
ERTUĞRUL ARSLANLI
Hayatım boyunca nice kötülük gördüm, nice düşman tanıdım. Ama hiçbir şey, şu an içimde kopan fırtınanın yanında laf bile edemez. Mihrem... Güneşim... Onu kaçırmışlar. Ve bunu yapan kişi, Mert. O pislik. O iti daha önce saklandığı delikte bulup gebertmeliydim.
Benim Mihre’mi... Benim güneşimi alıp beni karanlığa gömmüştü lakin kimsenin bilmediği ben bu karanlığa hükmederdim onları gömecek olan bendim.
Telefon elimde. Avuçlarımın içi terden sırılsıklam. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor. Delirmekten korkuyorum ama duramam. Oturup çaresizliğe teslim olamam. Birileri konuşuyor etrafımda ama ben duymuyorum artık. Sesler boğuk, bulanık, uzaktan geliyor gibi. Sadece onun sesini arıyor kulaklarım. O sessizliğin içinden Mihre'nin yardım çığlığını duyuyorum sanki. Uydurma bir senaryo gibi geliyor kulağa ama bu gerçek.
Sadece benim sevdiğim kadın değil o. O, bizim sırtımızı dayadığımız duvar. O, savaşta da, barışta da omuz verdiğimiz kadın. Mihre’yi kaybetmek, her şeyin sonu demek. Ama izin vermem. Yemin ediyorum, nefes aldığı sürece o herifin cehennemi ben olacağım.
Burnumun direği sızlıyor, ama gözümden tek damla yaş akmıyor. Aklım, onu nerede tutabileceklerini hesaplıyor. Kalbim… kalbimse sadece onun adını atıyor. “Dayan Mihrem,” diyorum içimden. “Seni almaya geliyorum. Kimse seni benden alamaz. Hele o Mert… Onu yerin dibine gömmeden bu hikâye bitmez.”
O puşt ölecek onu ben öldüreceğim. Ve bunu yaparken yer yerinden oynayacak. Bu artık bir kadını kurtarma meselesi değil. Bu, kanla yazılmış bir hesaplaşmanın ilanı.
Sabaha karşı saat dört. Masanın başında oturuyorum, onun için geleceğimi de biliyordur. Telefonu elime alıp sadece tek bir tuşa bastım.
“Çınar, acil. Kulüpte buluşuyoruz. Tetikçiler, ekipman, bilgi… ne varsa hazırla.”
Daha konuşmam bitmeden diğer hattan Poyraz arıyor.
“Duydum,” dedi. “Sana bunu yapan yaşarsa, adımı unuturum.”
Üç saat sonra kulüpteydik. Kapalıydı, içeride sadece bizim çocuklar vardı. Ve hepsi anlamadığım şekilde en az benim kadar öfkeliydi. İçeride yüze yakın adam vardı ama bu yetersizdi. Bunların üç katı adam şuan şehrin altını üstüne getiriyordu. Çınar, yüzünde buz gibi bir ifadeyle bana yaklaşırken önündeki tableti açtı. “Mert’in son 24 saatte temas kurduğu herkes bu listede. Bir depo görüntüsü yakaladık. Bak şuraya... Kamera sistemine dışarıdan sızılmış, ama bir hata yapmışlar. Şu araç… Mert’in şoförüne ait.”
Poyraz araya girdi. “O bölge bizim değil ama buraya girersek savaş başlar.”
Sırtımı sandalyeye yasladım. Sessizlik çöktü. Herkes sözümü bekliyordu.
“ O savaş çoktan başladı zaten, ama bitiren biz olacağız.”
O an biliyordum, bu iş sadece Mihre’yi kurtarmakla kalmayacaktı. Yeraltında taş üstünde taş kalmayacaktı. Mert’in bağlı olduğu bütün ağları, para trafiğini, bağlantılarını... hepsini yerle bir edecektik.
Poyraz silahını masaya bıraktı.
"Kardeşimi almadan bu iş bitmez kaç kişinin kellesinin gideceği umrumda değil.”
Çınar gözlüklerini çıkarıp bana döndü. “Mihre’yi senin kadar biz de koruyacağız. Kimin ne hesabı varsa gelsin, bu gece yalnızca kurşun konuşacak.”
Gözlerim yavaşça karardı. İçimdeki öfke yerini acımasız bir kararlılığa bıraktı.
"Ya diğerleri"
Bakışlarım Poyraz'a kaydı
"Hepsi tarafını seçmek zorunda ya yanımızda ya karşımızda başka şans yok."
“Arabaları hazırlayın,” dedim. “Savaş başlıyor.”
Sabaha karşıydı ve koca bir gün geçmişti onu kaybedeli nasıl olduğunu bilmeyeli koca bir gün geçmişti. Nasıldı, canı yanıyor muydu hiç bir şey bilmiyordum. Hava ağırdı, sessizdi. İstanbul’un kenar mahallelerinden birindeydik. Haritalardan bile silinmiş bir sanayi bölgesi. Issız. Terk edilmiş gibi..... Bu işin geri dönüşü yoktu artık.
Kulaklıkta Çınar’ın sesi cızırdadı.
“Sol cephe temiz. Kameralar devre dışı. Poyraz kuzeyden giriyor.”
“Anlaşıldı,” dedim.
Elim silahımda, gözüm karanlığın içinde. Depoya bakan tepenin arkasındayız. Dört adamım daha bizden birkaç metre arkada. Hepsinin gözünde aynı şey var: Emir bekliyorlar. Bense sadece Mihre'nin çığlığını duyuyorum zihnimde.
Poyraz telsize fısıldadı.
“Görüş alanımda üç kişi var. Otomatik tüfek taşıyorlar. Alarm sistemi içerideki jeneratöre bağlı. Sessiz girmemiz imkansız. İzin ver, sesli girelim.”
Bir an düşündüm. Kafamı kaldırdığımda gece, sanki bize sırtını dönmüştü. Zifiri karanlık. Ama içimde bir şey kıpırdadı.
“Verin o sesi. Duysunlar kimin geldiğini.”
Ve birden gece yarıldı.
İlk patlayan el bombası oldu. Depo kapısının hemen yanına düşen parça tesirli bombayla duvar çatladı. Arkasından Çınar’ın adamları arka kapıyı kırdı. Otomatik silahlar konuşmaya başladı. Kurşunlar beton duvarlara çarpıyor, yankılar birbirine karışıyordu.
Ben önden girdim. Sağımda Poyraz, solumda Çınar. İçerisi kargaşa. Bir adam köşeden bize ateş açtı. Eğildim, diz çöküp nişan aldım. Kurşunu alnının ortasına yedi. Çınar beni kollarken bir diğerini indirdi.
Bağırışlar, mermilerin çığlığı, havaya karışan toz... Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi ama durmadım."allahım ne olur burda olsun." Her adımda içimdeki umut biraz daha söndü. Her adımda içimdeki karanlık biraz daha büyüdü ve ben o karanlığa gömüldüm. Son bir kapı kalmıştı... Eğer o kapının ardında da değilse, ben nereye gidecektim? Şimdi fark ediyordum ki, benim bu kadından başka gidecek hiçbir yerim yoktu.
Lakin içimdeki son umut kırıntısı da açılan kapıyla birlikte söndü. İçerisi boştu. Yoktu. Burada da yoktu. Dünden bu yana şehrin dört bir yanını dağıtmıştık... ama yoktu.
“Allah'ım, ne olur... Ne olur onu koru. Ben yanıma alana kadar sen onu koru,” diye geçirdim içimden.
Bakışlarımı arkama çevirdim. Poyraz yanıma gelip elini omzuma koydu.
“Bulacağız onu.”
Başımı ‘evet’ anlamında salladım.
“Çabuk bulalım Poyraz… Canı acıyor. Hissediyorum. Karanlıkta kalmıştır, korkuyordur. Narindir benim karım. Nazlıdır. Bakma başını kaldırıp diklendiğine, o yaralı bir çocuk.”
Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. İçimdeki yangını söndürecek hiçbir şey yoktu.
Buraya dimdik, yakıp yıkmak için gelen bedenim… Omuzları düşmüş şekilde gerisin geri döndü. Ama vazgeçmek yoktu.
Ben sevdiğimi bunca zorluğa rağmen almıştım.
Kimsenin onu benden koparmasına izin veremezdim.
TUFAN GİRAY
Gelen telefonla ne yapacağımı bilemedim. Yapabileceğim en doğru şeyi yapıp babama gittim. Şirketteki odasındaydı. Kapıyı çalıp beklemeden içeri girdim. Kehribar rengi gözlerini önündeki dosyalardan kaldırıp bana baktı. Yüzümdeki ifadeden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Beklemeden odanın içine girip kapıyı kapattım.
“Ne oldu?”
“Baba... Mert Kaya Arslanlı’nın kadınını kaçırmış.”
Bakışlarında şaşkınlık oluştu. O kadını tanıyorduk. Ben yalnızca bir kez görmüştüm; onun dışında gazetelerde okuduklarım vardı. Babamlar da birkaç kez karşılaşmıştı onunla.
“Arslanlı savaş başlattı. Şehrin altını üstüne getiriyor. Mert’e ait ne kadar mekân varsa hepsini bastı. Bazılarına el koyarken, bazılarını doğrudan ateşe verdi. Herkese ya yanımdasınız, ya karşımda demiş. Şimdilik onun tarafında Poyraz ve Çınar var.”
Tüm söylediklerime sessiz kaldı.
“Bir şey daha var...”
Gözleri devam et der gibi baktı.
“Kızın yerini biliyorum.”
Son cümlemle birlikte kaşları kalktı. Şu ana kadar masada oturan kim varsa, hepsinin yanında bir adamım vardı. Arslanlı da dahil. Mert’in yanındaki köstebeğim, kadının yerini söylemişti. Onu kendi mekânına götürmemişti. Bu işlerle hiçbir ilgisi olmayan bir iş adamının deposundaydı. Arslanlı’nın orayı bulması kolay olmazdı.
Bakışlarım babamın düşünceli yüzünde gezindi. Ne yapacağımı bilemediğim için ona gelmiştim. Beni varisi olarak göstermişti, ondan akıl almam gerekirdi.
“Kızın yerini Arslanlı’ya söyle.”
“Bunun ne demek olduğunu biliyorsun, değil mi?”
Başını ‘evet’ anlamında salladı.
“Kadına el uzatan bir puştun yanında yer alacağıma, şerefimle ölürüm daha iyi. Kaldı ki Arslanlı bu dünyanın kralı. Kadını almadan ölmez.”
Sözleriyle başımı salladım. Haklıydı. Başın dik yaşamak, her şeyden kıymetliydi.
Telefonumu elime aldım, onu aradım. Hoparlörü açtım. Birkaç çalıştan sonra sesi duyuldu. Nefes nefeseydi. Belli ki birilerini sorguluyordu.
“Söyle,” dedi.
Emrivaki tonu hoşuma gitmese de bir şey demedim. Canı yanıyordu.
“Birini arıyormuşsun.”
“Bu bir sır değil.”
“O zaman adresi yaz.”
“Ne?”
“Duydun. Aradığının yerini söylüyorum.”
“Sen… nasıl—”
“Nasılını boşver. Lakin şunu bil… Ben taraf seçmiyorum. Sadece başım dik ölmek isterim. Kadına, çocuğa dokunulmaz. Ben yıllardır arıyorum. Senin arayışına son vermek boynumun borcu.”
"Dilerim, senin arayışın da son bulur."
Ona bir şey demesem de içimden ‘amin’ dedim. Adresi verdikten sonra telefonu kapattım. Bakışlarım babamın gözleriyle kesiştiğinde bana gururla bakıyordu. Bir şey demedim. Geldiğimin aksine sessizce kendi odama doğru ilerledim. Yıllar geçmişti ben aradığımı bulamayalı ellerimden kayıp gideli yıllar geçmişti. Ben Tufan Giray bize ait olanı bulamıyordum. Ne ben ne babam ne kardeşlerim bunca güç, servet boşaydı. Allah bazı şeyleri sizden aldıysa geri vermiyordu işte. Masama geçip son ihale dosyasını önüme çektim yapılacak olan büyük bir site projesiydi. Karşımda çok güçlü rakipler vardı bunlardan biride Arslanlı holdingti. Bildiğim kadarı ile bu ihaleyede onları temsilen Ayla girecekti. Karanlık işlere karşıydı lakin bir Arslanlıydı dişli bir kadındı. İhalede en büyük rakibimdi. Şimdi düşünüyorumda adresi vermesem ihale benimdi be. Farkında olmasamda dudaklarım kıvrılmıştı. Zira en son bana karşı yenildiği zaman onu sinir etmiştim ve o burnu havada şımarık kadın üzerime kahve fırlatmıştı bana bir gömlek borçluydu. Kadını sinir etmek gerçekten eğlenceliydi. Elime telefonu alıp numarayı tuşladım bir kaç çalıştan sonra karşıdan naif bir ses duyuldu.
"Alo"
"Ayla hanım!"
"Buyrun benim!"
"Beni tanıdınız mı?"
Derin bir soluk aldığını gösteren bir ses duydum.
"Ne yazık ki tanıdım ama açık konuşayım şuan sizinle uğraşamam."
Telefonu tam kapatıyordu ki sesim onu durdurdu.
"Haberim var. Belliki kardeşin size söyleyememiş kadının yerini buldular."
"NE!!"
Cırtlak sesi ile telefonu kulağımdan çekmek zorunda kaldım.
"Kulağım kanadı."
"Şey pardon, nasıl? Siz nerden biliyorsunuz? Mihre iyi mi? Ne zaman gelecekler?"
"İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?"
Karşıda kısa bir sessizlik oluştu utanmış mıydı!
"Şey üzgünüm heycan yaptım ."
Dudaklarımdaki sırıtış büyüdü.
"Ertuğrul'a adresi yeni bildirdim yakında bulur."
"Siz mi!"
"Ne o yapamaz mıyım?"
"Yok ondan değilde ne biliyim, ben nasıl teşekkür ederim bilmiyorum.'
"Gömlek alarak."
"Anlamadım!"
"En son gömleğime kahve döktünüz bir özür ve gömlekle anlaşacağımızı düşünüyorum."
"Bence siz teşekkür ile idare edin bayım. Başınıza gelen her şeyi hak ettiniz hatta belki daha fazlasını ve bu arada önümüzdeki ihaleyi alacağımdan emin olun iyi günler."
Yüzüme kapanan telefonla gülüşüm dahada büyüdü bu iş gittikçe eğlenceli hale geliyordu. İstanbul’un o puslu, gri sabahlarından biriydi. Şehrin telaşı henüz uyanmamıştı ama biz ayakta, birbirimize karşı diken diken dikiliyorduk. O ihale... O lanet olası dış mekân ihalesi... Hâlâ aklıma geldikçe dudaklarımda bir gülümseme belirir.
***************
Açık havada, Boğaz kıyısındaki o tarihi yalıyı restore edecek firmayı seçeceklerdi. Klasik salon sunumları yerine, jüri üyeleriyle birebir görüşmelerin yapıldığı bir konsept… Herkes sabahın köründe oradaydı. Sektörün en hırslı yüzleri, marka temsilcileri, belediye gözlemcileri... Ve o kalabalığın içinde Ayla.
Kahverengi kabanının içinden sarkan dosyalar, topuklu çizmelerle çakıl taşlarında yürüyüşü… Birini ezmeye değil, yok etmeye gelmiş gibiydi. O an anladım. Karşımda sıradan bir rakip yoktu. Bu kadın sadece iş bilen biri değil, psikolojik savaş ustasıydı.
Yanıma geldiğinde başını hiç eğmeden, dosyasını göğsünün önünde sıkıca tutarak konuştu:
“Yarışmadan çekilmek isterseniz şimdi son şansınız.”
Kahkaha atmadım. Ama gözümdeki alaycı bakış yeterince netti.
“Hanımefendi, ben yarıştan çekilmem. Ancak kazanarak çıkarım. Alışın.”
Görüşmeler bittiğinde ben jüriyle ikinci görüşmeye çağrılmıştım. Onlar bunu “kararsızlık” diye yorumlamıştı ama biliyordum, Ayla’nın önerdiği bütçe fazlaydı. Ben daha fazlasını daha ucuza yapmayı teklif etmiştim. Ve bu, onun sinirlerini bozmuştu.
O sinirin patlama anıysa birkaç saat sonra oldu. İhale sonucunun açıklanmasını beklerken, yalı bahçesinde kahve almıştım kendime. Ayla sessizce yanıma geldi. Hiç konuşmadı önce. Sonra gözlerini bana çevirdi:
“Dosyadaki planı siz değiştirdiniz. O çizimi yalnızca benim ekibim görmüştü.”
Omuz silktim.
“Yarışma açık ortamda yapılıyorsa, fikirler de açıkta kalır. Koruyamıyorsan, senin değildir.”
Ve o an... Gerçekten hiç beklemiyordum.
Elindeki karton kahve bardağını yüzüme fırlattı. Hedefini şaşırmadan. Direkt yakaladı gömleğimin orta kısmını.
Sıcaklığı hissettiğimde sarsıldım ama sesim hâlâ sakindi.
“İhale sonuçları açıklanınca tekrar konuşuruz,” dedim.
O da tam arkasını dönerken, o sivri diliyle cevabı yapıştırdı:
“Umarım kazanırsın Tufan Giray. Çünkü bu gömleğin tazminatı başka türlü çıkmaz senden.”
***************
Ben o gün ihaleyi aldım. O kahve lekesini ise hala bir gömleğin derinliklerinde saklıyorum.
Ne zaman giysem... Ayla'yı hatırlıyorum. O öfkesini, bakışını, hırsını.
Şimdilik yalnızca rakibiz.
Ama o gün, ben onun ne kadar tehlikeli olabileceğini gördüm.
Ve ne yalan söyleyeyim... Tehlikeyi severim. Son karşılaşmamız iki hafta önceydi orda biraz daha sakindi lakin o fırtına öncesi sessizlik gibiydi.
********************
İhale dosyaları önümüzde açık. Aynı binanın farklı katlarında çalışıyoruz ama kader mi desem, inat mı bilmem… O gün asansör bozuldu, toplantı odalarını da mecburen birleştirdiler. Evet, Ayla’yla aynı masadaydım. Aynı havayı soluyorduk. Ve bu durumdan hiçbirimiz memnun görünmüyorduk.
Masaya ilk oturduğumda, dizüstü bilgisayarımı tam açıyordum ki Ayla yan tarafa geçip dosyalarını yaymaya başladı. Birbirimize selam bile vermedik. O, dosyalarına gömülmüştü. Ben göz ucuyla onu izliyordum. Klasik Ayla; saçları muntazam, dosyalar renk kodlu, notları mekanik titizlikte.
Bir süre sonra sessizliği ben bozdum.
“Renk kodlarıyla iş yapmayı bırakıp doğrudan işi çözmeyi denedin mi hiç?”
Başını çevirmeden konuştu.
“Sizin gibi tahminle iş yapmaktansa, sistemli çalışmayı tercih ederim.”
Gülümsedim.
“Bak, sisteminle yine aynı ihaleye kaldık. Demek ki benim tahminlerimle senin planların eşit seviyede.”
Bu sefer kafasını kaldırdı. Göz göze geldik. Gözlerinde öyle bir bakış vardı ki, içinden “iki laf daha et, kalemi gözünün içine saplarım” diyordu sanki. Ama sesi hâlâ zarifti.
“Tufan bey, şu çok net: Aynı ihaleye kalmak, aynı seviyede olduğumuzu göstermez. Bu sizin şansınız olabilir. Belki jüri size acıyordur.”
İçimde bir kahkaha yükseldi ama yüzümde alaycı bir tebessüm tuttum.
“O gün üstümdekinden vazgeçtim, ama fikirlerimden vazgeçmem Ayla hanım. Beni hafife alırsanız yanılırsınız.”
Tam o sırada proje sunumunu koordine eden danışman içeri girdi, “Ön görüşmeler on dakika sonra başlayacak” dediğinde ikimiz de dosyalara gömüldük. Ama o on dakika içinde kalem seslerinden başka bir şey duyulmadıysa da odanın içi gerilimle doluydu.
Ben yine dayanamadım.
“Bu sefer de kazanırsam, bir kahve daha fırlatır mısın? Hazırlıklı olayım.”
Gözlerini kıstı.
“Bu seferkini sıcak değil, buzlu yollarım. Şok etkisi yaratması daha kolay olur.”
İhale günü bitiminde herkes salondan çıkarken gözüm onu aradı. Ama Ayla çoktan gitmişti. Arkasında sadece masanın üstüne bırakılmış bir not vardı.
"Birincilik seni yormuş, kahveyi ben ısmarlıyorum. Ama unutma, bu iş uzun soluklu bir yarış."
Altında imza yoktu ama kimin bıraktığını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu.
Bu kadın gerçekten çok dişliydi. Tanıdığım diğer çıt kırıldım kadınlara hiç benzemiyordu kafaya taktı mı istediğini almadan asla pes etmiyordu. Lakin bende küçük lokma değildim kolay kolay yutulmazdım. Şimdi bir yarışta daha karşı karşıyaydık........
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.59k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |