6. Bölüm

6. Bölüm. Kül ve Deprem.

Sıla Nur
theragn_

Keyifli okumalar!

**

Aklımda sürekli Yesoo'nun nerede olduğu düşüncesi dolaşıp duruyordu. Bu zamana kadar onun da benim bedenimde olduğunu düşünüyordum, başka bir ihtimal aklıma gelmemişti. Ya iyi değilse? Ya zor durumdaysa? Ya öldüyse...

Hayır. Ben ölmediğime göre onun da ölme ihtimali yoktu.

Ama Gökbilimci öldüğümü söyledi... Ah, hadi ama! Bu tamamen saçmalık. Hayatta olduğumu biliyorum, ölmüş olamam. Ölmediysem, bulunduğum bu duruma başka nasıl bir açıklama getirebilirim? Sanırım aklımı kaybediyorum...

"Neyse, ben artık gitsem iyi olacak. Yapacak çok işim var." Beni düşünce labirentimden çıkaran Gökbilimci'nin sesi oldu. Silkelenip kendime geldim ve onun gibi ayaklandım. "Teşekkür ederim. Bu söylediklerinizi düşüneceğim." Bir baba edasıyla gülümseyip omzumu poh pohladı.

"Umarım gerçek aşkı bulursun kızım," dedi bilge bir tavırla. 

Kolaydı sanki!

Tek bir baş hareketiyle onu onayladım ve arkasından gidişini seyrettim. Kütüphane birden kasvetli bir havaya büründü. Derinden bir iç çekip girişe doğru ilerlemeye koyuldum.

"Hafızanı kaybettiğini duydum, hatta veba olduğunu bile duydum ama deli olduğunu bilmiyordum. Kaç zamandır aynı sarayda yüz yüze bakmamıza rağmen tanıyamamışım seni.”

Tam kapıdan çıkacakken duyduğum ani erkek sesiyle irkildim ve bir çığlık koyuverdim. Öyle korkmuştum ki, o panikle neredeyse raflara çarpıyordum. "Ödüm koptu!" Başımı çevirip baktığımda, siyah bir gölge gibi duran yabancıyla burun buruna geldim.

Hayır. O artık yabancı değildi, 4. Prens Kang So'ydu. Bu adam siyahtan başka bir renk giymez mi? "Ben de hayalet olduğunu bilmiyordum," dedim iğneleyici bir tavırla.

Hem, bu herif bana deli mi dedi?

Yoksa Gökbilimci'yle olan konuşmaları duymuş muydu? Eğer duyduysa deli olduğumu düşünmesi doğaldı tabii.

Prens'in dudağı yukarı kıvrıldı. Ona hayalet demem hoşuna gitmişti herhalde. "Konuşmalarınızı duydum. O yaşlı bunak tam bir deli, sen ondan daha delisin. O yağmurlu gecede kafayı üşüttün herhalde," dedi ufak bir kahkaha atarak.

"Daha geçen seneye kadar tatlı ve aklı başında bir kızdın. Severdim seni. Ama pek ilgilenmezdim, malum... Hafızanı kaybettiğin doğru mu?"

"Doğru." dedim kollarımı birbirine bağlarken. "O gece beni tanımamandan belliydi zaten." Ups. "Beni tanıdıysan neden bir şey söylemedin?" Omuz silkti. "Sana ayak uydurmak istedim. Keyifliydi.”

Harbi delirmiş. 

"O yaşlı bunağa inanıyor musun gerçekten? Düpedüz seninle kafa buluyor." Öfke sardı içimi. Yumruklarımı sıkıp kaşlarımı hafifçe çatarak sert bakışlarımı ona diktim. "Hepsi doğruydu. Seni inandırmak zorunda değilim," dedim.

Daha sonra kendimden emin bir tavırla omuzlarımı dikleştirdim ve çenemi kaldırdım, hafifçe sırıttım. "Hem bence böyle şeyler söylememelisiniz." Prens'in tek kaşı havaya kalktı. "Nedenmiş?" dedi. Burnumdan gülerek bir adım yaklaştım. "Çünkü babanız da o yaşlı bunağa inanıyor ki yanında görevlendirmiş, akıl danışıyor," dedim.

Meydan okumamdan sonra Prens'in sesi kesildi ve gözlerini kıstı. Çenesini kasılmıştı. Bütün o alaycı ifadesi kayboldu. “Hafıza kaybı senden terbiyeni de alıp götürmüş anlaşılan. Nerede o uysal kız? Ayrıca hafızanı kaybettin diye selamını da mı unuttun?”

Çenesini dik tutup ellerini arkasında bağlayarak meydan okur bir tavırla bana bakıyordu. Aynı dik başlılıkla ona baktığımı gördüğü içindi bu sözleri. Adeta gözlerinin içine bakıyordum. Normal şartlarda hiçbir kimse krallık mensubu birinin gözlerine bakamazdı. Ama 4. Prens'in bilmediği bir şey vardı ki; o da benim Yesoo olmadığım.

“Terbiyem elbette ki yerinde duruyor. Ama şunu da unutmayın: Terbiye karşılıklıdır. Gerçi artık insanlar terbiyeden bir haber olsa bile, az önce bana terbiyesizlik yapan sizsiniz, 4. Prens.” Kaşları çatıldı ve anlamayan gözlerle bana bakmaya başladı. “Ben mi?”

“Az önce bana deli dediniz, ama size bir gerçeği hatırlattığım için terbiyesiz ben oldum. İnsan önce kendine bakmalı,” dedim ve bakışlarımı ondan çekip kütüphanenin raflarında gezdirdim. Balmumu kaplama kitaplar, raflarda üst üste dizilmiş şekilde duruyordu.

Gerçekten çok fazla kitap vardı. İnsan hangi birini okuyacağını şaşırırdı ki bakarken bile şaşı oluyordum neredeyse. Bakışlarımı tekrar Prens'e çevirdim. O pür dikkat beni izliyordu. “Sizi çok tuttum öyle değil mi? İzninizle Prens Hazretleri." Yüzümdeki yapmacık bir gülümsemeyle reverans yaptım ve Prensi kendisiyle baş başa bırakarak kütüphaneden ayrıldım.

Kütüphaneden çıkar çıkmaz Sebeo karşımda beliriverdi. Bu sefer de onun yüzünden korktum. "Ne konuştunuz, hanımım? Meraktan öldüm burada!" dedi Sebeo heyecanlı heyecanlı. Resmen yerinde duramıyordu. "Hadi anlatın!" Ona anlatamazdım. Yaşadıklarıma, bu kişi Sebeo olsa bile inanmazdı. Aynı 4. Prens gibi deli olduğumu düşünürdü.

Hadi inandı diyelim, aslında benim Yesoo olmadığımı, o çok sevdiği küçük hanımı olmadığımı öğrendiğinde nasıl bir tepki vereceğini tahmin edemiyordum. Hem o çok hassas bir kızdı. Bu durumu öğrendiğinde kesin benden nefret ederdi.

Onun için de büyük bir travma olurdu. Aldatılmış hissederdi. Ona bu kötülüğü yapamazdım. Gerçi ona Yesoo'nun, aslında tanıdığı Yesoo olmadığını söylemeyerek en büyük kötülüğü yapıyordum. Onu aldatıyordum. Herkesi aldatıyordum. 

"Hiç canım. Geleceğimi sordum işte. Prens Minseo ile nasıl bir geleceğim olacağını falan," dedim sahte bir gülümsemeyle. "Ah, anladım... Peki ne dedi? Umarım güzel şeyler söylemiştir."

Aynı sahteciliğimle devam ederek, "Ah, evet. Parlak bir gelecek bizi bekliyormuş," dedim. "Hadi gidelim artık buradan." Koluna girip onu çekiştirdim, başıyla onaylayıp beni takip etti ve saray bahçesine doğru çıktık.

"Kütüphanede 4. Prens'le karşılaştım. Bütün konuşmalarımızı dinlemiş," dedim. Sebeo'nun elimin altındaki kolu kasıldı. Aniden gerilmişti. "Öyle mi?" Evet anlamında başımı sallasam da odağım bembeyaz kesilen yüzündeydi.

İnsanların 4. Prens'ten korktuğunu biliyordum ama Sebeo'da farklı bir şeyler vardı sanki. "Anlaşılan Gökbilimci'ye inanmıyor, inananları da deli diye tanımlıyor. Ne sinir bozucu." Sebeo ani bir panikle gözlerini bana dikti.

"Böyle söylemeyin, duyarsa çok kızar. Onun hakkında söylenenleri biliyorsunuz. Onu gördüğünüz an yolunuzu değiştirin, size zarar verebilir." Söyledikleri karşısında afalladım. Koskoca sarayda bana nasıl zarar verebilirdi ki? 

O ağabeyini öldürdü Aylin. Seni çiğ çiğ yer.

"Sakin ol Sebeo. Görende canavar olduğunu sanır," dedim kaşlarımı çatarak. Gözpınarlarının yaşla dolduğunu fark ettim. Bu kız iyiden iyiye ondan korkuyordu. "Be... Be... Ben sadece uyarmak istedim." Elimi girdiğim kolundan çektim ve karşısına dikilip ellerinden tuttum.

Yüzüme tatlı bir gülümseme kondurup, "Merak etme, Sebeo. Bir şey olmaz. Hem bana zarar verecek olsaydı o gece yapardı. Kaçtığım gece. Ama yapmadı değil mi? Beni sağ salim saraya getirdi. Bu yüzden korkma, bana bir şey olmayacak." diyerek onu teskin ettim.

Sebeo birazcık da olsa rahatlamış gibi görünüyordu ama elleri buz gibiydi. "Peki, siz nasıl diyorsanız," dedi. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı bir kez salladım.

Tam o anda Prens Cheol yanımızda belirdi. Sebeo kulağıma, "Eğilin hadi," deyince eğilmek zorunda kaldım. Ama alışık olmadığım için yapmacık görünüyordu. Kasılıyordum resmen ve bu bariz ortadaydı. "Bak Yesoo, sarı orkideden taç yaptım," dedi elindeki tacı göstererek. "Güzel değil mi?" Yine o haylaz ve çapkın gülümsemesi vardı yüzünde. Çekik gözlerine bakmaktan insan kendini alamıyordu. Gülünce buseleri çıkıyordu ortaya. Topuz yapmış saçıyla yüzü daha çok ortaya çıkmıştı. "Sana geçmiş olsun hediyem olsun."

Tacı nazikçe saçıma taktı. Tam gidecekken durdu ve "Yul seni bekliyor, şurada, ağacın altında," dedi, biraz uzak mesafedeki ağacı göstererek. Gerçekten de ağacın altında biri vardı. "Görürsem söylememi istedi," dedi ve gitti.

"Yesoo'nun prenslerle bu kadar yakın olması beni hep şaşırtıyor," diye mırıldandım kendi kendime. Koskoca prens, başıma okideden yapılmış taç taktı, hem de hiç çekinmeden. Sebeo bana bakarak bir iki kez gözlerini kırpıştırdı. Dediğim şeyi son anda fark ettiğimde dudağımı ısırdım.

Hay aksi, pot kırdık.

"Kendinizden bahsederken neden isim veriyorsunuz?" dedi gülerek. "Tabii ya, evet." dedim sahte bir kıkırtıyla. "Bir an boşta bulundum işte."

"Size dedim ya, hepsiyle iyi anlaşıyorsunuz. Sizi severler. Aile sayılırsınız netice." Başımla onayladım. Doğru söylüyordu ama yine de garipti. “Hadi, Prens Yul'u daha fazla bekletmeyelim o zaman." Prens'in olduğu yere, ağacın dibine geldik.

Beni fark ettiğinde başını kaldırdı. Yüzüne vuran güneş yüzünden rahatsız olarak eliyle yüzünün yarısını kapattı. Sırtını ağacın gövdesine yaslamıştı ve yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı. "Gel Yesoo, otur şöyle." Yanına oturdum.

"Bak, bugün bir portre yaptım," dedi. Elindeki eskiz defterindeki sayfayı göstererek. Bir kız resmiydi. Ustaca çizilmiş bir karakalem çizimiydi. Renkli kalemler de kullanılmıştı aynı zamanda. Kızın kızıl ve dalgalı saçları, yeşil gözleri vardı. "Çok güzel görünüyor."

"Değil mi?" dedi neşeli bir hâlde. "Aslında Koreli bir kız çizecektim ama farklı olsun istedim. Ama bizden baya farklı oldu." Güldü. Ben de ona katılıp gülümsedim. "Farklı olmak güzeldir. Farklılık güzeldir. Farklı olmak bizi biz yapar,” dedim. Bir anda ciddiyete bürünmüştüm.

Farklılıklar konusunda her zaman hassas olmuşumdur. Hatta zayıf noktam bile denebilirdi. Bunun sebebi ise, oturduğum mahallede karşı abartmanımızda oturan tekerlekli sandalyeli, on yaşındaki bir çocuktu. Yürüyemediği için akranları tarafından zorbalığa uğruyordu. Sürekli dışlanıyordu.

Çocuk zaten yürüyemediği için psikolojik açıdan fazla yıpranmıştı. Bir de üstüne yaşadığı zorbalık onu intihara sürüklemişti. Bir defasında, annem evde lokma dökmüştü. Yanlış hatırlamıyorsam kandil günüydü. Bana da komşulara dağıtmamı söylemişti. Elimde tabakla o çocuğun evine gittiğimde annesi beni eve davet etmişti.

Aslında evlerine çok giren çıkan biri değildim ama Allah’ın işi işte... Kendini odasının balkonundan atacağı esnada son anda tuttum. Demirliklere tutunup ayağa kalkmış, üst bedenini aşağıya sarkıtıyordu. Eğer ben olmasam belki de şimdi hayatta değildi.

Daha on yaşındaydı. Oyun oynaması hatta okula gitmesi gerekirken akran zorbalığı yüzünden canından oluyordu.

Annesine bunu söylemek durumunda kaldığımda mahallemizden taşınma kararı aldılar ve son üç yıldır onlardan hiçbir haber alamadım. O çocuk sırf diğerlerinden farklı diye bunları yaşadı. Küçücük yaşında ölümü istedi. Hangi çocuk ölmek isterdi ki?

Çocuk yetiştirmek sadece yedirmek, içirmek ve giydirmekten ibaret olsaydı keşke. Ama çocuklarımıza küçük yaştan itibaren bazı şeyleri aşılamamız gerekiyordu. Yoksa bir insanın canına mal olabiliyorlardı. "Haklısın," dedi söylediklerimden sonra. Ciddiyetimi hemen bozup tebessüm kondurdum yüzüme.

"Beğendin mi? İstersen bir gün seni de çizerim. Gerçi o kadar usta değilim ama portre denemeleri yapmak istiyorum ve senin görünüşün bunun için ideal." Bu konuda haklıydı. Yesoo gerçekten güzel bir kızdı. Peri kızı hissiyatı veriyordu bana kalırsa. Aklıma gelen şeyle gözlerim parladı. "Esmer, uzun saçlı, mavi gözlü, ama büyük olacak gözleri. Yuvarlak yüzlü ve gamzeli bir kız çizebilir misin?"

Kaşları havalandı. Düşünceli görünüyordu. "Çizerim tabii," dedi. "Ama kim bu? Bir tanıdığın falan mı?" Sorusuna karşın istemsizce iç çektim. O kız bendim. Kendim olmayı özlemiştim. Aynaya baktığımda kendimi görmeyi, hatta yüzümde ara sıra çıkan sivilceleri bile özlemiştim.

Dolgun saçlarımı, topuz yapmaya çalışırken çektiğim işkenceyi bile özlemiştim. "Rüyamda gördüm böyle birini. O yüzden birdenbire aklıma geldi." Prens'in kaşları daha çok havalandı. Kaşları perçemlerinin arasında kaybolmuştu neredeyse.

Açık kahve saçları ona ayrı bir çekicilik katıyordu. Topuz yaptığı saçları güzel görünüyor ve ona yakışıyordu. Küçük ve oval bir yüzü vardı. Giydiği mor hanbok ona epey yakışmıştı. Bence hep mor giymeliydi. Prenslerin hepsi bebek yüzlüydü. "Peki o zaman. Biraz uzun sürecek, bitince haber veririm sana, olur mu?"

"Olur tabii. Resim yapmak uzun ve detaylı bir iş, o yüzden bekleyebilirim." Sonra defterinden başka bir sayfa çevirdi ve adeta kahkaha atarak bana gösterdi. “Şuna bak, Cheol ağabeyimi çizdim.” Nasıl bir resimdi de böyle gülmüştü acaba. Başımı uzatıp resme baktığımda şaşkınlıkla kalakaldım.

Resimde Prens Cheol ve yanında bir kız vardı. Sarayın dışında gibi duruyorlardı ama beni şaşırtan bu değildi. Resimdeki kız Prens Cheol’e tokat atıyordu. “Bu da ne böyle?” Prens Yul gülmeye devam ederken anlatmaya başladı.

“Geçenlerde Cheol ağabeyimle saray dışına çıkmıştık. Elbette tanınmayalım diye kılık değiştirdik. Pazara gidip geziyorduk. Zaten benim de istediğim bir şey vardı. Neyse. Cheol ağabeyim, gözüne kestirdiği bir kıza bütün özgüveniyle yaklaştı. Onu etkilemeye çalışıyordu ama meğerse kız evliymiş.

Eh, kendisini tanımadığı için bir anda tokat attı. Ben de o anı aklımda kaldığı ölçüde resmettim. Ağabeyimin yüzünü görmen lazımdı, o kadar komikti ki! Herkesin içinde rezil oldu.”

O gülüyordu, ben ise şaşkınca bakıyordum. Sonra kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Her kuşun eti yenmez atasözü burada devreye girmiş anlaşılan. “Ben artık gitsem iyi olacak,” dedim gülüşlerim arasından.

"Siz de bu resmi ona göstermemeye dikkat edin bence, yoksa çok kızabilir.” Eteğimin izin verdiği ölçüde yavaşça ayağa kalktım. Prens Yul beni başını sallayıp onayladı.

"Keyfine bak." Eline kara kalem alıp defterinden yeni ve temiz bir sayfa açtı ve odağını resim yapmaya verdiğinde ben de Sebeo'yla birlikte yanından ayrıldım. "Tarif ettiğiniz o kız kim?" Biz konuşurken uzakta duruyordu, nasıl duymuştu? Baykuş algıları var bu kızda he. "Hiç kimse." İç çektim.  

Sadece özlediğim biri. 

"Hadi gel, ablamın yanına gidelim. Yeni bir bebeği olacak, bakalım nasılmış." Sebeo lafımı ikiletmeden peşimden geldi ve birlikte ablamın odasına yol aldık.

... 

Odanın kapısına geldiğimizde tam kapıyı çalacaktım ki içeriden bir grup kadının sırayla odadan çıktığını gördüm. Ellerinde sandıklar vardı. Sorgulayan bakışlarla Sebeo’ya baktığımda "bilmiyorum" der gibi dudak büktü. Onu kolundan çekiştirip odaya girdim.

Yerde boylu boyunca serili renk renk ve desen desen hanbok’lar vardı. Ablam ikimizi fark ettiğinde gülümsedi ve bizi yanına davet etti. İkimizde karşısına geçtik. Ben bağdaç kurarken, Sebeo ayakta dikiliyordu.

Meraklı gözlerimi ablama diktim. "Hanbok’lar ne böyle? Davet mi var?" Ablam yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana baktı ve sorumu yanıtladı. "Kraliçe Kang Yejin bir şölen düzenliyor. Prens İn Baek'in oğlu olması şerefine ve benim de hamile olmamdan dolayı. Kutlama gibi düşün," dedi.

Şimdi anlıyordum. "Ama Prens İn Baek'in oğlu olalı neredeyse on beş gün olmuyor mu?" Sebeo'dan öğrendim bunu da. "Neden şimdi kutluyorlar ki?" Ablam hafifçe iç geçirdi ve kucağına koyduğu lila rengi hanbok'u okşadı.

"Biliyorsun ki Kral ve 4. Prens’in arası fazlasıyla gergin. Prens İn Baek'in isteği üzerine saraya döndü. Herkes onun kısa bir süre kalıp geri dönmesini umuyordu lakin öyle olmadı. Prens Kang So, babasına bir şart koştu: Saraya gelecekti ve bir daha geri dönmemek üzere burada yaşamaya başlayacaktı.

Kral her ne kadar itiraz etse de Kraliçe ve Prens’in kardeşleri ısrarcı davrandı. Kral sık boğaz olmaya gelemeyerek mecburen kabul etti. Yani, en azından ben öyle biliyorum. Prens'in saraya geldiği gün, prens kardeşler, Kral ve Kraliçe hatta ben de oradaydık. Ortam öylesine gergindi ki yumuşatmaya çalışırken 3. Prens'le ter dökmüştük.

Şölenin bu kadar gecikmesinin sebebi de bu. Anlaşılan Kraliçe şölen konusunda nihayet onu ikna edebilmiş. Benim hamile olmam da bir nebze yumuşatmış olmalı."

Ablamın anlattıklarını can kulağıyla dinledim. Sebeo haklıymış. Prens Kang So'nun bir çıkarı olmadığı müddetçe geri dönmeyeceğini söylemişti. Ağabeyine inanan tek kişinin 10. Prens olduğunu da söylemişti ama diğer prensler de ısrarcı olmuş. Kardeş bağı bu işte... atsan atılmaz, satsan satılmaz. 

"Hadi kendine şölende giyinmek için giysi seç." Bir partiye katılmayalı uzun zaman oluyordu. Farklı bir millette ve zamanda bir partiye katılmak ayrı bir heyecanlandırdı beni.

Parti değil, şölen.

Seçilen hanbok’lara tek tek göz gezdirip gözüme ilk ilişini seçtim ve yanımdaki iki kadına gösterdim. Mor renkteydi ve etek kısmında dantelden çiçek işlemeleri vardı. Çok hoşuma gitmişti. "Bu olur mu? Abartı kaçmaz değil mi?" Ablam tatlı bir gülümsemeyle elimi tuttu ve baş parmağıyla üstünü okşadı.

"Elbette hayır. Sen Prens Minseo'nun nişanlısısın, az bile." Bu kelimeyi her duyduğumda içimi bir gerginlik sarıyordu. Bakıldığında, Prens Minseo tam âşık olunacak bir adamdı ama bulunduğum bu durum söz konusu olduğunda ona âşık olmam tam anlamıyla imkânsız aşkın tanımı olurdu.

"Sen ne giyeceksin peki?" Yanında duran turkuaz rengi hanbok'u gösterdi. Ona özellik katan tek şey kollarındaki püskülleri ve dantel işlemeleriydi. Onun dışında etek bölgesi sadeydi. "Güzelmiş."

"Beğenmene sevindim," dedi ablam gülümseyerek. "Hadi odana gidip hazırlan. Sebeo seni hazırlasın." Bunu duyan Sebeo heyecanla yerinde kıpırdandı. Bu hâline gülüp başımı salladım ve onunla birlikte ayaklandım. Sebeo elbisemi alıp arkamdan geldi ve odadan çıktık.

"Çok eğlenceli olacak, Küçük Hanım," dedi Sebeo yüzünde parlak bir gülümsemeyle. "Öyle mi dersin?" Ona katılarak kıkırdadım. Bu akşam için gerçekten heyecanlıydım. Neler olacaktı acaba? İlk defa Kore'nin geleneksel partisine katılıyordum. Belki de ilk ve son defa.

Odaya geldiğimizde Sebeo beni yatağımın üstüne oturttu ve hemen saçlarımı yapmaya koyuldu. "Nasıl bir model istiyorsunuz hanımım?" Biraz düşünür gibi yaptım. Aklıma bir şey gelmeyince bu işi Sebeo'ya bıraktım. Hazırlanmam iki saatimi almış olabilirdi.

Ya da belki daha fazla. Sebeo saçlarımın yarısını açık bırakıp yarısını başımın arkasında dalgalı bir topuz yaptı ve mor, çiçek desenli iğneli tokayla tutturdu. Yüzüme de hafif bir makyaj yaptı. Aynada kendime baktığımda gayet güzel hatta tatlı görünüyordum. Daha doğrusu Yesoo öyle görünüyordu. 

Yesoo aklıma geldiğinde içimi bir huzursuzluk kapladı. Saç ve makyajım bittiğinde üzerime seçtiğim hanbok'u giydim ve nihayet hazır olduğumda rahat bir nefes aldım. Bu sırada sarayın bahçesinden birtakım sesler geliyordu.

Anlaşılan parti için hazırlanıyorlardı. "Ah, hanımım, çok güzel oldunuz!" dedi heyecanla. Ona samimi bir gülümseme sunup, "Teşekkür ederim. Senin sayende," dedim. Sebeo'nun utandığını fark ettiğimde ufak bir kahkaha attım. "Hadi gidip bakalım neler yapmışlar."

Bahçeye çıktığımız da otuzdan fazla hizmetçi hazırlık yapıyordu. Öyle hızlı ve pratik hareket ediyorlardı ki takip etmek mümkün değildi. Bahçenin orta alanında kenarlara uzun masalar konmuş, kırmızı renk, üzerlerinde altın sarısı danteller işlenmiş örtüler serilmişti. Tabii altından yapılma yemek takımını da unutmamak gerek.

Masaların karşısına altın sarısı sandalyeler sıra sıra dizilmişti. Bahçede yüzlerce gazlı el feneri asılı duruyordu ve bahçeyi aydınlatıyorlardı. Ayrıca güzel bir görünüm de katıyorlardı. Bahçenin ortasına kurulan sahnenin etrafını sarıyorlardı. Sahne falan kurduklarına gösteri falan yapılması planlanıyordu anlaşılan.

Hizmetçiler masaların üzerlerini çeşit çeşit yemeklerle dolduruyorlardı. Bu kadar yemeği bir arada gördüğümü hatırlamıyordum. Kore'nin geleneksel yemekleri haricinde içki dolu sürahiler, yuvarlak taslarda tatlılar, tavuk butları ve et de vardı. Kokuları burnuma geldikçe canım çekiyordu.

Bahçede boylu boyunca kırmızı halı da vardı. Halı, Kral Köşkü'nün merdivenlerinden başlayıp kapı girişinde bitiyordu. Merdiven başına iki kişilik ihtişamlı altın sarısı taht yerleştirdiler. Kral ve Kraliçe’nin tahtı. Tahtın iki yanında aslan heykeli vardı. Aslanlar sahte olmasına rağmen öylesine gerçekçi duruyorlardı ki ürkmeme sebep oldu.

Şunu fark ettim ki: Bu Krallık altın sarısı ve kırmızıya bayılıyordu. Ama bir taraftan zengin bir görünüm sağlıyordu, bu yüzden onlara hak veriyordum. O koca tahtın yanına bir de küçük bir taht yerleştirdiler. Ne için olduğunu anlayamadım.

"Her şey çok iyi görünmüyor mu? Şu tahta bakın! Tüylerim ürperdi..." Sebeo'nun sesini duyduğumda dikkatimi hizmetçilerden ve harem ağalarından çekip ona verdim. Taht gerçekten tüyler ürperticiydi.

4. Prens'in, uğruna ailesine ihanet ettiği taht.

Tam Sebeo'ya cevap verecektim ki yanımıza gelen hizmetçi kadın yüzünden ağzım açık kaldı. "Merhaba, Küçük Hanım." Başını hafifçe eğerek selam verdi ve gülümsedi. "Merhaba," dedim karşılık vererek. "Duydunuz mu, Prensler bugün bir gösteri yapacakmış." Sebeo'yla bir ağızdan, "Gösteri mi?" dedik.

"Evet! Duyduğuma göre kılıç gösterisi." Gözlerim kocaman oldu. İçimi ani bir heyecan kapladı. Tehlikeli bir gösteri. Sebeo, "Uwa! Daebak!" diyerek el çırptığında hizmetçi kadınla birlikte güldük.

(Vay be! Harika!)

“Duyduğuma göre Kisaeng’ler de olacakmış. Kadının bahsettiği şeyi anlamayınca Sebeo’nun kulağına eğilip, “O ne?” diye sordum. "Dansçı kızlar. Aslında handa çalışırlar. Oraya gelen insanları eğlendirirler, ancak şölen olursa saraya gelirler. Tabii çağırılırlarsa. Aralarında onları sevmeyenler de olabiliyor tabii.“

“Ama Kraliçe istemiş, bize laf düşmez,” dedi kadın ve reverans yapıp yanımızdan ayrıldı. Kadın yanımızdan ayrıldığında ablama bakmak için sarayın içine ilerledik. Odanın kapısına geldiğimizde kapıyı tıklattım.

İçerden “gir” dindiğini duyduğumda sese uyarak içeri girdim ve ablama seslendim. "Biz geldik, hazır mısın?" Ablam arkası dönük bir biçimde camın önünde dikiliyordu. Odaya girdiğimizi duyunca bize dönüp hafifçe gülümsedi. "Hazırım tabii."

Üzerinde söylediği gibi turkuaz elbisesi vardı. Saçı yine örülüydü ama bu sefer ensesinde topuz yapılmıştı. Yüzünde de elbisesine uygun makyajı vardı. Çok güzel görünüyordu. "Çok güzel olmuşsun." Utangaç bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Sen de öyle tatlım. Hadi gidelim artık, şölen birazdan başlar."

Başımı sallayıp onu onayladım ve birlikte odadan çıktık. Sebeo da bizimle arkadan geliyordu. "3. Prens yok mu?" diye sordum. "O, diğer Prenslerle birlikte gösteri için hazırlanıyor. Prens Minseo da gösteri de olacak." İmalı imalı sırıtıp dirseğiyle beni dürttü.

Garip bir tepki vermemeye çalıştım. Onu kılıçla rövanş yaparken hayal ettiğimde kalbim tekledi.

Bahçeye çıktığımızda misafirler çoktan gelmişti. Aralarında birkaç tane kadın olması dışında hepsi erkekti. Kimisi orta yaşlarda kimisi ellilerinin sonunda ya da altmışların başında görünüyordu. Sağ taraftaki masaya tek tek kurulmuşlardı. Hepsinin kıyafetinin rengi farklıydı. Kimisi kırmızı kimisi yeşil ya da sarı renkte hanbok giymişti.

Diğer hanbok’lara nazaran, bunlar tek parçaydı ve göğüs kısmında ejderha ya da kuş desenleri vardı. Başlarına gat adı verilen şapka takmışlardı. Sebeo'ya yaklaşıp kulağına fısıldadım. "Kim bu insanlar?" Aynı fısıltıyla sorumu yanıtladı. "Soylu kesimdenler. Kimisi başka saraydan kimisi siyasetçi. Kraliyet toplantılarında önemli roller oynayan insanlar."

Homurdanır gibi bir ses çıkardım. "Peki ya, halk?"

"Halk saraya giremez. Onlar için pazar alanında ve meydanda ziyafet ve eğlence var," dedi. "Saraya sadece soylular ve saray görevlileri girebilir." En azından halkın da karnı doyacaktı. Bu güzel bir şey. Boşta kalan sol masa da yavaş yavaş dolmaya başlamıştı.

Ablam, Mihi ve tanımadığım iki kadın daha vardı. Yanlarında iki adam da vardı. Çok genç görünüyorlardı. Belki yirmilerinin başında veya ortalarında. Asil bir görünümleri vardı. Belli ki önemli insanlardı.

Koreliler her zaman çok genç görünüyorlardı, kaç yaşında olduklarını kestiremiyordum ki. Masaya doğru ilerlemeden önce son kez Sebeo'yu dürttüm. "O iki kadın kim?"

"Prensesler. Prenses Yeonhwa ve Prenses Yeona. İkisi de evlenip dost saraylara gelin gittiler. Yanlarındaki zevceleri. Onlar da prensler." Soylu olduklarını söylemiştim. "Hangileri Kraliçe Yejin'nin hangileri Kraliçe Chae Won'un çocukları peki?" Bunu neden merak ettiğimi bilmiyordum. Sebeo ezberden konuşur gibi sorumu yanıtlamaya başladı.

"Veliaht Prens, 3. Prens, 4. Prens, 6. Prens, 10. Prens ve 12. Prens, Kraliçe Kang Yejin'in çocukları." Altı oğul vermiş... "Vay be, ne kadınmış.” "2. Prens, 5. Prens, 7. Prens, 8. Prens, 9. Prens, 11. Prens ve Prensesler, Kraliçe Wang Chae Won'un çocukları." Sekiz çocuk... "Prensesler ikiz."

Sebeo'nun bilgilendirmeleri bittiği esnada masaya ulaştık. Ablamın yanına geçmeden evvel, Prensesleri selamlamam konusunda uyarı aldım. Temkinli adımlarla ve yüzümde gülümsemeyle Prenseslere yaklaştım ve onları selamladım.

"Ah, Yesoo-ya! Uzun zaman oldu." Selamımı ilk alan Prenses Yeona oldu. Hemen arkasından Prenses Yeonhwa da gülümseyerek bana baktı. "Nasılsın Yesoo?" Yüzümde saygılı bir gülümsemeyle, "İyiyim, teşekkür ederim, Prenses Hazretleri," dedim. Nedense gergin hissediyordum. 

Ayrıca ağzıma da hiç yakışmadı.

Prenseslerin ikisi de sıcak görünüyorlardı ama yine de kalbim gerginlikle çarpıyordu. 

Allah'ım, gerçek prenseslerin yanındaydım, inanılmaz bir şey! Kore Krallığında, geleneksel partide. Siyasetçilerin, prenslerin, kral ve kraliçenin arasında...

Rüyamda görsem inanmazdım. Kaç insanın başına gelirdi ki bu? Kendimi şanslı saymaya başlamıştım. Peri masalında gibiydim sanki. Keşke ailem de burada olsaydı da görseydi bu güzellikleri... İçimde aileme olan özlemimin daha da kabardığını hissettim.

Nasıllar şu an acaba? Belki de Yesoo şu an benim bedenimdeydi ve Türkçe bilmediği için ne konuşabiliyordu ne de anlayabiliyordu. Oradaki durumu hayal bile edemiyorum... Yesoo'un ölme ihtimalini düşünmek istemiyorum. "Hadi gel, yanımıza otur." Prenses Yeona'dan böyle bir teklif beklemediğimden birkaç saniye yüzüne baktım. "Ama prenslerin yeri burası, oturamam," dedim çekinerek. Prenses Yeona anlayışla gülümsedi ve benim için sandalye çekti.

Bir Prenses benim için sandalye çekti!

"Hiç sorun değil. Onlar şu anda gösteri için hazırlanıyor. İşleri bitirene kadar burada oturabilirsin," dedi. "Hem hasret gidermiş oluruz," diyerek destekledi onu Prenses Yeonhwa. Anlaşılan oturmaktan başka şansım yoktu.

Yesoo, Prenseslerle de epey yakındı anlaşılan. "Peki madem, oturayım." Bana ayırttıkları yere otururken aynı zamanda Prenslere de selam verdim. Saygıyla karşılık verdiler. Prenseslerin ikisi de fıstık yeşili, çiçek desenli hanbok giymişlerdi. Sanki birbirlerinden haberleri yokmuş da pişti olmuşlar gibi.

Prenses Yeona’nın saçları açık ve çiçek desenli toka takmışken, Prenses Yeonhwa’nın sıkıca bağlanmış, ensesinde topuz yapılmıştı. Yeona’nın çok belirgin olmasa da tombul yanakları vardı. Tatlı bir kızdı. Yeonhwa'nın gerçekten epey küçük ve zayıf bir yüzü vardı.

Ellerimi kucağıma koyup arkama yaslandım. Ne olur bana böyle? Normalde bu kadar çekingen biri değilimdir. "Hafızanı kaybettiğini duyduk. Daha iyi misin?" dedi Prenses Yeonhwa. "Senin için çok endişelendim," diyerek yüzünü buruşturdu bir diğeri. Hafıza kaybı haberi başka saraylara da yayılmıştı demek. 

Yesoo kızım, sen neymişsin böyle...

"İyiyim, endişelenecek bir şey yok. Yavaş yavaş hatırlamaya çalışıyorum. Sebeo da çok yardımcı oluyor bana," dedim sakince. İkisi de başlarıyla onayladı. Birbirlerine çok benziyorlardı.

Sebeo demişken, o nereye kaybolmuştu? Gözlerimi etrafta gezdirdiğimde bir grup hizmetçinin arasında gördüm. Onlara yardım ediyordu.

Prenseslerle sohbetime devam ettiğim sırada Mihi’nin bana seslendiğini duydum. Hemen sağ tarafımdan geliyordu sesi ve yanında Tae San da vardı. Annesinin kucağında yatıyor, çipil çipil gözleriyle etrafa bakıyordu. “Mihi! Nasılsın?”

Lan! Prensese ismiyle hitap ettin!

Anında yaptığım hatadan dönüp mahcup bir ifade takındım. “Affedersiniz, Prenses Hazretleri.” Mihi kıkırdayıp “sorun değil” der gibi başını iki yana salladı. “Ben bir zamanlar cariyeydim, ta ki Prens İn Baek beni zevcesi yapana kadar. O yüzden bana nasıl hitap etmek istersen o şekilde hitap edebilirsin. Ben de bana prenses denmesine yeni yeni alıştım zaten.”

Sözlerini başımı sallayarak onayladım. Bir anda yükselişe geçen bir hayata alışmak zor olmuş olmalı. Ama yine de gördüğüm kadarıyla Mihi sonradan görmeler gibi değildi. “Şölen için çok heyecanlıyım. Neler izleyeceğiz acaba?"

Üstündeki yaprak desenli, şeftali renk hanbok ve gevşekçe bağlayıp ensesinde topuz yaptığı saçlarıyla çok güzel görünüyordu. “Ben de merak içindeyim. Birazdan öğreniriz.” Tam o sırada merdiven başında bir harem ağasının belirdiğini fark ettim.

Konuklar, adamı fark edince dikkatini ona verdiler. "Kral Kang Jeon ve Kraliçe Kang Yejin Hazretleri!" Herkes senkronize bir şekilde ayaklandı ve reverans pozisyonunu aldı. Bu, Kral ve Kraliçe'yi göreceğim ilk seferdi. Herkesin başı eğik, gözleri yere odaklanmışken, gözlerimi kaldırdım ve Kral ve Kraliçe'ye baktım.

Kral altmış yaşlarında görünüyordu. Saçlarına gri aklar düşmüş olmasına rağmen dik bir duruşu ve endamı vardı. Çenesindeki keçi sakalı, saçlarıyla uyum içindeydi. Uzun saçlarını tepesinde topuz yapmıştı. Başında öyle bir taç vardı ki, görseniz avize sanırdınız.

Kraliçe’nin tacının da ondan bir farkı yoktu. Kore'nin taçları aşırı büyük ve ağırdı. Nasıl taşıdıklarını merak ettim. Kral'ın üzerinde kırmızı, omuz ve karın kısımları ejderha işlemeli bir hanbok vardı. Parlaklığından ötürü kaliteli kumaştan yapıldığı açıkça belliydi.

Kraliçe de kırmızılara bürünmüş, tüm ihtişamıyla Kral'ın yanında oturuyordu. İkisininde kıyafetleri o kadar gösterişliydi ki gözüm korkmuştu resmen. Kraliçe, Kral'dan daha genç görünüyordu. Kral'ın bakışları ne kadar sert ise Kraliçe’nin bir o kadar yumuşaktı.

Kral oturmamızı emredince hepimiz senkronize bir biçimde yerlerimize oturduk. Kral konuşmasını yapmak üzere ayaklandı ve merdiven ucuna yanaştı. "Hepiniz hoş geldiniz! Bugün 10. Prens İn Baek'in oğlu olması şerefine ve 3. Prens Seok'un zevcesinin yeni bir varis vermek üzere olması sebebiyle bu davette bulunuyoruz. Davetimizi kabul ederek bize şeref verdiniz."

Prens’in zevcesi ayaklandı ve bebeği küçük tahtın üstüne koydu. Kral, bebeği alıp havaya kaldırdı ve ismini haykırdı. "Prens Kang Tae San!" Herkes önce reverans yaptı, sonra da "Prens Kang Tae San çok yaşa!" diyerek haykırdılar hep bir ağızdan. Ve bu birkaç defa davam etti.

Yerlerine oturduklarında Kral bebeği yeniden tahta yatırdı. "Yiyin, İçin, keyfinize bakın!" Kral tekrar tahtına oturduğunda herkes önlerindeki yemeklere daldı. Bir süre yemek yiyerek geçti. Daha sonra sahneye bir grup dansçı kadın ellerinde yelpazeyle çıkageldi.

Kisaeng'ler.

Herkesin dikkati onlara çevrildi. "Yelpaze dansı yapacaklar!" dedi Prenses Yeona. Sanırım ne demek istediğini az buz anlamıştım. Kadın bir çalgıcı da sahnede yerini aldı ve çalmaya başladı. Prens Sunwoo’nun elinde gördüğüm çalgıydı bu.

Müzik aletinden ince bir tını dökülüyordu. Önce yavaş ritimlerle sonra da hızlı ritimlerle kendini kaptırarak çalıyordu.

Dansçılar arka arkaya, tek sıra hâlini aldı. Öndeki dansçı kadın büyük yelpazesini hülyalı bir şekilde açtı ve hafif hafif sallayarak sağa kaldırdı. Aynı şeyi arkadaki grupta yaptı. Bir ellerinde de buket şeklinde çiçek vardı. Pembe, beyaz hanbok’ların içinde, pembe yelpazeli kadınlar. Hoş bir görüntü oluşturuyordu.

Öndeki kadın aynı hareketi sol tarafa da yaptı ve yan yana dizilerek yelpazeleri savurdular. Savur ve dön. Savur ve dön. Diz çök ve savur. İzleyiciler büyük bir zevkle onları izliyor, alkış tutuyorlardı. Tabii bazıları somurtup göz deviriyordu. Bundan kesinlikle hoşnut değillerdi.

Doğrusunu söylemek gerekirse eğleniyordum. Gülümsememi yüzümden silemiyordum. Yelpaze dansının sonuna geldiklerinde kadınlar sahneden ayrıldı ve aniden sahnenin dört ucunda ateşler yanmaya başladı. "Ah, Prensler çıkıyor!" dedi Prenses Yeonhwa heyecanla. Onun heyecanı benim de kalbimin çarpmasına neden oldu.

Prensler ikişerli gruplar hâlinde sahneye çıkarlarken büyük bir gürültü koptu. Hizmetli kadınlar, soylular, hepsi alkış tuttu. Prenslerin elinde gerçeğe benzer kılıçlar vardı ama kesinlikle sahte olduğu belliydi. Gerçek kılıç kullanmalarını beklemiyordum zaten.

Prensler ikişerli gruplar hâlinde karşı karşıya geldiler. Hepsi rengarenk giyinmişti. Yeşil, mavi, turuncu, siyah, pembe, mor... Sade bir kumaştı ama parıl parıl parlıyordu. Gerçi buradaki herkesin kıyafeti parlıyordu.

hanbok’ların göğüs ve karın kısımların da boylu boyunca yuvarlak, amblem şeklinde işleme vardı. Üstünde de ejderha. Desen aynı olsa da hepsinin rengi farklıydı ve gerçekten prens gibi görünüyorlardı. Sanki tarihi bir Kore dizisini dev ekranda izliyormuş gibi hissediyordum.

Harem ağalarından biri öne çıkarak anons yaptı. "İlk karşılaşma 9. Prens Yul ve 7. Prens Sunwoo arasında!" Karşı karşıya geldiklerinde birbirlerine selam verdiler ve herkes onları alkışladı. 9. Prens Kang Yul ilk hamleyi yaptı; kılıcını öne doğru savurdu ve 7. Prens Kang Sunwoo hemen karşılık verdi.

Herkes heyecan ve merakla onları izliyordu. İkinci hamle Prens Sunwoo'dan geldi. Etrafında dönerek kılıcını yanlamasına savurdu. Bacaklarına darbe indirmeyi planlamış gibi. Prens Yul diz çökerek hemen onu engelledi ve kendi kılıcı göz alıcı bir çeviklikle savurup karnını hedefledi.

Aynı zamanda ayağına çelme taktı. Prens Sunwoo karnına gelecek darbeden kaçsa bile son hamleden kaçamayarak yere serildi.

İki sanatçının karşılaşması...

Kesinlikle ciddi bir dövüş değildi. Eğlenmek için yaptıkları açıktı çünkü hareketleri çok yumuşaktı ve savurgandı.

Prens Sunwoo'nun yüzünde mağlup olmuş bir ifadeyle birlikte sırıtma da vardı. Prens Yul ise kazandığı zaferle birlikte gururla omuzlarını dikleştirdi. İki Prens de eğleniyor gibiydi. Prens Yul ağabeyinin elini tuttu ve onu yattığı yerden kaldırdı.

Fırça tutan eli kılıçta tutarmış...

Birbirlerine sarılarak kenara çekildiler. İzleyiciler onları coşkuyla alkışladı. Prensler tek tek tüm marifetlerini gösterdi. Herkes onları hayranlıkla izledi. Ben de dahil. Son iki grup kalmıştı. Bu gruplardan biri Prens Minseo ve Prens Seok'tu.

Onlardan önce sıra hiç beklenmeyen bir gruba geldiğinde herkes nefesini tuttu. Sanki zaman durmuş gibiydi. 4. Prens So ve 2. Prens Yeong Jin. Biri ateş, biri toprak. Biri kül, biri deprem. Ne kombinasyon ama...

Hiç kimse bu ikiliyi beklemiyor gibiydi. Ben de beklemiyordum. İki Prens karşı karşıya geçti ve birbirlerine selam verdi. Herkes nefeslerini tutmuş, hipnotize olmuş gibi pür dikkat onları izliyordu. Bir an için ikisinin de bakışları beni bulduğunda neye uğradığımı şaşırdım. 4. Prens yan bir gülüşle bakarken, 2. Prens’in bakışlarına anlam veremedim. Hemen gözlerimi kaçırdım.

İlk hamle Yeong Jin'den geldi. Kılıcını sanki kalbini hedef alır gibi ileriye doğru sürdü. Kang So kılıcını yana yatırarak kalbine siper aldı ve onu engelledi. Ve o an fark ettim ki, Prens Yeong Jin'in kılıcı gerçek kılıçtı. Çelik öyle bir parlıyordu ki gözümü aldı desem yeridir.

Kılıcın gerçek olduğunu anlayan bir bendim sanırım, çünkü kimse anlamış gibi görünmüyordu. Hepsi rövanşa odaklanmıştı. 

İçimde kötü bir his var... 

Bu sefer ki hamle Kang So'dan geldi. Kılıcını öne doğru savurdu. Yeong Jin hemen karşılık verdi ve kılıcını onun kılıcına dayadı.

Kang So'yu sertçe ittirdi ve etrafında dönüp boynuna doğru sert bir hamle yaptı. Neyse ki Kang So belini bükerek geriye çekildi ve bunu da savuşturdu.

Hep öldürücü kısımlara nişan alıyor.

Kang So kılıcıyla arka arkaya hamle yaptığında 2. Prens geriye doğru gitmeye başladı ve sendeledi, güç bela karşılık veriyordu. Bir zaman duraksama oldu ve Yeong Jin'in yüzünde sinsi bir gülümseme bilirdi. Gerginlikle yumruğumu sıktım. İki prens kardeş bakışlarıyla anlaşıyor gibiydiler.

"Saldır hadi ağabey."

"İyi çocuk rolü mü yapıyorsun?"

"Onu senden iyi beceremem."

“Korktun mu yoksa?”

“Senden mi?”

Prens Yeong Jin ani bir hızla saldırdı ve Kang So buna karşılık veremeden omzuna kılıcı sapladı. Neyse ki sıyırmıştı. Kang So ani acıyla tıslayıp ağabeyine öldürücü bakışlarını yolladı. Kraliçe bu hamle sonrasında ayaklandı, rövanşı durdurmak ister gibi elini kaldırdı.

Kang So'nun omzu kanla kaplanınca herkes kılıcın nihayet gerçek olduğunu anlayıp telaşa kapıldılar. Telaşa kapılmayan tek bir kişi vardı: Kral. Gayet sakin, istifini hiç bozmadan rövanşı izliyordu. Kang So kendini toparlayıp hamle yaptı ve kılıcının ucu Yeong Jin'in karnına denk geldi.

Ama kılıç sahte olduğundan sadece batmıştı, yara açmadı. Yeong Jin iki büklüm oldu. Kang So bundan fırsat bilerek tekrar saldırdı ama Yeong Jin hemen kendini toparlayıp savunmaya geçti.

Öyle hızlı ve sert hareket etti ki, biz daha ne olduğunu anlayamadan Kang So'nun elindeki kılıç yere düştü. Yüzündeki ifadeye bakılırsa böyle bir hamleyi beklemiyordu. Yeong Jin kardeşine yaklaştı ve kılıcını boğazına dayadı. Yüzünde tehlikeli bir ifade vardı. Tüylerim diken diken oldu. Yanımda oturan Prensesler ise korku içinde ikisini izliyordu.

Kang So boynuna bir kılıç dayanmasını -gerçek bir kılıç- hiç umursamıyor gibiydi. Yüzündeki alaycı sırıtışla düşmanına bakıyordu.  Onlar düşmandı, diğerleri ise kardeş. Ama bu ikisi kesinlikle düşmandı. Bunu anlamamak için aptal olmak gerekiyordu.

Yeong Jin biraz daha yaklaştı ve kılıcı Kang So'nun boynuna bastırdı. Kang So'nun boynunda kan akmaya başladı. "Tanrı aşkına. Biri onları durdursun!" diye feryat etti Prenses Yeona. Prens Yeong Jin, yetmezmiş gibi öfkeyle hırladı ve Kang So'nun karnına sert bir tekme geçirdi. 

Soluğum kesildi. İzleyicilerden hayret dolu homurtular duyuldu. Kang So acıyla inleyip iki büklüm oldu. Bu manzarayla karşı karşıya gelen Kral nihayet ayaklandı ve yüzündeki sahte öfkesiyle oğullarının arasına girdi.

"Yeter Yeong Jin. Bu sadece bir rövanş, çok ciddiye alma." Prens önce babasına sonra da Kang So'ya bakıp histerik bir nefes verdi ve kılıcını gelişigüzel yere fırlattı. "Majesteleri, bu hiç adil değil. Prens abim gerçek kılıç kullandı. Onu iki yerinden yaraladı. Ölebilirdi." Araya giren ve Kang So'yu savunan 10. Prens İn Baek'ti.

Diğer Prens'lerde ondan cesaret alarak itirazlarını dile getirdiler. "Yeter bu kadar! Ciddi bir şeyi yok. Çok istiyorsanız yardım edin de odasına götürün, hekim bir baksın." Gerçek kılıçla hem omzundan hem boynundan yaralanmasına rağmen ciddi bir şeyi yok muydu? Bu adam onu insan yerine koymuyor muydu? Oğlunu.

İçimde ani bir öfke hissettim. Yardım etme isteğiyle tutuşuyordum. "Neden abartıyorsunuz ki bu kadar? O alışkındır yara almaya. Aylardır bir köpek gibi hayatta kalmaya çalışmıyor mu zaten?" Yeong Jin'in söylediği herkesi hayrete düşürdü. Buna şaşırmayan tek kişi Kang So'ydu.

Ayakta zor durmasına rağmen istifini hiç bozmadan dikiliyordu. Kimsenin ona yardım etmesini istememişti. "Burada hâlâ ne yüzle kaldığına bile anlam veremiyorum. Ettiği o korkunç ihanetten sonra babamızın onu sarayda tutması bile mucize." Gözlerinden alevler saçıyordu adeta.

"Ufacık bir yara için ortalığı velveleye vermeye ne gerek var?" diye devam etti Prens. Kimse çıtını çıkaramıyordu. Tek yapabildikleri Yeong Jin'e öldürücü bakışlar atmaktı. Yeong Jin, Kang So'ya yaklaştı ve yüzünde düşmanca bir gülümsemeyle, "Sokak köpekleri ezilmeye mahkûmdur," dedi.

Bölüm : 22.09.2024 17:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...