
"Allah'ım neydi günahım?"
Gökyüzüne bakıp iki elimi yana açarak bağırırken kendimi ıslak halının üstüne attım. İçeriden annemin "kız daha yeni başladın ne şikayetleniyorsun" sesi ile kaderime boyun eğip usul usul dizlerimin üstüne kalktım.
Ne mi yapıyordum? Bir elimde fırça bir elimde hortum halı yıkıyordum. Evet doğru duydunuz foşur foşur halı yıkıyordum. Bundan bir hafta önce falan kahve döküp annem kızınca da aman nolcak ki halı yıkamaya veririz gibi çok akıllıca bir cümle kurduğum için canım annem inat etmiş bu sene tüm evin halılarını bana yıkattırıyordu. Belki böyle sürekli bir şeyler döktüğüm halıya dikkat edermişim heyt be anne türk adalet sisteminde bile böyle caydırıcı cezalar yoktu. Gidecektim elini öpecektim birazdan.
Verilen ceza çekilir yatar çıkarız kafasına girip ayaklandım. Fırçayı bilmem kaçıncı kez aynı hizada ileri geri yaparken bir yandan da düştüm mapus damlarınadan başlayan türküleri ardı ardına söylüyordum. Pijamam ıslanmasın diye paçalarını katlamışken kendimi yere attığım için sırılsıklam olmuştu. Belki üstümü değiştirme bahanesiyle kaçarım diye umuyordum. Tam annemden izin almak için bir adım atmıştım ki deterjanla köpürttüğümüz halıdan şak diye kayıp popo üstü yere çakıldım. Gerçekten de günahlarımın cezası yarına bile kalmıyordu. Ben düştüğüm yerde cebelleşirken bahçe kapısı açıldı. Bu halde beni görmemesini istediğim insanlar listesini kafamda hızlıca yapmıştım bile.
"Ben Sare ile evleneceğim" tamam beni bu halde görmesini sorun etmeyeceğim bi mal kafa geldiği için içimden minik bi şükür çektim. İçeriye dans ede ede giren Oğuz'a ters ters bakmaya devam ettim. "O nereden çıktı?"
Sahii bendeki de soruydu Oğuz Sare'yi ilk gördüğü andan beri ki bu muhtemelen mahallenin parkında oyun oynadığımız yıllara dayanıyor onunla evleneceğim deyip duruyordu. Yeni bir şey değildi yani. "Dayanamıyorum artık esmer şekerimin hasretine" dramatikleştirdiği sesle içimden minik bir sabır çekip ayağa kalkmaya çalıştım. Elimden destek alırken elim de köpüklü olduğu için tekrar kaymış bir bataklıktaymış gibi çırpınıyordum. Yardım etmeye tenezzül dahi etmeyen Oğuz tişörtünün uçlarını elbiseymis gibi tutup parmak üstlerinde yükseldi.
"Telli duvaklı gelin olacağım" kurduğu cümleyle hala debelendiğim için hortumu yakaladığım gibi Oğuz'a tuttum. "Lan davar bu hortumu sana duvak fırçayı da tel yaparım çıldırtma beni." Öfkeyle bağırırken daha yeni gelip korka korka kaldırmıştı. Sakinleşip ilk takılmam gereken yere döndüm." Ayrıca sen niye gelin oluyorsun beyinsiz" beni umursamayan Oğuz çok farklı alemlerdeydi. "Saremle evlenince bizim de halıları yıkarsın artık böyle ben ona kıyamam" gevzek gevzek konuşurken bir daha düşmeyeyim diye fırçaya yaslanmış hülyalı hülyalı uzaklara bakışını seyrediyordum.
Yani bazen çocukken bunu çok mu dövdüler diye merak etmiyor değildim. Bu kadar salaklığın başka hiçbir açıklaması olmazdı çünkü. "Sareyi çağırsana özledim yaban gülümü" Oğuz'un söylediği ile daha fazla tutamadığım kahkahamı serbest bıraktım. "Neyini neyini? Ona böyle seslendiğini duyarsa seni bu bahçeye gömer haberin olsun" bundan daha önemli işlerim var mesela halı yıkamak diye kendime hatırlatıp fırçalama işlemime geri döndüm. Oğuz'dan gelen "atın ölümü arpadan olsun be" lafı ile içten içe Sare'ye sabır diliyordum. İçi çok zordu hem de haddinden fazla çok.
"Kız halıyı ezdin fırçalaya fırçalaya napıyorsun bitirsene" annem mutfak camından uzanıp konuşunca saçlarım öne gelmesin diye başıma bağladığım yazmayı düzelttim "ah anne ah yok ki gözümün halı yıkama ayarı da ne kadar fırçalanması gerektiğini anlayayım" dert yanarmışcasına konuşurken sonda sesim yükseldi. "Sence ben ne kadar fırçalamam gerektiğini biliyor muyum?"
"Öğreniyorsun işte fena mı?" deyip göz kırpıp içeri girdiğinde omuzlarım çöktü. Gül gibi kızdım şuracıkta solup gidecektim. "Çağırcan mı?" Oğuz tekrar konuşmak gibi bir hata yapınca fırçayı silah gibi doğrulttum. "Allah'ıma kitabıma vururum seni Oğuz bak git" ellerini iki yana açmışken "ölürsem mezarıma ömrü yarıda aklı Sarede kaldı yazarsın değil mi?" dedi masum masum bakışlar atarken. Bu çocuğun da hastalığı buydu ne yapacaktık artık kabullenmekten başka. Pes etmek dışında bi çarem olmadığı için "tamam şu halı bitsin ararım" dedim. Sanki bayramda şeker toplamaya çıkarken bir komşudan ece şeker kapmış çocuk gibi sevinen Oğuz'a gülmeden edemedim. "O zaman ben kaçar Sare geldiğinde tesadüfen uğramış gibi yaparım" deyip arkasına bakmadan koşarak çıktı. Bir an kullanılmış gibi hissetmiştim ama hemen geçmişti.
Halıyı annemin ikazlarıyla önlü arkalı yıkadığımda artık kollarımı hissetmiyordum ve bu koridorda duran minicik halıydı diğerlerine baktıkça ağlamak istiyordum. Annem insafsız tarafından kalkmıştı gram acımıyordu bana. Bahçe kapısına biri daha yaklaşırken tekrar dedikoducu teyze misali önce yazmamı düzeltip bir elimi belime diğer elimi de baston yaptığım fırçama yasladım. Bahçe kapısında görünen Pusat abiyle gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.
Evet kesinlikle bu halde görünmek istemediğim insanlar listemde en baş sıraları oynuyordu kendisi. "Kolay gelsin" bahçe kapısından gülümseyerek seslenince göz devirdim. "Kolaysa başına gelsin." Bu cümleyi ilk defa 6-7 yaşlarındayken komşumuz Gülsüm teyzede duymuştum o an o kadar komiğime gitmişti ki üç gün yatmadan önce kendi kendime kolaysa başına gelsin deyip gülerek uyumuştum. "Anneni çağırsana" Pusat abi bahçe kapısını açıp içeri gelmek yerine kapıya yaslanıp konuşunca kafamı sallayıp anneme doğru seslendim. "Anne komşumuz Sinem teyzenin oğlu abimin yakın arkadaşı Pusat abi çağırıyor" bağıra bağıra konuşurken Pusat abiye döndüm çatık kaşlarıyla bana bakıyordu.
"Aklına başka sıfat geldiyse onu da ekle ismimin önüne Leyla" dediğinde tekrar mutfak camına taraf döndüm. "Bi de avukat" dediğimde gülerek bana doğru yaklaştı. Tam yolunu bitirecekti ki evden çıkan annem "ne bağırıyorsun kız tüm mahalle ayağa kalktı" dediğinde ikimiz de ona döndük. Anneme göre ben azıcık bile sesimi yükseltsem tüm mahalle bu anı beklercesine ayaklanır ama kendisi evi sallayacak kadar bağırdığında kimse bunu duymazdı. "Pusat oğlum hoş geldin gel bi çay içelim yeni koydum" diyen annemin arkasından göz devirdim beni şu kadar sevmiyordun be oğlummuş kızın sabahtan beri öldü burada.
"Yok Tülay teyze işe gitmem lazım da benim bi arkadaş halı yıkama dükkanı açtı geçenlerde sordum bugün doğru düzgün sıftah bile yapamamış sen bu halıları versen bizim çocuğa iş yapsın dükkan dönsün biraz esnaf adamın halinden anlarsın" dediğinde bir an çölde su bulmuşcasına, annemin beni ekmeğe gönderirken kaybettiğim parayı bulmuş gibi, parka girer girmez boş bir salıncak görmüş gibi baktım Pusat abinin suratına. Annem "iyi olur", "hayrımız dokunsun bizim de işimiz görülsün", "hem Leyla da mundar etti halıları" cümleleri eşliğinde kabul etti teklifi. Ben ise hala yaslandığım fırçayla melul melul bakışlar atıyordum Pusat abiye.
"Bir saatte gelir alır" dediğinde annem "kapı arkasındaki halılara da bi su vursun madem" diyerek onları ayarlamaya içeri geçmişti. Pusat abi "Annene yalan söylemekten gram haz etmiyorum." dediğinde anlık sevinçle boynuna atladım.
Durun.
Ne yaptım ne yaptım?
Başa sarın
Pusat abinin.
Boynuna.
Atladım.
Evet tam orada durun gerçekten de yapmış mıydım ben bunu? Artık halı yıkamak nasıl eziyet olarak gelmişse bunu bile yapmıştım. Kal gelmiş gibi dimdik duran Pusat abiden kollarımı yavaşça ayırıp "pardon bir an sevinçle anın şeyinden ötürü şey" cümle kurma çabama içten içe minik bir alkış tutarken Pusat abi benim yapamadığım konuşma işlemini devraldı. "Ben gideyim artık birini de gönderirim bir saatte tembihlerim de sen geç içeri artık üşüteceksin ayaklarını" dediğinde su içinde olan ayaklarıma bakıp kafa salladım.
Zaten dibimde olan Pusat abi biraz daha yaklaşıp yazmamdan çıkan saçlarımı ufak bir el hareketiyle geri yazmanın altına koydu. Kal gelme sırası bendeyken kocaman olmuş gözlerimle pür dikkat kesilmiş onu izledim. Sanki dünyanın en normal hareketini yapmış gibi hiçbir şey demeden arkasını dönüp bahçeden çıkarken biraz da gidişini izleyip tamamen çıktığında kendime geldim.
Artık kıpırdamayan kollarımı iki yanımda sallaya sallaya içeri geçtim. Islak ıslak kendimi yatağa attığımda kemiklerim resmen sızlıyordu. Aklıma Oğuz belasına verdiğim söz gelince yatakta olduğunu düşündüğüm telefonu elimle yokladım. Sonunda bulduğumda bildirimlerimi kontrol ettim. Konserden beri mesajlarına dönmediğim Gökhan bir kaç defa daha özür dilerim içerikli mesajlar atmıştı. Umursamadım ki umursamamakta haklıydım. Yaptığı tamamen saygısızlıktı özrünün kabul edilecek bir yanı yoktu. En azından şimdilik Sare'nin numarasını bulup aradım.
İlk çalışta açan Sare "efendim" diye adeta şakımıştı. "Oğuz seni istiyor yarım saatte burda ol" deyip suratına kapadım. Daha fazla ağzımı oynatmaya bile halim yoktu anlıyor musunuz beni? Ben daha yatakta diğer tarafıma dönememişken çalan zille içten içe bir yuh çektim. Bu da istemiyorum istemiyorum ayağı çekip koşa koşa gelmişti. Kendimi resmen kapıya sürerken yaşlı teyzeler gibi söyleniyordum.
"Gelirken gelinliğini de giyseydin keşke" Sare içeri girerken söylediğime göz devirip saçını savurdu. "O kadar kolay alamaz beni" dediğinde gülerek kendimi üstüne attım daha fazla yürümeye halim yoktu. "Alacak yani" dedim en dip köşeden istediğim anlamı yakalarken alnıma bi tane vurup beni çok sağ olsun içeri taşırken tam yatağıma tekrar kurulmuştum ki tekrar kapı çaldı. Ev ev değil yol geçen hanıydı sanki. "Seninki damladı" dediğimde gülerek ayağa kalktı. "Şuna seninki deme triplere giriyor sonra indiremiyorum bir taraflarını" deyip seke seke kapıyı açmaya gitti.
İkisinin de bu hallerine gülerken telefonumun çalması ile kaşlarımı çattım. Gökhan yazısını görünce sakince bir nefes verdim. Şimdi açmasam daha da ısrarla arardı. Kendini affettirmek için sabahtan beri üstün bir çaba sarf ediyordu. Açıkcası buna içten içe şaşırmıştım. Biraz daha çalarken en son pes edip açtım. "Efendim" dediğimde karşı taraftan başta kısa bir sessizlik ardından da heyecanlı sesi geldi. "Balkona çıksana bi."
Odamın balkonuna resmen koşarken umarım kapıda değildir diye içten içe dua ediyordum. Balkona kendimi attığım gibi sokaktaki dumanı görmem bir oldu. Gözlerimi şok içinde bir kaç kere kırpıştırırken rüya falan mı görüyorum diye düşündüm. Sahi bundan olsa olsa kabus olurdu. Ağzımdan belli belirsiz çıkan "Gökhan" kelimesini bile tamamlayamamıştım. Ben olan manzaraya şok içinde bakarken Gökhan gururla kollarını iki yana açmış beni affet yazılı ateşin önünde duruyordu. Bu rezilliğin mahalleli tarafından kaç günde unutulacağını hesaplarken kapıdan olanları izleyen Sare'nin kahkahasını duydum. "Bu sahneyi kaçırsaydım hayatımın sonuna kadar kendimi affetmezdim" diye balkona doğru bağırdığında kendime gelip içeriye koştum. Dolaptan iki şişe suyu kaptığım gibi geri balkona koştum. "Allah senin belanı vermesin Gökhan rezil olucaz" diye bağırıp bir umut balkondan aşağıya su dökmeye çalışıyordum.
Oğuz olayı yeni kavramış gibi "ben bu lavuğu döverim" temalı konuşmasını yapıyor ama bu durumdan tek keyif alan Sare bir kolunu tutmuş aklını başından alarak onu durduruyordu. Şu an durumum film olarak çekilse çaresizlik kategorisinde oscar alabilirdim. Ben binbir bela okuyup hala su dökmeye çalışırken daha yeni yaptığı salaklığı fark eden Gökhan "Umut çok afilli olur demişti ama" dedi. "Senin akıl hocana ben" diyerek edeceğim küfürleri yuttum.
Ateşin bir kısmı sönmeye başlamıştı. Aklıma o an şişe taşımaktan daha mantıklı bir şey gelmemişti ve kimse de pek yardımcı olmuyordu. Her çaresiz anımda olduğu gibi yine tek başıma çırpınıyordum resmen. Sabır çekip tekrar şişe almaya yönelecektim ki sokağın başında gördüğüm silüetler birazdan cenaze namazımın kılınacağına işaretti.
Meriç abim, Yusuf abi, Kağan abi ve Pusat abi sokağın başından bizim eve doğru geliyorlardı. O an sanki arkadan bir operasyon müziği çalıyor da yavaş çekim ile yürüyorlarmış gibi hissettim. Gerginlik ve çaresizlik seviyem kat ve kat atarken kaderime yine ve yine boyun eğdim.
İyi ki sabah ojelerimi silmişim gusülsüz diğer tarafa gitmek istemiyorum diye geçirdim içimden.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 36.53k Okunma |
2.07k Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |