişi hariç burada kimseyi umursamıyordum. Evime döndüğümde onları bir daha görmeyecektim nasılsa.

Taht odasına girdiğimde, beni kocaman, gösterişli tahtında oturan kasıntı Kral ve yanında hasta gibi görünen hüzünlü Kraliçe karşıladı. Hemen yanı başında Gökbilimci de vardı ve bulunduğum durum hiç hoşuna gitmiyormuş gibi huzursuz bir edayla gözlerini kısarak bana bakıyordu. Kral’ın hemen sağında ve solunda Prensler ve Prensesler bulunuyordu. Sebeo'nun burada olduğunu fark etmem fazla zamanımı almadı.

Hemen yanında da Mihi vardı. Sebeo, "Aylin," dedi, bana bakıp endişeli bir ifadeyle. Ona gülümsedim ve rahatlatmaya çalıştım. Diğer yanında Prens Jiho güven veren bir ifadeyle başını bir kez salladı. Ona bakışlarımla karşılık verirdim. Yoo Li bir adım öne çıktı. Ağzını açıp tekrar kapadığında söyleyecek bir şey bulamadığını anladım.

Tam o esnada Kang So önümde durdu ve muhafızlara öldürücü bakışlarını yolladı. "Bırakın onu. Hemen." Muhafızlar tereddütte kalıp Kral’a baktıklarında, Kral çenesini kaldırıp onay verdi. Beni bıraktıklarında Kang So hemen kollarıyla sardı. O an herkes aramızda bir şeyler olduğunu anladı. "İyi misin?" dedi Kang So.

"Daha iyi günlerim olmuştu." Onun kollarından ayrılırken Kang kardeşlerin şaşkın, tedirgin ve korkak bakışlarıyla karşılaştım. "Bu nasıl olur, hâlâ anlamıyorum," dedi Prens İn Baek. "Aylardır Yesoo diye bildiğimiz kız bir başkasıymış."

"Bize neden hiçbir şey söylememiş, anlamıyorum," dedi Prenses Yeonhwa kibirli bir edayla. Onda öyle bir hava vardı ki iltifat bile etse, sesinden kibir akardı. "Arkadaşız sanıyordum," dedi Prenses Yeona dudağını sarkıtırken. Araya girmek konusunda kendime engel olmadım. "Size hiçbir şey anlatamazdı," dedim ve taht salonunun ortasına, hepsinin beni görebileceği bir açıya geldim. Gözlerimi hepsinde gezdirerek,

"Size gelip "2. Prens bana taciz etti, eğer Veliaht Prens olmasaydı belki de karnımda onun çocuğunu taşıyordum" diyemezdi. Deseydi eğer, Prens Minseo'nun nişanlısı olduğuna bakmadan onu öldürürdünüz." Kral’ın kaşları çatıldı. Bakışlarımı bir an olsun, o sert bakışlarından çekmedim. Bu arada Prens Minseo asla burada değil gibiydi. Öyle solgun ve öylesine yorgun görünüyordu ki içim acıdı. Yeong Jin'den bir kez daha nefret ettim. "Hatırlıyor musunuz, Prens Yeong Jin beni, Yesoo zannederek sıkıştırdığında bizi gören Sebeo'ydu." Sebeo huzursuzca yerinde kıpırdandı. "Prens Minseo'yu aldattığımı düşünerek beni zindana kapattınız, neredeyse ölüyordum. Ayrıldığımızın haberini aldığınızda beni Shinju'ya sürgün ediyordunuz." Bu defa huzursuzca yerinde kıpırdanma sırası Kang So'daydı.

"Eğer Prens Yeong Jin'in sakladığı mektupları görmeseydim, gerçeği asla öğrenemeyecektim." Prens Sunwoo bitkin bir halde öne çıkıp, kızarmış gözlerini bana çevirdi. "O mektuplar sende mi?" Başımı olumsuz anlamda salladım. Şamanın yanından döndüğümüz esnada Kang So benden mektupları istemişti ve bende ona vermiştim. "Bende."

Kral bir el hareketiyle korumasını çağırdı; adam kıyafetinin içinden çıkardığı mektupları Kral’a uzattı. Kral elinde tuttuğu mektupları herkesin görebileceği şekilde kaldırdığında, herkesin üstünde bir gerginlik sezdim. Sanki Kral elinde bomba tutuyordu.

Eh, bomba etkisi yarattığı kesindi tabii. "İşte o meşhur mektuplar. Birinde, Prens So'nun sürgündeyken, Prens Yeong Jin'e yazdığı mektup var. Tehdit mektubu. Eğer kendisini geri döndürmenin bir yolunu bulamazsa, yaptığı her şeyi itiraf edeceği yazıyor. Prens Yeong Jin bana o mektuptan sonra Merhum Prens’in intihar mektubunu getirdi. Ama ben sahte olduğunu okur okumaz anlamıştım." Kral’ın sözleriyle donup kaldım.

"Prens Yeong Jin o gün ölüm anını gördüğünü söyleyip sonra intihar mektubu getiriyor. Fazla çelişkiliydi. O an yalan söylediğinden şüphelendim. Ama yine de bu şüphemi göz ardı ettim.

Çünkü bu durumda 2. Prens Yeong Jin ya şüpheli ya da asıl suçlu çıkacaktı. Sonra ise el yazılarını karşılaştırdım. Gayet başarılı bir taklitti. Ama merhum prensin neredeyse her şeyine hâkim olduğundan habersizdi. El yazısı da dahil. Taklit olduğunu, merhum prensin yazdığı mektupları karşılaştırarak anladım. Ve her şeyin yalan olduğuna o an kesin emin oldum.

Prens So, Prens Yeong Jin'in yaptığı bir aptallık yüzünden geri döndü, bu doğru. Ama o gün ağzını açıp tek kelime etmediği için, geri döndüğünde hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmaya devam ettim. Bu da benim birebir cezamdı." Daha çok gururuna yedirememiş gibi geldi. Bir Kral nasıl olurdu da böylesine basit bir numaraya kanardı, değil mi?

Herkes şok içindeydi. Kang So ise hem şok hem de öfke içinde. Bunca zaman Kral’ın ona inanmadığını ve ondan nefret ettiğimi sanmıştı, ama Kral en başından her şeyi biliyordu. Ceza vermelere doyamamıştı sadece. "Şaman Seo'yu getirin." Kral’ın emriyle iki kapaklı kapı sonuna kadar açıldı ve iki muhafız, ortalarında Şaman Seo ile birlikte taht odasına giriş yaptı. Şimdi gerilme sırası bendeydi. Şaman hemen yanımdan geçerken bana yan bir bakış attı, ben ise bakışlarına ters bir karşılık verdim.

Belki şansım yaver giderdi de bu ayin işe yarardı. Ben de sonunda evime dönebilirdim. Kral’ın üstten ve kibirli bakışları Şaman’ın üstünde gezindi. Odada öyle bir sessizlik hâkim oldu ki kendi nefesimi duymaya başladım. "Başlayalım," dedi Kral. Emri alan Şaman, yanına konan küçük bir sandıktan Şaman Çanı, tütsü ve tılsımlar çıkardı. Kral bana dik dik bakıp, "Sende," dedi.

Birkaç saniye tereddüt etsem de tıpış tıpış salonun ortasına, Şaman’ın yanına geçtim. Geçerken de Kang So'nun, "Korkma, ben yanındayım," deyişini duydum. Keşke elimde olsaydı... Şu an karşımda bir şaman vardı ve üstümde ruh çıkarma ayini uygulayacaktı. Bana göre korkmamak aptallık olurdu.

Şaman Seo tütsülerini tek tek yaktı. Tütsüden yükselen duman hiç koku vermiyordu. Bacadan tüten siyah bir duman parçası gibiydi. Yaktığı tütsüleri teker teker daire şeklinde çevreme dizip yanlarına da dikdörtgen, sarı renkli kağıtlara yazdığı tılsımları koydu. "Hazır mısın?" dedi bana fısıldayarak. "Ne demezsin." Burun kıvırmama karşılık bıyık altından güldü.

Şaman etrafımda dönmeye ve elindeki çanı sallamaya başladığında tılsımlı sözleri de bir ağıt gibi ulumaya başladı. Her sözünde, sesi yükseldikçe yükseliyordu. "Ey, bizi yaratan! Sen bizi koruyup kollayansın! Bu, genç bedene musallat olmuş kötü ruhu def et!" Hiçbir şey hissetmiyordum. Ne bir acı ne bir sancı. Şamanın sözleri de fazla uydurma gelmişti kulağıma. Sanki öylesine söylüyordu. Etrafındakileri oyalamaya çalışır gibi. Benimle aynı fikirde olan Kral sesini yükselterek, "Bu da ne böyle? Bu sözlerle mi ruhu bedenden ayıracaksın? Sen benimle dalga mı geçiyorsun!"

Şaman mülayim bir edayla Kral’a döndü ve başını eğdi. "Henüz başlamadım Majesteleri. Lütfen sabırlı olun," dediğinde haklıydı. Şaman tekrar etrafımda dönmeye başladığında, söylediklerinden hiçbir şey anlamadım. Boğuk ve hızlı hızlı konuşuyordu. Öyle ki bir an için nöbet geçiyor sandım. Elinde tutup hızla salladığı şaman çanı kulaklarımı çınlattığında yüzümü buruşturdum. Sonra aniden bir şey oldu. Etrafım karardı. Tütsülerden yükselen dumanlar etrafımı sardığında kimseyi göremedim.

Ayaklarım yerden kesildi. Kalbim sıkışıyor, midem bulanıyordu. Nefes alamıyordum. Sıkışıyordum. Canım yanıyordu, etim kavruluyordu. Bilincim yavaş yavaş kaybolurken çığlık atmaya başladım.

Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Kalbimin güm güm sesi kulaklarımda çınlarken nefes almaya çalıştım. Resmen boğuluyordum. Havada görünmez bir iple bağlıymışım gibi süzülürken çırpınmaya başladım. Konuşmak istiyordum. Yardım dilenmek. Şaman’ın kendini kaybetmiş gibi ardı ardına söylediği sözler, kulaklarımda yankılanırken gözümden yaş geldi. Ölüyordum. Gerçekten ölüyordum ve kimse bana yardım etmiyordu. Ruhum, çıkmak için bir kapı misali bedeni yumrukluyordu sanki. Sonra bir bağırış duydum. Şaman harici bir ses.

"Yeter! Yeter, kes şunu!" diyordu. Kang So'nun sesiydi bu. "Öldüreceksin onu!" Aniden sis bulutları dağıldı ve yere yığıldım. Öyle hızla düşmüştüm ki kalçam zonkluyordu. Kang So hemen yanıma çöktüğünde, beni kollarının arasına aldı. Gözlerimi açıp da ona bakacak halim dahi yoktu. Boğazım kupkuruydu ve acıyordu. Yine üşüyordum. İçim üşüyor, bedenim ise kavruluyordu.

Ter kan içinde kalmıştım. "Yesoo'yu geri getirme uğruna başka bir cana kıyıyordunuz az daha!" Kang So'nun gür sesi tüm salonda yankılandı. Beni kendiyle birlikte kaldırdığında başım göğsüne düştü. Nihayet gözlerimi açmayı başardığımda karşımda öfkeden çenesi kasılmış, gözlerinde endişe ve öfke bir araya gelmiş prensimi buldum. "Bu saçmalık burada bitmiştir!" dedi. Biz taht salonundan çıkarken şaşkın bakışları da ardımızda bıraktık. "Prens So, derhal buraya gel! Henüz bitmedi!" diyen Kral’ın sesini duydum.

Ama Kang So onu kesinlikle umursamadı. "Kimse sana bir daha elini süremeyecek, Aylin." Gözlerim gözleriyle buluştuğunda öyle acıklı bakıyordu ki iyi olduğumu anlasın istedim. Gece kadar karanlık gözlerinde sadece yıldızların ışıltısı vuku bulsun istedim. Uzanıp yanağını okşadığımda derin bir iç çekti ve yanağını avucuma yasladı. Yüz hatları yumuşamış olsa da sesi bir kılıç kadar keskindi. Arkasındaki kalabalığa hitap ederek sesini yükseltti. "Bir daha sana zarar vermeye kalkışan olursa, onu bu sarayla birlikte ateşe veririm!"

...

Kang So, beni kollarının arasında odasına götürürken bizi gören hizmetçiler ağızları bir karış açık bizi seyrediyordu. Bazılarıysa kaçmaya devam ediyor ya da arkamızdan fısıldaşıyorlardı. Bu sefer kaçıp saklandıkları Kang So değil, bendim. Ne ironik ama... Kang So'yu içine düştüğü karanlıktan kurtarmaya çalışırken, kendim o karanlığın içine düşmüştüm. Peki beni kim kurtaracaktı? Odaya girdiğimizde Kang So beni yatağa yavaşça bıraktı ve baş ucuma kıvrılıp saçlarımı okşadı.

Kan ter içindeydim. Saçlarım terden alnıma yapışmış, kıyafetim ise sırılsıklam olmuştu. Vücudum ateş gibiydi ama yine içten içe üşüyordum. "Özür dilerim, çok özür dilerim. Buna izin vermemeliydim. Evine, ailene dönmek istediğini bildiğim için belki şamanın yaptığı işe yarar sanmıştım. Benden ayrılmanı ne kadar istemesem de senin için seyirci kalmaya razı oldum. Ama beceremedim. Çığlıklarını duyunca kendime hâkim olamadım." Kang So'nun ızdırap dolu sesi kalbimde bir yara açtı. Gözlerimi zorlukla açıp gözlerine baktığımda orada ışığı sönmüş binlerce yıldız gördüm. Yüzü öfke ve ızdırapla buruşmuş, nefes almakta zorluk çekiyor gibiydi. Sanki benim acımı o yaşıyordu.

"Be...Ben iyiyim," dedim zorlukla. Cevabıma karşın uzun uzun iç çekti. "Ne düşünüyordum ki? Ayinin işe yaramayacağını bile bile buna nasıl engel olmam... Sana zarar vereceğini bile bile!"

"Yapamazdın. Daha yeni temize çıktın, beni koruyamazdın. Bunu istemezdim, Kang So. Sana karşı olan bu öfke ve korku yok olmuşken benim için tekrar tepki toplamana izin veremezdim."

"Eğer sana bir şey olsaydı, hiç düşünmeden arkandan gelirdim." Güldüm ve uzanıp elini tuttum. Elimin üstüne öpücük bırakırken bakışları bir an olsun gözlerimden ayrılmıyordu. "Ah, başıma Kang Ailesi yüzünden gelmeyen kalmadı, bari öbür tarafta beni rahat bırakın." Sözlerimdeki alaycılığı fark edip o da güldü. Şimdi oda eskisinden daha sıcak bir hâl aldı, bu da benim rahatlamamı sağladı. "Bakıyorum da birileri çok sıkılmış."

"Elbette sıkıldım! Telefon yok, bilgisayar yok, istediğim tarzda müzik yok. Diziler yok bir kere, diziler! Sıkıntıdan ölüyorum ben!" Söylediklerimden hiçbir şey anlamayarak gözlerini kısarak bana bakmaya başladı. Onun bu hali gözüme o kadar komik geldi ki katıla katıla gülmeye başladım. Ya da belki sinirlerim boşalmıştı.

"Bazen benim zamanımdan ne kadar geride olduğumuzu unutuyorum... Dediklerimden hiçbir şey anlamadın değil mi?" Başını olumsuz anlamda salladı. "Kesinlikle hayır." Gülmemi durdurmaya çalışırken önüme düşen saçlarımı geriye ittim. "Boş ver o zaman. Zaten görmeyeceksin."

"O yüzden hiç kafa yormaya gerek yok," dedi ve bana göz kırparak kıyafetinin içinden küçük bir şişe çıkardı. Bu, iyileşmem için Şaman’ın hazırladığı ilaçtı. "Bunu iç hadi, daha iyi hissedersin." İkiletmeden şişeyi aldım ve kapağını açtım. Tadı berbattı ama burada yarı ölü gibi yatmaktan iyidir. İlacı içer içmez etkisini gösterdiğinde kendimi zımba gibi hissettim. O an aklıma gelen şeyle bir süre Kang So'ya baktım. O da tek kaşını kaldırıp," Ne oldu?" dedi. Dudağımın kenarını ısırıp sorusunu yanıtladım.

"Biliyorum delice ama, saraydan çıkıp bir kaçamak yapalım mı? Çok bunaldım ve hava almaya ihtiyacım var. Saraydan uzaklaşmaya ihtiyacım var." İsteğimi makul bulmamış olacak ki dudak büktü ve başını yavaşça iki yana salladı. "Evet haklısın, bu fikir kesinlikle delice. Bunu yapamayız, Aylin. Yeong Jin hâlâ bulunmadı. Halk desen kargaşa içinde. Askerler meydanı, pazar yerlerini, sokakları sakinleştirmeye çalışıyor. Bu kadar tehlikenin içine atılamayız."

Boğazımdan bir mırıltı çıkarıp dudağımı sarkıttım. "Bende, 4. Prens Kang So'yu cesur biri sınardım, meğer ne korkakmış." Oyunumu yutarak kaşlarını çattı ve yavaşça ayağa kalkıp üzerime eğilmeye başladı. Ben ne kadar geriye kaçarsam o, o kadar üzerime geliyordu. Tam başım yatağa düşmek üzereyken belimden öyle sıkı kavradı ki adeta göğsüne yapıştım. "Hmm, öyle mi? Demek ben korkağım, ha?"

Gözleri resmen alev saçıyordu, yüzündeki çapkın gülüşü, derin sesiyle birleşince tüylerim diken diken oldu ve yutkundum. "Aynen öyle," dedim üzerine giderek. İçimde aniden onu kışkırtma isteği uyanmıştı. Sebebini bilmiyordum. Belki de aramızda santimler olmasıydı. Ona bu kadar yakınken düşünemiyordum. Beni tamamen etkisi altına alıyordu. Yüzü yüzüme yaklaştıkça yaklaştı. İstem dışı gözlerimi kapattım ve onun yumuşak ve sıcak dudaklarını hissetmek için bekledim. Ama beklediğim gibi olmadı. Dudakları dudaklarıma değdi ama öpmedi.

Öyle yavaş bir şekilde uzaklaştı ki öpmesini isteyerek kıvranıyordum neredeyse. Dudaklarını yanağıma sürtüp kulağıma fısıldadığında nefesimi tuttum. "Sakın çığlık atma." Beni aniden bir çuval gibi omzuna attığında kendime engel olamayarak çığlık attım. Bu onu gür bir kahkahaya boğdu. "Ne yapıyorsun sen?!"

"Sana, 4. Prens Kang So'nun kim olduğunu gösteriyorum." Gözlerim kocaman olurken bulunduğum durum yüzümü pancar gibi kızarttı. Yine tüm odağı üstüme toplamıştım. Ne hayal ettim ne buldum. Resmen kendi kazdığım kuyuya kendim düştüm.

"Kang So, bu delilik!" Yine güldü. "Ben de deliyim zaten, hem de sana." Buna verecek cevabım yoktu. Bütün saray boyunca beni omzunda taşıyarak ön kapıdan, evet ön kapıdan çıkarttı. Hizmetçiler, kapıdaki muhafızlar kelimenin tam anlamıyla donup kalmıştı. Ben ise daha ne kadar kızarabilirsem o kadar kızarıyordum. Saraydan çıkmamıza kimse engel olmadı. Daha doğrusu olamadı. Öylesine şaşkındılar ki yerlerine mıhlanmış bir halde öylece bize bakıyorlardı.

Saraydan çıktığımızda can havliyle bacaklarımı salladım ve deli prensimin omzunda debelenmeye başladım. "Tamam, artık indir beni, tüm yolu böyle gidemeyiz. Utancımdan öleceğim burada!" Nihayet yavaşça beni yere indirdiğinde, o gülüyor ben ise kollarımı göğsümde kavuşturmuş ona bakıyordum. "Çok eğleniyor gibisin," dedim ters ters. "Çığlığın kulağıma melodi gibi geldi." Sözüne karşın göz devirip iç geçirdim. "Sen bir prenssin. Böyle pervasızca davranmak bir prense yakışmıyor."

Burnundan gülüp kollarını arkasında bağladı. "Ben sizin bildiğiniz prenslerden değilim, küçük hanım. Öyle, her daim ciddiyet maskesini takınıp kasıla kasıla sarayda dolaşamam. Bu benim fıtratıma ters. Bir heykel gibi sert olacağıma, bir deli gibi pervasız olmayı yeğlerim." Yine söyleyecek bir şeyim yoktu. Bu yüzden iç çekip önden önden yürümeye başladım. Söz konusu Kang So olunca kelimeler beni terk ediyordu resmen. "Neyse. Hadi uzaklaşalım şu saraydan. İki gündür dikkatleri sürekli üzerime çekmekten sıkıldım." Bir iki adımda hemen bana yetişti ve elleri arkasında yürümeye başladı.

"O zaman, tüm dikkatleri üzerime çekme sırası bana geldi," sözüne karşın aklıma gelen şeyle bakışlarımı ona çevirdim. "Sahi, o kadar çok şey yaşandı ki sormayı unuttum. Biz şamanın verdiği iksiri içkiyle karıştık, bu sayede herkes olan biteni öğrendi. Peki halk nasıl öğrendi? Kral’dan gelen bir ulak sayesinde öğrenip, hemen buna inanmış olamazlar, değil mi?" Bu halk bu kadar saf mıydı? "Aslına bakarsan tam olarak öyle olmadı. Sana söylemeyi atladım sadece." Neyi dercesine tek karışımı kaldırdım. "Meydandaki kuyuya iksirin bir kısmını karıştırdım. Yanıma bir ulak çağırıp halka duyuru yapmasını istedim.

Kral’ın, herkesin kuyudaki sudan içmesini emrettiğine dair bir pusula okuttum. Düğüne özel olarak kuyuya şifalı bitkilerden şurup döküldüğünü bu yüzden de içmelerini emrettiğini yazdım. Şu sıralar çok fazla salgın var, bu yüzden pek üstünde durmadan yerine getireceklerdi. Öyle de oldu. Bu sayede de bizim gördüklerimizi onlar da görmüş oldular. Zararsız olduğunu görmeleri içinde kuyudaki sudan muhafıza içirttim. Gerçi halk “Kral’ın emri” sözünü duyar duymaz sorgusuz sualsiz içeceklerdi, orası ayrı. Hatta bazılarının içtiğini bile söyledi, gönderdiğim ulak." Plan kesinlikle akıllıcaydı ve işe de yaramıştı. Zaten tek bir söze inanmış olmaları bana akıllıca gelmiyordu.

Meydana doğru yürüyüşe geçerken sessiz kaldık. Saray önü sessizdi ama meydana doğru yaklaştıkça gürültü çığ gibi büyüyordu. Düşününce “acaba geri mi dönsek” dedim. Kendim için korkmuyordum ama Kang So için endişeliydim. Meydana geldiğimizde adım atacak yer yoktu. Herkes birbirine girmiş haldeydi. Yeong Jin destekçileri ve Kang So destekçileri olarak ikiye ayrılmış, birbirlerine saldırıyorlardı. Yeong Jin destekçileri gördüklerini inanmıyor, inkâr ediyorlardı. Kang So destekçileri ise yapılanı yediremeyerek savunmaya geçmişlerdi. Halbuki onlar da Kang So'ya inanmamışlardı.

Şimdi değişen neydi? Resmen tükürdüğünü yalamaktı bu. Askerler iki grubu birbirinden ayırmaya çalışıyor, küçük çocukların korku dolu çığlıkları bütün meydanı sarıyordu. Her yer her yerdeydi ve kime ya da nereye bakacağımı şaşırmıştım. Olanları takip etmekte zorluk çekiyordum. Küfürler havada uçuşuyordu resmen. Kang So elimden tutarak beni arkasına çekti ve koruma iç güdüsüyle göğsümü sırtına bastırdı. Başımı kaldırıp ona baktığımda çenesinin kasıldığını gördüm. Dokunuşundan titrediğini fark ettim. Zamanında ona inanmayan halkı, şimdi Yeong Jin yandaşlarına onu savunuyordu.

Ne hissediyordu kim bilir. Belki de bu durumu gülünç buluyordu, belki de kızıyordu; zamanında ona inanmadıkları için. Belki de şu an yaptıklarının gözünde bir değeri yoktu. Sonra bir şey oldu ve herkes sus pus oldu. "Durun!" diye bağırdı adamın biri. Kim olduğunu göremiyordum. "4. Prens Kang So burada!" Meydana bir sessizlik hâkim oldu. Kadın, erkek, çocuk... Hepsi tek kelime etmiyor hatta nefes aldıklarından bile şüphe duyuyordum. Hepsinin gözü Kang So'nun üstündeydi.

Kang So ise kendinden emin duruşu ve dik başıyla karşılarında dikiliyordu. Keskin bakışları hepsinin üzerinde gezindi. Sonra tekrar bir gürültü koptu. Bir an için, onu hiç umursamayıp dövüşlerine geri dönecekler sandım ama tahmin ettiğim gibi olmadı. Halk kelimenin tam anlamıyla yerlere kapanmıştı. Hepsi yan yana ve arka arkaya tek sıra halinde yerlere çöküp, ellerini zemine bastırarak başlarını ellerinin üzerine yaslamış, adeta tapınma pozisyonunda prenslerinin önünde eğilmişlerdi. Ama sadece Kang So destekçileri. Yeong Jin destekçileri onların aksine reverans pozisyonunda duruyorlardı. "Prens Hazretleri!" dediler hep bir ağzından.

"Affedin bizi Prens Hazretleri!"

"Biz çok büyük hata ettik!"

"Bedbaht durumdayız!"

"Öyle utanıyoruz ki yüzünüze bakacak halimiz yok!" Bir anda hepsi birden ağlamaya başladı. Kadın, erkek çocuk... Gözyaşları sel oldu. Bu manzara karşında tüylerim diken diken oldu. Ağzım bir karış açık bakakaldım. Her şeyi bekliyordum ama böyle bir sahne aklımın ucundan geçmemişti. Kang So'ya baktığımda ne hissettiğini veya düşündüğünü anlayamıyordum. Hâlâ aynı şekilde öylece dikiliyordu. "Size inanmayarak büyük hata ettik! Şeytana uyduk Majesteleri!"

"Siz bizim en sevdiğimiz ve güvendiğimiz prensimiz, nasıl oldu da böyle bir hainliği yapabileceğinize inandık. Bunu aklımıza getirmemiz bile size ihanetken, nasıl oldu da karşınıza dikilebildik..." dedi kadının biri hıçkırarak ağlayarak.

"Ama bizi öldürüyorlardı. Sizi savunmaya kalktığımızda canımızı alıyorlardı. Çocuklarımız var. Onlar için susmak zorunda kaldık. Yoksa içten içe hep size inandık."

"Vereceğiniz bütün cezalara razıyız, yeter ki bizi affedin Majesteleri!" O an Kang So elini kaldırdı ve hepsini susturdu. "Yeter," dedi soğuk bir tavırla. "Susun, daha fazla duymak istemiyorum." Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Fazla soğuk ve sert bir tepkiydi. Karşımızda ağlayan insanların gözyaşlarından bir nehir oluşabilecek iken onun daha yumuşak bir karşılık vermesini isterdim. Haklı olsa bile. Onların bu hâli içimi acıtmıştı, ama Kang So hiç etkilenmiş gibi görünmüyordu. "Olanları bir de benden dinleyin bakalım. Bir zamanlar anlatamadım ama şimdi hazırım." Birkaç saniye duraksadı ve bir çekimlik nefes aldı.

"O gece yaşananlar büyük bir talihsizlikti. Prens Yeong Jin hırslarının kurbanı oldu ve yapmaması gereken şeyler yaptı. O gece Merhum Prens’i kurtaramadım..." Eli yumruk halini aldı. Acısı sesine yansımadı ama gözlerinin buğusundan anladım. "Denedim ama başaramadım. O gece bende öfkeme ve acıma yenik düşerek bir hata yapabilir ve şu an gerçek bir ihanetle karşı karşıya kalabilirdim." O gece, Merhum Prens’i öldürmemiş olsa bile, o öfkesiyle Yeong Jin'i öldürebilirdi. Ve şimdi gerçekten bir kardeş katili olabilirdi.

"Ama neyse ki Tanrı buna izin vermedi. Elimi de içimdeki bağı da kirletmeme müsaade etmedi. Şu an elimde olsa merhum prensin yerinde ben olmak isterdim. Belki de bu içimdeki vicdan azabını hafifletebilirdi. Evet onu ben öldürmedim ama onu kurtaramadığım için ve kollarımda ölmesine seyirci kaldığım için büyük bir vicdan azabı çekiyorum. Ama artık olan oldu ve geçmişi ve yaşanılanları değiştiremeyiz.

Bu sebeple, kimseyle aramda dargınlık ve savaş olsun istemiyorum. Bugünden sonra huzurlu ve onurlu bir hayat yaşamak istiyorum." Bir an için bana döndü ve hafif bir tebessüm kondu dudaklarına. “Sevdiklerimle birlikte." Gülümsememe engel olamadım. Kalbim zaten hızla atıyorken daha fazla hızlandı. "Bu yüzden sizi affediyorum," dediği anda minnet nidaları yükseldi. Benimse şaşkın bakışlarım üzerindeydi. "Ama bir şartla. Bundan sonra benim hakkımda bir söylenti duyacak olursanız, benim söyleyeceklerimi duymadan biat etmeyeceksiniz."

"Emredersiniz, Majesteleri!" dedi hepsi hep bir ağzından. Kang So'nun ayaklarının dibinde küçük bir kız çocuğu belirdiğinde hepimiz o kıza odaklandık. O an fark ettim ki aylar önce karşılaştığımız kızdı bu. Kang So'nun kollarına atlamış ve ona sırt çeviren herkese masum olduğunu haykırmıştı. "Size söylemiştim onun masum olduğunu. Gördünüz mü işte!" diye bağırdı birden ince sesiyle. Kang So da ben de şaşkınlıkla birbirimize baktık, sonra birden gülmeye başladığımızda Kang So kızı kucağına aldı ve açık siyah saçlarını okşayıp başının üstüne öpücük bıraktı. "Bana inandığın için sana minnettarım, küçük hanım." Küçük kız kıkırdayıp parlak gözleriyle Prens’e baktı.

"Sen benim en sevdiğim prenssin. Büyüdüğümde senin gibi biriyle evlenmek istiyorum." Kızın bu açık sözlülüğü karşında ağzım açık kalırken, gülmemeye çalışarak dudaklarımı birbirine bastırdım ama nafile bir çabaydı. "Aslında seninle evlenmek isterdim ama sen bir prenssin, ben ise fakir bir kız." Dudak bükerek başını eğdi. Kang So buna öylesine güldü ki sesi sessiz alanda yankılandı. Herkes şaşkındı ama Kang So ve ben buna sadece gülüyorduk.

Kız benden cesur çıktı, iyi mi? Kang So kızın çenesini iki parmağıyla nazikçe kaldırıp sıcak bir gülümsemeyle ona baktı. "Bu seni üzmesin. Benimle evlenemeyecek olsan bile, gözüm hep üstünde olacak ve seni her zaman gözeteceğim." Kızın yüzü ışıldarken ellerini sevinçle çırptı. Kang So başının üstüne tekrar öpücük kondurduktan sonra yere indirdi ve küçük kız annesinin yanına koşa koşa gitti. Koşarken saçları rüzgarla savruluyordu. "Prens Hazretleri, merak ettiğimiz bir husus var," diyerek yaşlıca bir adam öne çıktı ve reverans yaptı.

"Nedir?" Diye sordu Kang So. Ben de merak etmiştim şimdi. "Gördüğümüz kadarıyla, Küçük Hanım Yesoo'nun bedeninde başka bir kadın var." Bakışları kısa bir an üzerimde gezinip tekrar başını eğdi. Konunun benimle ilgili olması gerilmeme sebep oldu. "Sizde onu yanınızda tuttuğunuz ve gördüğümüz üzere koruduğunuza göre güvenilir biri olmalı."

Adam çekingen davranıyordu ve Kang So'nun yüzüne bakmamaya özen gösteriyordu. Sözlerine karşın insanlar da meraklanmış ve onaylayan tarz da sesler çıkarmaya başlamışlardı. "Yanımda gördüğünüz bu kadın, benim sevdiğim kadındır," dedi birden ve bilmem kaçınca kez şaşırmama neden oldu.

"Beden Küçük Hanım Yesoo'ya ait olsa da ben o bedenin içindeki kadına âşık oldum. Bir insanın bedenine âşık olmak, bana kalırsa aşktan sayılmamalı. Dış görünüş geçicidir lakin ruh kalıcıdır. Dış görünüşü sevmek takıntıdan ibarettir. Ruhu sevmek ise aşktır. Ben de ilk kez aşk denen duyguyu, en güzel ruhta tattım. Ve bunun son olacağından eminim. Bunu en içten duygularımla hissediyorum." Derin sözleri içime işledi. Kalbimi öyle sıcak bir hâle getirdi ki eridiğini sandım. Sadece ona bakıyor, onu görüyordum.

Görünmez kanatlarım göğe doğru uçuruyordu beni. O beni gerçekten seviyordu ve bunu göstermekten, dile getirmekten hiç çekinmiyordu. O beni seviyordu. Beni. Artık gerçek sevgiyi bulmak, aşkı bulmak öyle zordu ki... İki günlük sevgiler, ilgi bağımlısı olduğunu kabul etmeyip, âşık oldum diyenler... Aşkı basite alıp ellerinde oyuncak edenler. Karşısındaki insanı sevmeyip de "aşk" duygusunu sevenler ve sırf bu yüzden aşkı evcilik haline getirenler...

Bu tür insanları gördükçe gerçek anlamda midem bulanıyordu. İster dostum ister ailem ister bir yabancı olsun, fark etmez. Saf duyguları heba edenler gözümden düşmekten ve beni sinirlendirmekten başka bir şey yapmıyordu. "Küçük Hanım Yesoo'yu sevdiğinizi biliyorum ve aynı sevgiyi yanımdaki kadına da göstermenizi bekleyemem. Yine de ona saygıyla yaklaşmanızı istiyorum. Eğer o olmasaydı, şu an ben özgür olamazdım. Beni özgürlüğüme kavuşturan bu kadını hatırlayın. Bir an olsun unutmayın. Biz birbirimizden çok farklıyız ve çok uzağız.

Onun geldiği zamanda ben yaşamıyorum, ebediyete kavuşmuş oluyorum, ama şimdi burada ve o, benim hayatım boyunca gördüğüm en değerli şey. Bir mücevherden bile daha parlak ve bir çelikten bile daha güçlü. Merhametli ve sağ duyulu. Aylin," dedi üstüne basarak. Gözlerimi bir olsun ondan alamıyordum ve gözümden yaş akarken tuttuğum elini daha sıkı sarmaladım. "Sen benim için bir mucizesin. Tanrının bana sunduğu bir lütuf, aşkın en güzel hâlisin." Derin bir nefes alıp yutkundum. Konuşamıyordum. Konuşma yetimi kaybetmiş ve sanki sözcükleri unutmuştum.

Çığlıklar ve sevinç naraları koptu bir anda. Kang So benden, ben ondan gözlerimizi alamazken tekrar halkına döndü. "Mağdur olan kadınlarımız için ayakta kalın ve bu kavgaya artık bir son verin. Suçlu cezasını er ya da geç çekecek ve Shinjeong Krallığı eski huzurlu günlerine kavuşacak." Beni arkasından sürükleyerek meydandan çıkardı ve orman yoluna doğru ilerledi. "Haddinden fazla mı cesursun yoksa uslanmaz bir romantik mi karar veremiyorum." Ağzı kulaklarında bir halde bana döndü. "O ne demek?"

"Herkesin önünde resmen ilan-ı aşk ettin, kıpkırmızı oldum!" diyerek yakındığımda bu halim onu daha fazla eğlendirmiş gibi sırıttı. "Aşığım çünkü." Söyleyecek bir şey bulamadığım için gülmekle yetindim ve yanından ilerlemeye devam ettim. Kang So'nun sözlerinden sonra meydandaki kaos dinmişti ve duyduğum tek ses kuş cıvıltısıydı. Bambu ormanına girdiğimizde neden buraya geldiğimizi anlamadım. Sorgulayan biçimde ona baktığımda, "Burada bir kulübem var, sessiz bir ortam ve dinlenmek için ideal," dedi.

Fikri makul geldiği için ikiletmeden onunla ilerledim. Hava güzeldi. Ne soğuk ne de sıcak. Taze bir bahar havası gibi. En sevdiğim hava durumuydu bu. İnsanı huzurlu ve en az bahar kadar tazelenmiş hissettiriyordu. Yemyeşil bambu ormanında dolaşırken ağaçların gövdelerinin ne kadar ince ve yontulmuş, aynı zamanda hiç görmediğim kadar yüksek olduğunu fark ettim. Yaprakları çok fazlaydı ve sık sıktı. Birbirlerinden ayrılmış değil de daha çok dip dibelerdi.

Zemindeki çimler çok dolgun, sanki yeni açmış gibi görünüyorlardı ve üstüne bastıkça çiğ bir ses çıkarıyorlardı. Toprağı taşla karışmıştı, bu yüzden yürürken bazen zorluk çıkarıyor, Kang So'ya tutunmak zorunda kalıyordum. Ayağımda babet tarzı ayakkabılar olduğu için zorlanıyordum da diyebilirim. Spor ya da topuklu ayakkabı giyinmeye alışıktım ben. Eh, burada o tür bir ayakkabı bulmak mümkün değildi.

Kulübeye geldiğimizde Kang So aniden durdu. Duruşu karşısında tökezleyip önce ona, sonra baktığı yere baktım ve neyin onu bu kadar şaşırttığını anladım. Kulübenin kapısı açıktı. Ama daha çok zorlayarak açılmış gibi duruyordu. Sanki biri omuz atıp kırmış gibi tahtalar hasar görmüş, birkaç tanesi kırılmanın eşiğine gelmişti. Sessizce Kang So'nun arkasından gittiğimde gördüğüm manzara karşında nutkum tutuldu.

Üç asker, ikisi dışarda biri kulübenin içinde yüz üst yatıyorlardı. Zemin kan içindeydi. Hatta birinin kafası kopmuştu... Çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Bacaklarımın bağı çözülerek yere düştüm. Mesleğim gereği ceset görmeye alışıktım ama bu... bana bile fazlaydı. Resmen adamın kafası bir yanda, vücudu bir yandaydı. Kusmamak için kendimi zor tutuyordum.

Kang So şaşkına dönerek kulübenin içindeki askerin yanına gitti. Üniformalarından sarayın askerleri olduğunu anladım. "Yeong Jin buradaymış," dedi, yanıma geldiğinde. O da çok şaşkın aynı zamanda öfkeli görünüyordu. "Burayı benden başkası bilmiyordu."

"Demek ki o biliyormuş."

"Ve ben bunu fark etmemişim."

Elini saçlarından geçirdi ve uzun tutamları yüzüne döküldü. Bu halde bile içimi nasıl titrettiğini görmezden gelmeye çalıştım. Yerden zorlukla kalkıp ona yaklaştım ve elini tuttuğumda sakinleştirmek amacıyla sıktım. Gülümsemeye zorladım kendimi. "Hadi saraya dönelim. Kral bunu bilmek isteyecektir." Başını sallayıp elimden daha sıkı tuttu ve sıkıntıyla bir iç çekip beni arkasından sürükledi. "Cansız bedenler için bir grup göndermelerini isteyeceğim."

Cesetler değil, cansız bedenler. "Sen iyi olduğuna emin misin? Çok solgun görünüyorsun." Elimi tutarken bile eli titriyordu ve bu hâli beni endişelendiriyordu. "O it..." Kendini tutmak ister gibi dudaklarını birbirine bastırdı. "2. Prens yakalanmadan iyi olabileceğimi sanmıyorum." Onu durdurup yüzünü iki elimin arasına aldım. Çatık kaşları gevşedi ve titrek bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp yanağını avucuma yasladı.

"Yakalanacak. Her şey iyi olacak. Herkes hak ettiği yerde olacak. Sana söz veriyorum." Başını sallayıp onayladı. "Hadi gidelim, belki bir haber vardır." Başımı sallayıp onayladım. Saraya döndüğümüzde sanki terk edilmiş gibi hiç kimse yoktu. Ön bahçenin ortasına, Kral köşkünün hemen önüne idam sehpası kuruluydu. Kaşlarımı çatarak Kang So'ya baktığımda o da en az benim kadar meraklı görünüyordu. "Ne oluyor böyle?”

"Şimdi anlarız." Birlikte Kral köşküne doğru ilerlediğimizde karşımıza çıkan bir muhafızı durdurduk. Neler olduğunu sorduğumuzda, bize Prens Yeong Jin'in yakalandığını ve saraya getirildiğini söyledi. Şok içinde birbirimize bakarken Kral’ın odasına adeta koştuk. Kapının önünde bir grup asker duruyordu. Hanedan üyelerinin kapılarında normalde saray hizmetçileri bulunurdu ama Yeong Jin olayından sonra askerler nöbet tutmaya başlamıştı.

Muhtemelen güvenlik açısından saray çalışanlarını odalarına göndermişlerdi. Herkes diken üstündeydi. Askerden geldiğimizi haber vermesini isteyen Kang So, yerinde duramaz halde yumruklarını sıkıyordu. Ondan bir farkım yoktu. "Benim girmem doğru olur mu?" İçeri girer girmez yaka paça alınmak istemiyorum yine.

"Merak etme, ben yanında olduğum sürece her yere ve her şeye iznin var," dedi, kendinden emin ve güven verici bir tavırla. İki kapaklı kapı sonuna kadar açıldığında arkasından ilerliyordum. Herkesin burada olduğunu gördüğümde askerin söylediği doğruluk kazanmış oldu. "Geldin demek." Kral ve Kraliçe’nin önünde reverans yapıp bir adım yaklaştı. Onu taklit ettim ama arkada kaldım. "Duyduklarım doğru mu?"

"Doğru. 2. Prens yakalandı." Rahatlamayla bir nefes verdi ve biraz daha gevşedi. "Peki nasıl? Nerede yakalandı?"

"Şehrin kuytu bir köşesinde, terk edilmiş bir Handa," dedi Kral. Başı dik ve mesafeliydi. Zaten içimizden iyi görünen bir oydu. Sanki her şey normalmiş gibi. Suç işleyen kendi oğlu değilmiş gibi. Kraliçe, kardeşler, Yoo Li, Sebeo... Hepsi harap olmuş durumdaydı. Kraliçe’yi hiç bu kadar solgun görmemiştim. Yaşayan bir ölüye benziyordu ve sanki birkaç saatte on kilo vermişti.

Prens Minseo'yu tarif edecek kelimeleri bile bulamıyordum. Göz altları morarmış, saçları üç gündür taranmamış gibi birbirine karışmıştı. Normalde her zaman toplu olan saçları, şimdi pervasızca salık bırakılmıştı. Omuzları çökmüş, elleri ise titriyordu. Titremesini durdurmaya bile çalışmıyordu.

Buradaydı ama aslında yoktu. Yeong Jin en çok da bunun için ölmeyi hak ediyordu. Bakışlarımı hissetmiş gibi başını kaldırıp bana baktı. Gülümsedim ama boş bakışlarıyla karşılaştım ve bu beni bozguna uğrattı. Bana bakıyordu ama aslında Yesoo'yu görüyordu. Kafasının içinde Yeong Jin'le olan anılarının canlandığına emindim. Yutkunup başımı çevirdim ve dik tutmaya zorladım. Geçecek, hepsi geçecek. Suçlu cezasını çekecek, herkes hak ettiği yerde olacak.

"Önce sorgulanacak sonra da idam edilecek." Kral’ın sözleri dikkatimi ona vermemi sağladı. "Olanları bir de onun ağzından dinlemek istiyorum."

"Yine seni kandırmasına izin vermeyeceksin değil mi?" Bu söz Kralı yapay bir şekilde güldürdü. Kapı çalınıp içeriye asker girdiğinde hepimiz o tarafa döndük. Kalbim öyle bir atıyordu ki resmen canımı yakıyordu. Nefesimi tutmuş, askerin vereceği haberi beklemeye başladım. "Majesteleri, 2. Prens Yeong Jin'i getirdik."

...

2. Prens Yeong Jin'i yaka paça zindana getirdiler. Adam da tek bir korku belirtisi bile yoktu. Gözleri fel fecir okuyor, dudaklarında sinsi bir gülüş yatıyordu. Dik dik baktığı kollarından tutan muhafızlar, bakışları karşında duydukları tedirginlikle geriye kaçmamak için kendileri zor tuttular. Birazdan Kral burada olacaktı ve sorguya başlanacaktı. Prens’in kolayca suçunu itiraf etmeyeceğini herkes farkındaydı. Bu durum onları epey uğraştıracaktı.

Tahta bir sandalyeye oturttukları Prensi halatlarla dört bir yandan sararken adeta saldalyeye yapıştırmışlardı. Prens bir milim dahi kıpırdayamıyordu. Sakalları tel tel uzamış, saçları dağılmış, üstü başı kir pas içinde kalmıştı ve yüzü ter içinde parlıyordu. Kral sakin adımlarla zindana giriş yaptığında muhafızlar hazır ola durdular. Uzun boylu ve yapılı muhafızlardan biri zindanın kapısını açtığında Yeong Jin başını kaldırıp baktı. Yüzündeki gülümseme daha vahşi bir hal aldı.

Dik duruşu ve sert bakışlarıyla karşısında dikilen Kralı ciddiye alıyormuş gibi görünmüyordu. "Sonunda karşımdasın," dedi Kral gözlerini kısarak. "Bu yeni bir şey değil. Sen benim hep karşımdaydın," diye bir imada bulundu Prens. Kral hiç oralı olmadı. Prens Yeong Jin çenesini kaldırıp Kral’a bakmaya devam ederken burnunu çekti. "Her şeyi görmene rağmen yine de beni sorguya mı alıyorsun?"

"Bir de senden duymak istiyorum."

"Neden?" Bir süre durdu ve kendi sorusunu kendi yanıtladı. "Ah, protokol gereği mi?"

"Öyle varsay." Kral’ın muhatap olmak istemiyormuş ve her şeyden bıkmış gibi bir havası vardı. "Bana her şeyi verseydin, şimdi bu halde olmazdık," dedi Prens. Ciddileşmişti bir anda. "Sana istediğin her şeyi verdim." Kral’ın bu sakinliği adamın sinirlerini bozdu. Kendisi böyle zıvanadan çıkmışken o nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu?

"Sen bana istediğim hiçbir şeyi vermedin!" Feryadı zindanın duvarlarında uzun ve şiddetli bir yankıya sebep oldu. "Yesoo'yu istedim, Minseo'ya verdin! Veliaht olmak istedim, ağabeyimi seçtin!" Adrenalin ve öfke Prens’in tüm hücrelerini sararken nefes nefeseydi. "Aileni hırslarının kurbanı yapamazsın, Yeong Jin!" Nihayet istifini bozan Kral, zindanın duvarlarını titretti.

"İlk ben sevdim! İlk ben sevdim onu! İstedim senden! Onu bana vermeni istedim! Yesoo'yu bana vermeni istedim!" Bağırışı boğazındaki damarları patlatacak kadar yüksek olan Prens’in sesi, Kralın yüzünü buruşturmasına sebep oldu.

"Kes sesini! Daha fazla küçülme karşımda! O öldükten sonra veliaht oldun, yine de yetinmedin!" Bu söz karşında Prens kahkaha attı. "O unvanı sen bana vermedin, ben kazandım. Eğer ağabeyimi öldürmeseydim, senden sonra tahta o çıkacaktı. Sen yapmadın, ben yaptım!" Farkında olmadan yaptığı itiraf, Kral’ın gözlerinde bir tufan yarattı ve yüzüne öylesine sert bir tokat attı ki Prens sandalyeyle birlikte demirlere doğru düştü.

Dudağından akan kanı tüküren Prens, gülme krizine girdi. Kral içten içe sabır dileniyordu. Arkasındaki muhafıza dönüp, "İki yüz kırbaç. Her bayıldığında en baştan başlayın. Akşam üzeri idam edilecek," diye emir verdi. Prens’in, başını zindan demirlerine vura vura, "O benimdi! O benimdi! Bana vermeliydin onu! O benimdi!" haykırışlarını duyarak zindandan çıktı.

...

Akşamüzeri, hava kararmak üzereyken sara da kim var kim yok bahçede toplanmıştık. Ben Kang So'nun hemen yanındaydım. Benim sağımda Sebeo onun yanında da Yoo Li vardı. Kang Kardeşler yan yana duruyor, bir ağlayıp bir susuyorlardı. Yeong Jin'e çok kızıyorlardı. Hâlâ olayın şokundaydılar ve isyan edecek duruma henüz gelmemişlerdi. Arada bir kendi içlerinde sayıkladıklarını duyuyordum, ama onun dışında hep ağlıyorlardı. Prens Minseo şimdi başını dik tutuyor, en ön sırada öfkeli bakışlarıyla idam sehpasını izliyordu. Birazdan Kral’ın emriyle Yeong Jin'i getireceklerdi.

Kral ve Kraliçe tahtlarında oturuyordu. Sarayın dışından duyulan halkın sesi, çok gürültülüydü ve "Prens Yeong Jin idam!" diye haykırıyorlardı. Kral’ın emriyle iki asker yanından ayrıldı ve çok geçmeden Yeong Jin'i getirdiler.

Önünde iki asker, arkasında iki asker ve iki yanında kollarından tutan iki asker daha vardı. Giydiği kefene benzer, bembeyaz idam giysisi kan içindeydi ve bilinci yerinde gibi görünmüyordu. Resmen sürüyerek getiriyorlardı. Onu gören saray halkı fısıldaşmaya ve bağrışmaya başladı. Burada hizmetçilere de az çektirmemişti netice de. Yaptığı yemekleri beğenmiyor, beğense bile bir kulp buluyordu. Onları zorbalıyor, hatta dövüyordu.

Zorla sahip olmaya çalıştığını bile duymuştum. Onu gören Kang kardeşlerden dördü, feryat figan öne atıldı. "Bunu nasıl yaparsın hyung!" dedi 11. Prens Jun. "Senin nasıl bir yüreğin var!" diye ağlayarak resmen çığlık attı Prenses Yeona. "Senden nefret ediyorum!" dedi 12. Prens Uk. "Kardeşlerinle alıp veremediğin ne senin?" diye çıkıştı 10. Prens İn Baek. "Sıra kimdeydi ha? Hangimizdeydi!"

Kral hepsini tek bir el hareketiyle susturdu. O an Yoo Li'nin neredeyse bayılmak üzere olduğunu fark ettiğimde koşarak yanına gittim ve son anda onu kollarım arasına aldım. Birlikte yere çöktüğümüzde Prens Seok telaşla yanımıza geldi. Gözleri beni bulduğunda ifadesinde hiç görmediğim bir yabancılık sezdim. Nasıl hissetmesi gerektiğini bilmiyor gibiydi. Benim sayemde gerçeklerin açığa çıktığını biliyordu. Ama aynı zamanda tanıdığı bu bedende bir yabancının olduğunu da biliyordu.

Yeong Jin'i taburenin üzerine çıkarttılar ve başına urganı geçirdiler. Bağırmasını, itiraz etmesini bekledim. Çırpınmasını bekledim ama yapmadı. Pişkin pişkin sırıtarak, boynundan urganı geçirmelerine öylece izin verdi. İçimde garip his vardı. Çok kolay olmuştu. Çok hızlı. İki gün içinde, çok kolay bir şekilde bulunmuştu. Her yerde aranıyor posteri olan bir insan, neden terk edilmiş bir handa kalırdı? Çok kolay bir adresti bana kalırsa. Hiçbir tepki vermemesi de cabası. Benim tanıdığım Yeong Jin, ölümü bu kadar sakin karşılamazdı. Yoo Li'yi Prens Seok'un yanında bırakıp Kang So'nun yanına geçtim ve kulağına fısıldadım. "Bir şeyler oluyor, içimde garip bir his var." Ona baktığımda onun da en az benim kadar tedirgin olduğunu fark ettim. "Bana da öyle geliyor. Her şey çok kolay oldu. Fazla tepkisiz. Ya ölümü kabullendi ya da delirdi."

"Ya da bir işler karıştırıyor." Hava tamamen karardığında Kral’ın sesi bahçede yankılandı. "Son bir sözün var mı?" Hepimiz nefesimizi tutmuş ne diyecek diye beklemeye başladık. Sarayın dışı öyle görültülüydü ki Kral’ın sesi, kalabalığın arasında zor duyuluyordu. Bağırışlar, küfürler, ağlama sesleri birbirine karışmıştı. "Beni herkes günah keçisi ilan etti," dedi alaycı bir tonla. Kaşlarımı çattım.

"Ama hayır, ben sadece arzularım için savaştım. İkinci plana atılmak yerine başrol olmak istedim. Kimse bana vermeyince ben elde etmek istedim. Eh, başardım da. Bir tanesi hariç. Bir kadının kalbini alamadım. Elde edemediğim tek şey bu. Bu yüzden..." Sustu ve bu daha dişlerinin arasından konuştu. "Madem ölüyorum, tek başıma gitmeyeceğim!"

Tam o anda Kral köşkünün çatısında, tamamen siyahlara bürünmüş bir kadın ve köşklerin çatısına onlarcası dizilmiş oklu adamlar çıkageldi. İşte o an olan oldu. Yeong Jin taburesinde hızla sallandı. Kendini salladı ve tabure ayaklarının altından kayıp yerle buluştu. Yeong Jin ayaklarını sallayarak cebelleşmeye başladı. Kurtulmaya çalıştı ama urgan onu çoktan boğmaya başlamıştı bile. Gırtlağından çıkan boğuk sesler ile birlikte yüzü morardı ve gözünden yaş gelerek oracıkta can verdi.

Ama hiçbir şey bununla da sınırlı kalmadı: Çatılarda ki oklu adamlar, oklarını sırasıyla serbest bıraktı ve onlarca hizmetçi feryat figanla birlikte yere yığıldı. Onlar da can verdi. Askerlerin, "Kralı koruyun! Kraliçe’yi koruyun!" haykırışları duyuldu. Kang So hemen beni yanına çekti ve kılıcına davrandı. Etrafta olup bitene yetişemiyordum. Çatıdaki kadın liderleri gibi görünüyordu. Ellerini havaya kaldırmış, ilahi söylercesine anlamını bilmediğim sözleri tekrarlıyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlamam uzun sürmedi.

Kang kardeşlere baktım; hepsi ruhu çekilmiş gibi yere yığıldı. Ölmediler ama bayılmışlardı. Kral’a baktım; Tahtından yüz üstü yere devrildi ve oracıkta can verdi. Kraliçe’ye baktım; çocuklarının yanına koşarken Prens Minseo'nun üzerine doğru bayıldı. Gökbilimciye baktım; bana doğru gelmeye çalışırken yere düşüp bayıldı. Bayılmadan önceki son sözü de “Beden hırsızı...” oldu. O an fark ettim ki onları bayıltan çatıdaki kadındı. Ama ne hikmetse Kralı öldürmüştü. Ağzından oluk oluk kan geliyordu. İçeriden yaralamıştı onu. Oklar hızını kaybetmeden üzerimize gelirken şok ve korku tüm hücrelerimi sardı. Hayatımda hiç böyle bir manzarayla karşılaşmamıştım.

Oluk oluk kan kokusu. Çığlıklar, feryatlar. Yüzlerindeki o dehşet ifadesi. Otuzdan fazla hizmetçi yerde yatıyordu. Askerler de oklarını kuşanmıştı artık. "Kral öldü!" diye bağırdı askerlerden biri. Kang So dehşet içinde Kral’ın olduğu tarafa döndü. Sonra bakışları yerde yatan kardeşlerine ve Kraliçe’yi buldu. Sebeo adımı haykırdı ama çok geçmeden o da bayıldı. Ölmedi, sadece bayıldı. Ölmedi. "Bunu o planlamış. Kendisiyle birlikte bizi de öldürmek istiyormuş," dedim nefes nefese dehşet içinde.

Kang So hiç konuşmuyordu. Şok onu öyle bir içine almıştı ki konuşamıyordu. Sadece etrafına bakıyordu. "Şu çatıdaki kadın," dedi bir an sonra. Onu hedef almalıyız. Liderleri ölürse dururlar." Beni arkasından sürükleyerek tahtın olduğu yere getirdi ve onun arkasına sakladı. "Burada kal."

"Olmaz!" dedim tekrar ayaklanarak ama beni tekrar yere oturttu. "Burada kal, Aylin. O kadını ben alt edeceğim. Sen bunun dışında kal."

"Olmaz," dedim yine. "Her yerden oklar fırlıyor, ya biri sana denk gelirse?"

"Başka şansım yok!" Sesindeki bir şey beni durdurdu ve tahtın arkasına sinmeme neden oldu. Tahtın hemen yanında, yerde kanlar içinde yatan Kral çarptı gözüme. Kang So onu gördüğünde duraksadı ve yüzü acıyla buruştu. Gözünden akan yaşı elinin tersiyle silip Kralı kollarıyla sardı ve kaldırdı. Onları kalbim ağzımda izlerken zift gibi kan kokusuna dayanmaya çalıştım. Onca insanın kanı... Kang So, Kralı tahtına oturttu ve başındaki tacını düzeltti. Elleri titriyordu ve nefes almakta zorluk yaşıyordu, ama yine de ayakta durmayı başarıyordu.

Onun bu hâli, karşımdaki sahne karşısında çenem titredi. Zamanında ona inanmayan babası, sürgünden döndükten sonra yüzüne bile bakmayan, yokmuş gibi davranan babası. Suçsuz olduğunu öğrendiğinde bile, yine de cezasına devam eden babası. Belki daha sonradan yakın olurlar, Kang So'nun babasından aldığı yaralar iyileşir diye ümit etmiştim, ama şimdi o şansı kaybetmişti. Son karşılaşmaları bile suçlayıcıydı. Son sohbetleri bile mesafeli. İçinde hiç dolmayacak bir boşlukla kalmıştı Kang So: Baba boşluğu.

Hızlı adımlarla elindeki kılıçla ilerlerken onu izledim. Gitmek istiyordum. Onu korumak istiyordum ama elimden ne gelirdi ki? Çatıdaki suikast ekibinden azalanlar vardı. Askerler on taneden fazlasını indirmeyi başarmıştı. Kang So'yu cesetler arasında gördüm. Çatıya nasıl çıkacağını düşünüyor olmalıydı. Birkaç adım attı ve o an suikast ekibindeki keskin okların yerini, alev alev yanan oklar aldı. Hedefleri ise belliydi. Olduğum yerden fırlayıp Kang So'ya doğru koşmaya başladım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. "Kang So kaç!"

Beni duydu ama geç kaldı. Oklar birer birer onu hedef aldı. Sırtını, bacaklarını, kollarını. "Kang So!" Nefes nefese koştum ve kendimi resmen yere attım. Yanıyordu. Kang So yanıyordu. Yüz üstü yere düştüğünde acısından bağıramadı bile. "Kang So! Hayır! Hayır! Hayır!" Önünde diz çöktüm ve oklara uzandım. Ama ateş her yanını sarmıştı, yaklaşamıyordum. Bir tanesinin ucuna asıldığımda elim yandı ama umursamamaya çalıştım. Oku çıkarması çok zordu. Ellerim titriyor, dizlerim, hatta dişlerim bile titriyordu.

Okları çıkaramadığım için kıyafetini yırttım. Her yanından paramparça ettim. Belki, belki ateşi söner diye. Öyle çaresizdim ki her yolu deneyecek haldeydim. Arkamdan askerler yaklaştığında ellerinde kova dolusu su olduğunu fark ettim. Alevler bana da ulaştı ve yanmaya başladım. Ellerim, kollarım, bacaklarım yanıyordu. Acıya dayanamayarak çığlık çığlığa bağırdım. Çok canım acıyordu, çok fazla. Askerler hiç vakit kaybetmeden suyu üstümüze boca ettiklerinde ateş söndü ama yandığım için sızıyı hissediyordum.

Ateş sönmüştü ama acısı hâlâ benimleydi. Sırılsıklamdım ama su, ateşin bıraktığı acıyı geçirmeye yetmemişti. Ateş sönmüştü ama okların isabet ettiği yerler, ateşin süzüldüğü bedeni yanmış, kıpkırmızı olmuştu bile.

Üstünde kıyafet yoktu ama oklar hâlâ bedenine sabitliydi. "Çıkarın! Okları çıkarın!" diye bağırdım. "Ölüyor..." Ağlamaya başladım. Titreyerek, sayıklayarak ağladım. Okları çıkarmayı denedim yine. Gücüm yoktu, bitmişti. Kendi acımı, kendi canımı düşünmeyi bıraktım. Sadece onu düşündüm. Kolundaki oklardan birini tuttum ve çıkarmaya çalıştım ama yapamıyordum. Gücüm yetmiyordu. Çok zayıftım. Onu kurtarmak için öyle zayıftım ki bundan nefret ettim.

Yine de son kalan gücümle çektim ve kolundaki oku çıkarmayı başardım. Sırtındakiler, bacaklarındakiler. Hepsi çıktığında onu yüz üstü çevirdim ve kollarımın arasına aldım. Oluk oluk kanıyordu ve bilincini zor açık tutuyordu. "A.. Ay... Aylin..." dedi hırıltılı bir sesle. "Ölme. Ölemezsin. Ölemezsin!" dedim onu daha sıkı sararken. Her yerim kan içindeydi. Onun kanı. Aklımı yitirmek üzereydim. Yanık et ve kan kokuyordu. Benim Kang So'm böyle kokmazdı ki. O, yağmurun çimleri ıslattığında çıkan sarhoş edici ve bağımlılık yapıcı kokusu gibi kokardı.

Yağmur ve toprak gibi kokardı. Bahar gibi kokardı. Kan ve kül değil... "Şşt, ağlama." Başımı deli gibi iki yana sallıyori inkâr ediyordum. "Yalan bu, yalan. Kâbus bu. İnanmıyorum. Sen iyisin, benim yanımdasın. Bana sarılıyorsun, beni öpüyorsun. Beni şu an bu korkunç uykumdan uyandırmaya çalışıyorsun. Hayır, bu gerçek değil." Güldü ama gülüşü bu sefer içimi titretmedi, içimde çığlıklar kopardı. Kan kustukça kustu. Hırıltılı nefesi, beni daha çok titretti. "Se... Seni seviyorum, Aylin. Benim için ço... çok şey ya...yaptın. Beni kurtardın."

Öksürdükçe daha çok kan tükürdü. Daha çok bitkin düştü. "Konuşma." Elimi yanağına koyup okşadım ve yüzünün her yerine öpücüklerimi dizdim. "Yorma kendini."

"İzin ver," dedi elimi tutarken. "Seni sevdim. Seni deli gibi sevdim, Türk kızı. Yeniden doğuşa inan ve beni krallığında bekle." Gözleri kapandı, başı kucağıma düştü ve eli elimi bıraktı. Kaskatı kesildim. Buz tuttum. Buzdan kılıçlar kesti her yanımı. Kalbimi biri çekip aldı. Kanım çekildi ve ben öylece bakakaldım.

"Kang So..." Yüzünü dürttüm. Kulağımı göğsüne yasladım. Kalp atışlarını duymayı bekledim ama hayır, çok sessizdi. Sıcaklığı kayboldu, canlılığı yok oldu. Bahar kokusunu kışa bıraktı. Ben kışı sevmezdim. Ben üşümeyi sevmezdim. Ben üşümeye dayanamazdım. İçimde sıcak esintiler bırakan adam, şimdi kucağımda buz gibi yatıyordu. Cansız. Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır! Öyle bir çığlık attım ki boğazım yırtıldı sandım. Çığlık atmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Başımı iki elim arasına alıp inkâr ettim. Ölümünü inkâr ettim. Delirmiş gibiydim.

Bu gerçek olamaz. Bu gerçek olamaz. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Eğer burnumu sokmasaydım Kang So şimdi yaşıyor olurdu. Benim yüzümden. "Delirmiş gibisin." Duyduğum sesi algılamam uzun zamanımı aldı. Başımı kaldırıp baktığımda Şaman Seo'yu gördüm. Kim var kim yoksa yere devrilmişti ve karşımdaki kadın rahat bir tavırla bana doğru yürüyordu. Yine siyahlar içindeydi ve üstünde siyah bir pelerin vardı. Pelerinin şapkası yüzünün yarısını örtüyordu. Sinsice kurduğu cümleleriyle tanımıştım onu. Fısıltılı sesinden. O yapmıştı. Bunca şeyi o yapmıştı.

Herkesi bayıltan, Kralı öldüren, suikastçıları yöneten oydu. "Sendin." Bariz bir şeymiş gibi güldü. "Tabii ki, bendim." Beynim durmuştu, düşünemiyordum. Hâlâ titriyordum ve gözyaşlarım bir an olsun dinmeden benden bağımsız akmaya devam ediyordu. İçim buz mu tutmuştu yoksa kor gibi yanıyor muydum, bilmiyorum. Hiçbir şey anlayamıyordum. Kulaklarım öyle bir çınlıyordu ki Şaman’ın sözlerini zor duyuyordum. "Neden?" dedim histerik bir şekilde. "İntikam için."

"Neyin intikamı?"

"Kral, Şamanizm’le çok ilgiliydi bir zamanlar. Bir gün kardeşimi yanına çağırdı ve ondan geleceğe dair haber vermesini istedi. Onu nelerin beklediğini söylemesini. Kardeşim de ona Veliaht Prens’in öleceğini söyledi. Yakın zamanda ölecek ve bunu en güvendiklerinden biri yapacak, dedi. Kral duyduklarına öyle sinirlendi ki 4. Prens’e kardeşimin ölüm emrini verdi. O benim tek ailemdi. Tek dayanağım, tek sırdaşım, her şeyimdi.

Halk arasında Şamanizm önem arz eder, bu yüzden kendi elleriyle yapmayı göze alamadı. Gecenin bir yarısı 4. Prens kapımıza dayandı ve kardeşimi öldürdü. Beni de evimden etti. Neden evimden o kadar uzağa taşındığımı sanıyorsun? Kralın emriydi." Tükürür gibi telaffuz etti son cümleleri. "O günden sonra intikam yemini ettim. Günü gelecek ve ondan intikamımı alacaktım. Ondan, ailesinden, çevresindeki herkesten. Ne tesadüf ki Yesoo karşıma çıktı.

Yaşadığı talihsiz olay akıllıca düşünmesine engel oldu. Onu, bu hanedanın sonu olacak kapı olarak kullandım. Zaten kardeşler, Yesoo yüzünden birbirine girmişti. Veliaht'ın ölümü bile Yesoo yüzünden. Sen bu hikâyede kurban rolündeydin. Bu benim de yetkim dışında gerçekleşti. Sen buraya geldiğinde, senin zamanında zaman durdu. Kimse senin yokluğunu hissetmedi bile. Geri döndüğünde kaldığın yerden devam edeceksin.

4. Prens’le aranızdaki aşkı görünce, bunun üstüne gitmeliydim. İkinize de yalan söyledim. Sen kendi bedenine ancak 4. Prens ölürse geçebilirdin. Tılsım buydu. Büyüye tılsım ekledim. Kilit nokta senin kanın değil, onun kanıydı. Gerçek aşkın oku senin kurtuluşun olacak, demiştim sana. Aslında bu, gerçeği içinde barındıran bir mecazdı. Eminim ki şimdi anlıyorsundur." Güldü. Öyle alaycı, öyle sinsi bir gülüştü ki bu, boğazına yapışıp onu gebertmek istedim. “Gerçek aşkının yediği ok, senin kurtuluşun olacak,” asıl söylemek istediğim buydu.

Boynundaki o kolye var ya? Kara büyü yapmıştım ona. Seni zayıflatan o kolyeydi. Kim takarsa taksın sana işliyordu sadece. Gerçek aşkın ebediyete uğurlandığına göre, artık kilit kırıldı. Hoşça kal, Yabancı." Duyduklarımı sindirmeye bile zaman bulamadım. Beynim uyuşmuştu, kulaklarım daha fazla çınlamaya başlamıştı. Bedenimi hissetmiyordum artık. Allak bullak oldum. Beynim artık yaşanılan şeyleri algılamakta güçlük çekiyordu. Şaman kollarını kaldırdı yeniden ve büyülü sözcükleri söylemeye başladı. Nefesim kesildi, başım davula döndü. Hem ağrıyor hem dönüyordu. Zangır zangır titriyordum. Gerçekten üşüyordum, çok üşüyordum ve bedenimdeki hisleri yavaş yavaş kaybediyordum.

Bedenimden yükseldim. Ruhum bedenimden ayrıldı ve bedenim Kang So'nun yanına yığıldı. Artık hem onu hem de Yesoo'nun bedenini yukarıdan görüyordum. Herkesi, her şeyi yukarıdan görüyordum. Sonra bir ışık patlaması oldu ve Yesoo'nun ruhunu gördüm karşımda. "Aylin?" dedi, ama cevap veremedim. "Ne oluyor? Yoksa... Burada ne..." Anlamıştım. Her şey bitiyordu. Gidiyordum. Dönüyordum. Aşkımdan, ikinci ailem olarak gördüğüm herkesten. Shinjeong Krallığından... Bitmişti her şey. Evime dönüyordum.

İlk ve son aşkım Kang So. Küçük kız kardeşim gibi gördüğüm ve her anımı, sırlarımı paylaştığım, ne olursa olursun yanımda olan, sulu gözlü hizmetçi kız Sebeo. Ablam gibi gördüğüm ve onu kandırdığım, zorunda bırakıldığım her an için ızdırap çektiğim zarif ve sıcak kanlı Büyük Hanım Yoo Li. Onun acısını kendi acım bildiğim nazik ve aşık Prens Minseo. Sırrımı paylaştığım ve planımda yanımda olan, hastalandığımda başımda bekleyen Prens Jiho... Diğer Prensler, Prensesler ve hatta Kraliçe bile. Beni ilk gören kişi Gökbilimci...

Hepsine veda etme zamanım gelmişti. Bana hiç unutmayacağım anlar yaşatan, çok severek izlediğim o dizlerin içinde yaşıyormuşum gibi hissettiren bu insanların arasından ayrılma vaktim gelmişti. Su perisi gibi görünen ve aynaya her baktığımda bir kez daha hayran kaldığım Küçük Hanım Yesoo'nun bedeninden ayrılma zamanım gelmişti.

"Sizi tanımak güzeldi, Yesoo. Elimden geldiğince sevdiklerine iyi davranmaya, yokluğunu hissettirmemeye çalıştım. Ama bunu en çok hisseden Minseo oldu. O seni çok seviyor, onun kıymetini bil. Birbirinizin kıymetini bilin. Sebeo'ya iyi bak. O çok tatlı ve iyi bir kız. Onu tanıdığım için çok şanslıyım. Kang So'ya hak ettiği, şanlı bir tören yapın. Küllerini sarayın yakınındaki ormanda, çimlerle kaplı tepeye koyun. Bunu benim için yap lütfen. Kang So bunu hak etti."

Yesoo bedenine kavuştu. Kavuştu ve titreyen elleriyle Kang So'nun bedenini yere bıraktı. Yavaşça ayağa kalktı ve yaşlı gözlerle, şimdi gecenin karanlığına ışık tutan bana doğru yaklaştı. Elini uzattı ve ışığıma tutundu. "Her şey için özür dilerim ve her şey için teşekkür ederim, Aylin. Dediklerini yapacağım. Sen sevdiğim adama, ben yokken sahip çıktın. Elinden geldiğince ayakta tutmaya çalıştın. Ben de senin sevdiğin adama hak ettiğini vereceğim. Onun mezarı artık benim gözetimimde. Gözün arkada kalmasın.

Hem, bunu ona borçluyum." Söyledikleri bir nebze de olsa içimi rahatlattı. Bana yabancı olan, ama çok sevdiğim bu insanlar için gözyaşı döktüm. Kurban edilen canlar için gözyaşı döktüm. Vedam için gözyaşı döktüm. "Seni krallığımda bekleyeceğim," diye söz verdim sevdiğim adama. Ve bu, benim burada ki son anım oldu.

...

 

TÜRKİYE, İSTANBUL.

GÜNÜMÜZ.

Gözlerimi açtım. Gözlerimi açtım ve kendimi ofiste, aynı o günkü gibi koltukta uzanırken buldum. Saçlarım aynı, uzun ve siyah, dalgalı saçlarım. Üstümde aynı kıyafet var. Mavi gömleğim, siyah kumaş pantolonum ve ona uygun ceketim. Üstümdeki trençkot. Karşımda ise bilmem kaçıncı defa bana seslenen doktor ve Duru vardı. Şaman doğru söylemişti. Burada her şey normaldi. Kaldığı yerden devam ediyordu ve kimse yokluğumu fark etmemişti. Bu güzeldi. En azından bende bir tuhaflık olduğunu fark edip de telaşa kapılmamışlardı.

Ama ben normal hissetmiyordum. Canım yanıyordu, içimde bir ateş vardı ve beni kor gibi yakıyordu. Boşluk hissi sarmıştı her yanımı. Sanki bir rüyadan ibaretti yaşadıklarım. Yaşadığım onca şeyden sonra, hayatıma nasıl normal bir şekilde devam edebilirdim ki?

Tanıdığım onca insandan sonra. Şimdiden onları özlemiştim. Gözlerimi açar açmaz, kendi bedenime kavuşur kavuşmaz onları aramam ne tuhaftı. "Aylin Hanım, iyi misiniz?" Adımı seslenen doktor bile bir an için gözüme yabancı geldi. Konuştuğu dil bile bir an için yabancı geldi. Korece konuşmasını bekledim tuhaf bir şekilde. Bu kadar mı alışmıştım ben bu insanlara? Bu kadar mı alışmıştım o kültüre ve dile?

Garipti, her şey çok garipti. Bir an sonra, az önce yaşadığım hisler geri geldi. Kang So’yu orada bırakmıştım. Kang So’yu orada yapayalnız bırakmıştım. Herkes baygındı. Yesoo desen, bedeni yanmıştı ve eminim ki şu anda çok acı çekiyordu.

Ona nasıl yardım edecekti? Muhafızlar, Şaman’ın adamlarıyla savaşıyordu ve birçoğu ölüyordu. Orada Kang So’ya kim yardım edecekti? “Aylin, neden ağlıyorsun? Bir yerin mi ağrıyor?” Duru önce yanıma oturdu, sonra endişeli gözlerle bana bakmaya başladı. “Kang So...” dedim ve bedenime, ülkeme döndüğüm an söylediğim ilk şey onun adı oldu. “O öldü. Yaktılar onu. Hiç acımadan yaktılar onu,” dedim sayıklarcasına. Öyle çok ağlıyordum ki ellerim ve dizlerim titriyordu. “Yaktılar onu. Hiç acımadan yaktılar. Oklar attılar her yanına.”

Duru ve doktor birbirlerine şaşkınca baktılar. Duru elini sırtıma koyup beni sakinleştirmek için sıvazladı. “Geçti Aylin. Kâbus görmüşsün sadece.” Başımı hiddetle iki yana salladım. “Hayır, gerçekti. Hepsi gerçekti. Sevdiğim adamı acımasızca öldürdüler. Sevdiğim adam kollarımda can verdi,” dedim, kollarımı sanki kucağımda biri varmış gibi bükerken. Karşımdaki ikili yine birbiriyle bakıştı. “Bir sakinleştirici falan mı verseniz Doktor Bey? Hâli hiç iyi değil.” Doktor başını sallayıp onayladığında, doktor çantasından şırınga ve ilaç çıkardı. “İstemiyorum,” dedim, ama çoktan transa geçmiştim bile. Hepsi rüya mıydı gerçekten? Olamazdı. Her şeyi gördüm, yaşadım, hissettim.

Kanın kokusunu hâlâ duyabiliyordum. Ateşin sıcaklığı hâlâ tenimdeydi. Kang So’ya dokunduğumda hissettim kanın ıslaklığını ve sıcaklığını hâlâ hissediyordum. Kollarımdaki bedeninin ağırlığını hâlâ hissediyordum. Hayır, hiçbiri rüya olamaz. Olmamalı. Âşık olduğum adam bir rüyadan ibaret olamazdı. Ayağa kalktım ve koltuktan uzaklaşırken belli belirsiz, "İyiyim ben," dedim. “Sakinleştirici istemiyorum. Gideceğim.” Ayağıma giydiğim topuklular bile yabancı geldi ve tökezledim.

Tam düşmek üzereyken Duru kolumdan tutup bana yardımcı oldu. "İyi görünmüyorsun. Hastasın, Aylin, böyle olmaz," dedi beni ikna etmeye çalışır gibi. "İyiyim," dedim yine. Tam kapıdan çıkacakken durdum ve arkamı döndüm. Duru'ya baktım. Kısa, küt kesim saçlarına, büyük, açık kahve gözlerine. Sonra kendimi tutamadım ve ona sarıldım. Sımsıkı sarıldım. Öyle ki, kız sarsıldı ve dengesini zor sağladı. "Aylin neler oluyor? Korkutuyorsun beni."

"Korkma," dedim ona. Uzun zamandır kendi dilimden uzak kaldığım için, biriyle Türkçe konuşmak çok garip geldi. Kendi ana dilim bana tuhaf geldi... "İyiyim ben, bir şeyim yok. Eve gideceğim." Hüngür hüngür ağlamak geliyordu içimden ama yapamadım. Başını salladı ve endişeli gözlerle bana bakıp çantamı uzattı. Sanmorris marka siyah çantamı koluma taktım ve odamdan çıktım. Tuttuğum kapı kolu bile bana soyut geldi. Kendi bedenimin bu kadar yabancı geleceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

Çalıştığım ofisin beyaz duvarları, koyu kahve kapıları, koridorda duran beyaz, yuvarlak sehpalar ve üstlerindeki saksı çiçekleri. Beni görüp selam veren çalışma arkadaşlarım. Hatta burada en iyi anlaştığım yakın arkadaşım Duru bile yabancı ve soyut gelmişti bana. Kendimi depersonalizasyon hastası gibi hissediyordum. Ne kadar da iyi görünüyordu herkes ve her şey. Hiçbir şey değişmemişti. Zaten nasıl değişebilirdi ki? Burada zaman kaldığı yerden devam ediyordu. Sonra kız arkadaşlarımdan biri yanıma geldi.

İki haftalık bir izinden dönmüştü. Duru'dan sonra en iyi anlaştığım kişilerdendi. İsmi Lale'ydi. Benden bir iki yaş büyük, sarışın ve yeşil gözlü bir kadındı. "Aylin! Aylinciğim! Ah, sonunda geldim izinden. Bugün geleceğimi söylemek için aradım seni, ama açmadın." O konuşuyordu ama benim kulaklarım çınlıyordu. Cevap verecek takati kendimde bulamıyordum. Bu anormal halimi fark edip kaşlarını çatarak bana baktı. "İyi misin sen?

"Bir şey yok, iyiyim," demeye zorladım kendimi. "Çok mu özledin kız beni yoksa?" Kıkırdadı, ona katılarak gülümsedim. "Çok özledim." Dolu dolu gözlerimi görünce dudak büktü ve yüzümü ellerinin arasına alıp nazikçe okşadı. "Bakma bana öyle, boncuk boncuk." Yesoo'nun siyah gözlerinin aksine, masmavi olan gözlerime ithafta bulundu. "Bir şey olmuş ama üstüne gitmeyeceğim."

"Bir şey olmadı, bir rüya gördüm, onun etkisinde kaldım sadece," dedim, başımdan savmak ister gibi güldüm. Gülmeyi başarabildiğime şaşırdım. İnanmışa benziyordu. Rüya değildi. Rüya olamaz. "Oh, biz çalışalım harıl harıl hanımefendi uyusun." Dalgasına karşın daha çok güldüm. "Çok melankolik bir rüyaydı." Dudak büzdü ve yanağımı tekrar okşadı.

"Hadi eve git artık ve güzelce dinlen. Duru'dan duydum, günledir gözüne uyku girmeyip çalışıyormuşsun." Hayır, Lale. Ben uzun zamandır burada değilim, ama hiç kimse farkında değil. Onu başımla onaylayıp koridorda ilerledim ve sağa dönüp bürodan çıktım. Hemen önümden bisikletli bir çocuk geçtiğinde yine tökezledim ve geri kaçtım. At görmeye öyle alışmıştım ki bisiklet görmek bir an için garibe gitti. Sanki senelerdir orada yaşıyordum. Kendi kendime gülüp derin bir nefes aldım ve yürümeye başladım.

Yanımdan geçen insan kalabalığında gezindi gözlerim. Onu aradım, belki bir yerden çıkar ve "Sen gittin ama bak, ben geldim. Krallığına geldim," demesini bekledim. Nereye bakarsam bakayım yoktu. Otobüs durağı, yanından geçtiğim kafeler, lokantalar, yüksek gökdelenleri dört, beş katlı abartman daireleri... hiçbirinde yoktu. Yanımdan hızla geçen taksilerin içine bakmaya bile yeltendim. Yoktu. Tıklım tıkış trafik de sıkıntıdan patlamış, trafik yüzünden öfkelenmiş şoförlere baktım. Yanlarında oturan arkadaşlarına, eşlerine bile baktım. Yoktu. Park bahçelerini gezdim. Yine yoktu.

Akşama kadar öylece gezdim ve her yerde onu aradım. Ayaklarım artık durmam için alarm verene kadar gezdim. Ona ait hiçbir iz bulamadım. Kıştan bahara gelmiştim. Oraya gittiğimde kıştı ve şimdi tekrar bahardaydım. Dünya kaldığı yerden devam ediyordu ama ben kaldığım yerden devam edebilecek miydim bilmiyorum.

Gözüme çarpan bir taksi durağına doğru ilerlerken bana doğru gelen arabayı bile fark etmemiştim. Duyduğum korna sesine karşın irkilip, sendeleyerek kaldırıma çıktım. Şoförün bana bağırdığını duydum ama umursamadım bile. Beynim uyuşmuştu. Tek düşündüğüm Kang So'yu buralarda görmekti. Sözünü tutar ve gelir diye düşünüyordum. Yeniden doğuşa inan, demişti bana. Yeniden doğduğunu ümit ediyordum. Ben inanmazdım reenkarnasyona. Ama ona inanıyordum. Onu istiyordum. Yeniden elimi tutsun, yeniden alsın beni sıcak kollarının arasına, yeniden öpsün...

Birlikte el ele, bu defa benim zamanımda gezelim istiyordum. O çok merak ettiği kameramla fotoğrafını çekeyim istiyordum. Birlikte bir fotoğrafımız olsun. İmkânsız mıydı? Değildi, değil mi? Benim yaşadığımın yanında bu neden imkânsız olsundu ki?

Sonunda sağ salim taksi durağına ulaştığımda içeriye girdim ve elinde çay bardağıyla sandalyesinde oturmuş, tam bir Türk aile babası gibi görünen orta boylu, göbekli adama seslendim. Beni kendi taksisine bindirip adresi sorduğunda bir an duraksama yaşadım.

Ailem. Nihayet onları görecektim ama içimde neden bir heyecan hissetmiyordum? Eskiden olsa can atardım. Ki atmıştım da. Evime dönebilmek için neler yapmıştım. Şimdi neden bu kadar sakindim? Onlarla tanışmamıştın, Aylin. Dünyalar tatlısı bir kız kardeşin, aynı zamanda arkadaşın olmamıştı. Bir ablan olmamıştı. Âşık olmamıştın, Aylin.

"Adresi söyleyecek misiniz, Hanımefendi?" Taksicinin sesiyle kendime geldim ve yolu tarif ettim. Yol, şansıma ki bir anda açılıvermişti. Normalde şu an herkesin işten çıkma saati olurdu ve yollar kapalı olurdu. Saatlerce beklerdik ki evimize gidelim. Bazı zamanlar delirtirdi bu trafik bizi. Hatta çoğu zaman.

Ama sanki, birileri bir an önce beni aileme kavuşturmak istiyordu. Telefonumun çaldığını duyduğumda elimi çantama uzattım ve telefonu aldım. Vay be. Ne kadar alışmıştım telefonsuz kalmaya. Arayan annemdi. İsmini görünce ellerim titredi ve gözlerim doldu. Ağlamamaya çalışmak çok zordu. Ellerim öyle titriyordu ki telefonu açamıyordum bile. Fon çaldıkça çalıyordu ama boğazım düğüm düğüm olmuştu.

Nihayet açmaya başardığımda annemin, "Kızım arıyorum, arıyorum niye açmıyorsun?" deyişini duydum. İnce ve tatlı sesi. Ne kadar da özlemiştim bana kızım deyişini. Telefonu uzun saatler açmayınca beni azarlayışını.

"Anne," dediğim an sesimin titremesinden bir şey olduğunu anladı. "Sesin kötü geliyor, bir şey mi oldu?" Yutkunamadım. Gözümden ardı ardına yaşlar akarken keskin bir nefes aldım. "Y... Yok... Iı... Şey... Sen neden aramıştın?"

"İşten çıktıysan çabuk gel diyecektim. Amcanlar bizi yemeğe davet etti. Yengenin kuzeni mi ne gelmiş, ailecek bir yemek yiyelim dediler. Mihrabat korusuna gidecekmişiz. Aslında ben istemedim gitmeyi. Sonuçta babanı daha yeni kaybettik, içim el vermedi, ama yengen ısrar etmiş. Bize moral olur diye. Ben de mecbur kabul ettim işte.”

İstanbul'da bir tek amcamlar ve biz yaşıyorduk. Anne tarafım Ankara'da yaşıyordu ve baba tarafımdan da bir tek dedem hayattaydı. Birbirimize bu kadar bağlı olmamızın sebebi de buydu. Zaten babamın tek kardeşi vardı, o da amcam. Baba tarafımda gençten çok yaşlı olduğu için, çoğu vefat etmişti. Şimdi ise babam da onların yanındaydı. Dedem zaten amcam da kalıyordu, arada bir de bize gelip kalıyordu. Küçük bir aile olduğumuz için sık sık bir araya geliyor, vakit geçiriyorduk.

Birbirimize tutunuyor, sahip çıkıyoruz da diyebilirim. Şimdi düşünce, çok normal bir ailem olduğunu fark ettim. Yesoo ve diğerlerinin aksine. "Yoldayım zaten, geliyorum," dedim, kendimi biraz daha toparlamaya çalışırken. Yirmi beş, otuz dakikaya evime geldiğimde taksiciye para verip taksiden indim ve evimin apartman girişine ilerledim.

Saraylara, o sarayların devasa yapısına öyle alışmıştım ki üç katlı apartman dairesi gözüme çok küçük göründü. Yavaş adımlarla merdivenden çıkarken kalbim boğazımda atıyordu. Onları karşımda gördüğümde ne yapacaktım? Nasıl normal davranacaktım? Her gün işten eve gelen, içeri girer girmez yemeklere dalan o kız nasıl olacaktım? Ellerim titreye titreye zile uzandım ama çalamadım. Kalbimin atışı kulaklarımda çınlıyordu, her yanımdan titriyordum. Nefesimi tuttum ve bir an düşünmeden zile bastım. Annemin, "Miray, kapıya bak!" deyişini duydum. Ardından Miray'ın "Hazırlanıyorum ben, anne ya." diye cevap verişini. Bir an sonra kapı açıldı ve annem göründü. Bacaklarım boşaldı sanki.

Topuz sarı saçları, mavi, tek düze, uzun kollu çiçekli elbisesi ile karşımda dikiliyordu. Annem hep cıvıl cıvıl giyinmeyi severdi. Saçları bile boyaydı zaten. Miray kendi saçını boyarken onunkini de boyamıştı. Dayanamadım. Kendimi asla tutamadım ve hıçkırıklarımla annemin boynuna atladım. "Anne..." Annem afalladı ve kolları hava da kaldı. Sesimi duyan Miray yanımıza geldi. Annemin kokusunu derin derin içime çektim. Yesoo'nun bir daha asla duyamayacağı o anne kokusu... "Aylin, ne oldu?" dedi telaşla. "Hayırdır kızım, ne oldu sana böyle?"

"Abla?"

"Aylin, bir şey söyle kızım." İkisi birden telaşa kapılmışken ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Annem beni kendinden uzaklaştırıp salona götürdü ve koltuğa otururken ben zangır zangır titriyordum ve ağlamamı durduramıyordum. "Miray, koş ablana su getir," dedi annem. "Anlat hadi, ne oldu? Merakta bıraktın bizi." Onlara baktım. Anneme, bana su uzatan Miray'a. Sarı saçlarını maşayla dalgalı şekil vermiş, üstüne beyaz gömlek ve onun üstüne siyah, kırmızı çizgileri olan kemerli elbise giymişti. Sade makyajıyla çok güzel görünüyordu. Onun da boyu uzundu, babama çekmişti.

Endişeyle bakıyordu yüzüme. Verdiği suyu içip nihayet kendimi toparladığımda Lale'ye söylediğim yalanın aynısını onlara da söyledim. Zaten başka ne diyebilirdim ki? "Bugün büroda uyuyakalmışım, bir rüya gördüm. Rüyamda sizden çok uzaklardaydım ve uzun zaman sizi göremiyordum.

Başıma çok kötü şeyler geliyordu. Herhalde onun etkisinden çıkamadım, o yüzden böyle duygusal boşalma yaşadım." Sözlerime karşın rahatladılar. Annem yanıma otururken, Miray gülerek bana sarıldı. "Ablacığım, ben seni hiç çok uzaklara gönderir miyim? Bir yere gidiyorsan birlikte gideriz, unuttun mu?" diye takıldı bana. Eh, bir yerde haklıydı tabii.

Yıllık izinlerimde arkadaşlarımla tatile gidiyordum ve Miray her seferinde yanımda oluyordu. Nereye gitsem peşime takılıyordu. Onunla vakit geçirmeyi seviyordum, ama bana çok masraf çıkarıyordu. Neredeyse bütün maaşımı ona harcıyordum. "Neyse, hadi odana git de hazırlan. Valla geç kalacağız, ha." Başımı sallayıp onayladım ve ayağa kalktım. Odama gidemeden geri döndüm ve onlara bir kez daha sarıldım. Sımsıkı. Onları boğduğumu söyleyip şikâyet edene kadar. Sonra odama gittim ve kapıyı kilitleyip bir posta da orada ağladım. Aptal gibi ağlamamı bir türlü durduramıyordum.

Ailemi özlediğime ağlıyordum. Şimdi kavuştuğum için ağlıyordum. Kang So için ağlıyordum. Sebeo için, Yoo Li için. Hepsi için, herkes için. Şimdi Shinjeong halkından kimse yaşamıyordu. Hepsi tarihin tozlu sayfalarına yazılmıştı. Hatta bazılarının o tozlu sayfalarda adı bile geçmiyordu. Çöktüğüm yerden kalkıp göz yaşlarımı sildim. Kendimi o an aynanın karşısında gördüm. Ruhum ve bedenim birbirine kavuşmuştu artık.

Aynadaki yansımama baktığımda Kore'nin o tarihi imajına ne kadar alıştığımı ve şimdi yabancılık çektiğimi fark ettim ve bu beni yine şaşırttı. İnsan her şeye ne çabuk alışıyordu. Hanbok giymeye öyle alışmıştım ki, bazen üstümde yok gibi geliyordu. Yatarken giydiğim hanbok bile beni rahatsız etmemeye başlamıştı. Ama ona alışır alışmaz evime dönmüştüm. Ait olduğum yere. Modern yaşama. Diz çökmek zorunda değildim. Acaba ne söylersem beni zindana atarlar korkum yoktu. Özgürdüm. Eşittim. Ama mutlu değildim. Kendimi yasta gibi hissediyordum. Yaşadığım son anlar çok ağır gelmişti bana ve nasıl tepki vereceğimi, ne hissedeceğimi bilmiyordum.

O savaş alanı, çığlıklar, kan kokusu, yangın... Kang So'nun yangını. Duyularımdan bir an olsun gitmiyordu. Şaman’ın kurduğu bir tuzağa düşmüştük hepimiz. Şimdi düşününce, o nasıl can verdi acaba? Can verebilmiş miydi o cadı? Toprak kabul etmiş midir onu? Aklımdaki düşüncelerden uzaklaşıp aynadaki görüntüme tekrar baktım. Gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olmuş, dudaklarım şişmişti. Saçlarım dağılmış, gömleğim kırışmıştı. Boynum boştu. Artık şamanın lanetli kolyesi yoktu. Kang So’nun bana verdiği Yin ve Yang taşı da yoktu. Hiç değilse o olsaydı yanımda...

Üstümdeki kıyafetleri çıkartıp dolabımın karşısında geçtim. Grinin en açık tonundan duvarları, krem rengi mobilyaları ve aynı renkte kocaman bir kitaplığı olan odamı da özlemiştim. Hatta yatağımı. O yüzden yatağıma sırt üstü uzanıp yastığıma sarıldım ve birkaç dakika gözlerimi kapattım. Yumuşak ve rahat yatağım uykumu getirmişti. Yatağımdan kalkıp bu defa kitaplığıma gittim. Kitaplığımda neredeyse boş yer yoktu. Küçükken okuduğum masal kitapları, mitoloji kitapları, fantastik, klasik... Ne ararsan vardı. Goblin’in kitap hâli bile vardı.

Gerçi bazıları Miray'a aitti. Elimi, kitaplarımın üstüne gezdirdim ve elime alıp sayfalarını çevirirken kokusunu içime çektim. Kitap okuyup da kokusunu sevmeyeni tanımıyordum. Kitaplarımı bile çok özlemiştim. Dışarıdan annemin seslendiğini duyduğumda elimdeki kitabı yerine bırakıp çift kapaklı dolabıma ilerledim ve kıyafetlerime şöyle bir göz attım. O an çalışma masamın yanındaki sandalye de duran kıyafetleri fark ettim. Ve takıları. O an Miray odama girdi ve “Abartı falan deyip de giymemezlik yapma. Anneme de seçtiğim elbiseyi zor bela giydirdim zaten. Emin olun, babam da misafirimiz için şık olmamızı isterdi. O yüzden itiraz etme,” dedi ve çıktı.

Seçtiği kıyafetleri tekrar inceledim ve üzerime giymeye başladım. Babamı kaybedeli daha bir ay olmuştu ve şimdi gezip tozmak, böyle süslenmek hiç içime sinmiyordu. Ama yine de Miray dediklerinde haklıydı. Üstüme beyaz, omuzları açıkta bırakan, uzun kollu badi tarzı bir tişört ve krem rengi kumaş pantolonumu giydim. Açık kahve tonlarındaki ince kemerimi takıp yuvarlak, küçük altın küpelerimle birlikte sade, ince bir kolye taktım. Saatimi de koluma taktığımda hazırdım.

Beyaz, orta boylarda çantamı da aldıktan sonra saçlarımı çok da sıkı olmayacak şekilde topuz yapıp yüzümdeki solgun ifadeyi geçirmek için hafif bir makyaj yaptım. Hazır olduğumda odamdan çıktım. Beni gören ailem övgü yağmuruna tutarken gülmemek imkânsızdı. Giyinip süslenmek bana iyi hissettiriyordu. Özellikle şu durumda buna ihtiyacım vardı. Uzun zamandır, ailecek her anlamda kasvet ve keder içindeydik.

Amcamın, bu yemeği bir bakıma moralimiz yerine gelsin diye düzenlediğine eminim. Ayrıca yengemin kuzenini de merak etmiştim. "Eh, ailecek hazırsak çıkalım artık." Babamsız bir aile...

Buna nasıl alışacağımı hiç bilmiyorum. Duvarlarda hâlâ onun sesi, evin her yerinde onun silüeti vardı. Sanki her an bir yerden çıkıp gelecek gibi geliyordu, ama bu imkânsızdı. Evden çıkıp arabaya bindik. Yolumuz epey uzundu ama Mihrabat Korusu güzel yerdi. Güzel deniz manzarası, Fatih Sultan Mehmet köprüsü, piknik alanları ve çocuk parklarıyla ünlü bir yerdi. Yol boyunca gelip geçen arabaları izledim. Geçtiğimiz yolları seyrettim.

Gözümde Kore sokakları canlandı ve içimde garip, acı dolu bir his peydah oldu. Bir insan aynı anda hem çok mutlu hem de çok mutsuz hissedebilir miydi? Hissediyordum ve bunu nasıl atlatacağımı bilmiyordum. Yol boyunca ailemle sohbet ettim. Onlar bilmiyorlardı ama ben uzun zaman sonra onlarla buluşmuştum ve anlatmak istediğim çok şey vardı. Ama hiçbirini anlatamazdım. Düşünülünce deli saçması geliyordu ama hepsi gerçekti. Sonunda varış noktasına geldiğimizde arabadan indik. Annem bagajdan üç tane şal çıkardı ve ikisini ben ve Miray'a uzattı. Burası esiyordu ve üşümüştüm.

Şalı etrafıma sarıp Miray'ın yanında ilerledim. Açık havada piknik yapacağımızı söylediği için piknik sepetlerini sırtlamış götürüyorduk. Öyle ağırlardı ki içlerinde ne olduğunu merak ettim. Bize ayrılan masaya geldiğimizde amcam ve yengemi gördüm. Hemen yanlarında da onu. Bedenim buz kesti ve olduğum yerde çakılıp kaldım. Kalbim öyle bir attı ki içimde gök gürlüyor sandım. "Abla hadi yürü, ne yapıyorsun?" Miray'ın sesi beni kendime getiren şey oldu. Arkamda kalmıştı ve benim yüzümden ilerleyemiyordu. Ama ben yürüyecek gücü kendimde bulamıyordum. Resmen karşımdaki adama kilitlenip kalmıştım.

Yengem, kuzeniyle ailemi tanıştırdıktan sonra sıra bana geldiğinde onun da benden farksız olduğunu gördüm. Öylece durmuş bana bakıyordu. Bir an şaşkınlıkla gözleri açıldı. Sonra ise kafası karışmış gibi kaşları çatıldı. Kanlı canlı Kang So karşımda duruyordu. Farklı görünüyordu. Çok farklı. Üstünde koyu siyah, sade bir gömlek, altında krem rengi kumaş pantolon vardı. Eskiden beline kadar uzanan saçları şimdi kısacıktı. Önünde dağınık bir model vermişti. Kelimenin tam anlamıyla günümüz Kore tarzındaydı her şeyi.

Yüzü benimkinden daha pürüzsüzdü resmen. Birbirimize öylece kilitli kalmıştık. Ne o gözlerini çekiyordu gözlerimden ne de ben. İnanması öyle güç bir an yaşıyordum ki. Söz verdiği gibi gelmişti. Yeniden doğmuş ve beni bulmuştu. Prensim sözünü tutmuştu. "Daha önce karşılaştık mı?" dedi, yengem Korece bildiğimi söylediğinde. Yüzünde yan bir gülümseme, gözlerinde yine yıldızlar vardı. "Belki geçmiş hayatımızda karşılaşmışızdır," dedim kelimeleri zor toparlayarak.

Ağlamamak ve koşarak boynuna sarılmamak için zor tutuyordum kendimi. Boğazımdaki yumruğu yutmak için kendimle savaştım. Kaşları havalandı ve hafifçe güldü. "O zaman sizi unutmam büyük kabalık olmuş."

"Bugünden sonra hatırlayın, o zaman."

"Hay hay..." Konuşuyordum ama ne konuştuğumu bilmiyordum. Olayın şokundan bir türlü çıkamıyordum. Gerçekten şu an karşımda olduğuna ve ailemle birlikte masada otururken odağının bende olduğuna inanamıyordum. Ailem onu daha iyi tanımak için sorular soruyor, yengem de ona çeviri de bulunuyordu. Kang So artık olmuştu Bong Chul.

Kore de savcıydı ve yıllık izne çıktığı için Türkiye'ye gelmişti. Her zaman gelmek istediğini ama malum yoğunluğundan dolayı gelemediğini söyledi. İlk fırsatta uçağa atlayıp geldiğini söyleyip güldüğünde herkes ona katıldı. Geçmiş hayatında uğradığı haksızlıklar onu bugününde adalet savunucusu yapmıştı. Onu savcı cübbesinin içinde hayal ettiğimde yüzümde bir gülümseme oluştu ve bu gözünden kaçmadı. Amcam benim de avukat olduğumu söylediğinde bu daha çok ilgisini çekti ve odağı tekrar bana kaydı. "Meslektaşız demek."

"Öyle görünüyor. Eminim ki işinizi hakkıyla yapıyorsunuzdur." Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Hiç şüpheniz olmasın." Annesinin bir psikolog, babasının da cerrah olduğunu öğrendim. Miray'dan birkaç yaş küçük kız kardeşi varmış. Gözlerimi bir an olsun üstünden çekemiyor oluşum Miray'ın gözünden kaçmadı ve dirseğiyle beni dürtüp fısıldadı. "Ne oluyor?"

"Hiçbir şey."

"Hı hı, tabii. Adamdan gözünü alamadın." Kıkır kıkır güldü. "Haklısın, çok yakışıklı, ama biraz daha bakmaya devam edersen annem fark edecek. Şimdiden huzursuz oldu." Haklıydı. Annemin bakışları bir bende bir Kang So'da dolaşıp duruyor, huzursuzca yerinde kıpırdanıyordu. "Ben bir şey sormak istiyorum," dedi Miray, bu defa Kang So'ya doğru. Yengem ona çevirmek için hazır da bekliyordu. "İsminizin anlamı ne?"

"Bong, Anka kuşu demek. Chul ise sağlam ve güçlü demek." Ona ne kadar da yakışan, onu ne kadar da yansıtan bir isimdi. Anka kuşları küllerinden yeniden doğardı ve büyüleyici hayvanlardı. Anlamlandıramadığım bir zaafım vardı onlara karşı.

Geçmişte yaşadığı zorluklara, hor görülmeye, yalnızlığa, insanların saçma korkusuna ve inanıp güvendiği halkının kraldan korkup ona sırt çevirmesine rağmen savaşmıştı ve sağlam ve güçlü bir şekilde üstesinden gelmişti. Şimdi ise bir Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmuştu. Doğmuştu ve beni bulmuştu.

Artık sıra yemek yemeğe geldiğinde sofra bezini uzun, piknik yerlerindeki masalara benzer masaya serip piknik sepetlerinden yemekleri çıkarmaya başladık. Saklama kaplarından çıkardığım yemekleri gördükçe ağzım açık kalıyordu. Annem döktürmüştü yine. Türk mutfağını Kang So'ya tanıtmak için yemin etmiş gibiydi. Şikayetçi miydim? Kesinlikle hayır. Yaprak sarması, lahana sarması, içli köfte, su böreği. Amcam kıymalı pide bile yaptırmıştı. Bunları hangi arada derede yaptıklarını merak ettim. Sonuçta onlar, bana nazaran aynı günden devam ediyorlardı. Ya ben, onlara göre dün evde yokken yapmışlardı ya da annemin elleri sihirliydi. Gözüme takılan bir eksikle amcama baktım. "Amca, dedem nerede?"

"Arkadaşında. Biliyorsun, bizim evin yakınlarından dedenin eski dostu Osman amca oturuyor. Ona gitti. Yorulur buralarda adamcağız. Zaten soğuk, hastalanmasın." Ona hak vererek başımı salladım. Artık yarın görmeye giderdim onu. Babamın kaybından beridir hastalıktan kurtulamadı. Sürekli yatıyordu ve uykusunda sayıklıyordu. Yüzü de sarmaya başlamıştı. En kısa sürede doktora görünmeliydi. Termostaki çay kokusunu duyduğumda, içimdeki çay sevdalısı kız hemen çayları koymaya başladı.

Kang So gördüğü manzara karşında hem şok hem de iştahla sofraya bakıyordu. "Annem senin için döktürmüş. Yerinde olsam vakit kaybetmeden başlardım yemeğe," dedim. Güldü ve teşekkür ederek yemeğe koyuldu. Hangisinden başlayacağını şaşırmış halde yemeklere bakarken, annem yanına gelip, "Dur oğlum, hepsinden azar azar koyayım ben sana," dedi. Şu an burada ne oluyor gerçekten... Annemin dışı Avrupai içi klasik Türk kadınıydı. Tabağına yemeklerin hepsinden "sözde" azar azar koyup resmen tepeleyince, Kang So şaşkın bir halde teşekkür edip yemeğe koyuldu.

O an Miray'ın elinde gördüğüm fotoğraf makinesini kapıp gizli gizli Kang So'nun fotoğrafını çektim. Yemeklerin lezzetinden resmen kendinden geçmişti. "Ben hayatımda böyle güzel yemekler yemedim," dedi ağzı dolu dolu. Kendime engel olamayıp kıkırdadım. Annem kendisiyle böbürlenmekle meşguldü. Resmen göğsü kabarmıştı kadının. Benim de Kang So'dan pek bir farkım yoktu. Yemeklerimizi öyle özlemiştim ki her lokmada kendimden geçiyordum. Bir anda iştaha gelmiştim ve yemeklerin yarısını ben yemiştim.

Hele o çay... Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar özlediğimi hatırlamıyorum. Ben çay kadınıyım arkadaş. Yemekler yendi, sırada tatlı ve tekrar çay faslına geldi. Annem orta boylarda, beyaz saklama kapından sütlü kadayıf tatlısı çıkardığında ağzım sulandı. Tatlı ve ben bir bütündük. Herkes kapış kapış tabaklarına alırken annemin dikkati tabii ki Kang So'daydı. Ya da yeni adıyla Bong Chul. Tatlıyı da çok beğendiğini söyleyen Bong Chul, annemin bir kez daha gururla kabarmasına sebep oldu.

"Eh, evli misin oğlum sen?" Annemin sorusuna karşın yediğim lokma az daha boğazımda kalıyordu. Ben onu tamamen unutmuştum. Ya evliyse? Çocukları varsa? Ya da sevgilisi varsa... Gerçi öyle olsa, benimle ailemin yanında flört etmezdi değil mi? Değil mi...

"Bekârım ben, efendim," dediğinde resmen rahatlayarak bir nefes aldım. Çeviri yine yengemdendi. Tepkim yine gözünden kaçmadı ve sanki hoşuna gitmiş gibi sırıtmaktan geri durmadı. "Eh, tabii, savcı olmak zor. Bu yoğunlukta nerede biriyle tanışacaksın da evleneceksin, değil mi? Bendeki de soru."

İçimden bir ses, annemin onu alttan alttan sorguya çektiğini söylüyor. "O zaman artık yemekler yendiğine, tatlılar da bittiğine göre, ben misafirimizi alayım da biraz şöyle etrafı gezdireyim. Eh, meslektaşız neticede konuşacak şeylerimiz olur," diye öne atıldım. Onunla baş başa konuşmak istiyordum. Yeniden doğan insanlar geçmiş hayatlarını hatırlamaz derler, ama bakarsın hatırlar, ha. Hatırla beni Kang So. Hatırla, lütfen... Bu teklifimden memnun olmuş olacak ki müsaade isteyip ayağa kalktı. Onunla birlikte masadan ayrıldığımız da Fatih Sultan Mehmet köprüsünün boydan boya çok net göründüğü manzarasına doğru ilerledik.

Hemen ilerimizde de çocuk parkı vardı ve çocuklar salıncakta sallanıyor, sırayla kaydıraktan kayıyorlardı. Hatta bazıları salıncak kavgasına bile tutuşmuştu. Oturacak banklarda vardı elbette. Köprü manzarasına doğru ilerleyip dirseklerimi tahtadan korkuluklara dayadım ve Kang So'ya döndüm. Hayranlık dolu bakışları köprüde, altındaki engin deniz manzarasında ve köprünün başında dalgalanan kırmızı beyaz Türk bayrağında dolanıyordu. "Sevdin mi burayı?"

"Çok güzel..." dedi mest olmuş bir halde. "Siz çok şanslısınız, ülkeniz çok güzel. Hayran kalmamak imkânsız. Tarihiniz eşsiz. Atalarınla gurur duymalısın. Tabi birde yemekleriniz..." Alt dudağını ısırıp başını iki yana salladı. Kıkırdayıp onu onayladım. "Övünmek gibi olmasın, yemeklerimiz çok güzeldir." Güldü.

"İnsan bayrağınızdan gözünü alamıyor. İki üç gündür buradayım ve gittiğim her yerde Türk bayrağı gördüm. Evlerin pencerelerinin çoğu Türk bayraklarıyla dolu. Türkler milletine çok bağlı."

Türkiye'ye olan hayranlığından bahsederken sessizce onu izledim. Hâlâ yanımda olduğuna inanamıyordum. Ona bakınca zift gibi siyah, uzun saçlarını, siyah hanbok içindeki gölge görüntüsünü, ellerini arkasında bağlamış, özgüven doldu duruşunu görüyordum. Sonra görüntü değişiyordu ve şimdiki hâlini görüyordum.

Kang So olmuştu artık Bong Chul. Benim Anka Kuşum. "O zaman, al bayrağımızın altındaki, ay ve yıldız krallığımıza hoş geldin," dedim, ellerimi iki yana açıp. Bana bakıp gülüşüme katıldı ve "Hoş buldum, Prenses," dedi. Kıkırdadım ve tekrar başımı önümdeki manzara çevirdim. "Geçmiş hayatlara inanır mısın?" diye sordum. Sorum onu şaşırtmış gibi kaşları havalandı. "Geçmiş hayat? Türklerin reenkarnasyona inanmadıklarını sanıyordum." Omuz silktim. "Belki ben inanıyorumdur ve beklediğim biri vardır."

Bu, onu daha çok şaşırttı ve gözlerini kırparak bir süre bana baktı. Sonra sesi derinleşti. "Umarım o beklediğin kişi benimdir." Burnumdan güldüm ve bakışlarına karşılık verdim. "Belki de sensindir. Sana bakınca yıllar yıllar önce, bir krallığın prensini görüyorum. Trajik bir hikayesi olan güçlü bir prens."

"Öyle mi?"

"Hı hı."

"Eğer prensesim sen isen, bunu kabul edebilirim. Belki de gerçekten öyledir ve kader bizi tekrar bir araya getirmiştir. Benim için yazılabilecek en güzel kader olurdun." Sözlerine karşın yutkundum. Kalbim yine hız trenindeymiş gibi atmaya başlamıştı. Tenim karıncalanıyordu. "Sana hiç tanıdık geliyor muyum?" Bakışları öyle söylüyordu.

Sanki beni, yaşadıklarımızı hatırlıyor, hatırlatmasa bile hissediyor gibi geliyordu. "Bilmiyorum," dedi düşünceli bir edayla. "Ama seni ilk gördüğüm an tanıdık bir sıcaklık içime hücum etti." Uzanıp yavaşça elimi tuttuğunda bakışlarım ellerimize kaydı. "Mesela bu his. Çok tanıdık. Gözlerin çok tanıdık. Gülüşün çok tanıdık. Samimiyetin..." Bana birkaç adım yaklaştığında artık bana üstten bakıyordu. "Eğer geçmişte karşılaştıysak ve kötü bir sonumuz olduysa, şimdiki zamanda güzel ve unutulmaz bir son yaratmak istiyorum," dedi.

Yutkundum ve elimi kaldırıp yanağına yasladım. Bu hareketim onu durdurmadı bile. Tanıdık bir his gibi yanağını avucuma yasladı. "Geçmiş hayatımız da unutulmazdı. Geçirdiğimiz her saniyesine değerdi." Gözleri büyüdü ve şaşkınca bir nefes aldı. "Nasıl..." Gülümsedim. "Mucizelere inan, Anka Kuşu." Bir süre duraksadı ve derin derin gözlerimin içine baktı.

Bakışı beni içine aldığında uzunca bir iç çektim. Yaklaşıp yüzümü ellerinin arasına aldı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdığında öpüşüne karşılık verdim. O an onun gözyaşı yanağıma doğru süzüldüğünde şok dalgası yayıldı bedenime ve gözlerimi açtım. Gözleri kapalıydı ama yüzünde bir acı hâkimdi.

Sanki bir şeyleri hatırlamış gibiydi. Yavaşça benden ayrıldığında alnını alnına bastırdı ve iç çekti. "Mucizem sensin, Türk kızı." İşte o an her şeyi hatırladığını anladım. Gözlerime derin derin baktı ve o an yaşadığımız her şeyin zihninden aktığını anladım. Ve şu sözü bunun kanıtı oldu. “Ben geldim, Aylin.” Ve bunu Türkçe söyledi...

Beni bekle demişti. Bahsettiğin o krallıkta beni bekle demişti ve geldi. Beni asla bırakmayacağını söylemişti ve bırakmadı. Ve o an fark ettim ki, Gökbilimcinin bahsettiği o gölge, Kang So’ydu. Beni her daim izleyen ve hep yanı başımda olan o gölge Kang So’ydu. Geçmişte can verdi ve sayesinde kendi bedenime, aileme kavuştum. Ve şimdi bir diğer ailem de yanımda ve beni hatırlıyor. Reenkarnasyona değil, ona inandım ve şimdi benimle. Hep de olmaya devam edecek. Daha uzun ve daha iyi bir hayatla.

 

 

 

 

ÖLÜ AŞK;

 

 

 

AYNI ZAMANDA SENİ YAŞATANDIR.

 

-SON-

 

***

Ne yazacağımı bilmiyorum gerçekten... Bu kitabı o kadar uzun zamandır yazıyorum ve yazarken öyle şeyler yaşadım ki bir an için bitiremeyeceğimi sandım ama bitti. Yazdığım ilk kitap değildi ama bitirdiğim ilk kitaptı. Sonunu getirdiğim ilk kitabım. Ölü Aşk'ı ilk yazmaya başladığımda yıl 2022 Ocak ayıydı ve şimdi 2025'e girmek üzereyiz. Üç yıl... Karakterlerle, olaylarla ve mekanlarla o kadar bağlandım ki bazı zamanlar rüyamda görüyorum. Şimdi onlarla ayrılmak çok zor geliyor. Hepsi hayal ürünü, kendi yarattığım bir hayal ve karakterler belki ama her bir karakteri çok seviyorum çünkü hepsi kitabın bir rengi. Yeong Jin ve Şaman Seo bile. Evet onları da çok seviyorum ve inanın bana yazarken en çok zevk aldığım karakterlerden biri Şaman Seo'ydu. Ama her zaman favori karakterim Sebeo olacak. ;) 20 Bölüm boyunca kitabımı okuduğunuz için hepinize teşekkür ederim, hepiniz benim için kıymetlisiniz gerçekten. Bir kişi bile olsa. Öyle büyük büyük hedeflerim yok ama umarım ileri de daha fazla okumaya sahip oluruz. Yazmayı ve okumayı seviyorum ve elbette yeni kurgular da yazacağım. Hatta başladım bile. yazma konsunda hala acemi olsam da eskisine nazaran daha fazla geliştiğimi fark ediyorum ve bu beni hem motive diyor hem de cesaretlendiriyor. O yüzden yazmaya devam edeceğim ve daha fazla gelişip yeni hikayeler ve sevilen karakterler çıkarmaya çalışacağım. Açıkçası Ölü Aşk ekibini çok özleyeceğim. Şimdi hepsinin rolleri bittiği için uzun ve sonsuz bir tatile çıkmış olmalılar. Eh, onları biraz yordum tabii... Umarum beni maruz görürler. Herkesin hayatta bir rolü var, iyi veya kötü. :) Bir tane özel teşekkür etmek istiyorum. Ölü Aşk'ı yazdığım süre boyunca beni her türlü destekleyen ve yanımda olan canım arkadaşım Pelin. O olmasaydı asla bitiremezdim. En büyük cesaret ve özgüven kaynağım kendisi. Hayatım boyunca aldığım en güzel ve kıymetli hediye onun arkadaşlığı ve bunun kıymetini her zaman bileceğim. Ölü Aşk karakterleri seni çok seviyor özellikle de Kang So. :)

Bölüm : 07.12.2024 13:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...