29. Bölüm

28- Yalnız Mısın Orada?

Zei
thvrely

Geçmiş Zaman, Her Şeyin Başladığı O Gün.

"Yılbaşı çekilişi yapacak mıyız?"

"Ben Osman'a almak istiyorum ya!"

"Kızım ne çekilişi ya?"

"Hocam, lütfen izin verin!"

Etrafta bir ses gürültüsü oluştuğunda, kargaşayı umursamayarak kafamı sırama yerleştirdiğim montumun üstüne koyup gözlerimi yumdum. İnsanları takmıyordum, zaten bu okula geleli de bir ay falan olmuştu.

Görünen o ki kimse beni arasına dahil etmek istemiyordu. Bu benim için bir sorun değildi, fazla büyütmezdim bu tek kalma olayını çünkü zaten ben şu son bir aydır yalnızdım.

Abim yoktu, annem yoktu, annem yoktu. Geriye hiçbir şeyim yoktu, sadece annemin doğum günümde bir barınaktan alıp getirdiği kedi vardı, o kadar.

O kediden de hiç haz etmiyordum çünkü sık sık beni tırmalıyordu, aşıları olmasaydı muhtemelen kıçımdan sağlam bir iğne yemek zorunda kalacaktım.

Sahi, eskiden hiç yalnız kalmamıştım. Sevgilim vardı, arkadaş çevrem genişti, abim vardı, annem ve babam yanımdaydı... her şeyim tamdı; zaten asıl olay da buydu. Eğer ailemle aram iyi olmasaydı denge tam olabilirdi ama hayatınız eğer mükemmel ilerliyorsa bir şeyler illaha ki ters giderdi.

Bende de işler ters gitmişti. Abim dışında bütün ailem ölmüştü, toprağa vermiştim ben babam ile annemi. Artık onlar toprak olmuşlardı, geldikleri yere geri gitmişlerdi.

Sonuçta onların asıl evi orasıydı. Gerçi, herkesin dönüp dolaşıp gideceği tek evi orasıydı.

Sevgilimle ayrılmıştım, sebebi de çok salakça bir şeydi. Beyefendi uzak mesafe ilişkilerinden haz etmediği için tabir-i caizse bana tekmeyi basıp defolarak beni tek bırakmıştı.

Arkadaşlarım zannettiğim, gram beyni olmayan o haysiyetsizler ise zaten yakın arkadaşım olarak bir kategoriye koyup nitelendirebileceğim insanlar değillerdi, hepsinin yanımda olmasına dair bir art sebep vardı.

Şimdi ise ne onlar, ne de o aptal sebepleri vardı çünkü ben Ankara'da değil İstanbul'daydım, ailemin mezarını bırakıp buraya gelmek zorunda kalmıştım.

Abime eskiden gerekli gereksiz her şeyi anlatırdım, neler yaptığımı, nereye gittiğimi... o bir abi değil, bir abla da olmuştu bana ama o; annemin ve babamın yokluğunda bana anne ve baba gibi davranıp sahip çıkması gerekirken evlenmiş, beni hiç bilmediğim köhne bir sokağın yıkık dökük apartmanında bir başına bırakmıştı.

Onun abiliği de bu kadardı herhalde.

Bana sunduğu hiçbir sebebin bir geçerliliği yoktu, çünkü sunduğu şeyler saçmalığın daniskasıydı. Annem vasiyet olarak ona evlenmesini söylemişseler bile kendilerini mezara koydukları gibi git evlen dememişlerdi, en uygun vakitte evlenmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Abimden sırf bu yüzden haz etmiyordum işte çünkü beni en ihtiyacım olduğu anda terk etmişti. Şu anda karısıyla mutlu mutlu oturup kahvesini yudumladığına kalıbımı basardım.

Bana aylık olarak on bin lira gönderiyordu, kiram zaten beş bin liraydı ve benim geriye kalan beş bin ile idare etmem gerekiyordu. Tek yaşıyor olabilirdim, parası olmayabilirdi ama ondan beklediğim şey para değil sevgiydi.

O ise sevgisini gidip karısına göstermeyi tercih etmişti.

Artık umursamıyordum, çünkü o tercihini yapıp benim ona karşı sevgimi öldürmeyi kabul etmişti. Gerçi benim sevgimi neresiyle takıyordu, bu bile muammaydı.

Derin bir nefes alarak montumu daha da sıktım, etrafta gerçekten çok gereksiz gürültü vardı. Bunu anlamıyordum, insanlar neden bu kadar gürültülüydü? Bana bambaşka hatıralarımı hatırlatıyorlardı.

Hatıralar. Maalesef ki yaşanması hoş, hatırlanması can yakıcı şeylerdi hatıralar; hatıralar biriktirdiğiniz kişiler sizin yanınızdan uçunca kalıyordu izi ve dikemiyordunuz, eskisi gibi bir hale getiremiyordunuz.

Geri de gelmezdi zaten eski hali. Yaranızla kalırdınız ortada.

Her bok size o hatıraları hatırlatırken ve siz de acıdan kıvranırken insanlar o boklarla mutlu olabiliyordu. Demeye çalıştığım şey garip gelebilir belki ama basit bir ruju düşünürsek eğer bu insanlara, daha doğrusu kadınlara mutluluk verirdi, değil mi?

Misal elinizde bir ruj ile sevgilinizin kapısını çaldınız, sevgiliniz de mutsuz. Ruju gördüğünde sevinir, bu bir hediye çünkü ama bu rujun silik de olsa bir hatırası olduğu zaman karşınızdaki mutlu olmaz, aksine daha da üzülür.

Buna hayatın dengesi denir, her ne kadar sizin canınız yansa da o bir dengedir ve siz bunu önleyemezsiniz. Asıl acı olan da budur işte, başkaları bunlarla mutlu olurken siz üzülürsünüz çünkü.

Ben de üzüldüm. Ben de yaralandım, gerek yaraladım ama bunları asla tahmin edemedim.

Tırnağımın kırılması bile benim için büyük bir dert iken başıma böyle bir olay geldi ve biliyorum ki ben bunu ileriki zamanlarda dert değil sinek ısırığı olarak göreceğim, çünkü o zaman için çok daha ağır şeyler gelecek başıma.

Ama yine de acı acıdır, geçtiği zaman içerisinde acıtır.

"Atlas, oğlum sen yap madem çekilişi. Hiç sesin soluğun çıkmadı hem senin, adil davranırsın sen ben eminim."

Kürşat Hoca, yani matematik hocamız adının Atlas olduğunu öğrendiğim çocuğu zorla da olsa ayağa kaldırdı, hocamız nazik bir tavırla yaklaşmış gibi görünse de ses tonunun altındaki tehditkâr bakışlar onu ele veriyordu.

Her şeyde katıydı, otoriterdi. Kürşat Hoca'nın bu hallerine bir ayda adapte olabilmek zordu elbet ama alışıyordunuz belli bir süre geçince.

Atlas denen çocuk dışarıdan bakıldığında hoş gözüküyordu, ayrıca dışarıya bir hava yayıyordu. Onun bu havasını fark etmiştim aslında ama hiç sorgulamamıştım, çünkü karşıma daha önce bu tarz bir aura yayan erkekler çok olmuştu.

Böyle erkekleri bilirdim, yakışıklı falan olurlardı ama çok can yakarlardı. Bu yüzden selamlaşmamak bile en iyisiydi, en doğrusuydu çünkü tek bir selam bile ağzınıza sıçabilecek bir kapasite taşıyordu.

"Peki, hocam."

Atlas denen çocuk ayağa kalktığında rahatlıkla onu süzdüm, üzerindeki okul kazağı ona yakışmıştı. Siyah, dağınık saçları ve bembeyaz teni onu hayattan bezmiş gibi gösterse de kahve tonlarındaki ışıltılı gözleri aslında gerçeğin bu olmadığını bâriz bir şekilde yansıtıyordu.

Ne kiloluydu, ne de zayıftı; normal bir vücuda sahipti. Öyle abartılan kaslı erkeklerden de değildi, normal bir erkekti.

Yine de çocuğa kanım ısınmamıştı.

Biliyorum, çok ön yargıyla yaklaşıyorum ama sevgilim olacak o Bora salağı yapacağını yapmıştı, bu yüzden de özellikle uzak durmaya dikkat ediyordum.

"Şu kâğıtlara bütün sınıfın ismini teker teker yaz, sonra da katla. Şu kavanoza da koyarız, herkes buradan seçer."

Bütün sınıfın ismi mi? Ben katılıyorum gibi bir şey söylememiştim, neden ben de vardım bu işin içinde?

Elimi kaldırıp hocanın bana söz hakkı tanımasını bekledim ama hoca oralı olmadı, ben de oralı olmayarak arkama yaslanıp hocaya döndüm.

"Hocam, ben çekilişe katılmak istemiyorum."

Hoca kaşlarını kaldırıp bana dönerken etrafta kıkırtı sesleri vardı, bu seslerin ardından hoş cümlelerin gelmeyeceğini biliyordum.

"Oo, Okyanus Hanım konuşmaya ilk defa teşrif etti!"

Bir erkek gülerek bana bakıp konuştuğunda sınıfın yarısından fazlası gülmeye başladı.

Hay lanet.

Sizin gibi şerefsizlerin gelmişini, geçmişini, boyunu, topunu, kundaktaki bebesini- ya da vazgeçtim, bütün sülalesi de dahil onu da çöpe atmak lazımdı.

Normalde ağzımdan okkalı küfürler çıkardı, zaten kelime dağarcığım da güçlüydü ama bunun yerine sadece sesin geldiği yöne doğru dönüp gülümsedim.

Gülümseyişim asla içten değil, sahteydi ve tehditkârdı. Bu sınıfta kendimi tanıtmaya, ismimi söylemeye bile tenezzül etmemiştim. Zaten bu yüzden sesimi en fazla birkaç defa derslerde ya da kantinde duymuşlardı, bu yüzden de dalga geçiyorlardı.

Kendisini bir bok parçası zanneden çocuk ilk önce kendisi ile dalga geçmeye başlayabilirdi çünkü onu o şeyinden tavana asacak kadar deli cesareti vardı bende ve eğer bu uğultuyu kesmezse gerçekten de bunu yapabilirdim.

Biliyorum, manyaktım ama buradaki hiçbir geri zekâlı bana engel değildi. Şu hayatta kaybedeceğim hiçbir şey yoktu, geriye kalanları da gram umursamıyordum. Gideceğim yerde en azından annemle babam vardı, orada olmak bana huzur verirdi.

Çocuğa gülümsedikten sonra önüme dönüp hocaya baktım, hoca hiçbir şey yapmadan bana döndü.

"Sen bilirsin."

Tek söylediği sözler bu olurken ben de tekrardan başımı montuma koyup uykuya dalmaya çalıştım. Uykuya eskiden şıp diye dalardım ama şimdi dalamıyordum, bir şeyler beni huzursuz ediyordu.

Yerimi yadırgıyor olmam muhtemeldi ama bütün bunların sebebinin bu olduğunu sanmıyordum, farklı bir şeyler vardı. Belki de ailemi kaybetmek bein birçok açıdan etkilemiş, değiştirmişti. Bilmiyorum.

"Umarım bana Atlas denk gelir," diyen bir kızın sesini duyduğumda merakıma yenik düşüp sağ gözümü hafifçe araladım. Kızın turuncu, dalgalı saçları vardı ve hatta dalgaları kıvırcığa kaçıyordu. Yüzündeki çiller onda oldukça hoş durmuştu.

Normalde turuncu saçı sevmezdim, hiç içime sinmeyen bir saç rengiydi. Kendi saç rengimi seviyordum, kızıl veya turuncu saçlı değildim elbette ama koyu kumral olmak da güzeldi.

"Of, İdil. Sen de taktın şu çocuğa."

Adının İdil olduğunu öğrendiğim kızı incelemeye devam ettim. Duru bir güzelliği vardı, ayrıca kız inceydi de. İdeal kilodan biraz düşük olduğu belli oluyordu.

Atlas'tan hoşlanıyordu muhtemelen ama açık konuşmak gerekirse onları asla yakıştırmamıştım. Turuncu saçlar, idealden düşük kilolar... kısacası kızın Atlas ile uzaktan yakından alakası yoktu ama beni ilgilendirmiyordu.

"Ne yapayım Ekin? Çok yakışıklı bir kere, ayrıca anlayışlı da. Hem geçen gün ne oldu, biliyor musun?"

İdil denen kızın yanında oturan ve çok değil, sadece birkaç saniye önce adının Ekin olduğunu öğrendiğim kız güldü.

Bu kızın ise sarı, dümdüz saçları vardı. Sanki fön çekmiş gibi duruyordu ama doğal gibiydi de.

Gözlerini görmemiştim ama yeşil ile mavi arası bir tondaydı, gerçi ela da olabilirdi.

Kilosu da idealden birkaç kilo fazlaydı muhtemelen.

"Ne oldu bakalım yine?"

İdil yerinde keyifle kıpırdandı, belli ki Atlas hakkında konuşmak fazlasıyla hoşuna gidiyordu.

"Geçen gün babam beni evden kovmuştu, hatırlıyor musun?"

Ekin denen kızın kaşları çatıldı, muhtemelen bu sözlerin ardından ne geleceğini az çok tahmin ediyor ya da merak ediyordu.

Eğer ben tahmin edecek olursam, İdil denen kız anında Atlas denen çocuğun evine gitmişti. Emin değildim ama bunun gibi bir şey çıkacaktı muhtemelen.

Bir anda içimde garip bir his oluştu. Basbayağı kızları dinliyordum, derhal önüme dönmeliydim. Zaten bu sözlerin ardından ne geleceğini de az çok tahmin etmiştim.

Tekrardan sağ gözümü kapatıp uyku moduna geçiş yapmaya çalıştım, biraz olsun uyumak vücuduma iyi gelecekti.

Uyku güzeldi. Tabii uyuyabilene güzeldi.

Bir zamanlar bana da güzel gelirdi.

Annem ile son kez bir gün uyumak istemiştim, yere yorgan sermiş üstüne yastık koymuştuk. O gün annemle sokulup uyumuştum, sabahında ise okula gitmek için yorgandan kalkmıştım.

Üstümü giydikten sonra annemin yanına gidip uyuyan gözlerini izlemiş, içimde kalmaması için de yanağına bir öpücük kondurmuştum.

O gün ise olanlar olmuştu. Abim, annem ve babam pasta bakmaya gitmek için abimin nişanlısını almaya gidiyorlardı, ben de okula erken saatte sevgilimle gitmiştim.

Dersin ortasında telefonum çalmış, hastaneden arandığım fark edildiğinde ise arama cevaplanmadan bana getirilmişti telefonum. Normalde telefonumun o gün telefonların toplandığı kutuda olması gerekirdi, keşke öyle olsaydı.

Ama o telefon o gün bana verildiğinde, annem ile babamı kaybettiğimi telefonda öğrenmiştim.

Öksüz kaldığımı, basit bir okul gününde, ders saatinde öğrenmiştim.

Abimin ağır yaralı olduğunu ve hayati tehlikesinin bulunduğunu öğrendiğimde çökmüştüm ama bir şekilde de olsa gitmiştim hastaneye. Abim hayata tutunmuştu belki ama ben tutunamamıştım işte.

Gittiğim hastanede ruhum kalmıştı benim. Bedenim belki enkazda değildi ama ruhum enkazın altındaydı, asla da çıkamayacaktı oradan.

Değişmiştim, çok değişmiştim. Eskiden hiç küfür etmez, hemen sinirlenmez, hep gülerdim.

Şimdi ise eski neşem de, keyfim de yoktu artık.

Çünkü benim ne annem, ne de babam vardı.

Hepsi gitmişti, belki de melek olmuşlardı.

Abim ise bir ölü gibiydi benim gözümde çünkü iyileşir iyileşmez evlenmişti.

Abimin hastaneden taburcu olacağını öğrendiğim gün evimizi süslemiştim ama abim eşyalarını toparlamaya gelmişti yanıma.

Hayat böyleydi işte, acıydı. Size acımazdı.

Bana da acımamıştı.

Bölüm : 07.02.2025 16:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...