Gecenin mutlak karanlığı içinde, gökyüzünü kesen gri bulutlar ay ışığını yutmuştu. Havanın keskin kokusu, çürüyen etin ve eski kanın metalik aromasını taşıyordu. Rüzgâr, yankılanan iniltiler gibi hışırtılarla mezarların arasından süzülüyordu.
Vaelkar, ölümün soğuk tahtına oturmuştu. Kan büyüsüyle dokunmuş gövdesi, adeta eski bir çağın lanetli kalıntısıydı. Solgun teni, göz çukurlarına gömülü alev gibi yanan kızıl gözleri ve uzun, siyah saçlarının rüzgârda dalgalanışı...
Karşısında diz çökenler, onun için ölümden geri çağrılmıştı. Çürümüş derileri kemiklerine zor tutunan savaşçılar, gözlerinde hiç sönmeyen bir açlıkla Vaelkar'ı izliyordu. Aralarında, kan büyüsünü yapan büyücü de vardı. Siyah cübbesi ve kemikten dokunmuş tacı, ona lanetli bir bilgelik veriyordu. Gözleri Vaelkar'ın huzurunda korkuyla eğilmişti.
Vaelkar, derin bir nefes aldı. İçine çektiği hava, göğsünde yankılanan bir fırtına gibiydi. Kollarını açtı ve tüm orduya hitap etti.
"Bu ölüler için son çağrıdır!"
Sesi, mezar taşlarını titreten bir kudretle yankılandı.
Biz, unutulmuşların, ihanet edilmişlerin, katledilmişlerin ordusuyuz!
İnsanlık, kendi hırsları ve kibirleri uğruna bizleri ezip geçti. Onlar kan döktü!
Ama şimdi, ölümün içinden doğan ben, Vaelkar, onların yargıcı olacağım!"
Ölüler, sessizlik içinde titredi. Bir zamanlar korku onlara uzaktı, ama şimdi, ölümü bile titreten bir kudret karşısında diz çöküyorlardı.
"Bana ihanet edenleri yakacağım. Beni unutanları paramparça edeceğim. Krallıklarını dize getireceğim. İmparatorluklarını küllere gömeceğim!"
Kan büyüsünü yapan büyücü, Vaelkar'ın önünde diz çöktü. "Efendimiz... Onlar henüz farkında değil. Fakat yakında korkularına boyun eğecekler."
Vaelkar, başını hafifçe eğdi. Dudaklarına soğuk bir gülümseme yerleşti. "O halde onlara ilk işaretimizi gönderelim."
Gözlerini dört krallığa çevirdi.
Her biri için bir mesaj hazırlanmalıydı.
.
Bozkırın geniş düzlüklerinde, Altun'un en sadık kurtları sürüler halinde koşuyordu. O sabah, güneşin ilk ışıklarıyla bir avcı kampı sessizce uyandı. Ancak çadırlarının önünde yatan şey, her şeyi değiştirdi. Henüz yeni doğmuş, gözleri bile açılmamış ölü bir kurt yavrusu. Bedeni henüz sıcaktı. Fakat boğazı kesilmiş, kanıyla toprağa Vaelkar'ın simgesi çizilmişti.
Haber, Altun'un sarayına ulaştığında bozkırın rüzgârı bile bir an durdu. Bu, basit bir tehdit değildi.
Bu, savaşın çalan ilk davuluydu.
Dağların rüzgârla şarkı söylediği orman diyarında, Kaelan kutsal ağacının gölgesinde oturuyordu. Fakat bir sabah, köklerinden koparılmış devasa bir ağaç, saray kapısına yığılmıştı. Kaelan gözlerine inanamadı. Bu ağaç, krallığının kutsal sembolüydü. Kesilmiş gövdesinin üzerinde kanla tek bir kelime yazıyordu:
Öfkesi, içindeki fırtına gibi kabardı. Bu, Vaelkar'ın ona meydan okuyuşuydu.
Denizin soğuk mavisi, o gün ölümün rengini taşıyordu. Elion, her sabah olduğu gibi kıyıya çıkmıştı. Ama o gün, dalgalar ona bir armağan getirmişti. Binlerce ölü balık, suyun üzerinde dalgalarla dans ediyordu.
Suların hükümdarı, derin bir nefes aldı. Gözleri karardı.
O derin mavilerde Vaelkar'ın silüetini görmüştü.
Ateşin diyarı, volkanik kayalıklarla çevrili, alevlerin içinde yükselen bir şehirdi. Fakat o sabah, gökyüzü dumanla değil, küle dönmüş tüylerle doluydu. Sarayın kapısına bırakılmış yanmış bir anka kuşu cesedi yatıyordu.
Tyran, ölü kuşu avuçlarının arasına aldı. Dudaklarını sıktı. Anka, yeniden doğuşun sembolüydü. Fakat bu, ölümün nihai zaferiydi.
Her krallık, kendi mesajını aldığında artık Vaelkar'ın döndüğünü anlamıştı.
Ve bu savaşın sonunda, sadece biri hayatta kalacaktı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |