
MİHRE KARA
Bizler karanlık ortamlarda büyümüştük. Büyüdüğümüz yetimhanelerin duvarları o kadar kalındı ki, ışık geçirmezdi. Gülümsemelerimiz hep yarım kalırdı. Tebessümlerimizin bir kenarında her zaman bir damla gözyaşı olurdu. Nadirdi güldüğümüz anlar; hiçbir zaman duvarların içerisinde şen kahkahalar duyulmazdı. Lakin gözyaşları… İşte onlar durmaksızın akardı.
Güneşli günleri bilmezdik biz. Yetimhanelerin bahçelerindeki ağaçlar her ne kadar baharda çiçek açsa da, bize hep zirveleri karlı dağlar görmüştük. Sert eserdi rüzgarlar. Bizim hayatımız iki mevsimden oluşurdu: soğuk kışlar ve yağışlı sonbaharlar. Karanlıktı işte bizim geçmişimiz… Renkler yoktu; hep siyah ve griden oluşuyordu hayatlarımız.
Buradaki birçok çocuğun geçmişinde parçalanmış aileler, terk edilmişlikler, kimsesizlikler vardı. Birçoğumuz anne-baba figürünü bilmezdi bile. Bazılarımız ise yarım yamalak sevilmiş, sonrasında ya terk edilmiş ya da terk edilmek zorunda bırakılmıştık. Büyüyorduk, güçleniyorduk, kimlik sahibi oluyorduk ama ruhlarımızın en derininde anne-babasızlık her zaman kanayan bir yara olacaktı.
Bu öyle bir yaraydı ki, kabuk bağlamıyordu. Sanki görünmez bir el her gün üzerine tuz basıyor, acımasızca deşiyordu.
Şimdilerde büyüdük. Hayatlarımıza yeni sevgililer, yeni arkadaşlar kattık. Birçoğumuz, diğer yarımızı bulduk ve o yarımın sevgisini hayatımızdaki tüm boşluklara doldurmaya çalıştık. Dolar mı dersiniz? Anne ve babasının sevgisinden mahrum kalmış bir çocuğu bir kadını veya bir erkeği… Bir sevgilinin sevgisi, iyileştirmeye yeter mi? Bunu bilmiyorum.
Bildiğim tek bir şey var: Şu an yanımdaki adam ve onun sıcaklığı, ruhumun en soğuk zindanlarını bile ısıtmaya yetiyor. Karanlık gecelerime ışık oluyor. Hatta daha da kötüsü; beni karanlığa âşık ediyor. Oysa ki korkardım ben karanlıktan. Ama onun varlığı bana cesaret veriyor, direnme gücü veriyor.
Birkaç saat önce pikniğimiz sona ermiş, aile bireylerimiz tek tek kendi evlerine dağılmıştı. Şirin'i Ayla ve babaanneme teslim etmiştik. Biz eve dönene kadar onunla ilgileneceklerdi. Tabii, ikimizin nereye gideceği onlar için bir merak konusuydu. Ertuğrul onlara her ne dediyse, kimse sorgulamamış, soru sormamıştı. Dilerim dönüşümüzde de soru sormazlardı.
Evet, Allah katında evliydik. Lakin böyle bir şey için nikah kıymış olmak beni biraz utandırıyordu. Tabii bu, sevgili kocam için geçerli değildi. Özellikle araca bindiğimizden bu yana başını çevirip yüzüme bakmasa da, dudaklarının kıvrıldığını fark etmiştim. Ama ona kızamıyordum. Zira ben de en az onun kadar istekli, en az onun kadar mutluydum. Heyecandan içim içime sığmıyordu.
Ellerimi birbirine kenetleyip, olabildiğince onun olduğu tarafa bakmamaya özen gösteriyordum. Gel gör ki, bu gösterdiğim özene ruhum da kalbim de kocaman isyanlarla karşılık veriyordu. Ben ona bakmadan yaşayamazdım ki… Bal rengi gözlerimi kısacık da olsa onun olduğu tarafa çevirdim. Ve o anda, yola çıktığımızdan bu yana ilk defa o da bana baktı. Kara gözleri benim gözlerimle kesişince, yüzündeki tebessüm daha da genişledi.
"Ertuğrul"
— Söyle, güneşim.
"Nereye gideceğimizi söylemeyecek misin?"
— Babama ait olan bir orman evi var. Birkaç gün seni oraya kaçırmayı planlıyorum.
— Uzak mı peki?
— Yani… Daha birkaç saatlik yolumuz var. Kapat sen gözlerini.
Düşünceli haliyle küçümsemeden edememiştim.
— Olmaz. Gözlerimi kaparsam hemen uyurum. Ama sen araba kullanıyorsun, sohbet edelim.
— Peki. Sen nasıl istersen.
— Gideceğimiz yer nasıl bir yer?
— Ormanın içerisinde, tek katlı küçük bir kulübe. Seveceğini düşünüyorum.
— Sen varsan, ben her yeri severim.
Dediğimle dişlerini alt dudağına geçirdi. Ama bu doğruydu. Şayet o yanımdaysa, ben her yeri severdim.
Bir süre ikimiz de sustuk. Gözlerim, akıp giden yolu izledi. Arabada olmak bana iyi gelmiyordu. Ne zaman araba yolculuğuna çıksam, gözlerim kendiliğinden kapanıyor; bir süre sonra da uykuya dalıyordum. Tıpkı şu an olduğu gibi…
Göz kapaklarım, kısacık bir anda açılıp kapandı. Onları açık tutmak için direndim. Lakin bu direnişim boşa çıktı. En sonunda bilincim tamamen kendini karanlığa bıraktı.
Uyandığımda aracın motoru durmuştu. Gözlerimi araladığımda dışarısı loştu, güneş yavaşça batıyordu. Göz kapaklarımın arasından sızan turuncu ışık, içimde bir huzur hissi uyandırdı ama tam da ne olduğunu anlayamadan başımı yan tarafa çevirdim. Ertuğrul arabadan inmiş, bagajdan bir şeyler çıkarıyordu.
Kendimi toparlamaya çalışırken, kapının açıldığını fark ettim. O tanıdık koku, başımı döndüren o sıcaklık yeniden sardı beni.
— Uyandırdığım için kusura bakma. Ama geldik, güneşim.
Gözlerimi tam açtım. Ormanın ortasında, ahşap bir kulübenin önünde durmuşuz. Çevre o kadar sessizdi ki, sadece yaprakların fısıltısını ve kuş seslerini duyabiliyordum. Hava, mis gibi toprak kokuyordu. Derin bir nefes aldım, ciğerlerime çektiğim o doğa kokusu bir anlığına her şeyi unutturdu bana.
— Burası… Cennete benziyor.
Dediğim ile gülümsedi.
— Seninle her yer cennet.
Sözleri karşısında kalbim bir an duracak gibi oldu. Ne zaman böyle konuşsa, kelimeleriyle içimde yıllardır kapalı duran pencereleri açıyordu.
Kulübeye doğru ilerlerken elimi tuttu. Parmakları soğuk ama teni sıcaktı. O an, onunla gerçekten güvende olduğumu hissettim. İçeriye girdiğimizde ahşap duvarlardan yayılan odun kokusu içimi ısıttı. Küçük ama şirin bir yerdi. Orta kısımda taş bir şömine, yanında iki kişilik bir koltuk, pencere kenarında eski tarz bir masa vardı.
— Yorgunsundur. Biraz dinlenmek ister misin?
— Senin olduğun yerde yorulmam.
O an yüzüme öyle bir baktı ki... Sanki yıllardır sakladığı tüm cümleleri, tüm sevgiyi, o tek bakışa sığdırmıştı. Sonra ellerimden tutup beni koltuğa oturttu. Şöminenin içine birkaç parça odun yerleştirdi, ardından ateşi yaktı. Alevler yükseldikçe içim ısınıyordu. Sadece dışım değil... İçimde, yıllardır üşüyen o çocuk da ısınıyordu.
— Seni buraya getirdim çünkü geçmişinle savaşıp duran o gözleri artık dinlendirmek istiyorum. Bu ormanda, bu kulübede… sadece biz olalım. Kimse, hiçbir acı yok.
Sesi fısıldıyordu. Gözlerim doldu. Bu sözler, yüreğimde dokunulmamış bir yerin kilidini açtı. Bir süre konuşmadım. Sözcükler yetmiyordu çünkü. Sadece başımı eğip ellerine tutundum, sımsıkı. Belki de ilk defa biri beni geçmişimle birlikte sevmişti. Yaralarımla, korkularımla, suskunluklarımla...
Ve belki de ilk defa... Bir yer, gerçekten "yuva" gibi gelmişti.
Şömine hafifçe tütüyordu. Alevler duvarda titreyen gölgeler bırakırken, odadaki sessizlik konuşmaktan çok daha fazlasını anlatıyordu. Ben koltuğun ucunda, ellerimi dizlerimin üstünde kenetlemiş şekilde oturuyordum. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki sesini duymaktan korkuyordum. Sanki içimdeki her fırtına, bu sessizlikte yankılanıyordu. Ertuğrul hemen yanımda oturuyordu. Elleri ellerimi buldu. Parmaklarımız birbirine karışırken gözlerime baktı. O bakışlarda ne acele vardı, ne sabırsızlık. Sadece anlayış, sadece şefkat…
— Korkuyorsan… ya da hazır değilsen, bunu konuşabiliriz. Beklemekten hiç gocunmam.
Gözlerim doldu. Çünkü ilk defa bir adam bana sahip olmak için değil, beni anlamak için yaklaşıyordu. Bu bir ilk gece değildi yalnızca. Bu, yıllarca yalnız kalmış ruhlarımızın birbiriyle tanışma gecesiydi.
Başımı hafifçe salladım.
— Korkmuyorum… Yani, senden korkmuyorum. Kendimden biraz. Ama içimde öyle bir huzur var ki… sanki Rabbim bu anı tam da böyle yazmış.
Sustu. Sonra ellerimden tutup beni ayağa kaldırdı. Yavaşça odaya açılan kapıyı araladı. İçerisi sıcaktı. Küçük ama tertemiz bir yatak, baş ucunda loş bir abajur, sade beyaz perdeler… Her şey olduğu gibiydi. Gösterişsiz, samimi, güvenli.
Üzerime uzanan örtü kadar hafifti dokunuşları. Ne kadar çekinerek yaklaştıysa, ben de o kadar ürkek ama bir o kadar da istekliydim. Dudaklarıma değil, önce alnıma dokundu. Kalbime saygı duyar gibi… Tenime değil, önce ruhuma temas etti.
Bu gece bizim için bir "ilk"ten fazlasıydı. Yaralı kalplerimizin birbirine yaslanışıydı. Sessizce sevmenin, birbirine "helal" olmanın, iki yalnızlığın bir bedende buluşmasının gecesiydi.
Ona sarıldım. Başımı göğsüne koydum. Kalp atışlarını dinledim. Ritmi artık bana ait gibiydi.
— Ertuğrul… Ben ilk defa kendimi biriyle tam hissediyorum.
yanıt vermedi, sadece sarıldı.
— …
Gözlerimi kapadım. Bu defa karanlık beni korkutmuyordu. Çünkü karanlıkta biri vardı. Ve ben o birine emanet olduğumu biliyordum.Loş ışıkta, odanın içinde sadece kalp atışlarımız vardı. Zaman yavaşlamıştı. Ertuğrul’un bakışları üzerimdeydi, ama gözlerinde arzu kadar saygı da vardı. Ellerini yüzüme götürdü; yanaklarımdan başlayıp çeneme kadar süzüldü parmak uçları. Bu bir temas değildi yalnızca, bir dua gibiydi, bir niyaz…
Dudaklarımın üzerine doğru fısıldadı.
— Helalim…
Bu kelime kalbimin tam ortasına düştü. Bir ömür beklenmiş, özlenmiş bir kelime. Dudaklarıma eğildiğinde, öyle nazikti ki, sanki bir çiçeğe dokunur gibi… Öpücüğü telaşsızdı. Hiçbir acele yoktu; yalnızca birbirini tanımaya, anlamaya çalışan iki insanın yumuşaklığı…
Yavaşça üzerimdeki ipeksi elbiseyi çözmeye başladığında gözlerimi kapattım. Utanmadım. İlk defa bedenimle birlikte ruhumu da teslim ettiğim bir adam vardı karşımda. Tenim tenine değdiğinde ürperdim. Ama bu bir korkudan değil, ilk defa ait hissetmenin ağırlığındandı.
Onun dokunuşlarıyla zaman başka akmaya başladı. Her hareketinde bir dua vardı sanki. Kalbimi okşar gibi ilerliyordu. Bedenim, ruhum ve içimde taşıdığım tüm yaralarla birlikte ona açılıyordum. Ve o, hiçbirini yargılamadan, korkutmadan kabul ediyordu. Gözlerim kapandı, ağzımdan kaçan soluk onun dudaklarını okşadı. Dili dilime dolandı. Tadı tadıma karıştı tıpkı bu gece bedenlerimizin birbirine karışacak gibi. Nefesim kesildiğinde geri çekildi.
Gözlerimi yeniden açtım. Baktım. Adamdı. Erkekti. Aşktı. Şefkatti. Dokundu, öptü, sarıldı. Ruhumu, bedenimi, tüm geçmişimi, yaralarımı... hepsini. Ve ben onunla bir olurken, içimdeki kırık dökük kız çocuğu ilk defa sessizleşti. Korkularımın sesi kesildi.
Elleri belimi sardı dudakları önce dudaklarımı sonrasında gerdanımı öptü bedenimin her noktasını öptü sevdi. Ellerim ensesine uzandı kendime doğru çektim. Ayaklarım geri geri yatağa doğru gitti. Onu üzerine doğru çektim. Dudaklarımız bir an olsun ayrılmadı. Birkaç saniye sonrasında dudaklarımızı ayırdı gözlerim yüzünü taradı ikimizde gülümsüyorduk. Üzerindeki gömleği çıkardı bedenini süzmeden edememiştim. Ellerim göğsünde gezindi. Tekrar üzerime uzandı. Kalbim göğsümü dövüyordu. Ve gece boyu yaşanacak olan sevgi , aşk ve tutkunun ilk dakikaları başladı.
Gecenin bir yerinde, artık hiçbir kelimeye ihtiyaç kalmadığında, onun göğsüne kıvrıldım. Tenimizde terin değil, teslimiyetin sıcaklığı vardı. Gözlerimizi kapattık.
Dualar gibi birleşti tenimiz. Sevişmek değildi sadece… Teslim olmaktı. Şifalanmaktı. Kalbinin kapısını açmak, orada bir ömür barınma izni istemekti.
Ve biz o gece, sadece karı-koca olmadık. Biz o gece bir olduk. Odanın içine yalnızca lambanın loş sarısı dökülüyordu. Dışarıda gece, içerideyse başka bir zaman akıyordu. Her şey yavaş, dikkatli ve olması gerektiği gibiydi. Telaşsız ama yoğun… Ellerimiz birbiriyle konuşuyordu; kelimelerin yerine parmaklarımız geçiyordu.
Ertuğrul, bakışlarıyla bedenimi okşuyordu önce. Ardından elleri geldi… Omuzlarımdan boynuma, sırtımdan belime kadar öyle nazik, öyle ağırbaşlı bir tutkuyla ilerledi ki, her dokunuşunda içimde yıllarca sakladığım bir kırıklık yavaşça çözülüyordu. Kendimi bırakmak değildi bu; aksine ilk defa olduğum yere ait hissetmekti.
“Bir kadın gibi sevilmek...”
Ne kadar unutulmuş, ne kadar susulmuş bir özlemdi bu.
Parmak uçlarıyla saçlarımı yüzümden çektiğinde, gözlerimi kaçırmadım. Bakışlarımızın kesişmesinde bir itiraf vardı. O bakışlar, üzerimizdeki örtüden daha fazla örttü bizi; utancımızı, korkularımızı, geçmişimizi.
“Hiçbir şey için acelemiz yok. Her şey sadece seninle mümkün.”
Sanki kalbimin içinden geçenleri duymuştu. Ellerini kalbime koyduğunda tenime değil, ruhuma dokunmuş gibiydi. Dudakları yavaşça boynuma indiğinde nefesim değişti. Her öpücüğü, geçmişin karanlık sokaklarında kaybolmuş çocukluğuma bir yıldız gibi düşüyordu.
Omzumdan kayan sabahlık, gecenin mahremiyetine teslim etti beni. Bedenimin her bir köşesi, sadece onun değil; sevginin, korunmanın, ait olmanın bir parçası haline geldi. Dudakları göğsümde dolaşırken başımı geriye yasladım. İçimde bir titreme değil, bir çözülme vardı. Yıllarca biriken sessizlik, iç çekişlerimle dışarı akıyordu.
“Beni kırma…”
“Asla.”
Ellerinin sıcaklığıyla tenimde izler bırakıyordu. Öyle bir geceydi ki bu, saatlerin anlamını yitirdiği, zamanın yalnızca hislerle ölçüldüğü… Varlığı göğsümde ağır bir güven gibi duruyordu. Her temas, biraz daha aramızdaki mesafeyi eritiyordu. Gözlerimizi kapadığımızda, bedenlerimiz değil, bütün eksiklerimiz birbiriyle tamamlanıyordu.
Onunla bir bütün olmak... Bu yalnızca tensel bir temas değil, bir dua gibiydi. Bir teslimiyet. Varlığıyla var olmak, kendi suretimi onun bakışlarında yeniden görmekti.
Nefes alışlarımız birbirine karıştığında, odada artık yalnızca tek bir ritim vardı. Gecenin içinde kaybolmadık, aksine kendimizi bulduk.
Ve sonunda, birbirimize sarılıp sessizliğe büründüğümüzde...
Ne söylenecek bir söz kaldı ne de duyulacak bir endişe.
Sadece huzur…
Sırtıma koyduğu eliyle biraz daha kendine çekti beni.
“Artık hiçbir yerde değilim. Sadece seninleyim.”
Sabaha karşı, uyku ile uyanıklık arasında gözlerimi açtığımda hâlâ onun göğsündeydim. Nefesi saçlarımın arasında dolaşıyor, avuç içi sırtımda dinleniyordu. Bir geceye değil, bir ömre dokunmuş gibiydim.
Gözlerimi açtığımda, pencereden içeri süzülen gün ışığı perde aralığından usulca odaya akıyordu. Henüz tamamen uyanmamıştım ama hissettiğim ilk şey, göğsümdeki ılık temasıydı. Ertuğrul’un nefesi boynuma değiyor, kalp atışları kulağımın tam dibinde yankılanıyordu. Sanki sabaha onun ritmiyle uyanmıştım.
Bir süre kımıldamadan öylece kaldım. Uyandırmaya kıyamazdım. Kolunu hâlâ üzerimde, bedenimi sarmalarken tutuyordu. Güvende olmak ne demekmiş, işte o an tüm hücrelerimde hissediyordum. Hiç konuşmadan bile sevilebilirmiş insan. Ve ben ilk defa suskun bir sevginin içinde boğulmak yerine soluk alıyordum.
Ertuğrul, bir an gözlerini açtı. Uykulu bakışlarını bana çevirdi. Hafifçe gülümsedi.
“Sabah oldu mu?”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Oldu… ama uyanmak istemiyorum.”
Parmaklarıyla saçlarımı geriye itti. O an yüzüme öyle bir baktı ki, yıllardır kimsenin bana böyle bakmadığını fark ettim. Ne geçmiş vardı o bakışta ne de gelecek… Sadece “şimdi” vardı. Ve o şimdi, her şeyin başlangıcıydı.
“Artık hiç gitmek istemiyorum,” dedim fısıltıyla.
“Zaten gitmene izin verecek değilim,” dedi ve beni biraz daha kendine çekti.
Aramızdaki sıcaklık, geceyi bir hatıraya değil, bir yemin gibi sarmıştı. Bedenlerimiz ayrılmıştı belki ama ruhlarımız hâlâ birbirine dolanmıştı. Birbirimizin teninde değil, kalbinde kalmış gibiydik.
O sabah kahvaltı ya da konuşulacak önemli şeyler yoktu. Yalnızca birbirimize sarılıp durduk. Her sessizlik biraz daha yakınlaştırdı bizi. Her dokunuş, biraz daha kökleştirdi.
Bir ara göz göze geldik. Gözlerinde neyin yansıdığını tam olarak anlayamadım ama hissedebiliyordum.
“Ben de senin gibi yarım kalmıştım,” dedi usulca. “Ama sen gelince tamamlandım.”
Kalbim biraz daha yumuşadı. Artık sadece sevilmiş değil, kabul edilmiştim. Tüm kırgınlıklarımla, geçmişin yüküyle, eksiklerimle. O sabah, bir gecelik hikâyenin sabaha erdiği an değildi yalnızca. Bir ömrün beraber uyanmaya başladığı andı.
Ve o sabah, hiçbirimiz "ilk gecemizdi" demedik. Çünkü o gece, ilk defa gerçekten var olduğumuz bir zamandı. Geceden sabaha sarkan bir bağlılık, bir sessizlik, bir yemin…
Orman evinin içindeyken dışarının karmaşasından, geçmişin gölgelerinden uzak; sadece biz vardık, sessizliğin ve yeşilin arasında.
Sabahları, güneşin ağaçların arasından süzülen ışıkları odanın duvarlarında dans ederken uyanıyorduk. Kendi küçük dünyamızda, zamana değil, birbirimize bağlıydık. Ertuğrul, kahvesini yaparken ben pencerenin kenarında oturup dışarıdaki kuşların şarkılarını dinliyordum. Sessizlik, hiç bu kadar huzurlu olmamıştı.
Her gün yeni bir keşif gibiydi. Konuşmalarımız, bakışmalarımız, o küçük evin içinde büyüyordu. Korkularımız, kırgınlıklarımız yavaş yavaş eriyordu.
Bir öğleden sonra, yağmur usulca başladı. Dışarısı ıslakken biz evin içine çekildik. Sıcacık odaya yayılan yağmurun sesi, Ertuğrul’un bana okuduğu şiirlerle birleşti. Sesinin her kıvrımı, her kelimesi kalbimde yeni bir kök salıyordu.
Akşamları, odun sobasının yanında oturup eski anılarımızdan bahsediyorduk. İlk başta kelimeler ağırdı, tıpkı kırık dökük taşlar gibi, yerlerine oturmuyordu. Ama zamanla, her hikaye bir umut tohumu gibi filizlendi içinde. İkimiz de yaşadığımız acıları paylaştıkça, birbirimize olan bağımız güçlendi.
Bir gece, yıldızların altında yürürken Ertuğrul durdu ve elimi tuttu. Parmaklarımı parmakları arasında hissedince, kelimeler anlamsız kaldı. O an konuşmak değil, sadece birlikte olmak vardı. Duygularımız, rüzgarın hafif esintisiyle birbirine karıştı.
Bu birkaç gün, bize sadece yenilenme değil; yeniden doğma fırsatı verdi. Karanlıkla savaşan iki yürek, ormanın sessizliğinde kendi ışıklarını buldu. Her an, birbirimize biraz daha yakınlaştık; daha çok sevdik; daha çok bağlandık.
Ve o küçük ev, artık sadece dört duvar değil, bizim evimizdi — ruhumuzun sığınağı, umutlarımızın bahçesi.
Güneş, ormanın arasından süzülen ışıklarıyla bizi yavaş yavaş uyandırıyordu. Ertuğrul hâlâ yanımdaydı; yüzü hafif terle kaplı, gözleri uykudan yeni uyanmış gibi ağır ağır açılıyordu. Göz göze geldiğimizde, yüzünde beliren o yumuşak tebessüm içimi ısıttı. “Günaydın,” dedi fısıltıyla. Ben de aynı şekilde karşılık verdim.
Kahvaltıyı birlikte hazırladık. O, sobanın önünde ekmekleri kızartırken ben masayı kuruyordum. Birlikte geçirdiğimiz o anlarda kelimelere pek gerek yoktu. Sessizliğimiz, hafif tebessümlerimiz ve birbirimize dokunuşlarımız, konuşmanın en güzel haliydi.
Öğleden sonraları ormanın içinde yürüyüşlere çıkıyorduk. Etrafımızdaki sessizliği sadece ayaklarımızın yapraklara dokunuşu ve kuşların cıvıltısı bozuyordu. Ertuğrul bana ağaçların adlarını, kuşların türlerini öğretirken ben de gözlerimi ondan alamıyordum. O an, sadece biz vardık; geçmişin acıları ve gelecek kaygıları tamamen unutulmuştu.
Bir akşam, ateşin yanında otururken, ellerimi avuçlarının içine aldı. “Sana dokunmak, seni hissetmek, beni tamamlıyor,” dedi. Ben de gözlerimi kapattım, kalbimin ritmini hissederek. Teninin sıcaklığı ruhuma kadar işliyordu. O an, birbirimize sadece fiziksel değil, ruhen de bağlandığımızı anladım.
Geceleri, pencereden gökyüzünü izleyerek birbirimize hayallerimizi anlattık. Korkularımızı, umutlarımızı, kaybettiklerimizi ve yeniden inşa etmek istediklerimizi paylaştık. O anlar, yıllarca sürecek bir yolculuğun başlangıcı gibiydi.
Bu birkaç gün, bize hem aşkın hem de iyileşmenin anlamını gösterdi. Orman evi, hayatımızda yeniden nefes aldığımız, birbirimize yeniden güvendiğimiz bir liman oldu. Sabah kahvesini hazırlarken Ertuğrul arkamdan yaklaştı, elleri hafifçe belime dolandı.
“Bugün nasıl hissediyorsun?” diye fısıldadı.
Bir an durdum, sonra dönüp gözlerine baktım.
“Önce korkuyordum, ama artık burada, seninle… sanki biraz daha cesur oldum.”
Gülümsedi.
“Biliyorum. Ben de. Geçmişi unutmak kolay değil ama birlikte güçlüyüz.”
Orman yolunda yürürken durduk, kuşların cıvıltısı arasında sessizliğe gömüldük.
“Biliyor musun, çocukluğumdan beri hep bir eksiklik vardı içimde,” dedi.
“Seninle olduğumda, o boşluk biraz doluyor sanki.”
Elimi tuttu, sıkıca.
“Benim de. Hiç yalnız olmadığımı hissetmek güzel.”
Akşam sobanın yanında otururken, ben eski yaralarımı anlatmaya başladım.
“Bazen düşünürüm, ya ben sevilmeyecek biri olsaydım?”
Ertuğrul hemen sözümü kesti.
“Sen en çok sevilecek kişisin. Bunu bana sen öğrettin.”
Gözlerim doldu.
“Seninle olmak, kendimi bulmak gibi.”
O an birbirimize baktık, hiçbir söz gerekmeden.
“Sonsuza kadar yanındayım,” dedi.
Ve ben onun sözünü, yüreğimde sakladım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.59k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |