4. Bölüm

4. Bölüm. Duygular Silsilesi.

Sıla Nur
theragn_

Keyifli Okumalar!✨

**

4. Prens Kang So saray kapısında kucağında Yesoo'yla dikiliyordu. Birinin gelip ona yardım etmesini bekliyordu lakin nafile. İki kaçağı gören saray halkı, donmuş bir vaziyette onları izliyor, yerlerinden kıpırdayacak gücü kendilerinde bulamıyorlardı.

Kang So bu duruma daha fazla katlanamayarak ilerlemeye başladı. O ilerleyince saray halkı da kendine gelmişti. Hizmetçilerin kimisi dehşetle odalarına kaçıyor, kimisiyse hâlâ şok içerisinde oldukları yerde 4. Prens Kang So'ya bakıyordu. Sanki Kang So avcı, onlarsa avdı.

Sebeo, Küçük Hanım'ını Prens'in kollarında görünce neredeyse bayılmak üzereydi, eli ayağı boşalmıştı. "So-ya, ne bu vasiyet böyle? O iyi mi?" Kendine gelen ilk kişi 3. Prens oldu. Hemen kardeşinin yanına koştu ve yardımına yetişti. Kız için endişeli görünüyordu.

"İyi, sadece bayıldı o kadar," dedi Kang So umursamaz bir tavırla. "Ne demek sadece bayıldı? Ne yaptın ona?" Nişanlısını baygın bir vaziyette başka bir adamın kollarında bulan Prens Minseo'nun kan beynine sıçramıştı. Gördüğü bu manzara onda şok etkisi yaratmıştı.

Ama başka bir şey daha hissediyordu damarlarında: kıskançlık. Kang So, kardeşinin bu tavrına inanamayarak gözlerini kırptı. Tokat yese bu kadar içerlemezdi herhalde. Neydi bu şimdi? Kendisine karşı Minseo'nun böylesine sert olduğunu görmemişti.

"Ona bir şey yapmadım. Aksine ona yardım ettim," dedi Prens asi bir tavırla. "Lütfen tartışmayın. Yesoo'yu artık odaya götürelim ve dinlensin." 3. Prens'in sesini duyan kardeşler tartışmayı bir kenara bırakıp ilerlemeye koyuldu.

Yesoo, Minseo'nun odasına götürülürken hekim kadının çağırılmasını emretti. Sebeo emri yerine getirmek için hızla yanlarından ayrıldı. Durmadan ağlıyordu, Küçük Hanım'ını baygın bir hâlde bulmak içini parçalamıştı. Ya ona bir şey olsaydı? Kendini asla affetmezdi. Ama içinde hissettiği ve onu neredeyse olduğu yerde yıkabilecek bir şey daha hissediyordu: korku. 

Hekim kadın geldiğinde bütün gözler onun üzerindeydi ve söyleyeceklerini diken üstünde bekliyorlardı. "Bayılmasının sebebi uykusuzluk ve yorgunluk. Alnında yara var ve şişmiş. Pansuman yapıp sardım, birkaç güne iyileşir," dedi Büyük Hanım'a dönerek.

"Ona ne oldu böyle? Neden yaralı?" dedi endişeyle elleriyle oynayan kadın. "Endişelenmeyin, Büyük Hanım. Aldığı yara ciddi bir hasara yol açmamış, gün içinde pansuman yapılırsa çabucak iyileşir. Şişlik için ise buz desteği yeterli." Hepsi hekimi onaylayan mırıltılar çıkardı.

Hekim kadın gittikten sonra ablası Yesoo'nun hemen baş ucuna geçti ve kızın saçlarını şefkatle okşayarak onu izledi. Öyle korkmuştu ki onun için içi sızlıyordu. Yesoo ona annesinin emanetiydi, eğer ona bir şey olsaydı vicdan azabından ölürdü. Sonra annesine nasıl hesap verirdi?

"Hadi gidelim artık, sizde çok yoruldunuz." 3. Prens zevcesine ilgiyle yaklaşarak omuzlarından sardı. Kadın kocasına yaslanarak odadan çıkarken son kez kardeşine baktı ve Minseo'yu onunla baş başa bıraktı.

Prens usulca sevgilisinin baş ucuna kıvrıldı ve eğilip alnına tatlı bir öpücük bıraktı. Sevgilisini görmek, yanında olmak içini titretiyordu. Rahatlamayla derin bir iç çekti ve saçlarını okşadı. "Nasıl korktum bilemezsin... deliye döndüm! Bir daha yapma bunu, lütfen yapma."

Gözünde Kang So'yla ikisinin olduğu sahne belirince Prens'in eli ondan habersiz yumruk hâlini aldı. O manzara neden bu kadar rahatsızlık vermişti ona? Ağabeyi yerine kardeşlerinden biri olsaydı yine aynı şeyleri hisseder miydi?

Prens gözlerini kapadı ve derin bir iç çekip usulca kızın yanına kıvrıldı, kolunu beline sarıp onu kendine çekti. Dudaklarına tatlı bir buse kondurup kokusunu içine çeke çeke uykuya daldı. İşte onun için huzur sevdiği kadının yanına olmaktı.

...

AYLİN, ORMANDA.

Atım kaçalı üç ya da beş dakika olmuştu ve ben hâlâ yerde oturuyordum. Sanki çakılmıştım ve kalkamıyordum. Yabancı, sanki atımı o kaçırmamış gibi kendi atına binmiş yaylana yaylana ilerlemişti. Bir süre sonra da karanlığın içinde kaybolmuştu.

Kalçamın ağrısını hiçe saymaya çalışarak ayaklandım ve yürümeye başladım. İleri değil geri dönüyordum. At zaten kaçmıştı, bu saatten sonra istesem de bir yere gidemezdim. Derken tekrar yarasa sesi duydum, hem de iki tane. Olduğum yerde ürperdim. Neden bu kadar yarasa vardı? Kuş sesi duymayı bekliyordum.

Deli gibi etrafı taradım fakat görünürde bir tane bile yarasa yoktu, sadece sesi vardı. Hava buz gibiydi ve iyice üşümüştüm, dişlerim birbirine çarpmaya başlamıştı. Yabancı gitmiş miydi acaba?

Tabii ki gitmiştir, beni bekleyecek hâli yok ya.

Gerçi neden peşime takıldığını da bilmiyordum. "Hey, orada mısın!" dedim sesimi yükselterek. "Beni bırakıp gittin mi yani?" Kelimeler dudaklarımdan bir zavallı gibi çıkmıştı. 

Hay lanet!

Gözlerimi kısarak karşıma baktım, belki onu görebilirdim. -ki bu düşük bir ihtimaldi- Yine de şansımı deniyordum.

"Önce beni kovalıyorsun, sonra da atımı kaçırtıyorsun, şimdi de beni burada bir başıma bırakıyorsun. Bu yaptığın tam bir adilik!" dedim ve sinirle ayağımı yere vurdum. Tam o an kişneme sesi duydum.

Gitmemiş... 

"Sen bana ne dedin?" Uzaktan gelen boğuk ses tüylerimi diken diken etti. Başından beri söylediklerimi duymuş muydu? "Hi... Hiçbir şey. Bir şey demedim." Nedense bu yabancıdan korkuyordum. İlk karşılaşmamız iyi olmadığından korkmam gayet doğaldı gerçi. Siması da beni korkutuyordu. Uzun bir yüz, keskin bakışlar... Kim olsa korkardı bence.

Ah, bir de yüzündeki kanı unutmamak lazım.

"Denizden korkup yılana sarılmak istiyorsan beklerim." Yabancının alaycı tavrı sinirimi bozdu. İnatçı tarafım onunla gitmektense burada yarasalara yem olmayı ve soğukta donmayı tercih ederdi, korkak tarafım ve soğuğa yarım saat bile dayanamayan bünyemse yılana sarılmayı.

Peki ben hangisini seçecektim? Kararımı çoktan vermiştim.

"Yılana sarılmayı tercih ederim. Öleceksem de en azından yalnız ölmem." Bu saatten sonra gidebilecek ne yerim ne de aracım vardı. Eninde sonunda ölürdüm. Ya kurtlara yem olurdum ya da yarasalara. Kurtlar tarafından yenmek istemiyordum. Gerçi tanımadığım bir adam tarafından öldürülme lüksüm de vardı.

Her ihtimale karşı ölmeyecek miydim zaten, neyi düşünüyordum ki? Eğer bana istemediğim bir şey yaparsa -öldürmek dışında- çekerim belindeki kılıcı saplarım göğsüne. Kaybedecek neyim var sanki?

Yabancı ufak bir kahkaha patlattı. Atı var, anladığım kadarıyla kılıcı da güler tabii. Rahatı yerinde sonuçta. Peki ya ben?

Ölümümü seçiyorum burada! 

Ama iyi tarafından da bakmak lazım, sonuçta kimse kendi ölümünü seçemezdi. İç çekip yabancıya doğru ilerledim. Aynı zamanda şansıma da küfür ettim. İlerledikçe yüzünü seçmeye başlamıştım.

Demek ki yakınımdaymış adi!

Elimden tutup ata binmeme yardım etti. Beni önüne bindirip kollarıyla iki yandan sardı ve dizginlere tutundu. O kadar yakınımdaydı ki nefesini hissedebiliyordum. Göğsü sırtıma değiyordu ve üstü sırılsıklam olsa dahi sıcaklığını hissedebiliyordum.

Gerginlikten kaslarım kaskatıydı ve ağrı veriyordu. Bir haftaya ancak kendime gelirdim ben. Bir süre sessizce ilerledik. Ateş böcekleri ve at toynaklarının sesi dışında ortalık sessizdi. Sessizliği ilk bozan o oldu. "Evin nerede?" Evim... "Çok uzakta," dedim zayıf bir sesle. "Başka bir krallıktan mısın?" Sesinin meraklı tınısı beni güldürdü.

"Öyleyim. İnsanın içini sıcacık duygularla kaplayan bir krallığım var. Her zaman samimi. Hiçbir yerde olmayan samimiyete, içtenliğe sahip bir krallık. Gerçi kötü tarafları da var, ama ben iyi taraflarını düşünmek istiyorum." 

Her ne kadar kaçınılmaz olsa da...

"Ayrıca yemekleri de nefis, ki en sevdiğim özelliği de bu. Kıpkırmızı, üzerinde ay ve yıldız olan bir bayrağa sahip bir krallık." Yabancının kaşları çatıldı, söylediklerimi anlamamıştı. "Böyle bir krallık olduğunu sanmıyorum."

Başımı hafifçe iki yana salladım. Bu hareketimden sonra pelerinimin kapüşonu yanağına sürtündü. "Boş ver. Sen beni Shinjeong Sarayına götür. Orada yaşıyorum." Yabancının gerildiğini hissettim.

Bir şey söylemesini bekledim lakin o sustu, ben de bir daha sesimi çıkarmadım. Neden gerilmişti acaba? Ya da belki bana öyle geldi.

Yine sessizce ilerledik, ta ki bir gölün yanında durana kadar. "Biraz dinlenelim sonra devam ederiz." Attan indi, bana da yardım etti. Gölün ucuna doğru ilerleyip avucuma biraz su aldım ve dudaklarıma götürdüm. Öyle susamıştım ki kana kana içtim.

Yabancı, atı ağacın birine bağlayıp yanıma geldi ve o da aynısını yaptı. Bir süre öylece oturduk. Bu sefer ilk konuşan ben oldum. "Ne yapıyordun ormanda? Yüzündeki kan neyin eseri?" Sessizliği uzun sürdü. Bir an hiç konuşmayacak sandım.

"Avlanıyordum." İşte bu beklediğim cevap değildi. "Sen ne yapıyordun?" Ne cevap vermeliydim? Doğrusunu söylesem ne olacaktı ki, zaten onu bir daha görmeyecektim. "Kaçıyordum." Kaşları şaşkınlıkla kalktı. "Neden? Veya neyden?"

"Kimseden değil. Sadece evime gidiyordum." Başımı eğip ellerimle oynamaya başladım. "Evinin çok uzakta olduğunu söylemiştin, nasıl gideceksin? Ne atın var ne erzakın. Yolculuk konusunda acemisin belli," dedi bariz bir tavırla.

Atla yolculuk konusunda acemeydim tabii. Sen bir de beni araba kullanırken gör. Peh! "Ayrıca Shinjeong Sarayında yaşadığını da söylemiştin. Kaçmanın sebebi sana kötü davranmaları mı?" Başımı iki yana salladım. "Hayır. Gayet iyi davranıyorlar." 

Yüzündeki ifade söylediklerimin tek bir kelimesini bile anlamadığını belli ediyordu. "O zaman niye kaçıyorsun?" diye sordu. İç çekip ayaklandım ve üzerimdeki tozları ve oturduğumuz kütükten bulaşan karları silkeledim.

"Ah, boş ver. Hadi gidelim." Aniden yüzümü ateş bastı, yüzümü yıkama ihtiyacıyla göle doğru eğildim. Tam o anda kaskatı kesildim. Sanki büyük bir şokun etkisinden çıkıyor gibiydim.

Ben ne yapıyordum böyle? Ben başka bir kızın bedeninde hapistim. Nereye gidebilirdim bu hâlde? Ben, ben değildim ki. Ben Aylin değil, Yesoo'ydum. Hiçbir yere gidemezdim. Gitsem bile ne ailem hayattaydı ne de tanıdığım insanlar. Gitmeyi düşünmem bile aptalcaydı. Elime almışım bir atı, gidiyorum öyle mi? 

Hah! Saçmalık.

Gitmeyi kafama öyle bir yerleştirmiştim ki asıl sorunu unutmuştum. Ne bu bedenden çıkabilirdim ne de bir yere gidebilirdim. Sanki farklı bir evrendeydim. Ya da rüyada. Ama bir rüya bu kadar uzun sürer miydi? Sürmezdi. Önce Yesoo olmaktan kurtulmalıydım. İlk önceliğim bu olmalıydı. Sonrasını düşünürdüm artık. Hem de adam akıllı.

Aniden Sebeo'yla konuşmalarımız dizildi aklıma: Gökbilimcidir o. Yıldızlara bakar ve söyler geleceğini. Söylenenlere göre insanın ruhunu görebiliyormuş. O adam bana yardım edebilir miydi? Denemekten ne zarar gelirdi ki. Önce o adamı bulmalıydım, kendim olabilmek için her şeyi yapmaya hazırdım.

Başıma giren ağır bir sancıyla kendime geldim. O vakte kadar ağladığımın bile farkında değildim. Ağladığımı fark eden Yabancı, yanıma yaklaşıp sanki canavara dönüşmüşüm gibi yüzüme baktı. "Ne oldu birden?" Burnumu çekip titreyen ellerimle yüzümü kapadım. "Yoruldum."

Yalan değildi, gerçekten yorulmuştum. Bulunduğum bu durumdan, yaşadığım şeylerden. Mental olarak yorulmuştum. Kafam allak bullaktı.

Bir süre öylece bekledik. Nihayet ağlamamı durdurabildiğimde, "Hadi gidelim," dedim. Yavaş adımlarla Yabancının yanında ilerlemeye başladım. Başım dönüyordu. Öyle dönüyordu ki sarhoş gibi oradan oraya yalpaladım. Gözlerim kararıyordu. Bir anda yere düşmemle başımı önümdeki kaya parçasına çarpmam bir oldu. Keskin bir acıyla bilincim kapandı.

... 

Bayıldıktan uzun bir süre sonra uyandığımda güneş çoktan doğmuştu. Başım öyle bir ağrıyordu ki sanki birisi beynimi iki elinin arasına almış sıkıyordu. Üzerimdeki ağırlıkta cabasıydı. Uyku sersemi olduğum için üzerimdeki ağırlığın sebebini anlamam biraz zamanımı aldı.

Biri bana kolunu atmış yanımda uyuyordu!

Başımı çevirdiğimde gördüğüm kişiyle çığlık atmam bir oldu. 

Prens Minseo yanımda uyuyor! Hem de bana sarılmış bir vaziyette! 

Bu da neyin nesiydi böyle? Prens sesimi duyduğunda irkilerek uyandı ve tek kolunun üzerinde dikleşip uyku mahrumu bir ifadeyle bana baktı. Boğuk sesiyle, "Yesoo, neyin var? Kâbus mu gördün?" dedi.

Kâbus mu? Allah aşkına, tanımadığım bir adam yanımda yatıyor, bundan daha fena kâbus mu olur?

"Neredeyim ben?" dedim korkak bir tavırla. "Saraydasın ve benim odamdasın. Seni buraya 4. Prens getirdi. Yorgunluktan bayılmışsın, birkaç saattir uyuyorsun." Prens'in söylediklerini tek tek idrak ederken, idrak edemediğim tek bir şey vardı: 4. Prens beni nasıl buraya getirmiş olabilirdi? Ben onunla hiç karşılaşmadım ki.

"4. Prens mi? Nasıl yani?" Prens kafası karışmış gibi kaşlarını kaldırdı ve bana bakmayı sürdürdü. "Hatırlamıyor musun? Halbuki gece boyunca beraberdiniz." Bu söylediğinden sonra sesi biraz sertleşti. "O getirdi seni buraya." Hâlâ anlamıyordum. Ta ki gözümün önüne bazı görüntüler çalınana kadar.

O yabancı... OHAA! O yabancı 4. Prens Kang So mu? Kana Bulanmış Prens mi?

"Avlanıyordum."

Has siktir!

Ben bütün gece 4. Prens'leydim ve ruhum bile duymamıştı. En önemlisi bana zarar vermemişti çünkü kim olduğumu biliyordu. Gerçi atla kovalamıştı ama deliliğine verelim... Evimin saray olduğunu söylediğimde gerilmesinin sebebi buydu demek... İyi de madem beni tanıdı, o zaman neden kovaladı ki? Üstüne üstlük tanımıyormuş gibi bana sorular sordu? Aklından ne geçiyordu acaba.

"Daha iyi misin?" 6. Prens'in sesiyle kendime geldim. Ve o an hâlâ yatakta olduğumuzu fark ettim. Şimşek hızıyla yataktan kalktım. Üzerimde başka kıyafetler vardı. "İyiyim, teşekkür ederim," dedim çekingen davranarak. "Şey... benim kıyafetlerimi kim değişti?"

Prens nazik bir ses tonu takınarak sorumu yanıtladı: "Her zaman yanında olan kız," dedi. Ah, şükürler olsun. Bir an Prens değişti sandım... Prens Minseo ayaklanıp yanıma yaklaştı ve elimi, sanki bir kuşa dokunur gibi dikkatlice ve yumuşak bir edayla tuttu.

Bana bakarken göz bebekleri titriyordu.  Yesoo'ya bakarken. "Eğer rahat edemeyeceksen odana çekilebilirsin. Yemeğini oraya göndermelerini söylerim."

Adama bak, baygın olmamdan fırsat bilip beni yanına yatırıyor, konu yemeğe gelince rahat edip etmeyeceğimi soruyor; ne düşünceli ama…

İyisin hoşsun ama işine geldiği gibi davranıyor gibisin be, kız güzeli prens…

Prens'in teklifini kabul ettim ve odasından çıktım. Bahçeden geçip tam odama gidecektim ki aniden yedi prens birden önümü kesince neye uğradığımı şaşırdım. Ödüm kopmuştu.

“Ne bu böyle, yan kesici gibi?” dedim hafifçe kaşlarımı çatarak. Hepsinin kaşları çatıldı ve koro hâlinde, “Ne?” dediler. “Sürpriz yumurtadan çıkar gibi karşıma dikildiniz de onu diyorum.” Evet, biraz sert çıkışmış olabilirim ama korkmuştum ve ben korkunca sinirlenirdim. Karşımdaki prenslerin bozulduğunu fark ettiğimde kendimi kötü hissettim ve sözlerimi toparlamaya çalıştım. Prenslerin hepsi ilgiye bana bakıyordu.

“Kusura bakmayın, hâlâ kendime gelebilmiş değilim. Dün kötü bir gece geçirdim, o yüzden hâlâ sinirlerim bozuk. Üstünüze alınmayın lütfen.” Nihayet yumuşamaya başladıklarında ben de hafif bir tebessüm kondurdum yüzüme. “Nasıl hissediyorsun kendini?” diye sordu Prens Sunwoo. “Daha iyiyim, teşekkür ederim.”

Hemen arkasından maviler içinde, uzun siyah saçlı, yarım topladığı saçlarını bandanayla süslemiş, yuvarlak yüzlü ve diğer prenslere nazaran daha kısa boylu bir prens lafa atladı. Gülümsüyordu ve gülerken sol yanağında gamzesi çıkıyordu ortaya. Parmağında gümüş bir yüzük vardı.

“Keyfinin yerine gelmesini istersen seni zevceme götürebilirim. Oğlumla tanışırsın hem. İkisi de seni görünce sevinir. Aslında daha erken tanışabilirdin ama malum sebeplerden olmadı maalesef.”

Yeni doğmuş bir bebek görmek mi? Bu benim hayatımda en sevdiğim şeylerden biriydi. Yeni doğmuş bebekleri bayılırdım. Hele ki o kokuları yok mu… “Çok isterim!” Öyle bir heyecanla söylemiştim ki bunu, karşımdaki genç adamlar önce bir şaşırıp sonra kahkaha attı. “Tamam o zaman, hadi gidelim.”

“Bıraksaydın da biz de bir sohbet etseydik keşke. Çaldın bütün rolü.” Bunu söyleyen Prens Cheol’dü. Tam da ona yakışacak bir yakınmaydı bu. Yine yüzümü güldürmeyi başarmıştı. Sessiz kalan diğer prensler beni öyle bir ilgiyle izliyordu ki bakışlarındaki o korumacı tavrı ve sevgiyi görebiliyordum. Onlar Yesoo’yu gerçekten kız kardeşleri gibi görüyorlardı.

“Ben varken sen gölge de kalırsın kardeşim. Bu sarayın gözdesi benim.”

Saraydaki kadınların Prens Cheol’e karşı olan ilgisine ithafta bulundu.

Prens Cheol, kardeşi Prens Jun’un kulağına eğildi ve fısıldadı ama söylediğini hepimiz duyduk. “Kesinlikle beni kıskanıyor.” Prens Jun güldü ama 10. Prens İn Beak’in sert bakışlarını yakalayınca anında sustu. Olası bir kardeş kavgasını önleyebilmek için konuyu dağıtmaya karar verdim.

“Tam şu an sizinle bebeğinizi görmeye gelmeyi çok isterdim ama öncesinde yıkanmam gerek. Dün geceden kalma olduğum için yeni doğan bir bebeğe yaklaşacak kadar temiz hissetmiyorum. Anlayacağınızı düşünüyorum…”

Prens bu düşünceli tavrımı takdir etmiş olacak ki sıcacık gülümsedi ve gamzesi daha belirgin hâle geldi. “O zaman hazır olduğunda seni köşkte bekliyoruz. Zevcemde buna çok sevinecektir.” Prenslerle son sohbetlerimizi ettik.

Hepsi başımdaki yara için endişeli olduklarını ve ilaçları kesinlikle aksatmamı söylediler. Bu ilgili tavırları hoşuma gitti. Sonunda yanlarından ayrıldığımda odama geçebildim. Kendimi yatağa resmen attım, öylesine yorgundum ki her yanım ağrıyordu. Acilen hamama gidip yıkanmalıydım.

Zaten başımda çok ağrıyordu. Elimi başıma götürdüğümde sargı olduğunu fark ettim. Ben de bu başımdaki ağırlık ne diyorum. Evet yara aldığımı biliyorum ama sarılacak kadar ciddi olduğunu tahmin etmemiştim. Başımı ne kadar kötü çarptıysam artık, şişmişti ve acıyordu.

O an Sebeo odama girdi. Beni görür görmez panikle yanıma yaklaştı ve yatağımın kenarına oturup sorularını sıralamaya başladı. "Ah, Küçük Hanım, iyi misiniz? Sizin için ne kadar endişelendim bilemezsiniz! Neden yaptınız bunu? Geceleri sokaklar çok tehlikelidir. Sizi 4. Prens'in kucağında görünce deliye döndüm. Az kalsın bayılıyordum. Size bir şey yapmadı değil mi?"

Öyle hızlı konuşuyordu ki nefes aldığından şüphe ettim. Amma da panik biriydi bu kız. Ellerimi ona doğru uzatıp susturdum. "Sebeo, nefes al. Ben iyiyim ve bana hiçbir şey yapmadı. Zaten bir daha böyle bir şey yapmaya niyetim yok." En azından bir süreliğine. 

"Hadi beni hamama götür, yıkanmak istiyorum." Sebeo tek kelime daha etmeden beni soyluların hamamına götürdü. Çalışanların ve soyluların hamamları ayrı oluyordu tabii. Yesoo da soylu kategorisinde sayılırdı. Hamama gitmeden önce bahçeden geçtik.

Önümüze bir anda prenslerden biri çıktığında öylece durdum. Sebeo hemen reverans pozisyonuna geçti. Bir ona bir Prens'e baktım. Sebeo beni uyarır şekilde, "Eğilin, Küçük Hanım!" dedi. "Ah, evet..." Beceriksizce bir selam verdim. Prens bu halime aldırış etmişe benzemiyordu.

Sebeo kulağıma fısıldadı. "12. Prens Kang Uk. En küçükleri." Prensi şöyle bir süzdüm. Boyu benden kısaydı ama eminim ki iki seneye kalmaz boy atardı. Siyah uzun saçları, yarım toplanmıştı. Üzerinde lila rengi bir hanbok vardı. Yüzü küçük ve koyu kahve gözleriyle tatlı bir çocuktu. Neşeli gözleriyle bana bakıyordu.

"Yesoo noona, nasılsın? Daha iyisin değil mi? Hepimizi çok korkuttun. İyice kaçak oldun ha! Sayende sarayda heyecan hiç eksik olmuyor," dedi ve ufak bir kahkaha attı. Dudaklarımı birbirine bastırmakla yetindim. "Başın nasıl?" derken hafifçe başıma dokundu. O an yaralı olan başım sızladı.

"İyi, merak etme...yin... Merak etmeyin," dedim ve yapmacık bir şekilde gülümsedim.

"Sonra görüşürüz o zaman." El sallayıp gitti. Ne tatlı çocuk. Gerçi benden çoooook büyük olduğunu düşünürsek bunu söylemem biraz ironik oluyordu ama... "Hadi gidelim," dedim Sebeo'ya.

Hamama girdik ve üzerimdeki kıyafetleri çıkardım. Bedenimi suyu soktuğumda öyle rahatlamıştım ki sanki bütün ağrılarım bir anda geçivermişti. Sebeo da yanımdaydı. Onun da benimle birlikte girmesini söylemiştim ama kabul etmedi, beni yıkama konusunda ısrar etti. 

Hizmetçiler hanımlarıyla birlikte yıkanamazmış. Yakışık almazmış. Her ne kadar kendim yıkanabileceğimi söylediysem de ikna edemedim. Başımdaki sargıyı çıkardık. Saçlarımı yıkadıktan sonra tekrar pansuman yapıp saracakmış. Bu yüzden yanında ilaç, pamuk ve sargı getirdi.

"Dün gece 4. Prens'le olduğumu bilmiyordum. Öylesine bir yabancı olduğunu düşünmüştüm. Resmen beni atla kovaladı!" Sebeo son söylediğimden sonra şok içinde cırlayıverdi.

"Ne, sizi mi kovaladı?! Yoksa başınızdaki yara o yüzden mi oldu?" Göz devirip başımı iki yana salladım. "Hayır, o bana bir şey yapmadı. Ama at kaçtı. Öğrenilirse başım fena derde girecek." Sebeo'nun sesi şoktan çıkıp alaylı bir hâl aldı. "Merak etmeyin, hanımım, siz 6. Prens'in nişanlısısınız, size bir şey olmaz."

Eh bu konu da haklıydı tabii. "Dün gece saraya geldiğimde neler oldu?" Sebeo saçlarıma su dökerken yaşanılanları anlattı. Başımdaki yaraya dikkat ederek yıkıyordu saçlarımı. "Herkes şok geçirdi. Böyle bir manzarayla karşılaşmayı beklemiyorduk. Hizmetçiler 4. Prens'i görünce odalarına kaçtı." Hafifçe kıkırdayıp devam etti. "Tam bir kargaşaydı."

Ondan gerçekten bu kadar korkuyorlar mıydı? Gerçi avlandığını falan söylemişti. Hayvan mı avlıyordu yoksa... Bu konudan Sebeo'ya kesinlikle bahsetmeyecektim. Aniden aklıma Gökbilimci geldi ve konuyu değiştirdim.

"Gökbilimci'yi nasıl bulabilirim?" Bu soruma karşı Sebeo'nun kaşları havaya kalktı. "Ne yapacaksınız ki?" Umursamaz bir tavır takınmaya çalıştım. "Hiç canım. Yıldız haritama baktırmak istiyorum. Tekrar pazara gitsek bulur muyuz?"

Sessizleşti. Düşünüyordu herhalde. "Sarayda olabilir, Kral Köşkü'ne gidip bakalım, belki buluruz." Umarım buradadır ve onu bulabiliriz. Sıcak bir duştan sonra öylesine hafiflemiş hissediyordum ki anlatamam. Sebeo'yla odama geldiğimizde kendimi hemen yatağa bıraktım. Kendisini gönderip dinlemesini söylediğimde biraz naz yaptı ama sonunda kabul etti.

Saray çalışanı olarak elbette fazlasıyla yoruluyordu. O gittikten sonra yatağa uzanıp tavanı izlemeye başladım. Kafamın içinde binlerce düşünce dönüyordu. Buraya yavaş yavaş alışıyor gibiydim ama ailemi çok özlemiştim. Bu yaşadığım şeyler hâlâ bana rüya gibi gelse de fazlasıyla gerçekti.

Kendim olabilmem için kesinlikle Gökbilimci'ye ihtiyacım vardı. İçimdeki ses onun bana yardım edebileceğini söylüyordu. Umarım yarın, yarın olmazsa en kısa zamanda onunla karşılaşırdım.

Tam uykuya dalacağım sırada aklıma Prens İn Baek’e verdiğim söz geldi. Hemen ayağa fırladım.

Bebiş göreceğim bebiş, ayy!

Üstüme giydiğim lila rengi, çiçek desenli hanbok’la birlikte saçlarımı yarım bir şekilde alıp arkada küçük bir topuz yaptım. İğneli büyük tokayı ortasından geçirip saçlarımı topladım. Tokadaki kırmızı gül detayı ilgimi çekmişti. Acaba toka Prens Minseo’dan, Yesoo’ya hediye miydi? Eğer öyleyse bunu takmam doğru olmazdı.

İçime kurt düşünce tokayı değişmeye karar verdim. Onun yerine ucunda lila rengi leylak olan tokayı taktım. Hava soğuk olsa da saray sıcaktı, bu yüzden üstüme pelerin ya da şal alma gereği duymadım.

Odadan çıkıp hizmetçilere sora sora Prens İn Baek’in odasını buldum. Kapıdaki hizmetçiye geldiğimi haber vermesini söylediğimde odaya girmesiyle çıkması bir oldu.

İçeriye girdiğimde Prens ve zevcesinin yüzlerindeki gülümsemeyle önlerindeki tahta beşiğe baktıklarını gördüm. Beni gördüklerinde Prens eliyle işaret etti ve oturmamı söyledi. Bir minder çekerek yanlarına oturdum.

Tam yemek saatine denk getirmiştim anlaşılan çünkü önlerindeki kare ama büyük sehpanın çevresinde karşılıklı oturmuş yemek yiyorlardı. Ben de yanlarına oturduğumda bebekle karşı karşıya geldim.

“Uygunsuz bir zaman da geldiysem gidebilirim…” Açıkçası mahcup olmuştum. Prens'in zevcesi gülümseyerek başını iki yana salladı. “Lütfen kal, birlikte yemek yiyelim.” Gözlerindeki parlaklık ve yüzüne yansıyan sıcak ifade samimi olduğunu gösteriyordu, bu yüzden kıramadım. “Peki o zaman kalayım,” dedim tebessüm ederek. “Başın nasıl? Umarım ağrın yoktur.”

“Daha iyi. Arada ağrım oluyor ama birkaç güne geçer.”

“Lütfen kendine dikkat et, sağlık çok önemli.”

“Haklısınız, ederim. İlginiz için teşekkür ederim.” Gülümseyip bakışlarımı odada gezdirdim.

Oda bir salon büyüklüğündeydi. Duvarları sarıya benzer bir tondaydı ve kırmızı perdeler vardı. Çok cırtlak bir kırmızı değildi ve işlemeleri vardı. Sanki tığdan yapılmış gibi ince bir işçilikti. Duvarların yanında siyah, altın işlemeli uzunlamasına konsol vardı ve duvarın sağ tarafında geniş camlar vardı.

Dışarıdaki kar manzarasını ve gökyüzündeki yavaş yavaş çıkmaya ve yerini almaya başlayan ayı görebiliyordum. Kocaman, çift kişilik yatakları altın sarısına benzer bir tondaydı ve etrafı tülle kapatılmıştı.

Prens'in üzerinde bu defa bej sarısından bir hanbok vardı ve saçlarını tepeden gevşek bir topuz yapmıştı. Üstündeki kıyafet fazlasıyla kaliteli ve yepyeni görünüyordu. Sanki daha bir saat önce alınmış gibi. O derece kaliteliydi.

Prens'in zevcesinin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Onun üstünde de soluk kırmızı bir hanbok vardı ve saçlarını örüp taç şeklinde topuz yapmıştı. Küçük bir yüzü, koyu kahve ve belirgin çekik gözleri vardı. Beyaz teni ve fazla bakımlı bir yüzü vardı. Pamuk gibi. Ayrıca minyon tipliydi. Yüzündeki kıyafetine uygun makyajı dikkatimi çekti. Öyle bir şey olsaydı eğer, veliaht kraliçe gibi derdim. Yirmi iki ya da yirmi üç yaşından fazla göstermiyordu.

“Gelmene çok sevindim, Yesoo. Aslında Minseo ağabeyimi de davet edecektim ama Kraliçe'yle bir görüşmesi vardı.”

“En azından Yesoo geldi, değil mi, prensim?” Genç kadın önüme chostick ve büyük bir yuvarlak kâse koydu. Ben de önümdeki yemeklerden kâseye doldurdum. Önce jjajangnyeon dedikleri siyah fasulye eriştesinden aldım. Tavuk, sos ve noodle’dı ana malzemesi. Önce noodle’dan aldım sonra ise üzerini tavukla doldurdum.

Masadan buram buram mandu kokusu geliyordu. Yavaş yavaş yerken aynı zaman da çaprazımda oturan kadına bakıyordum. Kız mı deseydim acaba? O kadar gençti ki… Masada adını bile bilmediğim yemekler vardı. Bibimbap dışında. Yumurtalı sebze gibi bir şey.

“Aslında tanışıyoruz ama sen beni unuttun muhtemelen, o yüzden kendimi tanıtmayı kendime borç bilirim… İsmim Mihi. Eğlenceli ve güzel kimse anlamına gelir. Eğlence kısmını bilmem ama güzelim bence.” Kıkırdayınca ben de onunla birlikte güldüm. “Kesinlikle öylesiniz.”

Biz konuşurken sessiz kalan Prens nihayet sohbete katıldı. “Mihi benim bu hayatta görüp görebileceğim en güzel kadın,” dediğinde Mihi utangaç bir tavırla yüzünü ellerinin arasına aldı ve Kore de meşhur olan aegyo’dan yaptı. Bir bakıma şımardı diyebiliriz. Aegyo bana her zaman çok… garip gelmiştir.

“Ah, prensim, utandırıyorsunuz beni…” dediğinde Prens yan bir gülüş sundu ona. Sonra dikkatini bebeğine verdi. “Bu da minik Prens Tae San.” Beşiğin içinde, örtünün altındaki bebeğe baktım. Elleriyle oynuyordu. Elleri öyle minikti ki insan dokunmaya kıyamıyordu, aynı kendi gibi. “Çok tatlı,” dedim içten bir şekilde.

Kendisi çok masum ama ya doğduğu dönem? Umarım yaşlanana kadar ve güzel anılar biriktirene kadar hayatta kalırsın, minik Prens Tae San… “Umarım ağabeyimle ikinizin de bebeğini görürüz. İkinize de anne babalık çok yakışır.”

Prens'in söylediklerinden sonra içtiğim suyu az daha püskürtüyordum. Öksürüklerimin arasından gülümsemeye zorladım kendimi. Elbette ki Yesoo ve Minseo çiftinin bebekleri olsun isterdim ama mümkünse ben burada değilken.

“Utandırdınız kızı, prensim,” dedi Mihi ve adeta kurtarıcım oldu. Konuyu başka yöne çekmek ister gibi Tae San’ı kucaklayıp benim kucağıma verdi. Kucağımdaki bebek öyle hafifti ki varla yok arası bir şeydi sanki.

Yanılmışım, tuzla biber ekiyormuş.

“Eline yakıştı, Yesoo eonnie.” Abla. Demek Yesoo’dan küçüktü. “Bence de.” Karşımdaki çift gülüşürken, ben karşımdaki minik prense odaklanmıştım. Küçük, çekik gözleriyle bana bakıyordu. Yüzü küçük olsa da yanakları poğaça gibiydi. Pembe pembeydi. Ellerini saçlarımın arasına daldırmış hafif hafif çekiştiriyordu. Öyle tatlıydı ki birdenbire gözlerim doldu.

Bebekler masum varlıklardı. Cennetin en özel parçası gibi. O yüzden onları ne zaman görsem cennetin varlığını bir kez daha hatırlıyordum. Kirli bir dünya da bıkmadan usanmadan açan çiçek gibilerdi.

İki parmağımı yavaşça kalbinin olduğu yere bastırmadan koydum. Bakışlarımı büyük siyah göz bebeklerinden alamıyordum. “İçinde çok temiz bir ruh var, Tae San. Onu kirletme olur mu? Cehenneme inat cennet kal.” Belki de babam da şimdi cennettedir.

İç çekip başımı kaldırdığımda Prens ve Mihi’nin bana baktıklarını gördüm. Sözlerimden ve gördükleri manzaradan çok etkilenmiş gibi gözleri hayran hayran parlıyordu.

“Ah, ben artık gideyim, zaten çok geç oldu. Davet için çok teşekkür ederim.” Bebeği annesine verip ayağa kalktım. “Yine yapalım bunu olur mu?” dedi Mihi. Prens'te onu onaylayan mırıltılar çıkarttı. Nezaketini kabul edip hafif bir şekilde diz çöktüm. Yavaş yavaş öğreniyordum bu işi. Gerçi birdenbire içimden gelmişti.

Odadan çıktığımda nedendir bilinmez, içimde kelebekler uçuşuyor gibi hissediyordum. Galiba buraya gerçekten alışmaya ve bu insanları sevmeye başlamıştım.

Odama geldiğimde artık uyumak istiyordum. Belki saat daha erkendi ama ben yorgun hissediyordum. Zaten birkaç aydır ya az uyuyordum ya da uyuduğumda kalkmak bilmiyordum. Çok değişik bir uyku düzenim vardı çözemiyordum artık.

Kendimi sırt üstü yatağa bırakıp saçımdaki tokayı çözdüm ve saçlarımın ince tutamlarının yüzüme dökülmesine izi verdim. Tam gözlerimi kapatıp kendimi uykuya verecektim ki kapımın çalınmasıyla irkilip yatakta dikleştim ve ayaklanıp kapıya ilerledim. Kapıdaki kişinin sadece gölgesini gördüğümden kim olduğunu seçemiyordum.

Kapıyı aralayıp misafirimle burun buruna geldim. Kalbim tekledi istemsizce. "Uyandırdım mı seni?" Prens Minseo her zamanki nazik gülümsemesiyle karşımda duruyordu. Gece vakti olmasına rağmen ne saçı dağılmıştı ne de üstü başı. Sadece soğuktan yüzü kızarmıştı. "Ah hayır, sadece gözlerimi dinlendiriyordum," dedim gülümseyerek.

"İznin olursa girebilir miyim?" dedi. Anlaşılan benimle bir şey konuşmak istiyordu. Gerçi yüzünden de belliydi bu. "Tabii, buyurun." İçeri geçmesi için kenara çekildim. Yatağımın ucuna oturarak ona baktım, o da aynısını yaptı. Söyleyeceği şey önemli olmalıydı, çünkü gergin görünüyordu.

"Daha iyi misin?" dedi sıcak bakışlarını sunarak. "Evet, gayet iyiyim." Dudaklarını birbirine bastırıp başını hafifçe salladı. "Anladım." Neydi onu bu kadar kıvrandıran şey? İyice merak etmeye başlamıştım.

"Dün gece... canını yakacak bir şeyler oldu mu ormanda? Başındaki yara hariç." Kaşlarım havaya kalktı ve kısa süreliğine göz temasını kestim. Dün geceki orman maceram onu fazlasıyla endişelendirmiş olmalıydı. Tabii bir de 4. Prens'le olduğum düşünülünce. "Hayır olmadı. Sadece biraz korktum ama onun dışında gayet iyiydim." 

Kafamı kayaya çarpmamı saymazsak. Prens "anladım" dercesine yine başını salladı. Daha sonra dikleşti ve bana biraz daha dönüp aniden ellerimden tutunca gerildim. Elleri bu soğuğa rağmen çok sıcaktı.

"Asıl konuya gelecek olursam, Kraliçe evlilik mevzusunu tekrar gündeme getirdi. Biliyorsun uzun zamandır bekliyorlar. Ben de bu konuyu seninle konuşmadan onlara kesin bir bilgi vermek istemedim. Çok şükür ki anlayış gösterdiler."

Olamaz... Korktuğum şey başıma geldi. Kaçışım yok mu benim bu işten?

"Eğer sen de kabul edersen birkaç hafta içinde düğünü yapalım diyorum, ne dersin? Hem birbirimizi seviyoruz, daha fazla beklemenin ne anlamı var?" Birkaç hafta mı? Olamaz...

Bir yolunu bul Aylin, bu evliliğe engel ol Aylin!

Prens Minseo heyecanla benden bir cevap bekliyordu ama ne diyeceğimi bilemiyordum. Resmen beynim durmuştu. İçimi bir panik duygusu kapladı ve tamamen istem dışı, "Ben... vebayım!" deyiverdim.

Bölüm : 15.09.2024 14:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...