
MİHRE KARA
Omzumda hissettiğim sıcak nefesle bilincim yavaş yavaş açılıyordu. Bir kolu başımın altındayken diğeri bedenimi sarıyordu. İç içe geçmiş çıplak bedenlerimiz, gecenin kanıtıydı. Gözlerimi açıp yüzümü ona döndüm. Ben döner dönmez dudakları, dudaklarımı buldu. Aşkla dudaklarıma kapanışı sabahı daha güzel bir hâle getirmişti. Karşılık için fazla beklemesi gerekmemişti çünkü hâlâ deli gibi arzuluyordum onu. Geri çekildiğinde dudaklarında arsız bir gülüş vardı.
— Günaydın, güneşim.
— Günaydın...
Eli yanağımda, saçlarımda dolaştı. Üç gündür buradaydık ve artık evdekilerin her şeyin farkında olduğundan emindim. Bir tarafım arsızca umursamazken diğeri deli gibi utanıyordu. Ve bu sabah gitme vakti gelmişti.
— Kalkalım mı?
Yanağımdaki elinin başparmağı dudaklarımda gezindi.
— Kalkmasak mı?
— Kalkmamız gerek, hem zaten...
Cümlenin devamı gelmemişti.
— Zaten ne?
— Utanıyorum, Ertuğrul... Evdekiler ne düşünür diye içim içimi yiyor.
— Şşş, sakın! Sakın o toplara girme. Kimse bizi yadırgamaz, ayıplamaz. Biz evliyiz. Sen bana bu dünyadaki en helal olansın. Kaldı ki ailemiz bizi asla ayıplamaz.
— Öyle de... Ne bileyim, bu düşünceye engel olamıyorum.
Eğilip burnumun üzerine dudaklarını değdirdi. Dudaklarımdan kaçan nefes yüzünü okşadı, dudakları anlıma, oradan da yanaklarıma uzandı.
— O düşüncelere söyle, bir daha o güzel aklına uğramasınlar bile... Şimdi kalk bakalım.
Üzerimden doğrulup ayaklandı. Sonrasında bedenimi yataktan havalandırdı. Onun kollarında olmak eşsizdi. Birlikte yaptığımız bir banyonun ardından üzerimizi giyinip evden ayrıldık. Tuhaf bir histi. Buraya geldiğimizde iki kişiydik, şimdi de iki kişiydik ama tuhaf hissediyordum.
Birkaç saatlik yolculuğun ardından artık tanıdık yollarda ilerlemeye başladık. Kısa bir süre sonra da malikanenin bahçesine giriş yaptık. Bizi gören korumalar gülümseyerek kapıyı açmıştı. Dile getirmesem de herkesi çok özlemiştim. Evdeki çalışanlarla bile aramda farklı bir bağ oluşmuştu. Beni, hiç tanımadığım ailelerine dahil ediyorlardı.
Araba durunca beklemeden indim. Ertuğrul da inip yanıma geldiğinde, ikimiz el ele eve girdik. Henüz holün girişindeydim ki yanımdan hızla geçen bir şeyle Ertuğrul bedenimi hızla kendine çekmiş ve bana isabet etmesini engellemişti. Hızla bana gelen top duvara çarpıp zeminde sekmişti. Şaşkın bakışlarım, salonun ortasında bize şaşkınlıkla bakan Çiçek’i buldu. Diğerleri bu duruma gülerken o şaşkındı.
— Çiçek!
— Bacım!
— Kaç!
Ben hızla üzerine gidince o koşmaya başlamıştı. Evin geri kalanı ise bize kahkahalarla gülüyordu. Tam onu yakalıyordum ki hızla sağa saptı. Yanından geçmek üzere olduğu Şirin’i kucaklayıp bana döndü.
— Dur bakalım orada!
Şirin yüzündeki gülüşle bana bakıyordu.
— Çiçek, seni uyarıyorum! Çabuk kıymetlimi bırak.
— Yemezler tatlım! Eğer teslim olmazsan kıymetlini çok pis gıdıklarım!
Elini kaldırıp Şirin’in karnına yaklaştırdı. Bu durumdan oldukça hoşnuttu. İki elimi kaldırıp onlara baktım.
— Tamam! Ah kahretsin, beni köşeye sıkıştırdın. Ne istersen yaparım. Bırak meleğimi!
— Aferin, yola gel şimdi.
Şirin’i yere bırakıp kulağına eğildi. Sonra onay almak için ona baktı. Her ne dediyse, Şirin de ona gülümseyip "tamam" anlamında başını salladı. Hemen ardından, ben ne olduğunu anlayamadan, ikisi üzerime gelip beni gıdıklamaya başladı. Tam geri çekiliyordum ki Umay ve Ayla arkadan bedenimi tuttu. Bir süre bu şekilde, kimin kimi gıdıkladığı belli değilken kahkahalarla gülmüştük. Onlar birbirine girmişken Şirin’i koltuk altlarından yakalayıp o curcunadan çıkardım. İkimiz onlardan uzaklaşınca onlar da biraz durulmuştu. Meleğimin önünde diz çöktüm.
— Meleğim?
Bakışları yüzümü buldu.
— Beni özledin mi?
Başını "evet" anlamında salladı.
— Ne kadar?
Kollarını iki yana açtı.
— Çok mu?
Başını yine "evet" anlamında salladı.
— Ben daha çok...
Kollarımı bedenine sardım, mis kokusunu içime çektim. Allah’ım, ne de özlemiştim...
— Hadi bakalım, kahvaltı hazır!
Ayşe teyzenin bize seslenişiyle hepimiz tek tek mutfağa doğru gitmiştik. Herkes her zamanki yerine geçti. Bu defa Çiçek ve Arif de bize eşlik ediyordu. Bu durum beni çok memnun etmişti. Özellikle kimsenin “Nereye gittiniz? Ne yaptınız?” gibi sorular sormaması beni daha da mutlu etmişti. Keyifli bir kahvaltının ardından Ertuğrul, Ayla ve Umay işe gitmişti. Şirin ise okula gitti. Kaç gündür yoktuk, bu yüzden Ertuğrul istemese de işe gitmek zorunda kalmıştı. Ben de onları yolcu ettikten sonra içeri geçtim. Babaannem ve Ayşe teyze mutfakta oturmuş sohbet ediyordu.
— Hanımlar?
Sesimle ikisi de gülümseyerek bana döndü.
— Ne yapıyorsunuz bakalım?
— Akşama hazırlık, kızım. Gel, otur.
— Yok babaanne, ben çıkacağım. Birkaç dosya var bakmam gereken.
Onlarla vedalaştıktan sonra odama ilerledim. Son birkaç aydır Ertuğrul dışında müvekkilim yoktu. Bakacağım dosyalar da onun küçük dosyalarıydı. Kendimi tamamen salmıştım, hiç iş almıyordum. Ama bu böyle devam edemezdi. Benim de kendime göre harcamalarım vardı ve Ertuğrul’dan maddi destek alamazdım. Bu, yapıma tersti. Zaten o da böyle bir şeye sıcak bakmayacağımı bildiği için direkt teklif etmiyor, her ay hesabıma para gönderiyordu. Başlarda bir şey demesem de şimdilerde durumumuz değişmişti. Bunu onunla konuşmalıydım. Ha, yok, devam edecekse başka işlerini de üstlenecektim. Çünkü bu şekilde, hakkım olmayan bir parayı alıyordum.
Üzerime koyu yeşil bir gömlek geçirdim, altına da gri bir pantolon giydim. Siyah topuklularla iyi duruyordum. Çantamı aldıktan sonra evden çıktım. Korumalar beni görünce toparlandı.
— N’aber beyler?
— İyidir yenge, sen nasılsın?
Ahmet’in "yenge" deyişiyle biraz utanmıştım ama ne diyebilirdim ki, yengesiydim değil mi?
— Bildiğiniz gibi, ne olsun.
Bakışlarım Yusuf’u buldu. Benimle yaşıttı. Normalde çok güleç bir insandı ama şimdi suratı asıktı.
— Yusuf?
Sesimle, yerdeki bakışlarını kaldırıp bana doğru geldi. Karşımda dikleşti.
— Buyrun, efendim?
— Neyin var senin?
— Yok bir şey.
Kaşlarımı çattım.
— Karşında Ertuğrul olsa öyle mi derdin?
— Anlamadım?
— Diyorum ki, şu suratını düşüren ne ise anlat. Yoksa seni patronuna şikâyet ederim.
Ağzı açılıp kapandı ama konuşmadı.
— Arif?
Muhatabımı değiştirdim.
— Nesi var bunun?
— Kız meselesi.
Dediğiyle kaşlarım şaşkınlıkla kalktı. Devam etmesini istedim.
— Kızı istemişler de babası vermemiş.
— Neden?
Bildiğim kadarıyla Yusuf iyi çocuktu. Bakışlarımı Yusuf’a çevirdim.
— İşimden dolayı.
— Nesi varmış işinin?
Babası "Karanlık işler yapan birine kız vermem," dedi
Son söylediğini çekinerek dile getirmişti. Kaşlarım çatıldı.
— Kız ne diyor?
— Biz... Biz birbirimizi seviyoruz. "O işinle ilgilenmiyorum," diyor. Ama babası...
— Arif, adamları topla. Çıkıyoruz.
— Nereye, efendim?
— Kız almaya.
--ya vermezlerse?
--o zaman kaçırırız.
Yönümü arabaya çevirdim. Dediğimle şaşkınlıktan oldukları yerde kalmışlardı. Camı açıp seslendim:
— Hadisenize! Akşama kadar sizi mi bekleyeceğim?
Sesim biraz sert çıkmıştı. Bu, onları kendine getirmiş, harekete geçmelerini sağlamıştı. Normalde bana eşlik eden Arif, Kenan ve Ahmet dışında; Yusuf'la birlikte şu an üç araba dolusu adamla kız evine gidiyorduk. Madem adam karanlık olduğumuzu düşünüyordu, hakkını verelim ama değil mi?
— Tam olarak ne yapmayı planlıyorsun?
Arif bir yandan araba kullanıyor, diğer yandan dikiz aynasından benimle konuşuyordu.
— Kız isteyeceğim.
— Onu anladım.
— Anladıysan ne soruyorsun?
— Abimi aramalı mıyım?
— Gerek olduğunu düşünmüyorum.
"Sen öyle diyorsan," dermiş gibi baktı. Zaten kısa bir süre sonra da araba, küçük bir evin önünde durmuştu. Yusuf inince ben de indim. Tabii diğer korumalar da.
— Burası mı?
— Evet, efendim.
Aldığım onayla evin bahçesinin içine girdim. Kapıya geldiğimde derin bir soluk aldım. Heyecan yapmıştım. Sonuçta ilk defa kız isteyecektim. Ama bu durumu diğerlerine belli etmemeye çalıştım. Elimi zile uzatıp bastım. İkinci çalışta, ellili yaşlarında bir kadın kapıyı açtı. Gözleri benim ve yanımdaki adamların üzerinde gezindi.
— Buyurun?
Evet... Şimdi ne diyecektim?
— Yusuf?
Kadının arkasında beliren esmer, kısa boylu bir kız şaşkın bir şekilde bana ve yanımdaki genç adama bakıyordu.
— Sizin burada ne işiniz var?
Kadına bakıp onu muhatap aldım:
— Merhabalar, ben Avukat Mihre Kara. Ayrıca Yusuf’un patronu sayılırım. Müsaitseniz, hayırlı bir iş için buradayım.
Kadın öylece bize bakmaya devam etti.
— Hanımefendi?
Seslenişimle sanki yeni yeni kendine geliyormuş gibi toparlandı.
— Buyurun...
Eliyle içeriyi gösterince ben de tebessüm ettim. Girmeden ayakkabılarımı çıkardım. Az çok insanları anlıyordum; ayakkabıyla girip destursuzluk etmek istemezdim. Kadının yönlendirmesiyle salona giriş yaptık. Kadının kocası olduğunu düşündüğüm bir bey koltukta oturmuş televizyon izliyordu. Bizi görünce toparlandı.
— Buyurun?
— Kusura bakmayın, habersiz geldik.
"Keşke çiçek falan alsaydık... Neyse, başka sefere artık." "Ha başka seferde olacak diyorsun?" Kendi iç çatışmama son verip adama odaklandım.
— Efendim, merhabalar. Ben Mihre Kara. Yusuf’un patronuyum.
— Sizi dinliyorum.
Adam, Yusuf ismini duyunca biraz gerilmişti.
— Oturabilir miyim?
Resmen elinden gelse kapı dışarı edecekti. Eliyle koltuğu işaret edince ben de gülüşümü bozmadan geçip oturdum. Adam bana sorgularcasına bakıyordu.
— Efendim, sebebi ziyaretimizi açıklamak gerekirse; hayırlı bir iş için buradayız.
Ben devamını getirmeden adam sözümü böldü:
— Bakın hanımefendi, saygısızlık etmek istemem ama hayırlı iş dediğiniz şeyle ilgilenmiyoruz.
— Öyle mi? Kızınız da sizin gibi mi düşünüyor?
— Kızım benim sözümden çıkmaz. Ben ne dersem, kabulüdür.
— Belli ki kızınız sizi çok seviyor, değer veriyor. Peki siz neden aynı değeri ona vermiyorsunuz?
Kaşları çatıldı.
— Bu doğru değil. Ben despot bir baba değilim. Kızımı canımdan çok seviyorum.
— Peki o zaman, kızınızı en az sizin kadar çok seven, sevdiği adama neden vermiyorsunuz?
Adam yerinde rahatsızca kıpırdandı.
— Ben “vermem” demedim. O işi yaptığı sürece vermem dedim. Gitsin başka iş bulsun, öyle gelsin.
— "O iş" dediğiniz benim yanımda çalışmak. Kaldı ki, diyelim ki taksici oldu... Hayatî tehlikesi olmayacak mı? Ya da inşaat işçisi… Bu kapıdan çıktığınızda ölmeyeceğinizin garantisi var mı?
— Aynı şey değil.
— Aynı şey! Bakın beyefendi, kimse ne zaman, nasıl öleceğini bilemez. Şu kısacık hayatta kimse sevdiğinden ayrı olmamalı. Hele ki nefret ve kinin bu kadar çok olduğu bir yerde... Şimdi ayrıldılar diyelim, ilerde ne olacak? Kızınız bir başkasıyla mı evlenecek? Ya o adam onu sevmezse? Daha da önemlisi, ya saygı duymazsa? Yılda kaç kadın şiddete maruz kalıyor, biliyor musunuz? Kızınızın onlardan biri olmayacağını bilemezsiniz.
Sözlerim son bulurken adam öylece bakmıştı. Yüz ifadesinden bir şey anlamak imkânsızdı. En son bakışlarını kızına çevirdi. Kızcağızın gözleri dolu doluydu.
— Kızım... Hele sen bize bir kahve yap.
Kız, babasının dediğiyle gözlerindeki yaşlara inat gülümsedi. Başını “tamam” anlamında sallayıp annesiyle içeri girdi. Ben de rahat bir nefes almıştım. Bu işi bağlamadan gitseydim kendimi çok kötü hissederdim.
Kısa süre sonra, elinde kahve tepsisiyle gelin adayımız içeri girdi. Hepimiz tek tek kahveleri aldık. Kahvemi yudumlayıp karşımdaki beyefendiye döndüm:
— Efendim, sebebi ziyaretimiz belli. Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz.
Adam tekrar bir kızına baktı, sonrasında bakışlarını Yusuf’a çevirdi.
— Kızımı üzersen, beni karşında bulursun. Bil.
Yusuf tebessümle başını salladı. Gülümsemesi yüzüne yayıldı.
— Gençler birbirini sevmiş, bize de arkalarında durmak düşer. Hayırlı olur inşallah.
İçimden “Çok şükür,” dedim. Yanımdan gelen öksürük sesiyle döndüm. Yusuf, içtiği kahve yüzünden yüzünü buruşturmuştu. Bu hâline gülümsedim. Aklıma gelen şeyle gülüşüm derinleşti. Kesinlikle Ertuğrul’a tuzlu kahve içirecektim.
Buradaki işimiz bitince hepimiz ayaklanıp evden çıktık.
— Yusuf?
— Buyurun, efendim?
Karşıma geldiğinde önünü ilikledi.
— Sen bugün izinlisin. Sözlünle biraz vakit geçirin.
— Gerek yok.
— Gerekli olup olmadığını sormadım.
Daha fazla bir şey deme gereği duymadan arabaya geçtim. Diğerleri de onu tebrik ettikten sonra arabalara binmişti.
— Bunu yaptığına inanamıyorum.
— Neye?
— Kızı aldığına.
— Ben bir avukatım. Tuttuğumu koparmak
benim işim, ayrıca şüphen mi vardı?
Arif, bu söylediğimle güldü. Bu defa konuşan, yanında oturan Kenan oldu:
— Kaç tane patron çalışanına kız ister ki?
Ona cevabı Arif verdi:
— Kaç patron çalışanıyla iddiaya girip tavla oynuyorsa...
— Ben hâlâ buradayım. Ayrıca ben sizin patronunuz değilim, patronunuz olan Ertuğrul.
Arkama yaslandım. Arif arabayı çalıştırıp son defa aynadan bana baktı.
— Peki, kapıdaki adamlar neden ondan çok sana bağlı?
— Onu nereden çıkardın?
Soruma cevap vermek yerine arabayı hareket ettirdi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Evdeki korumalar neden bana bağlı olsun ki? Tamam, birçoğuyla arkadaşlık kurmuştum ama bana göre, bana yakın olmalarının nedeni Ertuğrul'du.
Araba iş yerime doğru ilerliyordu. Bakışlarım akıp giden yolu izliyordu. Trafikte birçok insan, beklemek yerine birbirine sövüyor ya da durmadan kornaya basıyordu. Kaldırımda insanlar sohbet ederek ilerliyor, bazıları ise kendi dertlerinde, yalnızlığında kalmayı tercih etmiş, kulağındaki kulaklıktan müzik dinliyordu. Kafelerin içleri tıklım tıklımdı.
Elimdeki telefon titredi. Gördüğüm isim, daha doğrusu simge ile dudaklarım kıvrıldı:
🖤 Güneşim
— Canım
🖤 Neredesin?
— Arabadayım, ofise geçiyorum.
🖤 Bir sorun yok, değil mi?
— Seni özlemem dışında mı?
🖤 Bu bir sorun mu?
— Yanımda değilsen, evet.
🖤 Eğer seni mutlu edecekse... Ben de özledim. Hem de çok fazla.
— Akşama erken gel.
🖤 Seve seve.
— Ben geldim. Akşam görüşürüz, öptüm.
🖤 Nereden?
— Arsız...
🖤 Yanaklarımı kastetmiştim. Neden fesat anladın ki?
Bu mesaja cevap vermedim. Zaten araç binanın önünde durdu. Ben inince diğerleri de benimle birlikte indi. Asansöre ilerleyip kendi ofisime girdim. Gelen birkaç postayı inceledim, sonrasında maillere göz gezdirdim. Aralarında önemli bir şey yoktu.
Ertuğrul’a ait olan başka bir dosyayı kısaca inceledim. Naylon şirket kurduğunu iddia ediyordu lakin onun adına hiçbir şey yoktu. Onu suçlu gösterecek bir şey de yoktu. Gözlerimin içi yanmaya başlayınca bakışlarımı dosyadan kaldırdım. Sanırım bu kadar yeterdi. Masadan kalkıp çantamı aldım. Masadaki dosyayı da toparladım. Odadan çıkınca bizimkiler de ayaklandı:
— Eve gidelim.
Bitik halime gülmüşlerdi.
— Komik mi?
Başlarını hayır anlamında salladılar ama hâlâ gülüyorlardı.
— Sizi Ertuğrul’a söyleyeceğim.
Bu defa gülen ben oldum.
— Tam olarak ne diyeceksiniz?
Gözlerimi kısıp Kenan’a baktım.
— Arif arabayı deli gibi kullanıyor diyeceğim. Kenan durmadan karı-kız muhabbeti yapıyor. Ahmet de kumar oynuyor. Bu gün ganyan bayisine gittik diyeceğim.
Üçü de panik ve şaşkınlık içinde bana bakıyordu. Bu halleri o kadar komikti ki kahkahama engel olamadım. Tabii onlar da ciddi olmadığımı anlamıştı, benimle birlikte gülmeye başladılar.
Dördümüz birlikte ofisten çıktık. Adımlarımı dışarıya atmamla üzerimize kurşun yağdı. Tabii benim yanımdaki ve kapıdaki korumalar da ateş etmeye başlamıştı lakin diğerleri göz açtırmıyordu. Etrafta silah sesleri ve benim çığlıklarım duyuluyordu. Arif’in koluna isabet eden kurşunla gözlerim korkuyla onu buldu.
— Arif!
— Yerinde kal!
Onlar binanın ön kısmındaydı. Ben ise hemen arkalarındaydım. Beni korumak adına arkalarına almışlardı. Sığındığım duvar dibinden hareket edemiyordum. Birden neye uğradığımı şaşırdım. Biri arkamdan yüzüme bir bez bastırdı. Birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra gözlerim kendini karanlığa bıraktı. İçimdeki korkuyu anlatmak imkânsızdı.
*********************
Uyandığımda başım zonkluyordu. Gözlerimi aralamak istedim ama sanki kirpiklerime ağırlık bağlanmış gibiydi. Ne kadardır baygındım. Göz kapaklarımı yavaşça araladım karanlık bir odadaydım. Nemli bir hava vardı; burnuma çürük tahta ve pas kokusu doluyordu. Bileklerim arkadan bağlanmış, oturduğum sandalyeye sabitlenmişti. Ayak bileklerimse metal bir zincirle yere sabitlenmişti. Panik yapmamam gerektiğini biliyordum ama kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.
“Ertuğrul ne olur çabuk gel.” diye fısıldadım kendi kendime. Sanki onu anınca yaralarım iyi olacaktı.
Kapının gıcırdayarak açılmasıyla irkildim. Loş ışıkta bir silüet belirdi. Yavaş adımlarla yanıma yaklaştı. Ayak sesleri bile tehditkâr geliyordu kulağıma. Kalın, boğuk bir sesle konuştu:
“Uyanmışsın. Güzel. Demek ki sana henüz zarar vermemişiz.”
Gözlerim tam seçemiyordu yüzünü ama sesinden, o sözde sakinliğinden bir şeylerin ters olduğunu anlıyordum. Bu oydu Mert denen adamdı. Gözleri bedenimi süzdü cevap bekledi lakin konuşmadım. Benden korkmamı bekliyordu belki ama ben öfkemin sıcaklığıyla korkumu bastırıyordum.
“Ne istiyorsun benden?” dedim, sesimde titrek ama inatçı bir tonla.
“Seninle dost olmak istedim ama olmadı şimdi düşman olacaz. Olacak her şeyin sorumlusu sensin yanlış insanın yanında yer aldın.”
Bu adam hastaydı.
Bana doğru eğildi. Yüzüne hâlâ tam hâkim olamıyordum ama gözlerinde karanlık bir keyif vardı.
"Sakin ol kralın kadını kendini yorma gücüne ihtiyacın olacak.”
Arkasını dönüp kapıya ilerledi.
Kapı kapanmadan önce bir şey daha söyledi:
“Sevgilin seni çok seviyormuş şimdiden şehri birbirine katıp savaş başlattı.... Merak etme, sıra onda.”
Bu cümle, içimde ne varsa alt üst etti. Midem bulandı, ellerim titremeye başladı. Hayır... Hayır, ona bir şey olmamalıydı! Onu koruyamamış olma düşüncesi bile boğazımı sıktı.
Kendimi toparlamam gerekiyordu. Bu karanlık yerde, bu umutsuz hâlde bile bir çıkış yolu olmalıydı. Derin bir nefes aldım. Ağlamak istiyordum ama ağlamayacaktım.
Henüz bitmedi.
Ben daha pes etmedim." Sakin ol Mihre Ertuğrul seni bulur nerde olursan ol bulur......."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.59k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |