
Arda ve Mert, Kayıp Anılar Kitabevi'nden ayrıldıktan sonra, yaşlı adamın onlara gösterdiği haritayı incelemeye başladılar. Harita, bugüne kadar gördükleri en karmaşık şeydi. Eski yollar, unutulmuş işaretler ve derin ormanlarla doluydu. Arda, haritanın köşesinde, kalp şekilli göle giden patikayı işaretleyen soluk kırmızı çizgiyi fark etti. Bu çizgi, ormanın derinliklerine doğru kıvrılıyor ve kalp gölünün ortasında kayboluyordu. Göl, gizemli bir şekilde haritanın tam ortasında, diğer her şeyden izole edilmiş gibiydi.
Ertesi sabah Arda ve Mert, göle gitmek için son hazırlıklarını tamamladılar. Yanlarına, haritanın bir kopyasını, yiyecek ve su, bir el feneri, ip ve küçük bir ilk yardım çantası aldılar. Göle ulaşmak, sıradan bir yürüyüş gibi görünse de, yaşlı adamın söylediklerini unutmamışlardı: “Bu yol, sadece cesurlar için.” Mert, sırt çantasını kaparken Arda’ya dönüp “Hazır mısın?” diye sordu. Arda’nın yüzündeki kararlılık her şeyi anlatıyordu. Bu sadece bir macera değildi; bir arayıştı.
Ormanın Karanlık Derinlikleri
Arda ve Mert, haritada işaretlenmiş olan başlangıç noktasına, şehirden uzakta eski ve terk edilmiş bir park alanına geldiler. Parkın bir zamanlar insanların keyifle vakit geçirdiği bir yer olduğu belliydi, ama şimdi çürümüş banklar ve yıkılmış heykellerle terk edilmiş bir hayalet kasabayı andırıyordu. Yolculukları, parkın arka tarafındaki sık ağaçlı orman yolundan başlıyordu. Yol dar, çamurlu ve neredeyse geçilemez hale gelmişti. Patikayı takip ederken, kuş cıvıltıları ve rüzgarın ağaç yaprakları arasında yarattığı uğultu dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Ormanın içine girdikçe ağaçlar daha da sıklaşıyor, güneş ışığı zorlukla yere ulaşıyordu.
İlerledikçe, yollar daha da karmaşık hale geldi. Haritadaki çizgi, zaman zaman kayboluyor ve yerini kayaların, dikenli çalıların ve bataklık gibi duran çamurlu alanların oluşturduğu doğal engellere bırakıyordu. Arda, haritayı dikkatlice takip ederek yönlerini kaybetmemeye çalıştı. Birkaç kez yanlış yola saptılar ve bataklık gibi bir alanda neredeyse çamura saplanıyorlardı. Mert’in hızlı bir şekilde Arda’yı çekmesiyle bu tehlikeyi atlatmışlardı, ama bu küçük aksilik bile yolculuğun ne kadar zorlu geçeceğinin işaretiydi.
İlerlerken, ormanın derinliklerinde garip bir sessizlik hissetmeye başladılar. Normalde ağaçların arasında duyulması gereken kuş sesleri bile kesilmişti. Bu sessizlik, Arda’nın içini huzursuz etti. Etrafta hiçbir canlı izine rastlamıyorlardı. Patika gittikçe daralıyor, ağaçların arasından geçmek neredeyse imkansız hale geliyordu. Mert, sinirli bir şekilde etrafına bakarken, “Bu orman gerçekten ürkütücü, sanki bizi izleyen bir şeyler var,” dedi. Arda, Mert’in endişesini anladı ama bu yoldan geri dönmek gibi bir düşüncesi yoktu.
Ormanın ortasında ilerlerken karşılarına eski, yosun tutmuş taşlardan oluşan bir duvar çıktı. Duvar, hiçbir yere varmayan bir yapı gibi görünüyordu ama dikkatlice bakıldığında duvarın arkasında bir geçit vardı. Bu geçit, haritada belirtilmemişti ve bu yüzden Arda ve Mert’in dikkatini çekmişti. Geçit, karanlık ve dar bir tünel gibiydi. Mert, geçide doğru eğilip içeriyi görmek için el fenerini açtı. Tünel, eski ve taşlarla kaplıydı, sanki yüzyıllardır kimsenin geçmediği bir yer gibiydi.
Arda, biraz tereddütle geçidin önüne geldi. Kalbinde hafif bir ürperti hissetti ama bu yoldan geçmenin gerekli olduğunu biliyordu. Mert de aynı şekilde, geçidin içine adım attı. Tünelin içi karanlıktı ve ilerledikçe hava daha da soğumaya başladı. Arda ve Mert, dar taş koridorlarda dikkatlice ilerlerken, duvarlarda eski semboller ve yazılar görmeye başladılar. Bu semboller, madalyondakilerle aynıydı. Sanki madalyon, bu yolu işaret eden bir anahtar gibiydi.
Tünelin sonuna geldiklerinde, önlerinde büyük bir demir kapı belirdi. Kapı, üzerinde karmaşık semboller ve çizimlerle süslenmişti. Arda, madalyonu çıkardı ve kapının ortasındaki yuvarlak bir deliğe yerleştirdi. Madalyon, kapıya tam olarak oturdu ve bir tıklama sesi duyuldu. Ardından, kapı yavaşça açılmaya başladı. Kapı açıldığında, önlerinde büyük bir açıklık ve uzakta parıldayan bir su kütlesi belirdi: Kalp Gölü.
Kalp Gölü’ne İlk Bakış
Göl, haritadakinden çok daha büyüktü. Etrafı sık ağaçlarla ve sarmaşıklarla kaplıydı. Gölün ortasında, suyun yüzeyine hafifçe vuran ışık huzmeleri parlıyordu. Bu ışık huzmeleri, suyun berraklığını ve derinliğini ortaya çıkarıyordu. Gölün çevresinde, eski taş yapılar, kırık sütunlar ve antik görünümlü heykeller vardı. Sanki burası, bir zamanlar büyük bir medeniyetin merkeziymiş de şimdi terk edilmiş bir harabe haline gelmiş gibiydi.
Arda, gölün büyüklüğüne hayran kaldı. Gölün sularında hafif bir dalgalanma vardı, sanki göl kendi içinde yaşayan bir şeymiş gibi hareket ediyordu. Mert, gölün kenarına yaklaşıp dikkatlice suya baktı. Suyun dibinde, belli belirsiz gölgeler hareket ediyordu. Arda, Mert’in yanına geldi ve “Sence bu gölde ne var?” diye sordu. Mert, “Kim bilir, belki de aradığımız cevaplar burada saklıdır,” dedi.
Arda, suyun kenarında durup gölün ortasına doğru baktı. Gölün merkezinde, küçük bir adacık ve adacığın ortasında büyük bir taş sütun vardı. Bu sütun, diğer her şeyden daha farklı ve önemli görünüyordu. Sütunun üstünde eski yazılar ve semboller oyulmuştu. Arda, sütunun ne anlama geldiğini düşündü. Bu, onların son durağı olabilirdi.
Adanın Gizemi
Adacığa ulaşmak için gölü geçmeleri gerekiyordu. Mert, gölün kenarında dolanırken eski, tahta bir kayık buldu. Kayık oldukça yıpranmış görünüyordu ama hala kullanılabilir gibiydi. Mert, kayığı göle sürükledi ve Arda ile birlikte yavaşça adacığa doğru kürek çekmeye başladılar. Suyun üzerinde ilerlerken gölün derinliklerinde hareket eden gölgeler daha da belirgin hale geldi. Arda, suyun altındaki şekilleri anlamaya çalışırken, bu gölgelerin taş heykellere benzediğini fark etti. Sanki gölün altında, yıllar önce batmış bir şehir vardı.
Adacığa vardıklarında sütunun etrafını dikkatlice incelediler. Sütun, eski bir yazıtla kaplıydı ve yazıların anlamını çözmek oldukça zordu. Arda, yazıların bazı kısımlarını okurken “Kalbinin peşinden gitmek, yolu bulmaktır,” yazdığını gördü. Bu sözler, madalyondaki ve kitabevindeki adamın söyledikleriyle aynıydı. Arda, sütunun altındaki küçük bir yuva fark etti ve madalyonu tekrar çıkardı. Madalyonu yuvaya yerleştirdiğinde sütun hafifçe titredi ve yerinden hareket etmeye başladı.
Sütun yavaşça yana kaydığında, altından bir merdiven ortaya çıktı. Bu merdiven, gölün derinliklerine doğru iniyordu. Arda ve Mert, hiç düşünmeden merdivenden inmeye başladılar. Merdivenler karanlık, nemli ve soğuktu. İlerledikçe, duvarlarda parlayan mavi taşlar beliriyordu. Bu taşlar, yolu aydınlatan tek ışık kaynağıydı. Merdivenlerin sonunda büyük bir odanın kapısına geldiler. Odanın içi loştu ve duvarlarda eski çizimler vardı.
Duvarlarda, haritanın ve madalyonun hikayesini anlatan sahneler resmedilmişti. Bu resimler, yıllar önce burada yaşamış olan insanların hikayesini anlatıyordu: bir keşif, kayıp bir anahtar ve kalp gölünün ardındaki gizem. Odanın ortasında büyük bir taş masa vardı ve masanın üzerinde bir kutu duruyordu. Arda, kutuyu açtığında içinden eski bir mektup ve parlak bir taş çıktı. Mektupta yazanlar ise Arda ve Mert’i hem şaşırttı hem de yeni bir maceranın başlangıcına sürükledi.
Mektup, kalbinin peşinden gitmeyi başaranlara adanmıştı ve gölün sırrını keşfetmelerini sağlayacak ipuçlarını barındırıyordu. Bu keşif, Arda ve Mert için yeni bir dönemin başlangıcıydı; çünkü sadece kalplerinin peşinden gitmekle kalmamış, aynı zamanda kayıp bir tarihin ve unutulmuş sırların da kapısını aralamışlardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
