
Kaelan'ın gözleri, gökyüzünde uğursuzca çalkalanan bulutları taradı. Hava ağır ve pusluydu; rüzgâr, kadim ağaçların arasından süzülerek ona fısıldıyordu. Karanlık bir kehanet, dağların ve kuzeyin efendisine ulaşmadan bile çoktan ona sinmişti. Kaelan, derin bir nefes aldı ve buz gibi havayı ciğerlerine çekti.
Tyran'ın elçisi, mesajı sunmak için huzuruna çıktığında Kaelan'ın yüzü ifadesizdi. Parşömeni açmadan önce bile içeriğinde ne yazdığını biliyordu. Öfkeli, kibirli ve yakıcı Tyran... Her zamanki gibi kendi çıkarlarını gözetiyor, kendi yoluna başkalarını alet etmeye çalışıyordu. Fakat Kaelan onlardan biri değildi.
Ne ateşin, ne suyun, ne de bozkırın efendileriyle aynı safta olabilirdi. Onlar, doğayı kendi çıkarları için yok etmişlerdi. Kiminin ordusu hayvanları avlamış, kiminin selleri toprakları yutmuş, kimisi ise ormanları yakmıştı.
Onlara nasıl güvenebilirdi?
Kaelan, Tyran'ın mesajını yavaşça yırttı ve uçuşan kağıt parçaları soğuk rüzgârla savrulurken, içindeki öfkenin dağları bile titretecek kadar büyük olduğunu hissetti. Gözlerini sıktı, çenesini gerdi. İnsanlara ve onların açgözlülüğüne duyduğu nefret, damarlarında bir isyan gibi kaynıyordu. Ancak şimdi öfke değil, bilgelik lazımdı.
Sessizce ağır adımlarla tahtından kalktı ve pelerinini omuzlarına attı. Sırtında işlenmiş geyik motifleri, doğanın Kaelan üzerindeki hükmünü gösteriyordu. Onun halkı, onun gücü doğaydı. Ve doğa, ona daima cevap verirdi. Adımlarını sertçe yere vurarak ormanın derinliklerine yöneldi.
Gök gürültüsü, adımlarına eşlik ediyordu. Toprak, ayaklarının altında ezilirken Kaelan'ın kasları gerildi. Sert çehresi, her zamanki soğukluğunu koruyordu ama içindeki fırtınayı ancak kutsal ağaç yatıştırabilirdi. Kıvrılan köklerin ve yosunla kaplı taşların arasından ilerledi. En sonunda, yüzyıllardır burada duran o ulu ağacın karşısına geldi.
Ağaç, devasa gövdesiyle göğe uzanıyordu. Dalları, rüzgârla hışırdarken Kaelan'ın ruhuna bir şeyler fısıldıyordu. Elleriyle kadim kabuğa dokunduğunda, ağacın yılların bilgeliğini taşıyan sesi yankılandı.
"Vaelkar uyandı."
Kaelan'ın gözleri aniden irileşti. Tahmini doğruydu.Bu ismin ne anlama geldiğini biliyordu. O, tarihin karanlıklarından kopan bir lanetti. Bir kez daha gözlerini sıktı, dişleri kenetlendi.
"Biliyorum." diye fısıldadı Kaelan, sesinde hiçbir korku emaresi olmadan. "Ama düşmanlarımın yanında olmayacağım."
Ağaç, bir süre sessiz kaldı. Sonra dalları hışırtıyla eğildi, yapraklarından soğuk bir çiy damladı. "O halde, halkını tek başına koruyacaksın."
Kaelan'ın yüzü sertleşti. Güçlü parmakları, ağacın kabuğunda hafifçe gezindi. "Onlar bana ihanet etti. Şimdi mi birlik olmak istiyorlar?" diye hırladı.
"Benim halkımı kıyıma uğratanlar, şimdi benden yardım mı istiyor?"
Kutsal ağaç, bir süre sessiz kaldı. Sonra fısıltısı Kaelan'ın kulaklarında yankılandı. "Onlara güvenmek zorunda değilsin. Ama Vaelkar'a tek başına karşı koyamazsın."
Kaelan başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Fırtına onun gözlerindeydi. Halkı, toprağı ve hayvanları için savaşacaktı. Ama bunu kendi bildiği yoldan yapacaktı.
"Tyran'a bir cevap göndermeyeceğim." dedi soğuk bir sesle.
"Ama bilsin ki ben de bu savaşın içindeyim. Kendi yöntemimle."
Sonra döndü, ağır adımlarla ormandan çıkarken etrafını saran vahşi yaratıklar ona eşlik etti. Kuzeyin ve dağların efendisi kararını vermişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |