57. Bölüm

57. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

MİHRE KARA

 

Mevsimlerle doluydu yüreğim. Belki de herkesin ruhunda bir mevsim, bir çiçek vardı. Berrak gökyüzüleri, baharda çiçeklenmiş dallar… Bilmiyorum, belki de benim için öyleydi. Kimsenin hayatını bilmediğimden, herkesi mutlu, herkesi güler zannetmiştim.

Çünkü benim baharlarıma karlar yağmış, mevsimlerim hep kışa dönmüştü. Yağmurlar akın etmişti topraklarıma. Kimse duymuyordu çığlıklarımı, kimse görmüyordu en güzel çiçeklerimin solduğunu. Karanlıklarda kalmıştım. Lodoslar, poyrazlar esmişti yüreğimde. Kimsenin anlamadığı, dinlemediği, bilmediği şarkıydım. Duymuyorlardı, görmüyorlardı; görmek için herhangi bir çaba da sarf etmiyorlardı. Sanki bütün dünya bir yana, ben bir yanaydım.

Mevsimsiz açmıştı işte çiçeklerim. Daha bahar gelmeden tomurcuklanmış, sonra da kara kışa teslim olmuşlardı. Ve ben bir kere daha talan oldum.

Karanlık kışıma bahar gibi, güneş gibi doğdu. Bakışlarımı yanımdaki adamdan çekemiyordum. Gülümseyerek etrafımızdaki ailemize bakıyordu. O, bana umut olmuştu. O, bana yaşama sebebi olmuştu. O, bana hayat olmuştu.

Peki ya ben? Bunca hiçliğime rağmen ona bir hayat olabilecek miydim? O böyle güzel gülerken, daha fazla gülümsemesi için ona güzel şeyler bahşedebilecek miydim? Bilmiyordum ki… Ne kadar istersem isteyeyim, benim hayatımda aydınlıklar yoktu ki. Hep karanlıklar vardı.

İlk defa o… İlk defa o, yüzümü güldürebilmişti.

Bana kimsesizliğimi, geçmişi, acılarımı unutturmuştu.

O, bana yeni kardeşler, dostluklar bahşetmişti.

O, bana babaannemi bahşetmişti.

O, bana Şirin gibi bir evlat bahşetmişti.

Ve her şeyden önemlisi, o bana kalbini vermişti. Sevmişti.

Peki değer miydim?

Bu soru, günlerdir kafamın içinde dönüp duruyordu.

Gerçekten değiyor muydum?

Ben onun düşündüğü gibi bir güneş, bir mücevher değildim ki…

Belki karanlık gökyüzünde küçük bir yıldız, geceyi aydınlatmaya yetmeyen…

Belki bir kaldırımdaki küçük bir çakıl taşı…

Ona verebileceğim tek şey sonsuz sevgimdi.

Onun belki şu an haberi yok ama ona sözüm olsun,

Benim Yaradan’a yeminim olsun,

Ömrüm yettiğince, bu adamı son nefesime kadar hep seveceğim.

Ve onun bana bahşettikleri için her gün Allah’a şükredeceğim.

— Güneşim, ne düşünüyorsun sen öyle?

Bana seslenmesiyle hızla kendimi toparladım. Zihnimimi, karanlık düşüncelerimden azat ettim. Öyle bir bakışı vardı ki… Benim için bulunmaz bir nimetti o. Olabildiğince gülümsemeye çalıştım.

— Hiç, hiçbir şey…

— Hiç öyle mi? Benim bu güzel güneşimin kafasından acaba neler geçiyor şu an? Senin o güzel aklının içinde olmayı öyle çok isterdim, bilemezsin…

— Kalbimin içindesin ya… Aklımın içinde olup ne yapacaksın?

Söylediklerimle gülümsemiş, sonra da beni göğsüne çekmişti. İkimiz de gülümseyerek çevremizdeki yakınlarımıza baktık. Her nasıl olduysa, bu sabah Umay ve Ayla hepimizi tek tek uyandırmış ve pikniğe gideceğimizi söylemişti. Tabii onların hevesini kırmamak adına hepimiz olabildiğince çarçabuk toparlanıp hazırlanmıştık.

İşin garip tarafı, sanırım bu konudan bir tek bizim haberimiz yoktu. Çünkü birkaç saat içerisinde kızlar, ellerinde sepetlerle kapıya dayanmışlardı. Onlardan birkaç dakika sonra Poyraz ve Çınar da gelmişti. Herkes bir hazırlık içindeydi. Ertuğrul'un önlemleriyle birlikte ormanlık bir alanda kendimize yer bulmuştuk. Bütün korumalar, gözle görünmeyecek şekilde etrafımızı sarmıştı.

Buraya geldiğimizde, Ertuğrul, Poyraz, Çınar, Arif, Kenan… Kısacası tüm erkekler mangal başına geçmişti. Biz kızlarsa sofraları hazırlamaya başlamıştık.

Gamze, nereden bulduğunu anlayamadığım papatyalardan küçük bir taç yapmış, bize doğru gülümseyerek geliyordu. Anladığım kadarıyla benim küçük kızım, o tacı epeyce beğenmiş olacak ki… Hiçbir tepki vermese de gözlerini Gamze'nin elindeki çiçeğe dikmişti. Sanırım bu, Gamze'nin de gözünden kaçmamış olacak ki gülümseyerek yanımıza geldi. Sonra da elindeki tacı Şirine'nin başına koydu.

Gerçekten de ona çok ama çok yakışmıştı.

Zaten bu güzelliğe yakışmayacak hiçbir şey yoktu ki…

— İşte şimdi gerçek bir prensese benzedin!

Söylediğiyle hepimiz gülmeye başladık.

Şirin, ilk baştaki yabaniliğini üstünden atmış, kızlara olabildiğince yakın davranmaya çalışıyordu. En azından ona yaklaştıklarında, eskisi gibi korkuyla kaçmaya çalışmıyordu. Sanırım o da artık farkındaydı; onlardan ona bir zarar gelmeyecekti. Buna en az kendim kadar güveniyordum.

— Gamze kızım, sen de şirkette işe başlamışsın, öyle mi?

Babaannemin söylediği şeyle hepimiz bir anda gülmeye başladık.

— Evet Seher Hanım, öyle oldu.

Babaannem, aldığı cevaptan memnun bir şekilde elindeki işi yapmaya devam etti. Ayşe Teyze ile salata yapmaya çalışıyorlardı. Her ne kadar biz yapmak istesek de, izin vermemişlerdi.

Gamze, olup biten her şeyi bize anlatmıştı. Tesadüfen iş görüşmesine gittiği şirkette Poyraz’la karşılaşmış. İşin daha da ilginci, şu an Poyraz onun patronuydu. Bu ikisini aynı iş yerinde düşünemiyordum. Poyraz, öfkesine hâkim olmakta biraz zorluk çekiyordu. Gamze ise inadına, bir insanın kör noksanını buldu mu —eğer o kişiye gıcıksa— inatla o noktaya basmaktan büyük bir haz alırdı. Ve adım kadar emindim ki, o şirketi Poyraz’a dar edecek, onu işe aldığına pişman edecekti.

Her ne kadar özür dileyip kendini affettirmiş gibi görünse de, Gamze’yi iyi tanırdım. Affetmiş olabilir ama asla unutmazdı. Ve Poyraz’a söylediklerini burnundan getirmeden durmayacaktı. Zaten işi kabul etmesinin en büyük nedeni de bence buydu.

— Poyraz’a acıyorum şimdiden.

Çiçek’in söylediğiyle hepimiz gülmeye başladık.

— Bu küçük Çiçeğe katılıyorum, kesinlikle Poyraz’a acıyorum. Çünkü bu cadının kafasındakileri gözlerinde okuyabiliyorum.

— Bence hepiniz abartıyorsunuz ve beni zerre kadar tanımamışsınız. Alt tarafı işe başladım! Biraz fazla abartmadınız mı?

Omuz silkip söyledikleriyle bu defa hepimiz kahkaha atmaya başlamıştık.

— Ne yapıyorsunuz siz bakayım burada? Kendimizi dışlanmış hissediyoruz, haberiniz olsun!

Ayla ve Umay’ın da gelip bizim yanımıza, kilimin üzerine oturmasıyla sohbetimize onlar da dâhil olmuştu.

— Bilmediğiniz bir şey değil aslında. Gamze’nin, Poyraz’ın yanına işe başlamasını konuşuyorduk.

— Aa, evet. Gerçekten de hayırlı olsun Gamzeciğim.

— Teşekkür ederim Ayla. Dilerim hayırlı olur.

Erkeklerin etleri getirmesiyle sohbetimiz bölünmüştü. Her birimiz, sofranın etrafında farklı bir noktaya oturmuştuk. Çiçek, direkt Arif’in yanına geçmişti. Ayla ve Umay ise babaannemin sağına ve soluna oturmuşlardı. Çınar, Nazlı’nın yanını kimseye kaptırmamak için olabildiğince hızlı hareket edip hemen soluna oturmuştu. Sağ tarafına ise Gamze geçmişti.

Çınar’ın bu hareketi hiçbirimizin gözünden kaçmamıştı. Hepimiz belli etmeden gülümsemek dışında hiçbir tepki vermemiştik. Son kalan boş yer Gamze’nin yanı olduğu için Poyraz, el mahkûm onun yanına oturdu. Ama bu durumdan ikisinin de hoşnut olmadığı açıkça belli oluyordu. Kimsenin huzurunu kaçırmamak için ikisi de susmak zorunda kalıyordu.

— Güneşim.

— Canım.

— Diyorum ki, yemekten sonra biraz dolaşsak mı etrafta?

— Olur, çok isterim.

Verdiğim cevaptan hoşnut bir şekilde, önümdeki tabağı alıp doldurmaya başlamıştı. Şirin’le ikimiz ortak tabaktan yediğimiz için, ikimize yetecek kadar doldurmuştu. Bu yaptığına gülümsemeden edemiyordum. Her hareketi, her sözü bizim içindi. Bizi düşünerek yapıyordu her şeyi.

Keyifle yenen yemeklerin ardından, Şirin’i babaannemlere teslim edip ayaklandık. Biraz ilerledikten sonra, parmaklarımın arasında sıcak parmaklarını hissettim. Bu dokunuş yetmemiş olacak ki hızla parmaklarımızı kenetledi, sonra da beklemeden beni göğsüne çekip sarılmıştı. Kolunu omzuma atıp ormanın içine doğru yürümeye başladı.

— Ertuğrul.

— Güneşim.

— Nereye gidiyoruz?

— Yürüyüş yapıyoruz.

— Anladım. Sence de biraz fazla uzaklaşmadık mı?

— Yok. Arkamıza bakarsak, bence hâlâ onları görebiliriz.

— hımmm yürüyüşümüz gözden kayboluncaya kadar mı sürecek, yani?

Söylediklerimle birkaç saniye duraksayıp yüzüme bakmıştı. Gözlerindeki karanlık gittikçe koyulaşıyordu.

— Belki güzel karımla biraz yalnız vakit geçirmek istemiş olabilirim.

— Yakışıklı kocamın böyle bir düşüncesi olduğunu bilseydim, onu daha erken kaçırırdım.

Söylediğimle kahkaha atmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra, akan küçük bir derenin yanına gelmiştik. Derenin bu yanından karşı tarafa küçük bir tahta köprü yapmışlardı ama oldukça hoş duruyordu. Tahta köprünün üzerinde durmuş, akan suyu seyrediyorduk. Doğal ortamların böyle bir etkisi vardı; huzur... Gerçekten huzur veriyordu.

Gözlerimi kapayıp rüzgârdan hışırdayan yaprak seslerini, akan suyun şırıltısını, ağaç dallarında ötüşen kuş cıvıltılarını dinledim. Arkama geçip kollarını belime doladı. Bedenimde hissettiğim sıcaklığı ile biraz daha gevşedim. Dudaklarını önce omzuma, sonra da boynuma bastırdı. Bedenimi biraz daha yasladım ona.

— Huzursun Ertuğrul... Varlığın, sesin, sıcaklığın... Her şeyin öyle huzur veriyor ki...

— Aşksın güneşim. Ruhuma, bedenime, kalbime sevgisin. Yaşamak, seninle mümkünmüş. Senden önce yaşamıyormuşum; seni tanıyınca anladım.

Gözlerimi usulca açtım, sonra da yönümü, ona çevirdim. Ellerimi kaldırıp parmak uçlarımla yanaklarına dokundum. Kirli sakalları tenime battı. Bunu hissetmek bile o kadar güzeldi ki... Boyum boynuna yetmediği için parmak uçlarıma yükseldim, yavaşça dudaklarımı önce boynuna, sonra da çenesine bastırdım.

— Ertuğrul, boyum sana yetişmiyor. Bence biraz eğilip beni öpmelisin.

Dediğimde önce gülümsemiş, sonra da kollarını belime dolayıp bedenimi hafifçe havaya kaldırmıştı. Bu şekilde yüzüm ona daha çok yaklaşmıştı. Beklemeden dudaklarımızı birleştirdim. Bir yandan da kollarımı ve bacaklarımı onun bedenine doluyordum. Beklemeden bana karşılık vermişti. Onun tadını almak, sıcaklığını hissetmek bana çok farklı duygular katıyordu. Daha önce hiç hissetmediğim şeyler... Üst dudağını ağzıma alıp emdim. Kalçamdaki elleri tenimi biraz sıkıp kendine doğru bastırmıştı. Bu yaptığıyla ağzının içine inlemeden edemedim. Kendimi kaybetmek üzereydim. Hafif geri çekilip yüzüne baktım.

— Ertuğrul, durmalısın. Çünkü ben o takati kendimde bulamıyorum. Sana yakın olmak, seni hissetmek, kendimi kaybetmeme neden oluyor.

— Güneşim...

Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. O da benim gibi zor dayanıyordu ama burada olmazdı. Sevdiklerimiz, tüm ailemiz, birazdan bizi aramak için dağılırdı.

— Durmanın ne kadar zor olduğunu bilsen...

— Biliyorum sevgilim, ne kadar zor olduğunu... İnan bana, biliyorum. O zoru ben başaramadığım için senden diliyorum ya. Ama burada olmaz. Senin olmayı ne kadar çok istediğimi tahmin bile edemezsin.

— Önümüzdeki tek engel bu mu, güneşim? Yer ve zamanın uygun olmayışı mı?

Başımı hızlı hızlı salladım.

— Kocamsın, helalimsin. Senden çekinecek neyim var sanıyorsun? Neyim var, neyim yoksa senin. Hele ki seni böyle severken... Beklemek istemiyorum Ertuğrul. Kaçır beni.

— Bu gece...

— Bu gece, bu gece senin olmayı istiyorum...

Dudaklarımızı son defa birleştirdi. Lakin bu, masumane bir öpücük değildi. Tutku, arzu doluydu. Öpüşüşümüz bedenimi ateşe veriyordu. Bu öpücük, sanki bu gece olacak olanların başlangıcıydı. Bu kadarcığı bile ruhumu Araf’a sürüklemeye yeterdi.

İkimizi de daha fazla zora sokmamak adına bedenimi yavaşça yere bıraktı. İkimiz de üzerimizi düzeltmeye başladık. Çünkü ben kucağına gittiğimde, üstündeki gömleği biraz çekiştirip birkaç düğmesinin açılmasına neden olmuştum. Onun elleri ise uslu durmamış, elbisemin eteğinin altından çıplak tenime dokunmak için yukarılara kaymıştı.

Elbiselerimizle işimiz bitince, ellerini yavaşça saçlarıma uzattı ve dağılan saçlarımı düzeltti. İkimiz de sanki hiçbir şey olmamış gibi, masumane bir yürüyüşten dönüyormuş gibi el ele diğerlerinin yanına döndük. Herkes Poyraz ve Gamze’nin başında toplanmıştı. Biz yokken yine ne olmuştu acaba? Çınar ve Nazlı ise ortalıkta yoklardı. Bakışlarımı etrafta gezdirsem de ikisini görememiştim. Yanlarına vardığımızda kimse oralı bile olmamıştı.

"Bence geri gelmeseydik bile yokluğunuzu fark etmezlerdi,"

Ertuğrul'un ima ile kulağıma söylediği şey üzerine dirseğimi karnına geçirmiştim. Canının acımadığını biliyordum ama yine de acıyla inleyip vurduğum yeri sıvazlıyordu. Ona ve imalarına daha fazla maruz kalmamak adına geçip babaannemin yanına oturdum.

"Babaanne, ne yapıyorsunuz hepiniz burada?"

"Bu iki deli tekrar inatlaştı kızım, bir türlü durduramadık. Şimdi de tavla oynuyorlar. Kazanan, bir günlüğüne diğerinin kölesi olacakmış."

Dediğiyle kahkahayı basmıştım.

"Poyrazcığım, kendine olan özgüvenine hayran olsam da ben biricik arkadaşımı tutuyorum."

Söylediğimle Gamze bana bakıp göz kırpmış, sonra da öpücük atmıştı. Ben de aynı şekilde ona karşılık verdim. Ertuğrul ise bana dönüp,

"Güneşim, ben de senin özgüvenine hayranım ama tavla dediğin erkek işidir. Ve aramızda kalmasın, kardeşim de bu oyunu epey iyi oynar."

"Bakıyorum da yenilmelere doyamıyorsunuz, Ertuğrul Arslanlı. İsterseniz biz de iddiaya girelim. Benim tarafım belli."

Meydan okumamla başını iki yana sallayıp gülümsemişti.

"Öyle olsun Bayan Arslanlı. Aynı şekilde Gamze kaybederse, sen de bir günlüğüne benim istediğim her şeyi yapacaksın."

"Hay hay."

"Hepiniz toplanmış, ne yapıyorsunuz burada?"

Nihayet beklediğim ikili de gelmişti. Çınar ve Nazlı, birbirlerine birkaç santim uzaklıkta, yan yana bize doğru geliyorlardı. Nazlı'nın elinde kırmızı gelinciklerden oluşan bir buket vardı. İkisinin de yüzünde güller açıyordu. Neden bu ikisinin bir işler karıştırdığını düşünüyorum, acaba?

"Gamze ile Poyraz iddiaya girmişler, tavla oynayacaklar. Kaybeden, kazananın bir günlük kölesi olacak. Ben Gamze’yi tutuyorum, Ertuğrul ise Poyraz’ı. Anlayacağınız, biz de iddiaya girdik."

Söylediğimle Nazlı da kahkahayı basmıştı. Sonra da koşar adım benim yanıma geçip tarafını belli etmiş oldu. Bu yaptığıyla Çınar şaşkınlıkla bakmış, o da Ertuğrul’un yanına gitmişti. E tabii benim küçük Çiçeğim de geri kalmamak için bizim tarafa geçmiş, Arif de erkeklerin tarafına geçip yerini belli etmişti.

"Biz tarafsızız."

Ayla, Umay, babaannem ve Şirin kenarda durmuş, bize gülümseyerek bakıyorlardı.

"Gamzeciğim, sakın kaybedeyim deme küçük arkadaşım, yoksa senin saçlarını yolarım."

Çiçeğin söyledikleriyle gülmeden edememiştik. Çünkü şu an her ne kadar karşı taraf bilmese de Gamze çok iyi tavla oynardı. Özellikle üniversite yıllarında bununla alakalı bir müsabaka olmuş ve çok sevgili arkadaşım müsabakadan birinci olarak ayrılmıştı. Tabii Poyraz, hâlâ Gamze hakkında hiçbir şey bilmediği için böyle rahat davranıyordu.

Birkaç saniye içerisinde kimse zar tutmasın diye bir fincan getirilmiş ve oyuna başlamıştık. Hepimiz pür dikkat oyunun gidişatını izliyorduk.

"Kazanacağınıza gerçekten inanmanız takdire şayan doğrusu,"

Arif'in söylediğiyle çiçek gözlerini kısarak ona bakmıştı.

"Senin de bu kadar erken bir kanıya varman takdire şayan sevgilim. Ama ne yalan söyleyeyim, senin yerinde olsam dua ederdim kaybetmemiz için. Zira kazandığımda sana öyle şeyler yaptıracağım ki, bu iddiaya 'Keşke hiç katılmasaydım' diyeceksin."

"Çiçeğim, ben öyle demek istemedim. Hatta ben iddiaya da girmedim, öylesine erkeklerden taraf oldum."

"Senin taraf olacağın yer belli aslanım, her zaman sevgilinden taraf olacaksın. Ama şu an yanlış taraftasın. Görüldüğü üzere..."

Çiçek son sözlerini söylerken eliyle hem onların bulunduğu tarafı hem de bizim bulunduğumuz tarafı göstermişti. Ona bir kere daha meydan okumuştu. Yandın oğlum Arif. Çünkü Çiçek'in inadı çok pistir ve gözlerinden gördüğüm kadarıyla şimdiden, kazanırsa Arif’e ne tür "isteklerde" bulunacağını kafasında kurgulamıştı bile.

Oyun her ne kadar ilk başlarda berabere ilerlese de sonlara doğru Gamze arayı açmış, hatta Poyraz’ın tüm pullarını çatır çatır kırmıştı. O da diğerleri kadar şaşkınlıkla bakıyordu karşısındaki kıza. Onun bakışları her ne kadar Gamze'nin yüzünde, saçlarında dolansa da Gamze pür dikkat oyuna odaklanmış, onun bulunduğu tarafa bir saniyeliğine dahi olsa dönüp bakmamıştı. Sıra Poyraz'da olmasına rağmen eline zarları alıp hamlesini yapmamış, gözlerini öylece karşısındaki kıza dikmiş bakıyordu. Bu bekleyiş Gamze'nin de dikkatini çekmiş olacak ki başını kaldırıp ona baktı.

— Hayırdır Poyraz Bey? Şimdiden pes mi ettin yoksa?

— Ne münasebet canım, pes ettiğim falan yok.

— E oyna o zaman, sıra sende.

Söylediğiyle Poyraz sanki oyun oynadıklarını yeni idrak ediyordu. Sanki birkaç dakikalığına burada ne yaptığını, neyin içinde olduğunu unutmuş gibi bir tavrı vardı. Bu iyiye mi işaretti yoksa kötüye mi, emin değildim. Lakin küçük arkadaşımın Poyraz’ın dikkatini çektiğinden emindim. Hangisi için üzüleceğimi de kestiremiyordum. Zira Poyraz her ne kadar çapkın ve sert biri olsa da, Gamze'nin duvarlarına çarptığında o sertliği tuzla buz olacaktı. Çünkü Gamze göründüğü kadar kırılgan bir kız değildi. Duvarları vardı; aşılmaz kayalarla örülmüş duvarlar... Kimseye güvenmezdi. Bazen içimden bize olan güvenini bile düşünürdüm. Acaba gerçekten bize güveniyor muydu? Yıllardır yan yana olmamıza, kardeş gibi olmamıza rağmen bazı şeyleri bizden bile gizlerdi. Bunun için onu suçlayamıyordum çünkü yaşadığı çok ağır şeylerdi. Herkes yaşadıklarından bir ders çıkarır, çektiği acıları bir daha çekmemek için kendi etrafına duvarlar örerdi. Zulme uğramış bir insan bir daha o zulme uğramamak için elinden ne gerekiyorsa yapardı. Gamze ise kendini yalnızlaştırmıştı. Şayet düşündüğüm gibi Poyraz Gamze’ye yaklaşırsa veyahut etkilenirse, işi hiç kolay olmayacaktı. Onu sevgiye, aşka ikna etmek imkânsız gibi bir şeydi. Hele ki Poyraz gibi birine... Asla inanmayacaktı.

Ben kafamın içinde bunları tartarken oyun sona ermiş ve benim biricik arkadaşım sevinçle önündeki tavlayı kapatıp Poyraz'ın koltuğunun altına yerleştirmek için öne doğru eğilmişti.

— Bu iş bu kadar. Bir dahaki sefere bir kadını küçümsemeden önce iki defa düşünürsünüz diye düşünüyorum.

Poyraz'ın suratı beş karıştı. Oyunda kaybeden küçük çocuklar gibi mızmızlanıyordu.

— İyi be, anladık tavlada iyisin.

— İyi mi? Pardon ama ben tavlada iyi değilim, en iyisiyim.

Poyrazların şaşkın suratı görülmeye değerdi. Şimdi bu beyler bizim bir günlüğüne kölemiz olmuştu, değil mi? Hepimiz gülümseyerek suratlarına bakıyorduk.

— Gamzeciğim üniversite yıllarında tavla şampiyonu olmuştu. Beyler, övünmek gibi olmasın... Ya da olsun ya, övünelim değil mi?

Nazlı'nın söylediğiyle biz kadınlar olarak hepimiz kahkahalar atmış, erkekler ise önce şaşırmış sonra da surat asmıştı. Böylece bir şamatanın daha sonuna gelmiştik. Eğilip babaannemin yanındaki Şirin'i kucağıma aldım. Sonra da yere serili olan kilimin üzerine doğru yürümeye başladım. Arkamdan duyduğum adım sesleriyle Ertuğrul’un da peşimizden geldiğini anlamıştım. Kilimin üzerine geçip oturduğumda Şirin de yanıma yerleşti. Ertuğrul da tam oturmak için hamle yapmıştı ki:

— Şey... Bana bir su getirir misin? Lütfen soğuk olsun.

Dediğimle şaşkınlıkla suratıma bakmıştı. Ne? Sonuçta oyunu kaybettin, böyle bir şeyin tadını çıkarmayacağımı zannediyorsa büyük yanılıyordu. Bakışlarında şaşkınlık olsa da söylediğimi yeni yeni idrak edip arkasını dönmüştü ki sesimle tekrar durdu:

— Ya da vazgeçtim, ya... Su değil. Şirin ile benim için meyve suyu getir.

— Mihre?

— Hayırdır canım? Güneşime ne oldu? Bakıyorum da oyunu kaybedince hemen “Mihre” oluverdim!

— Yok güneşim, olur mu öyle şey. Meyve suyu demiştin değil mi? Hemen getiriyorum.

Arkasını dönüp ilerliyordu ki ben peşinden kıkırdamıştım. Gülümseyerek Şirin’e baktım, o da tebessümle bana bakıyordu. Eğilip yanaklarına dudaklarımı bastırdım. Koskoca Ertuğrul Arslanlı da olsa hanımına boyun eğeceksin aslanım. Yapacak bir şey yok. Birkaç dakika sonra elinde iki tane meyve suyu bardağıyla bize doğru geldi. Meyve sularını verdikten sonra gelip yanıma oturdu.

— Başka bir isteğiniz, hanımlar?

— Şimdilik yok, teşekkür ederiz.

Kulağıma doğru eğilip söylediği şeyle gözlerim fal taşı gibi açıldı.

— Ben akşama göstereceğim sana o teşekkürü...

Söylediği şeyle resmen ağzım, dilim kurudu. Elimdeki meyve suyunu tek solukta kafama diktim. Bunu neden yaptığımı anlamış olacak ki ima ile gülüyordu. Pislik, ne olacak...

— Gülme!

Lakin söylediğimle gülüşü büyüdü.

— Sana gülme diyorum!

— Gülmüyorum, güneşim...

— Ertuğrul, ya... Konuşmam bak seninle!

Ettiğim tehdit ile dudaklarını hayali bir fermuarla kapatmış, lakin gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu.

— Böyle devam edersen, akşam senin için bir hayal olur.

Bu defa panikle yüzüme baktı. Ben de ona “Hadi gül de göreyim seni.” dermiş gibi baktım. Son tehdidimden sonra bir şey dememiş, yanımızda uslu uslu oturmuştu.

Bedenim gerçekten çok yorulmuştu. Şirin bana yaslanmış, gözlerini kapatmıştı. Ben de daha fazla dayanamadım, Ertuğrul'un göğsüne yaslandım.

— Güneşim!

— Hııı...

Kıkırtısı doldu kulaklarıma.

— Uyuyacak mısın?

— Birazcık uyuyayım, sonra uyanacağım. Bugün çok yoruldum ben...

— Dinlen güneşim, ben yanındayım.

— İyi ki varsın... Ama merak etme, akşama kendime geleceğim.

Dediğimle tekrar gülmüştü ama bilincimi daha fazla açık tutamamıştım. Kendimi onun kollarında karanlığa bıraktım......

Bölüm : 30.05.2025 18:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...