
Dokunmayın bana çok kötüyüm. Bu veda çok ani olmuş ola bilir ben bile buna hazır değildim.
Her oy yeni bir bölüm demek bu yüzden oy atmayı ve yorum yapmayı unutmayın keyifli okumalar.
___
Neden hep iyiler ölür?
-Sen hangi çiçekleri koparırsın?
+....
Bölüm 30; Sessiz sedasız gidişler
Hazar Saraçoğlu
『♡』
İnsan neden bir ailesi olsun ister ki anasını satayım? Bu soru, zihnimde yankılanırken, Kızıltuğ ailesinin sıcak mutfağında oturuyordum. Bir haftadır onlarla kalıyordum ve bu süre zarfında, aile kavramının ne demek olduğunu yeniden sorgulamaya başlamıştım.
Neslihan'ın ısrarları yüzünden kilo almıştım. Yemek görmek istemiyordum artık. Gözlerimi önümdeki tabağa dikmiş, çatalımı oynatırken, Neslihan'ın sesi kulaklarımda çınladı:
"Hazar, önündeki tabak bitecek."
Kafamı iki yana salladım. Artık bir lokma daha yersem kusacağımı hissediyordum. Yeşim Hanım, kızının ısrarını fark edip araya girdi:
"Kızım, yeter. Patlayacak çocuk."
Hızlıca kafamı sallayınca Yeşim Kızıltuğ güldü. Neslihan ise annesine ters ters baktı. Bu küçük aile çekişmesi, içimde tuhaf bir sıcaklık uyandırdı. Neslihan, durumu toparlamak istercesine ayağa kalktı.
"Tamam, benim de işlerim vardı. Size afiyet olsun."
Annesini öptükten sonra yanağıma bir öpücük kondurup mutfaktan ayrıldı. Arkasından bakarken, bu ailede geçirdiğim zamanı düşündüm. Her biri bana kendi çocuklarıymışım gibi davranmıştı.
Yeşim Hanım, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi, elini elimin üzerine koydu ve gözlerimin içine bakarak konuştu:
"Ailecek seni sevdik oğlum. Umarım sen de bizi seviyorsundur, değil mi?"
Boğazımda bir yumru oluştu. Gerçekten de bütün aile beni sevmişti. Onlara gülümseyerek baktım, ancak içimde bir çelişki vardı. Sevgi ve güvensizlik arasında gidip geliyordum.
"Ben de sizi sevdim," dedim samimiyetle. "Ama gitmem gerekiyor."
Yeşim Hanım anlayışla kafasını salladı. Oturduğum yerden kalkıp mutfaktan ayrıldım ve odama geçtim. Banyoya girip işlerimi hallettikten sonra odaya geri döndüm. Yatağın üzerindeki ceketi alırken, bu evde geçirdiğim zamanı düşündüm. Her köşesinde bir anı vardı.
Evden çıkıp arabaya binip yola koyuldum. Konuma göre arabayı sürerken, aklım hala geride bıraktığım ailede kalmıştı. Bu aileyi gerçekten sevmiştim, hepsi iyi insanlardı. Ancak içimdeki ses, kimseye tam olarak güvenmemem gerektiğini fısıldıyordu.
Yol boyunca, Neslihan'ın kahkahaları, Yeşim Hanım'ın şefkatli bakışları bir an için, geri dönüp onlarla kalmak istedim. Ama sonra hayatımın acı gerçekleri aklıma geldi. Kimseye güven olmazdı anasını satayım.
Direksiyon başında, kendi kendime mırıldandım: "Belki bir gün... Belki bir gün gerçek bir aileye sahip olmanın ne demek olduğunu öğrenirim."
Araba ilerlerken, arkamda bıraktığım sıcak yuva ile önümde uzanan belirsiz gelecek arasında sıkışıp kalmıştım. Kızıltuğ ailesi, bana aile olmanın ne demek olduğunu göstermişti. Ama ben, hala kendi yolumu bulmaya çalışan, güvensiz bir yabancıydım. Belki de bir gün, onlar gibi bir aileye sahip olmanın değerini tam anlamıyla kavrayacaktım. Şimdilik, yalnızlığımla baş başa, yoluma devam ediyordum.
Sonunda istediğim yere varınca arabadan indim. Arabaya yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım. Bir saattir onu bekliyorum, bu adam da gelecekse gelsindi artık. Sabırsızlıktan bir bacağımı sallamaya başladım. Etrafıma bakındım; ıssız bir sokak, tek tük geçen arabalar ve uzaktan gelen köpek havlamaları... Bu sessizlik beni daha da geriyordu.
Nihayet onu gördüğümde derin bir nefes aldım. Şu anda bir birimize tuhaf tuhaf bakıyorduk. Bu, en büyük abiydi; onlarla görüşmek başlı başına bir hataydı. Şu an karşımda duran adam Kerem Kızıltuğ, büyük abi ve asker. Gözlerindeki o tanıdık ifadeyi görmek içimi burkulturdu.
"Hazar," dedi Kerem, sesinde hem otorite hem de bir parça şefkat vardı. "Neden bu kadar direniyorsun? Aileni tanıyorsun, onlar da seni tanıyor. Bizimle yaşamayı kabul et artık."
Elimle arabanın kapısına vurarak ritim tutmaya başladım. Bu, gerginliğimi atmanın bir yoluydu sanki. "Kerem abi, anlamıyorsun," dedim, gözlerimi ondan kaçırarak. "Bu benim için kolay değil."
Birden aklıma gelen bir anıyla irkiledim. Elimi hızla çekince sendeleyip neredeyse yere düşüyordum. Gözlerimin önünde bir an için geçmişin gölgeleri dans etti. Çocukluğumun o karanlık günleri, kaybettiğim yıllar...
"Tamam, sakin ol. Sorun yok, hiçbir şey olmayacak," diye kendi kendime mırıldandım.
"Hazar! İyi misin?" Kerem'in sesi endişeliydi. Bana doğru bir adım attı, ama ben geri çekildim.
Kafamı salladım, ürperdim. Kesinlikle bunu bir daha asla yapmayacağım. O anıları geri çağırmak, o acıyı yeniden yaşamak... Hayır, buna hazır değildim.
"Böyle iyi," dedim, sesim beklediğimden daha zayıf çıkmıştı. "Tek başıma daha mutluyum. Hem Allah'ın her günü görüşüyoruz zaten. Israr etmekten vazgeç."
Kerem iç çekti. "Hazar, biz senin aileniz. Seni seviyoruz ve senin için endişeleniyoruz. Neden bu kadar uzak duruyorsun?"
"Aile mi?" diye güldüm acı acı. "Benim için aile ne ifade ediyor biliyor musun? Yıllarca görmediğim, tanımadığım insanlar. Ve şimdi bir anda hayatıma girip her şeyi değiştirmeye çalışıyorsunuz."
Kerem'in yüzündeki ifade yumuşadı. "Biliyorum, kolay değil. Ama biz de senin kadar acı çektik. Seni kaybetmek..."
Sözünü kestim. "Beni kaybetmediniz. Ben hep buradaydım. Sadece... farklı bir yolda."
"Ve şimdi o yolları birleştirme zamanı," dedi Kerem. "Bak, zorla güzellik olmaz, bunu biliyorum. Ama en azından bir şans ver. Beş abi, bir abla... Hepimiz seni bekliyoruz."
Gözlerimi kapadım. Onların yanındayken, sanki yıllardır beraber yaşıyormuşuz gibi hissediyordum. Bu his... Bu his beni korkutuyordu. Çünkü bu hissi hiç sevmemiştim. Ait olmak, bağlanmak... Ya sonra yine kaybedersem?
"Kerem abi," dedim sonunda. "Anlıyorum, gerçekten. Ama bu benim için çok zor. Her birinizle karşılaştığımda, geçmişin hayaletleriyle de yüzleşmek zorunda kalıyorum. Bu... bu beni yıpratıyor."
Kerem elini omzuma koydu. Bu kez geri çekilmedim. "Hazar, geçmişi değiştiremeyiz. Ama geleceği birlikte inşa edebiliriz. Biz senin aileniz, senin kanınız. Bizi reddetmek, kendini reddetmek demek."
Derin bir nefes aldım. "Belki... belki haklısın. Ama buna hazır değilim. Zaman... biraz daha zamana ihtiyacım var."
Kerem başını salladı. "Anlıyorum. Ama unutma, biz her zaman buradayız. Ne zaman hazır olursan..."
"Biliyorum," dedim, ilk kez gülümseyerek. "Teşekkür ederim, Kerem abi." Aramızda başka bir konuşma geçmemiş öylece duruyorduk.
Saatlerdir korku sahnelerine ev sahipliği yapabilecek kadar ürkütücü ormana bakıyordum. Ağaçların çıplak dalları gökyüzüne doğru uzanıyor, sanki yardım ister gibi çaresizce kıvrılıyordu. Rüzgârın uğultusu, yaprakların hışırtısı ve uzaktan gelen belirsiz sesler, tüylerimi diken diken ediyordu.
"Buraya neden ev yapmak istersin amk?" diye mırıldandım kendi kendime. "Korkunç bir yer anasını satayım."
Kerem'e döndüm, gözlerimde karışık duygular dans ediyordu. "Bu yeri çok mu aradınız?"
Kerem de benim gibi ölü ağaçlara göz gezdirdi. Yüzünde garip bir ifade vardı, sanki bu manzara onu da rahatsız etmişti. "Ailemin böyle yerlerde çok fazla deposu var," dedi sakince. "Burayı özellikle seçmedik."
Aklımdan tuhaf düşünceler geçmeye başladı. O değil de, burada biri ölse kimsenin ruhu bile duymazdı. Acaba ormanda gömülü birileri var mıdır?
Sanki düşüncelerimi okumuş gibi, Kerem aniden konuştu: "Burası özel mülk. Etrafı yüzden fazla koruma koruyor. Bu araziye gömülü kimse yok."
Kaşlarım havalandı. Bu herifin sadece gözlerime bakarak ne düşündüğümü bilmesi korkunçtu. Gözlerimi ondan kaçırdım, sanki bakışları ruhumu delip geçiyordu.
"Ama ileride olabilir, öyle değil mi?" dedim, yarı şaka yarı ciddi bir tonla.
Bir askere bunları söylemek ne kadar doğruydu bilmiyordum. Her neyse, şaka yaptığımı zannediyordu, bu da işime geliyordu.
Kerem'in yüzü birden ciddileşti. "Karan'ı öldürdüğünü biliyorum ve videoyu izledim," dedi, gözlerini bana dikerek. "Asrın'ın annesini sen mi öldürdün?"
Bu soru beni hazırlıksız yakaladı. Video her yerden yok edilmişti, bunu ne zaman izlemişti? Yalan söylemek sanat olsaydı elimde binlerce ödül olurdu.
"Tch.." diye başladım, sesim hafifçe titreyerek. "Ben onu öldürmedim. O gün Nur ve ben evde yalnızdık. Eve korumalar girip bize hiçbir şey söylemeden bizi vurdular. O an öleceğimi zannettim ama ölmedim. Onu öldürdüğümü söyledim çünkü Asrın'ın onun acı çekmesini istedim."
Susup derin bir nefes aldım. İnanıp inanmamak ona kalmıştı. Kerem'in yüzünde şaşkınlık ve şüphe karışımı bir ifade belirdi.
"Ben biraz etrafta dolaşacağım," dedim, onun cevap vermesine fırsat vermeden.
Onu orada bırakarak yürümeye başladım. Bakalım bu depolarda ne vardı? İlk gördüğüm depoya girdim ve içeriyi incelemeye başladım. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Silah vardı, her yerde... Bundan başka bir şey yoktu, sadece silah.
Aklımdan geçen düşünceyi sesli olarak dile getirdim: "Sadece silah satmakla bu kadar zengin olmazdı bu aile."
Deponun altını üstüne getirdim, her köşeyi, her rafı didik didik ettim. Ama silahtan başka bir şey yoktu. Hayal kırıklığı ve frustrasyon içimi kemiriyordu. Burada zaman kaybı olmuştu benim için. Deponun çıkışına doğru yürümeye başladım, ayak seslerim boş depoda yankılanıyordu.
Tam o sırada bir koruma bana yaklaştı. Yüzünde ifadesiz bir maske vardı, ama gözlerinde bir tedirginlik seziyordum. "Efendim," dedi, sesinde hafif bir titreme ile, "bu zarf size gelmiş."
"Sikeyim böyle işi," diye mırıldandım kendi kendime. Zarfı elinden alınca o yanımdan ayrıldı, adımları hızlı ve gergindi. Zarfın içindeki kağıdı çıkarıp okumaya başladım. Kalbim, okuduğum her kelimeyle birlikte daha hızlı atmaya başladı.
"Korumana çok değer veriyorsun öyle değil mi Hazar? İyi bir çocuk, ölecek olması üzücü."
Elim ayağım titredi. Hayır, bu olamaz. Hayır, hayır, bunu yapmış olamazlar. Korku ve öfke damarlarımda buz gibi bir akıntıya dönüştü. Koşarak depodan çıktım, ayaklarım beni neredeyse kendi iradesiyle taşıyordu.
Dışarı çıktığımda, Safir ve Kerem'i telaşla arabaların önüne gelmiş halde buldum. Yüzlerindeki ifade, içimi daha da kararttı.
"Safir! Ne oluyor?" diye bağırdım, sesim çaresizlikle doluydu.
Safir, arabasına binmeden önce konuştu, sesi titriyordu: "Neslihan ona saldırı düzenlemiş."
Ne? Bu kelimeler beynimde yankılandı. Arabama binip aracı çalıştırdım, ellerim direksiyonu sıkıca kavramıştı. Kafamın içinde binlerce soru dönüyordu. Bunu kim yapabilir? Feza onunla birlikte gitmişti. Allah'ım lütfen ona bir şey olmasın, o ölmeyi hak etmiyor.
Yolda giderken, gözlerim çılgınca etrafı tarıyordu. Sonunda ana yolun kenarındaki arabayı görebildim. Kalbim göğsümde çılgınca atıyordu. Arabayı kenara çekip indim ve hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Safir, kardeşi Neslihan'ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Arabaya baktım, içi boştu. Kalbimi tuttum, sanki biri onu avucunda sıkıyormuş gibi hissettim. Bunu yapan her kimse, onu öldürmek için sabırsızlanıyorum.
Onların yanına yaklaşıp konuşmaya başladım, sesim gergin ve öfkeliydi: "Neslihan, Feza... O nerede?"
Neslihan kafasını kaldırıp gözlerini gözlerime dikti. Gözleri kıpkırmızıydı, yanaklarından yaşlar süzülüyordu. "Ben ne olduğunu anlamadan etrafımızı sardılar," dedi, sesi titreyerek. "Onu zorla arabadan indirip götürdüler."
Bu sözlerle birlikte Neslihan yeniden ağlamaya başladı. Sinirle saçlarımı çekiştirip ileri geri yürümeye başladım. Öfke ve çaresizlik içimi kemiriyordu.
"Lanet olsun!" diye bağırdım, yumruğumu arabaya vurarak. "Kim bunlar? Nasıl bu kadar yaklaşabildiler?"
Kerem yerden kalktı, yüzünde garip bir ifadeyle konuşmaya başladı. "Tamam, kardeşimiz iyi, önemli olan bu." Sesi, durumun ciddiyetini kavrayamamış gibi çıkıyordu.
Ona inanamayarak, sinirle baktım. Gözlerim alev alevdi, sesim buz gibiydi. "Ciddi misin sen? Feza yok, onu bulmamız gerekiyor. Bu nasıl bir tepki böyle?"
Safir, hala şok halindeki kardeşi Neslihan'ı nazikçe arabaya bindirdi ve yanıma geldi. Yüzünde garip bir ifade vardı, sanki bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. "O sadece bir koruma, Hazar. Bu kadar endişe etmeye gerek yok, onu buluruz."
Bu sözler, içimdeki öfke volkanını patlatmaya yetti. Üzerine yürüdüm, gözlerim onunkilere kilitlenmişti. "O sadece bir koruma değil," diye tısladım, her kelimeyi vurgulayarak. "O benim arkadaşım, kardeşim. O benim ailem. Onu bulamazsak ben de yokum artık, bunu unutma Safir Kızıltuğ."
Bu sözleri söylerken, sesim titriyordu. Sadece öfkeden değil, aynı zamanda korkudan ve endişeden. Onu orada, şaşkın bir ifadeyle bırakarak arabama yöneldim. Kapıyı sertçe çarparak bindim ve motoru çalıştırdım.
Ellerim titreyerek Atakan'ı aradım. İkinci çalışta açtı telefonu, sesi uykulu geliyordu.
"Alo, sorun mu var?"
Derin bir nefes aldım, kendimi sakinleştirmeye çalışarak. "Evet, büyük bir sorun var. Feza'yı kaçırdılar. Onun yerini bul bana, Atakan. Hemen."
Hattın diğer ucundan hışırtı sesleri geldi, Atakan'ın hızla hareket ettiğini tahmin edebiliyordum.
"Tamam, bulurum ben," dedi, sesi artık tamamen uyanık ve alarmdaydı. "Ama... onu öldürmek için mi kaçırdılar?"
Bu soru, içimdeki korkuyu daha da büyüttü. Sinirle direksiyona vurdum, acı elime yayıldı ama umursamadım. "Evet, bu yüzden elini çabuk tut. Her saniye önemli."
Telefonu kapatıp aracın hızını artırdım. 'Sadece bir korumaymış'... Bu sözler beynimde yankılanıyordu. İçimden bir ses, "Siz insanlık nedir bilmiyorsunuz," diye haykırıyordu. Onu bulmam gerekiyordu, ona zarar gelmesine izin veremezdim.
Saatler geçti, aramadığım yer kalmamıştı. Ama hiçbir iz yoktu, sanki yer yarılmış da içine girmişlerdi. Sinirle masaya tekme attım, acı bacağıma yayıldı ama bu bile beni sakinleştiremedi. Onu bulmak zorundaydım, başka bir seçenek yoktu.
Tam o sırada, salona bir koruma girdi. Yüzü gergindi, elinde bir zarf vardı. "Efendim, size zarf geldi."
"Sikeyim böyle işi," diye mırıldandım, zarfı hızla açıp içindeki kağıdı çıkardım. Ellerim titriyordu okumaya başlarken:
"Sokak... Çabuk olursan onu kurtarabilirsin."
Sinirle dişlerimi gıcırdattım, kağıdı avucumda buruşturdum. "Adres var," dedim, sesim buz gibiydi. "Oraya gitmem gerekiyor."
Evden çıkarken, Safir ve Kerem peşimden geldi. Yüzlerinde endişe ve kararlılık karışımı bir ifade vardı. "Biz de geliyoruz," dedi Kerem, sesi her zamankinden daha ciddiydi.
Başımı salladım, tartışacak zaman yoktu. Hızla arabaya bindim ve motoru çalıştırdım. Lastikler asfaltta iz bırakırken, peşimden çok sayıda araç geliyordu. Aynadan baktığımda, Safir ve Kerem'in arabasını, ardından da koruma ekibinin araçlarını gördüm.
Yol boyunca aklım sadece Feza'daydı. Ona bir şey olursa kendimi asla affetmezdim. "Dayanın Feza," diye mırıldandım, gözlerim yolda. "Geliyorum." Feza'yı kurtarmak için her şeyi yapacaktık, ne pahasına olursa olsun.
Birkaç saat sonra, yolun bittiği bir ormanın önünde durduğumuzda, arabadan fırladım. Ayaklarım beni ileri taşırken, arkamdan gelen ayak seslerini duyabiliyordum - korumalar, Safir ve Kerem de peşimden koşuyordu. Kalbim göğüs kafesimi delip çıkacakmış gibi atıyordu, nefesim hızlı ve düzensizdi.
Lanet olası orman git gide uzuyor, sanki bizi içine çekiyordu. Her adımda daha da derinlere dalıyorduk, ağaçların gölgeleri üzerimize düşerken, içimdeki korku da büyüyordu. "Dayanın Feza," diye mırıldandım nefes nefese, "Az kaldı, geliyorum."
Sonunda, ağaçların arasından gri, harap bir depo belirdi. Gözlerim hızla etrafı tarıyor, olası tehlikeleri arıyordu. Belimdeki silahı çıkardım, soğuk metal avucuma gömülürken bir nebze güven verdi. Kapıya vardığımda, derin bir nefes alıp tekmeyi savurdum. Kapı gıcırdayarak, sanki bir çığlık atarmışçasına açıldı.
İçeri daldım, gözlerim karanlığa alışmaya çalışırken her köşeyi tarıyordu. Safir seslendi arkamdan, "Dikkatli ol Hazar, tuzak olabilir!" Ama ben onu duymuyordum bile, tek düşüncem Feza'yı bulmaktı.
Biraz ilerleyince onu gördüm. Zaman durdu sanki. Silah elimden kayıp yere düştü, metal zemine çarparken çıkan ses boş depoda yankılandı. Olduğum yerde donup kalmıştım, kalbimin kulakları sağır eden atışları dışında hiçbir şey duyamıyordum.
"Hayır," diye fısıldadım, "Hayır, bunu yapmış olamazlar." Ağır adımlarla ilerlemeye başladım, her adım sanki bir asır sürüyordu. Yanına yaklaşıp dizlerimin üzerine çöktüm, yutkundum ama boğazımdaki yumru gitmedi.
"Fe-Feza!" diye seslendim, sesim titriyordu. "Uyan, ben geldim." Tepki vermiyordu. O bana mutlaka cevap verirdi, her zaman verirdi. Derin bir nefes aldım ama işe yaramadı, ciğerlerim hava almayı reddediyordu sanki.
Onu sarstım, önce nazikçe, sonra daha sert. "Hadi abi, şaka yapma. Kalk artık!" Ama hâlâ tepki vermiyordu. Safir yanımda diz çöküp kollarını bana doladı, sıcaklığı beni biraz olsun gerçekliğe döndürdü.
"Safir," dedim, sesim bir çocuğunki gibi çaresiz çıkıyordu, "Bir şey yap. Uyanmıyor." Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu, onları silmeye bile gücüm yoktu. Titreyen ellerimle onun nabzını kontrol ettim.
Ve o an, attığım çığlık tüm depoda yankılandı. Geç kalmıştım. Onu benden almışlardı.
"Feza, ölemezsin!" diye haykırdım, "Buna izin vermiyorum, kalk hadi!" Safir'den kurtulup ona sıkıca sarıldım. Neden? O ölmeyi hak etmiyordu. Yerde kanlar içindeydi, gömleği kırmızıya boyanmıştı.
Kerem yanımıza geldi, yüzü solgun ve gergindi. "Abim," dedi yumuşak bir sesle, "yapma böyle. Öldü o, kalkamaz."
Kafamı iki yana salladım, buna inanmak istemiyordum. Bu bir kabus olmalıydı, birazdan uyanacaktım ve Feza kahvaltı masasında bana gülümseyecekti.
"Feza, yalvarırım aç gözlerini," diye fısıldadım, sesim kırık ve çaresizdi. Neden? Neden sevdiğim herkes ölüyordu? Lanet olsun, neden hep ben geride kalıyordum?
Safir beni ondan ayırmaya çalışıyordu, sesi uzaktan geliyordu sanki. "Abim, yapma bunu kendine. Yapma, hadi kalk."
Ağlamam şiddetlendi, hıçkırıklarım tüm bedenimi sarsıyordu. O benimle ölüme bile gelirdi, ama ben yapamadım. Onu ölüme yalnız yolladım. "Canı çok acımış mıdır?" diye sordum kimseye, belki de kendime. Bıçaklanarak öldürülmüştü, canı çok acımış olmalıydı. Bu düşünce içimi daha da yakıyordu.
O sadece bir koruma değildi. O benim kardeşim, arkadaşım ve ailemdi. Ona veda bile edemedim.
"Bunu kim yaptıysa bulacağız Hazar," dedi Kerem, sesi öfke ve kederle doluydu. "Bırak artık onu. Gitmemiz lazım."
Zar zor konuşabildim, ağlamaktan sesim çatlak ve boğuktu. "İçim yanıyor Kerem, yüreğim kanıyor. Abi, bu acıya son ver. Yoksa bu yangınla herkesi kül etmeden durmayacağım."
Ve ben dediğimi yapamadım. Onlar yerine kül olan ben oldum. O gün, o depoda, sadece Feza'yı değil, kendimin bir parçasını da kaybettim. Geride kalan, sadece intikam ateşiyle yanan bir kabuktu.
✧✧✧
Yazarken ölümüne üzüldüğüm tek kişi Feza.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |