58. Bölüm

58. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

POYRAZ SÜVARİOĞLU

 

Sinirden şakaklarıma ağrı giriyordu artık, önümdeki dosyalara konsantre olamıyordum. O kadın... o küçük kadın beni en sonunda delirtmeyi başarmıştı. Yok... yok, ben onu işe alarak büyük bir eşeklik ettim. Aramızda sözde bir barış anlaşması yapmıştık; beni gerçekten affettiğine inanmak benim ahmaklığımdı. Onun gibi bir cadının bir şeyleri bu kadar çabuk kabul etmesinin ardında bir şey aramalıydım.

Elimdeki kalemi hırsla masaya fırlattım. Geçtiğimiz hafta sonu pikniğe gitmiştik, onunla iddialaşmamam gerekiyordu. Lan, ben nereden bileyim bu kadar iyi olduğunu? Yenerim, iki eğlenirim demiştim. Hayır, yenilip rezil olmam sorun değil; bir gün boyunca bana her türlü işkenceyi etmişti. Köle İzaora'dan farkım kalmamıştı. Aklıma geldikçe sinirleniyordum. Tamam, biraz eğlendiğim yerler de olmuştu ama genel olarak kriz geçirtmişti bana. İlk olarak piknik alanında akşama kadar ona "hanımım" diye hitap ettirmişti:

("Su getir Poyraz!"

"Emredersiniz, hanımım."

...

"Çantamı getir Poyraz!"

"Emredersiniz."

"Emredersiniz ne!"

"Emredersiniz, hanımım."

"Şimdi çantamı geri götür... Bu soğuk, Poyraz... ay, şimdi de çok sıcak. Biraz buz koy.")

Ve daha niceleri. Aa, tabii bir de ertesi günü vardı. Sabah saat beşte beni kapıya çağırmıştı; hanımefendinin kişisel şoförü olmuştum. Beni beşte çağırmasına rağmen kendisi dokuzda gelmişti. Arabanın arka koltuğuna oturup beni bir barınağa götürmüştü. Hayvanları severdim ama akşama kadar onlarca hayvanın kişisel bakımını yapmak ayrı bir şeydi!

Önce tüm barınağı temizletmiş, sonrasında oradaki her hayvana mama verdirmişti. Bazılarının tüylerini taratmış, tırnaklarını kestirmişti. Ben bunları yaparken o bir doberman ile oyun oynamış, barınaktaki görevliyle kahve içmişti. Öğleden sonraya kadar pertim çıkmıştı. Ama bu ona yetmemiş, kendi arabasını da yıkatmıştı. Bunu özellikle benim yapmamı istemişti. (Küçük bir kova ve süngerle yıkamıştım.) Hanımefendinin arabası hassasmış. Tüm bunlar olurken oturup keyifle meyve suyunu yudumlamıştı ki onu da bana sıktırmıştı. Hepsini içtikten sonra, "Beğenmedim, sen bu işi beceremiyorsun," demişti. Son saatlerimi bir alışveriş merkezinde onun torbalarını taşımakla geçirmiştim. Ve her nasıl ayarladıysa, son saniyelerde poşetleri kapısına bıraktırmıştı. İnsanı katil ederdi! Ve benim bu manyakla yarım saat sonra toplantım vardı.

Çalan telefonla sinirle ona baktım, sonra bunun saçma olduğu kanaatine varıp açtım.

"Efendim, Gamze Hanım sizinle görüşmek istiyor."

Neden gelmişti ki? Birkaç dakika sonra zaten toplantı vardı. Kişisel olarak gıcık olsam da işinde iyiydi; eğer bir şey olmasa buraya gelmezdi.

"Tamam, gelsin!"

Telefonu kapatıp beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra kapı çaldı ve içeri girdi. Uzun saçlarını kıvırmıştı. Üzerindeki askılı beyaz bluz ve siyah pantolon fiziğini gerçekten ortaya çıkarıyordu. Zayıf bir kadındı. Saçları beline kadar uzanıyordu. Yüzündeki sadelik onu birçok kadından ayırıyordu.

"Gelebilir miyim?"

"Tabii gel, lütfen."

Adımları bana yaklaştıkça bedeninden yayılan koku odayı dolduruyordu. Genzimi yakan bir kokuydu. Afrodizyak etkili bir koku... Portakal çiçeği ve amber... Bu ikisi birbirine bu kadar yakışıyor muydu? İnsanın derince soluyası geliyordu. Ama kokunun kaynağını düşününce tam tersine, nefesimi tutmayı seçmiştim. Adımları gittikçe bana doğru yaklaştı. O her adım attığında kokusu daha sofistike bir hal aldı. Masanın arka tarafına geçip önüme bir dosya bıraktı.

"Almanlarla yapacağımız anlaşma!"

"Bir sorun mu var?"

"Yani... sorundan ziyade eksik geldi."

Sorgulayan bakışlarımı görünce dosyayı açıp öne eğildi. Uzun saçları benim tarafıma döküldü ve kokusu ciğerlerime doldu. Eliyle saçlarını öbür yanına attı.

"Bakın şu madde... biz yapılacak olan inşaatın satışı ile ilgileniyoruz ama bu maddede, herhangi bir aksaklıkta zararı bizim karşılayacağımız yazılmış. İnşaatını yapmadığımız bir sitenin yıkımını üstlenmek istemeyiz diye düşünüyorum."

Gözlerinde öyle bir yakıcılık vardı ki...

"Bu maddeyi çıkarıyorum, sizin için de uygun mudur?"

Bu, öylesine sorulmuş bir soruydu. Ben “hayır” desem de o maddeyi çıkaracaktı. Dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım ama ondan gizlemeye çalıştım.

"Uygundur... Siz toplantıdan önce yeni bir düzenleme yapın, içeri geçmeden son hâlini görmek istiyorum."

"Merak etmeyin."

Doğrulurken saçları savruldu, kokusu yüzüme çarptı adeta. Nefesimi tutmak zorunda kaldım. Bu yaptığım ile yüzünde bocalayan bir ifade oluştu. Kapıya doğru giderken, çaktırmamaya çalışsa da saçlarını yüzüne yaklaştırıp koklamıştı. Sanırım yaptığımı yanlış anlamıştı... Bana neydi ki, ne anladıysa anladı. Umurumda değildi. Acaba üzülmüş müydü? Sikerlerdi böyle işi, bana ne oğlum, üzülmüşse.

Aradan geçen yirmi dakikanın ardından dosya ile geri gelmişti. Yüzünde anlaşılır bir ifade yoktu. Anlaşılan, takılmamıştı; ben kurmuştum kafamda. Birkaç adım uzakta durup dosyayı bana doğru uzattı. Bu yaptığı ile hafif şaşırdım. Bakışlarını kaçırıyordu. Çekinmiş miydi? İyi de neden? Bu kadınla aramızda aşılmaz duvarlar, düzeltilemez yanlış anlaşılmalar vardı. Birkaç defa ona bakmak istesem de kendimi tuttum. Anlaşmanın son hâlini inceledikten sonra onaylayıp ayağa kalktım. İkimiz yan yana odadan çıkıp toplantı salonuna geçtik.

Aslında bu toplantıda ona gerek yoktu, ben de pekâlâ Almanca konuşabilirdim. Ama yine de gelmişti işte, zaten benim bildiğimi bilmiyordu. Karşı taraf da öyle.

İçeri girdiğimizde şirketin avukatı ve reklam departmanındaki sorumlu ile birlikte, biri kadın dört adam bizi bekliyordu. Ben masanın başına geçince, o sol tarafıma oturdu. Hoş geldin – beş gittin muhabbetinden sonra nihayet iş konuşmaya başladılar. Anlaşma şartları belli olmasına rağmen adamlar durmadan diretiyordu. Surat ifadesinden hiçbir şey belli değildi ama küçük dudaklarından çıkan her kelime net ve keskindi. Bu iş ya bizim istediğimiz gibi olacaktı, ya da olacaktı.

“Gamze Hanım, gerçekten çok katısınız. Bu şartlarda sözleşmeyi imzalayamayız.”

(Frau Gamze, Sie sind wirklich streng, unter diesen Bedingungen können wir den Vertrag nicht unterschreiben.)

“Şartlarımız belli. Siz de buraya bunları tartışmaya değil, kabul etmeye geldiniz.”

(Unsere Bedingungen sind klar. Sie sind nicht hierhergekommen, um sie zu diskutieren, sondern um sie zu akzeptieren.)

“Bu şekilde devam edersek, dönülmez bir yola girmiş olacağız. Verdiğiniz fiyat çok yüksek, başka şirketler bunun çok altında fiyat belirledi.”

(Wenn wir so weitermachen, haben wir einen Punkt erreicht, von dem es kein Zurück mehr gibt. Der von Ihnen genannte Preis ist zu hoch, und andere Unternehmen haben Preise angesetzt, die deutlich darunter liegen.)

“Siz de biliyorsunuz ki onlar, Süvarioğlu Holding’in vizyonunun yanından bile geçemez. Aksi takdirde şu an bu masada oturmazdınız.”

(Sie wissen auch, dass sie der Vision der Süvarioğlu Holding nicht einmal nahe kommen können, sonst würden Sie jetzt nicht an diesem Tisch sitzen.)

Söylediği her kelime, her cümle doğruydu. Öyle bir kesin konuşuyordu ki, adamlar yerlerinde rahatsızca kıpırdandılar. Tüm konuşmalar boyunca müdahale etmedim; bu işi nasıl bağlayacağını görmek istiyordum. Ve o an, kendime itiraf etmek istemesem de gerçekten beni kendine hayran bırakmıştı.

“Sakin olun canım, bence sizinle anlaşabiliriz... Bakın Gamze Hanım, şirket sizin değil, siz de burada çalışıyorsunuz. Bu işi bağlayalım; siz de kârlı çıkın, biz de.”

(Beruhigen Sie sich, meine Liebe, ich denke, wir können uns mit Ihnen einigen... Hören Sie, Frau Gamze, die Firma gehört nicht Ihnen, Sie arbeiten auch hier, lassen Sie uns diesen Deal abschließen und Sie werden mit uns Gewinn machen).

Adamın gevşekçe dediği şeyle, masanın altındaki elim yumruk oldu. Yüzüm ise tepkisizdi. Ne diyeceğini daha çok merak ediyordum.

“Anlamadım.”

(Ich verstehe nicht.)

“Anlaşılmayacak bir şey yok. İşi bağlamamızı sağlayın, biz de sizin için ayrı bir komisyon ücreti ayıralım.”

(Es gibt nichts zu verstehen, lassen Sie uns den Deal abschließen und wir legen eine separate Provision für Sie zurück.)

“Ya da ben bu teklif için sizi dava edip, vereceğinizden çok daha fazlasını tazmin edeyim... Şimdi. Şartlar belli. İster kabul edin, ister etmeyin. Ve inanın bana, etmemeniz benim işime gelir.”

(Oder ich verklage Sie wegen dieses Angebots und entschädige Sie deutlich mehr, als Sie zahlen werden... Jetzt. Die Bedingungen sind klar, ob Sie sie annehmen oder nicht. Und glauben Sie mir, es wäre zu meinem Vorteil, wenn Sie es nicht täten.)

Dediğiyle içimde nedense bir ferahlama olmuştu. Onun hakkında hayal kırıklığına uğramak istemiyordum. Olaya artık müdahil olsam iyi olacaktı; zira bizim küçük cadı tırnaklarını çıkarmak üzereydi.

"Artık bana da bir açıklama yapacak mısın?"

Dediğimden sonra yüzünde, belli etmemeye çalıştığı bir panik vardı. Sanırım bu konuşmayı bilmemi istemiyordu.

"Fiyat konusunda diretiyorlar da."

"Sabahtan beri bunu mu tartışıyorsunuz?"

"Genel olarak evet."

Son söylediğinden sonra sandalyede biraz kıpırdandı. Seni küçük cadı, aklınca bir de benden saklıyor. Ama ilginçtir ki yalan söylememişti; en nihayetinde fiyat için tartışıyorlardı.

"Biz verdiğiniz fiyatı kabul ediyoruz."

(Wir akzeptieren den von Ihnen angebotenen Preis.)

Adamların kabul etmesiyle gülümseyerek bana baktı. Gülümserken göz kenarları kırışıyor, gözleri hafif kısılıyordu.

"Anlaşmayı kabul ettiler. İsterseniz imzalayalım."

Başımı “tamam” anlamında sallamıştım. Birkaç dakika içinde imzalar atılmış ve işi bağlamıştık. Ama ruh gibiydim. Zaten dibimde oluşu beni zorluyordu. Kokusu, insanı günaha davet ediyordu sanki.

"Efendim, iyi misiniz?"

Sorusu ile yüzüne bakmak zorunda kaldım. Birkaç dakikadır mal gibi duruyordum; kızın dikkatini çekmişti tabii ki. İş dışında her ne kadar gıcıklık yapıp çocuklaşsa da, şirket sınırları içine girince sanki başka bir kadın oluyordu. Sınırı hiç aşmıyordu. Mesela arkadaş ortamında birlikte olsak da şirkette her zaman resmiyeti koruyordu. Hep bir sınırı vardı. Gerekmedikçe yanıma gelmez, hatta yüzüme bile bakmazdı.

Normalde şirkete girdiğimde tüm gözler bana dönerdi. Bir gülümsememe kadınlar tav olur, ikinci dakikada “Poyraz” olurdum. Ama o, sanki ben yokmuşum gibi davranıyordu. Geçen gün girişte karşılaşmıştık. Asansöre benden sonra binmişti ama elindeki dergide artık dikkatini çeken her neyse, başını kaldırıp bir "günaydın" bile dememişti. Hatta o an orada olduğumun farkında bile değildi bence. Bir yandan elindeki simidi yemeye çalışıyor, diğer yandan makaleyi okuyordu. Ki bu dergiyi biliyordum; güzel ve bilimsel makaleler yayınlardı. Okurken yüzünde de tuhaf mimikler oluşuyordu.

Kendi katına geldiğinde yine aynı şekilde bana bakmadan inmiş, odasına doğru ilerlemişti. Günde birkaç defa eski anlaşmalar ya da güncel anlaşmalar için yanıma uğrardı. Geldiğinde bile sadece işle alakalı birkaç soru sorar, sonra da aynı şekilde çıkardı.

"Poyraz Bey!"

Sesiyle silkelenip kendime geldim. Şaşkın ifadesi yüzümde gezindi.

"Efendim?"

"İyi misiniz?"

"Evet, iyiyim."

Daha fazla konuşmadan kendimi odadan dışarı attım. Adımlarım teras katına ilerledi. Hava almam gerekiyordu. Oraya gittiğimde birkaç çalışan sigara içiyordu. Boynumdaki kravatı gevşettim.

"Ne oluyor oğlum sana, kendine gel. Sana ne o küçük cadıdan? Çok mu lazım ilgisi?"

Kendi kendime kızdım.

"Abi, hatun bildiğin taş."

"Öyle... ama kimseye yüz vermiyor."

Birkaç adım uzaklıktaki iki adamın konuşmalarıyla dikkatim onlara kaydı.

"Vermese kaç yazar, bak görürsün, birkaç güne düşer ağıma."

"Avucunu yalarsın Berk, kadın kimseye bakmıyor diyorum. Uluslararası İlişkiler Departmanındaki arkadaşım söyledi, çoğu zaman odasından çıkmıyormuş bile."

"Hatun orada mı çalışıyor?"

"Oranın müdürü. Yani seni aşar."

"Hiçbir kadın beni aşamaz. Yatağıma girdiğinde görürsün."

İkisinin iğrenç konuşmalarında dikkatimi en çok çeken, bu konuşmanın ana karakteri olmak zorunda kalan ve bundan haberi bile olmayan kadındı. Ellerim yumruk oldu, bedenimi ele geçiren sinire engel olamadım. Cebimden telefonu çıkarıp İnsan Kaynakları’ndaki Can’ı aradım.

"Buyurun efendim."

"Can, şu an terasta olan iki zibidi var, onları derhal işten çıkarın. Hatta öyle bir çıkış olsun ki bir daha hiçbir yerde iş bulamasınlar."

"Nasıl?"

"Ne ‘nasıl’? Dediğimi duymadın mı?"

"Duydum efendim."

"Duyduysan yap o zaman."

Telefonu suratına kapadım ama sinirim hâlâ geçmemişti. Acaba suratlarına birkaç tane geçirsem rahatlar mıydım? Beni daha çok sinirlendiren bir diğer şey ise neden bu kadar sinirlendiğimdi. Çünkü o küçük cadı için bunu yapıyor olmak beni daha çok deli ediyordu.

Yok... yok, ben bu kadını işe almayacaktım. İlk işim Ertuğrul ile konuşup onu buradan aldırmak olacaktı, yoksa ben deli çıkacaktım.

 

Bölüm : 05.06.2025 02:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...