168. Bölüm

168. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

KARAN KIZILTUĞ

 

 

Uyandığımda ilk fark ettiğim şey onun nefesiydi. Düzenli, sakin… Göğsümde bir ağırlık gibi değil, bir aitlik gibi duran başı. Perdelerin arasından içeri sızan sabah ışığı, saç tellerine değdiğinde, sanki gece hiç bitmemiş gibiydi. Sanki hâlâ dün gecedeydik…

Bir gecede insanın yüreğine bu kadar dokunabilir mi bir kadın?

Dokundu.

Ve ben, elim kolum bağlı, o dokunuşun ortasında öylece kaldım.

Kolum hâlâ omzunda. İçgüdüsel bir sahipleniş gibi… Kendi bedenimden çok onun tenine ait gibiydi bu dokunuş.

Kaybetmek istemediğim tek yer, onun yanımda olduğu yerdi.

Başımı eğdim, saçlarına bir öpücük kondurdum. Yavaşça. Sanki uyanmasın, sanki bu sabah biraz daha sürsün ister gibi.

“Uyandın mı?” dedim.

Bilmiyorum neden sordum. Belki cevabını duymaktan korkuyordum. Belki o uyanınca bu büyü bozulur sandım.

“Uyanmak istemiyorum,” dedi gözlerini açmadan.

İçimden bir tebessüm geçti. Onu ilk gördüğümde böyle bir sabahı hayal bile etmemiştim.

Ama şimdi… sadece burada olması yetiyordu.

“Uyanmasan da olur,” dedim. “Sadece burada ol. Kollarımda...”

Gözlerini açtı, uzun uzun yüzüme baktı. Neye baktığını bilmiyorum ama içinde bir şeyle savaştığını hissedebiliyordum.

O bana geçmişinden arta kalan tek yerdi.

Ben ise, onun geleceğinde olmak isteyen tek adamdım.

“Birazdan gidecek misin?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım. “Hiçbir yere gitmiyorum. Bugün senden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyeceğim.”

Yüzü yumuşadı. İçinde bir şeyin çözüldüğünü hissettim. O an anladım ki, onun savaşmak zorunda olmadığı bir yer olmak istiyordum.

Sadece sevilmek için değil…

Anlaşılmak için de değil…

Yanında sessizce var olmak için.

Elini tuttum. Parmaklarını avuçlarımın arasına aldım, her birini ayrı ayrı öptüm.

Çünkü bu eller bana dokunduğunda, her şeyin yerli yerine oturduğunu hissediyordum.

Yavaşça dudaklarımızı birleştirdim. Eli yanağıma uzandı masumca, yavaşça öptüm. Dudaklarını ,dilini bir şeker misali emdim tadına vardım. Geri çekildiğimde gözleri kapanmıştı. Ellerim saçlarını sevdi.

Kırılmış hiçbir şey sonsuza dek eksik kalmak zorunda değilmiş meğer.

“Ben bu sabahı hep hatırlayacağım,” dedi. “Çünkü ilk defa… sabahı sevdim.”

İçim titredi. Çünkü o cümlede, bana ait bir sığınak gizliydi.

Onu kendime çektim. Alnına dudaklarımı yasladım.

“Sadece sen ol yeter,” dedim. “Gitme.”

Gözlerini kapadı. Gidecek hiçbir yeri kalmadığını söyledirtmeden anladım.

Ve o sabah, ilk defa bir günün sabah gibi değil, hayatın başlangıcı gibi olduğunu düşündüm. İnsanın başına ne zaman ne geleceği belli olmaz ama bazı sabahlar, günün kendisi gibi durudur. Bu sabah da öyleydi. Ne fazlası vardı ne de eksiği. Sadece biz vardık.

Mavişimi izlerken onun benden habersizce gülümsediğini gördüm. Kim bilir ne düşündü? Belki huzurluydu. Belki ilk kez hiçbir şey düşünmemeyi deniyordu.

Kalktı. Odanın içinde çıplak ayakla yürüdü. Perdeleri biraz araladı. Gün ışığı odayı sardı. Ben hâlâ yatağın ucunda, sanki zamanı yavaşlatmaya çalışır gibi oturuyordum.

“Birlikte kahvaltı yapalım mı?” diye sordu.

Sesi, bir davet gibi değil… bir teklif gibi değil… sanki bir dua gibiydi.

"Hayatımızın geri kalanında her sabaha birlikte uyanalım" demenin sessiz haliydi o cümle.

“Senin yaptığın kahvaltıya kim hayır diyebilir ki?” dedim.

Mutfakta onun peşinden yürürken, hâlâ üstümdeki tişörtü giymiş halini seyretmekten kendimi alamadım.

Her hareketi, bana ait bir hayal gibiydi. Gerçek ama aynı anda dokunmaya kıyamayacak kadar kırılgan.

Beraber çay demledik, peynir kestik, ekmek kızarttık. O pencereleri açtı, ben onu izledim.....

Küçük bir evin içinde büyük bir hayat kurar gibi.

Sanki yıllardır birlikteymişiz de, bugün yine sıradan bir sabahı paylaşıyormuşuz gibi.

Kahvaltı sırasında susmadı. Onu dinlemeyi ne kadar sevdiğimi fark ettim.

Savaşlardan, görevlerden, geçmişin suskun gecelerinden sonra…

Onun sesi bana yaşam gibi geliyordu.

İkindiye kadar zaman su gibi aktı. Kahve içtik, biraz kitap karıştırdık, koltuğa uzandık. Başını göğsüme yasladığında içimden geçeni söyledim:

“Keşke böyle kalsak…”

O hiçbir şey demedi. Sadece elimi tuttu.

Çünkü bazı duaların cevabı sessizliktir. Hissedilmesi gerekir, söylenmesi değil.

Ama tam o anda…

Telefon çaldı.

Bakmadan bile anladım.

Bir şeylerin değişeceğini hissedersin ya, işte öyle bir andı.

Ekrandaki isim donup kalmış gibiydi. Albaydan gelen bir mesaj:

"Derhal merkeze dön."

Telefonu masaya bıraktım. Gözlerine bakamadım önce. Ama gözleri, çoktan beni okumuştu.

“Gitmen gerekiyor, değil mi?”

Yavaş söyledi. Sakin. Ama sesinin içi kırılmıştı.

Başımı eğdim. “Af dileyecek bir durum değil bu… Ama seni böyle bırakmak içime oturuyor.”

Bir şey söylemedi. Sessizce ayağa kalktı. Ceketimi getirdi. Elini cebime uzatırken parmaklarıma bir not sıkıştırdı.

“Ben alışırım, Karan,” dedi.

Sesi, sandığımdan çok daha güçlüydü. Ama o güç… dirençten değil, sevmekten doğan bir güçtü.

“Güvende ol, tamam mı?”

Sarıldım. Öyle bir sarıldım ki, kalbim onun göğsüne geçecek sandım. Saçlarını öptüm. Gözlerini, alnını…

O sabahın kokusunu, tenini, susuşunu içime hapsettim.

“Döneceğim,” dedim. “Ne olursa olsun sana döneceğim.”

“Bekleyeceğim,” dedi.

Kapıdan çıkarken elim hala cebimdeydi. Parçalanmamak için zor tuttum kendimi.

Görevdi bu. Mecburiyetti. Ama bu kez ilk kez arkamda bir ev, bir kadın, bir hayat bırakıyordum.

Şehrazat’tı o hayat.

Karargâh kapısından içeri adımımı attığım anda, zaman farklı bir ritimle akmaya başladı. Sanki dış dünyada yaşadığım o sabah… o sessizlik… o ten kokusu, buraya gelince silinmişti.

Burada duygu değil, disiplin vardı.

Sevda değil, görev.

Koridor boyunca yürürken bot seslerim metal duvarlarda yankılandı. Kafamda bin düşünce, kalbimde bir yemin… ama yüzümde hiçbir şey yoktu. Öğretilmişti bu. İçindekileri dışarı sızdırırsan, zayıf görünürsün. Zayıf adam, burada uzun kalmazdı.

Kapıyı ittiğimde içerideki sesler hemen susmadı. Tim masanın etrafında toplanmıştı. Harita açılmış, ortasında kırmızı çemberle işaretlenmiş bir bölge vardı.

İlk konuşan Rıdvan abi oldu.

“Geldi bizimki” dedi, ayağa kalkarken. Omzuma sert bir tokat indirdi. “vedalaşmak zor oldu sanırım.”

Gülümsedim. Rıdvan abi, hem komutan yardımcısı hem abi gibiydi bana. Yaş farkı vardı ama bizim timde hiyerarşi biraz kalple çalışıyordu.

Ateş araya girdi. “Ne zaman evlendin be? Adam yüzüğü parmağına değil kalbine takmış gibi geldi.”

“Saçmalamayın,” dedim. Gülümsesem de boğazımda bir düğüm vardı. “Görev nedir, ona bakalım.”

Dursun çaktırmadan çay uzattı. “İç, komutanım. Gece görevi var. Ayık ol.”

O an odanın diğer ucundan bir ses geldi.

“Şakalaşmayı bırakın. Karan, sen de gel.”

Albaydı. Sert, keskin ve net.

Yanına yaklaştım. Masadaki haritaya bir daha baktım. Bu kez detaylarıyla.

“Hududun sıfır noktasında yeni bir geçiş hattı oluştu,” dedi.

“Yasa dışı silah transferi yapılıyor. Bize gelen istihbarat, bu hattın sadece bir lojistik koridor değil, aynı zamanda komuta merkezi olduğuna dair. Dikkatli olacaksınız.”

Sinan araya girdi. “Yani içeride biri mi var?”

Albay başını eğdi. “Henüz teyitli değil. Ama içeride biri varsa, o kişi sadece bilgi sızdırmakla kalmıyor; ekiplere yön de veriyor. Siz bu gece geçeceksiniz. Sessiz. Temiz. Hızlı.”

Devran bir adım öne çıktı. “Operasyon süresi?”

“Gidiş-geliş dahil sekiz saat. İlk beş saatte hedef noktaya ulaşıp bilgiyi alacaksınız. Geri kalan üç saatlik dilim, temizlik ve çıkış için.”

Sonra bana döndü.

“Karan, tim senin. Güveniyorum.”

Sadece başımı salladım.

“Biz bu gece oraya girip sabah olmadan döneriz komutanım.”

Ali ciddiyetle mırıldandı. “İçimizden biri eksik dönmeyecek değil mi? Alparslan komutanım ile Eflal bacım yok sayı olarak eksiğiz...”

O an herkes sustu. Çünkü bu cümle, her görevin ortasında kalbimizde duran o cevapsız soruydu.

Kimse cevap vermedi. Veremezdi.

Masadaki harita toplandı. Rıdvan abi gözümün içine baktı.

“İçin rahat mı?”

Gözümde Şehrazat belirdi bir an. Sabahın teni, çayın buğusu, gözlerinin sessizliği…

“Rahat değil,” dedim.

“Ama hazırım.”

Ve biz hazırlandık.

Silahlarımız, telsizlerimiz, yedek mühimmatlar… Gökyüzü kara bulutlarla dolmadan önce biz harekete geçecektik.

Bu bir görevdi.

Ama aynı zamanda hayatımdan bir şeyler eksilmesin diye ettiğim bir savaştı.

***********************

Gece çökmüştü. Ay, puslu bir perde arkasından kendini göstermeye çalışıyor; rüzgar, çalıların arasından geçen bir fısıltı gibi esiyordu.

Sınır çizgisine vardığımızda konuşmalar durmuştu. Artık sadece göz temasıyla anlaşıyorduk. Bu saatten sonra tek bir ses, tek bir titrek adım... bütün görevi çöpe atardı.

Hedef belliydi:

Üç kilometre ötemizde, dağın yamacına gizlenmiş küçük bir taş yapının altında gizli bir geçit vardı. İçeride hem mühimmat hem de bilgi sağlayan bir hedef şahıs olduğu düşünülüyordu.

Ben önde, Rıdvan abi arkamda. Sağ kanatta Sinan ve Dursun, solda Devran ve Ali. Ateş ise gözcü pozisyonundaydı. Herkes nefesini tutmuş, gölgelerin içine sinmiş gibiydi.

İlerlerken ayaklarımızın altındaki toprağı tanıyorduk artık. Nerede taş yuvarlanır, nerede dal kırılır…

Bu iş sadece cesaretle yapılmazdı. Sessizlik, sadakat ve soğukkanlılık isterdi.

Telsizden Ateş’in sesi fısıltı gibi düştü kulağıma:

“İki kişi… kuzeydoğu yamacında devriye. Sessiz geçin.”

Elimle işaret verdim. Rıdvan abi hemen Dursun’u yanına aldı, alternatif rotaya yöneldiler.

Kalbim atıyordu ama ritmini kontrol altına almıştım. Çünkü içeride korkuya yer yoktu. İçeride sadece plan vardı.

Yapının etrafına ulaştığımızda beklediğimizden daha yoğun bir hareketlilik vardı. Gece karanlığında belli belirsiz üç dört siluet dönüp duruyordu. Ellerinde uzun namlulu silahlar, çevreyi kolaçan ediyorlardı.

Sinan fısıldadı. “Bunlar sadece nöbetçi değil. Eğitimliler. Pozisyonları sağlam.”

“Biliyorum,” dedim. “Bu, içeride daha fazlası olduğunu gösterir.”

Dursun sağ cebinden mini termal kamerayı çıkardı, yapıya doğru çevirdi.

“İçeride beş sıcak nokta. Biri sabit oturuyor. Geri kalanı devinim halinde.”

Hedef içerideydi.

Bilgiye ulaşmak için oraya girmemiz şarttı.

El işaretiyle ekibi ikiye böldüm. Sağ grubu Rıdvan abiye verdim. Sol taraftan sızacaklardı. Ben, Ateş ve Sinan doğrudan girişe yöneldik.

Zaman daralıyordu. Her an, her şey değişebilirdi.

Ama o saniyede olmadı. O saniye, biz kazandık.

Sessizce yaklaştık, nöbetçiyi Ateş susturdu. Göz göze bile gelmedi adamla. Karşı duvara çarpan bir gölge gibi yığıldı yere.

İçeri ilk ben girdim. Küf kokusu, rutubet ve barut… yer altı geçidinin havası böyleydi.

Koridor dar, tavan alçaktı. Her adımımız yankılanıyordu ama dikkatliydik.

Ta ki…

Kopan gümbürtüye kadar... ses yüksek etkisi keskindi.

Bir ses… bir patlama sesi gibi.

Ve ardından karanlıkta bir bağırış.

“İçerideler!”

Pusu.

Bizim geldiğimizi biliyorlardı.

“Yat yere!” diye bağırdım.

Kurşunlar, beton duvarlara saplanıyordu. Sinan’la arkamızdaki varili devirdik, siper aldık. Rıdvan abi telsizden bağırdı:

“Arka çıkışa yöneldiler, kesiştiriyorum!”

Devran ve Ali yan kapıdan içeri girdiğinde içerisi kargaşaya dönmüştü. Düşman dağınıktı ama iyi organizeydi.

Ben hedef odasına yöneldim. Duvarları delen mermilerin arasından geçerek kapıyı tekmeyle açtım.

İçeride bir adam... ellerini kaldırmıştı. Göz göze geldik.

“Ben sadece bilgiyi tutuyorum. Silahım yok!” diye bağırdı.

Onu yere yatırdım. Sırt çantasına koyduğu belgeleri aldım. Haritalar, telsiz frekansları, bir not defteri…

Tam dışarı çıkacaktım ki Ateş bağırdı:

“Karan, sol!”

Refleksle yana atladım. Kurşun, sıyırarak omzumu geçti. O an içgüdüyle döndüm, hedefi yere indirdim.

Görev tamamlanmıştı ama her şey bitmemişti.

“Çıkıyoruz!” diye bağırdım.

Hızla tahliye rotasına geçtik. Ateş arkamı kolluyordu. Rıdvan abi en arkada kalıp çıkan son adam oldu. Kurşun sesi azalmıştı ama her an yeniden başlayabilirdi.

Hududa vardığımızda nefesimiz paramparça olmuştu. Sırtımızdan ter, gözümüzden barut akıyordu.

Ama yaşıyorduk.

Ve görev tamamlanmıştı.

Karargâha vardığımızda sabah yeni doğuyordu.

Ufukta beliren kırmızı çizgi, dağların ardından yavaşça yükseliyordu.

Bir gece daha… bir görev daha geride kalmıştı. Ama içimizde bıraktığı yankı kolay kolay sönmeyecekti.

İlk olarak cephanelik odasına geçtik. Silahlarımızı teslim ederken herkes sessizdi. Terimizin, kanın ve barutun karıştığı o gece artık üzerimizden yavaş yavaş soyuluyordu.

Omzum hâlâ sızlıyordu ama görev sırasında hissetmediğim acı, şimdi yerini bulmuş gibiydi.

Rıdvan abi yanıma geldi, bir sigara yaktı.

"İyisin, değil mi?"

Başımı salladım. “Yarık. Temiz geçmiş.”

“Bizim işte yarasız dönmek mucize artık,” dedi. Gözleri yorgundu ama içi rahattı.

Komutanlık binasına geçtiğimizde Albay bizi bekliyordu. Odanın içinde yürüyordu, elleri arkasında bağlı. Harita duvarda, notlar masasındaydı. Biz içeri girince döndü, hepimizi tek tek süzdü.

“Operasyon raporunu okudum. Belgeler elimizde. Hedef şahıs sağ, sorguya alındı. Ama içeride beklediğimizden fazlası varmış. Sizi tebrik ederim.”

Kimse bir şey demedi.

Albay bana döndü. “Karan, timi yine yara almadan çıkardın. Disiplinin ve sezgin sayesinde.

Ama bu iş burada bitmedi. O not defteri... daha büyük bir şeyin parçası olabilir. Hazırlıklı olun.”

“Her zaman, komutanım.”

“Dinlenin. Kolundaki sızı geçmeden bir başka göreve göndermem seni. Ama habersiz bırakmam da.”

O an her şeyin sessizleştiğini hissettim.

Görev tamamlanmıştı. Şimdi başka bir sorumluluğum vardı. Kalbimle ilgili olan…

Eve vardığımda, kapının önünde bir süre durdum. Elim zile gitmeden önce parmaklarımı yumruk haline getirdim, derin bir nefes aldım.

Sanki savaştan değil de, içimdeki duvarlardan geçip gelmiş gibiydim.

Zili çalmama gerek kalmadı. Şehrazat açtı.

Gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. Saçlarım terden yapışmış, omzumda sargı.

Yani, "iyiyim" diyemezdim ama yaşıyordum.

"Karan....."

Hızla kollarıma atıldı yüzünü boynuma gömüp kokumu solumaya başladı.

"Çok özledim seni."

Sesi sakindi ama gözlerinde bekleyişin bütün yükü vardı.

O kucağımdayken içeri girdim. Her şey bıraktığım gibiydi. Her şey sabitti.

Sadece o, biraz daha suskundu.

“Yaralandın mı?” diye sordu. Panik hali ile tebessüm ettim.

“önemli değil güzelim.”

Sanki aynı şeyi sabah da söylemiştim. Ama bu sefer başka bir anlamı vardı.

“Bir şey yemedin değil mi?”

“Hayır.”

Sözü uzatmadı. Elimden tutup mutfağa çekiştirdi.

Yemek hazırlamak değildi yaptığı… Kalbini alıp tabağa koymak gibiydi.

Ben o sandalyeye otururken içimden geçen tek şey şuydu:

Bu kadın bekledi. Hem de sessizce.

Yemeği yedim, tek kelime etmeden.

Son lokmayı yuttuktan sonra elimi tuttu. O an gözlerine bakabildim.

Dudakları titredi. “Bir gün dönmezsen... ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Döneceğim,” dedim. “Her defasında. Çünkü burada biri beni bekliyor.”

Sarılıp saatlerce kalmak istedim. Uyuyakalmak istedim onun kucağında.

Ama o başını göğsüme koydu. “Uyumadan önce bir şey söyle bana,” dedi.

“Ne istiyorsan.”

Gözlerini kapatırken fısıldadım:

“Seni her gece, her karanlıkta kalbimde taşıyorum.

Beni hangi görev çağırırsa çağırsın…

Dönmek için sebebim hep sen olacaksın.”

O gece, ne savaşı düşündüm ne de raporları.

Sadece onun nefesini… saçlarının kokusunu…

Ve yaşadığımı bana hatırlatan o kalp atışını…

Başını kaldırıp gözlerime baktı mavi gözleri parlıyordu dudaklarımızı birleştirdi. Belinden tutup kucağıma çektim. Geri çekildiğinde elimle yüzüne gelen saçlarını geriye ittim.

"Çok yorulmuşsundur. Hadi dinlenelim."

Küçük bedenini kucaklayıp yatak odasına ilerledim üzerimi değiştikten sonra onunla birlikte yatağa uzandım görevin getirdiği yorgunluk ve onun bahşettiği huzur ile uykuya daldım.

Bölüm : 09.07.2025 11:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Tuba eye / KUZGUN / 168. Bölüm
Tuba eye
KUZGUN

402.41k Okunma

29.68k Oy

0 Takip
174
Bölümlü Kitap
KUZGUN2. Bölüm3. Bölüm4. Bölüm5. Bölüm6. Bölüm7. Bölüm8. Bölüm9. Bölüm10. Bölüm11. Bölüm12. Bölüm13. Bölüm14. Bölüm15. Bölüm16. Bölüm17. Bölüm18. Bölüm19. Bölüm20. Bölüm21. Bölüm22. Bölüm23. Bölüm24. Bölüm25. Bölüm26. Bölüm27. Bölüm28. Bölüm29. Bölüm30. Bölüm31. Bölüm32. Bölüm33. Bölüm34. Bölüm35. Bölüm36. Bölüm37. Bölüm38. Bölüm39. Bölüm40. Bölüm41. Bölüm42. Bölüm43. Bölüm44. Bölüm45. Bölüm46. Bölüm47. Bölüm48. Bölüm49. Bölüm50. Bölüm51. Bölüm52. Bölüm53. Bölüm54. Bölüm55. Bölüm56. Bölüm57. Bölüm58. Bölüm59. Bölüm60. Bölüm61. Bölüm62. Bölüm63. Bölüm64. Bölüm65. Bölüm66. Bölüm67. Bölüm68. Bölüm69. Bölüm70. Bölüm71. Bölüm72. Bölüm73. Bölüm74. Bölüm75. Bölüm76. Bölüm77. Bölüm78. Bölüm79. Bölüm80. Bölüm81. Bölüm82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm85. Bölüm86. Bölüm87. Bölüm88. Bölüm89. Bölüm90. Bölüm91. Bölüm92. Bölüm93. Bölüm94. Bölüm95. Bölüm96. Bölüm97. Bölüm98. Bölüm99. Bölüm100. Bölüm101. Bölüm102. Bölüm103. Bölüm104. Bölüm105. Bölüm106. Bölüm107. Bölüm108. Bölüm109.Bölüm110. Bölüm111. Bölüm112. Bölüm113. Bölüm114. Bölüm115. Bölüm116. Bölüm117. Bölüm119. Bölüm120. Bölüm121. Bölüm122. Bölüm123. Bölüm124. Bölüm125. Bölüm126. Bölüm127. Bölüm128. Bölüm129. Bölüm130. Bölüm131. Bölüm132. Bölüm133. Bölüm134. Bölüm135. Bölüm136. Bölüm137. Bölüm138. Bölüm139. Bölüm140. Bölüm141. Bölüm142. Bölüm143. Bölüm144. Bölüm145. Bölüm146. Bölüm147. Bölüm148. Bölüm149. Bölüm150. Bölüm151. Bölüm152. Bölüm153. Bölüm154. Bölüm155. Bölüm156. Bölüm157. Bölüm158. Bölüm159. Bölüm160. Bölüm161. Bölüm162. Bölüm163. Bölüm164. Bölüm165. Bölüm166. Bölüm167. Bölüm168. Bölüm169. Bölüm170. Bölüm171. Bölüm172. BölümMUTLU SONSUZ174. Bölüm175. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...