66. Bölüm

66. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

MİHRE KARA

 

İliklerime kadar aşığım sana,

tüm benliğim ve yokluğumla...

Oysaki gadardı sevdan.

Hiç sevmedi ne beni ne sana biçare âşık yüreğimi.

Gaddardı, kalbin de en az sevdan kadar.

Talan etti bizim için ektiğim tüm bahçeleri,

kundakladı bizim için inşa ettiğim yuvayı.

Kırdı, senle bana ait olan ne varsa;

dağıttı sevdadan geriye hiçbir iz kalmayana,

yok olup tükenene dek.

Bilmedin, istemedin ve belki de hiç görmedin.

Ama en kötüsü, hiç hissetmedin.

 

 

Karanlık, rutubetli odada bir günümü devirmiştim. İçimdeki korku gitgide büyüyordu ve o korkuya inat, ruhumdaki umut, inatla o karanlıkta yeşermeye çalışıyor, sabretmem gerektiğini fısıldıyordu. Sabretmem lazım... Ertuğrul beni bulur, ne olursa olsun bulur...

Ama bu karanlık gittikçe beni içine çekiyor, kaçacak yer bırakmıyordu.

Korkuyorum.

Ben zaten karanlıktan hep korkmuştum ve son zamanlarda bu karanlıktan kaçıp sığınabileceğim tek yer, Ertuğrul’un kollarıydı.

Gözlerimdeki yaşlar yanaklarıma doğru süzülmeye başladı. Elimden ağlamaktan ve korkmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu. Ayaklarım hâlâ birbirine zincirliydi, ellerim ise plastik kelepçeyle arkadan bağlıydı. Hareket dahi edemiyordum. İlk başlarda belki kelepçeyi gevşetebilirim diye biraz uğraşmıştım. Lakin bu uğraşlarımın sonucu bana pahalıya mal olmuştu. Kelepçe bileklerimi kesmişti; aldığım kokudan ve avuçlarımda hissettiğim ıslaklıktan kanadığını anlamıştım.

Beceremeyeceğimi anladığımda vazgeçmiştim. Elimden beklemekten başka bir şey gelmedi.

O lanet adam ilk gün gelmiş, içindeki zehri kusmuştu. Sonrasında kapıyı kapatıp beni bu karanlığa mahkûm etmiş, bir daha da geri gelmemişti.

Aklım burada öleceğimi söylese de kalbim, onun sesini bastırmak istercesine haykırıyordu:

“Sevdiğin adam seni burada asla bırakmaz.”

Sandalyeye bağlı olan bedenim gerçekten çok yorgundu. Neredeyse iki günü tamamlayacaktık ve gerçekten çok susamış, acıkmıştım. Kapının tekrar aralanmasıyla içeriye az da olsa ışık girdi. Gözlerim gelen ışıkla kamaştı. İlk birkaç saniye alışmasını bekledim. Sonrasında odanın ışığı yandı. Bu, gözlerimin daha fazla yanmasına neden oldu. Birkaç saniye göz kapaklarımı kapatıp, bu defaki ışığa alışmayı bekledim. Göz kapaklarım tekrar aralandığında karşımda iğrenç bir sırıtışla Mert denen adam duruyordu.

— Ee, nasıl gidiyor Arslanlı'nın kadını?

Ağzımı açıp tek kelime etmedim. Çünkü bu düşkün hâlim ona daha fazla zevk veriyordu. İnatla başımı dikleştirdim.

— Ne o? Konuşmayacak mısın benimle?

Tepkisizliğim karşısında demin küçümseyen ve alay eden bakışlarının yerini yavaş yavaş öfke aldı.

Yanıma gelip hırsla sol yanağıma tokat attı. Attığı tokadın etkisiyle başımın sağa doğru dönmesine engel olamamıştım. Canım gerçekten çok yanmıştı. Yanağımda parmak izlerinin çıktığına emindim. Lakin buna rağmen başımı dikleştirip gözlerinin içine baktım.

— Bana cevap ver!

Ellerini saçlarıma geçirip başımı geriye doğru çekti. Suskunluğum onu çileden çıkarıyor olmalıydı. Bakışları gözlerimde, yüzümde, saçlarımda gezindi. Bu, kendimden iğrenmeme neden oldu. Diğer elini kaldırıp parmaklarının tersiyle alnımdan yanaklarıma, oradan boynuma ve gerdanıma doğru bir hat çizdi. Bu, hissettiğim korkunun kat kat artmasına neden oldu. Nefeslerim hızlandı. Bende yarattığı korkuyu fark etmiş olacak ki sinsice sırıttı.

— Ne o, korkuyor musun? Korkma ama.... eminim seninle burada çok eğlenebiliriz.

— ellerini üzerimden çek, aşağılık pislik!

— Çekmek mi? Hayır hayır… Tam tersine… Ellerim, dudaklarım, her şeyim tenine değecek. Öyle ki bir daha bir başkasına dokunamayacaksın. Gözlerini her kapattığında sana verdiğim hazzı hatırlayacaksın.

Söyledikleri beni beynimden vurulmuşa çevirmişti. Bunu yapamazdı. Ölürdüm.

Ertuğrul’dan başka birinin bana dokunma ihtimali nefesimi kesiyor, adeta beni diri diri toprağa gömüyordu.

— Dokunma bana!

— Hadi ama… Eminim Ertuğrul’dan daha fazla zevk verebilirim sana…

— Çek ellerini! Dokunma diyorum!

Demin cesaretle ona diklenen bakışlarım, şimdi yaşadığım ve yaşayabilecek olduğum şeylerin korkusuyla dolmuştu. Gözyaşlarım yanaklarıma doğru akmıştı. Korkuyordum. Hem de delicesine...

Allah’ım, sen bana yardım et. Ertuğrul… Yalvarırım, kurtar beni!

Eli yanaklarımdan göğsüme doğru yol aldı. Bu, daha çok ağlamama, bağırmama neden oldu.

— Dokunma! Dokunma! Çek ellerini!

Eliyle sağ göğsümü sıkıp bırakmıştı. Bu bile kendimden iğrenmeme neden oldu. Haykırışlarım bulunduğumuz odanın içerisinde yankı yapıyordu. Lakin hiçbir bağrışım, yalvarışım onda zerre kadar etki etmemişti. Sol göğsümdeki et parçası korkuyla öyle bir çırpınıyor, göğüs kafesimi öyle bir dövüyordu ki… Birazdan durması an meselesiydi. Göğsümdeki eli yavaş yavaş aşağılara kaydı. Üzerimdeki pantolonun üzerinden bacağımı okşamaya başladı. Bu, beynimdeki alarm çanlarının daha sert, daha telaşlı çalmasına neden oldu.

— Bırak! Bırak beni! İmdaaat! Yardım edin! Kimse yok mu? Allah rızası için yardım edin!

— Kimse, ama hiç kimse sana yardım edemez. Bu depodan cesedin dahi benim olmuş şekilde çıkacak sevgilin seni bulduğunda üzerinde benim izlerim olacak.

— Hayır! Hayır! Dokunma! Dokunma! İstemiyorum!

— Ama ben istiyorum. Dudakların, gözlerin… Tenin… Her bir zerren benim olacak. Senin benim olman, sevgilinin sonu olacak.

— Hayır! Dokunma! Bırak!

Gözyaşlarım, ağlayışlarım onun üzerinde zerre etki etmedi. Karşımda sanki bir insan değil de bir canavar vardı. Ve bu canavarın tek amacı, beni yok etmek, parçalamaktı.

Korkuyordum.

Hayatımda hiçbir zaman hissetmediğim bir korkuydu bu.

Aklım, kalbim, her bir uzvum yanmaya başladı.

— Ertuğruuuul! Yetiş!

Tüm acıma rağmen var gücümle haykırmıştım. Sanki sesimi duyacak, gelip beni bu cehennemden kurtaracakmış gibi hissediyordum. Elleriyle üzerimdeki gömleği iki yana çekti. Bu, gömleğin düğmelerinin kopup etrafa saçılmasına neden oldu. Şimdi aç gözleri, üzerimdeki sütyenin kapattığı göğüslerimde geziniyordu. Korkum her geçen saniye biraz daha büyüyor, nefes almamı zorluyordu.

Sol göğsümde ince bir sızı hissettim. Bitmiş miydi?

Benim sonum böyle mi gelecekti gerçekten?

Şayet bana böyle bir kötülük yaparsa, benden geriye hiçbir şey kalmazdı.

Yaşayamazdım ki ben.

Ertuğrul beni bulsa dahi yaşayamazdım. Onun yüzüne bakamazdım.

Ben aynadaki yansımama dahi bakamazdım.

Kendi canıma kıyardım.

Ben, sevdiğim adamdan başkasına ait olamazdım.

Artık umudumun bitti dediği noktadaydım.

Bulamayacaktı beni. Kurtaramayacaktı.

Film çekmiyorduk veyahut bir kitap sahnesinde değildik ki esas oğlan gelip kızı kötü adamlardan kurtarsın...

Lakin düşündüğüm gibi olmadı.

Yanaklarımdan akan gözyaşlarım çenemden boynuma doğru yol alırken dışarıdan büyük bir gümbürtü koptu.

Etraf silah sesleriyle inliyor, bulunduğumuz yerin dışında bir kıyamet kopuyordu sanki.

Duyduğum ses, tek bir silaha ait değildi.

Onlarca, belki de yüzlerce silah sesi aynı anda duyuluyordu.

İnsanın kendi nefes alış sesini bile duymasına engel oluyordu.

Karşımdaki adam, duyduğu seslerle iğrenç bakışlarını üzerimden çekmiş, şaşkın, meraklı ve bir o kadar da korku dolu gözlerle etrafına bakıyordu.

İşte o an oldu…

Ne olduysa, bulunduğumuz odanın kapısı büyük bir gümbürtüyle açıldı.

Elinde silahı, darmadağınık saçları ve nefes nefese kalmış hâliyle sevdiğim adam, tam karşımdaydı.

Bulmuştu beni.

Tam “bitti” dediğim anda çekip çıkarmıştı yine karanlıktan...

Onu görmüş olmanın mutluluğuyla dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Gözleri, beni bulduğunda zaten öfkeden kararan bakışları daha da karardı.

O an anladım: Mert denen adamın hiçbir kurtuluş şansı yoktu.

Onu öldürecekti.

Hem de en acı şekilde. Ve Allah şahidim, ona asla karşı çıkmayacak, bir an olsun onu durdurmaya çalışmayacaktım.

Yaşlı gözlerim tüm bedeninde dolandı. Deminki mahşerden herhangi bir yarası olup olmadığını kontrol ettim.

Her iki elinde tuttuğu silahlarla odanın içerisine doğru yavaşça adım attı.

— Benim olana el uzatmanın bedelini ödeyeceksin. Sana yemin ederim, ölmek için yalvaracaksın. Lakin ben seni öldürmeyeceğim.

Sözleri son bulduğunda, karşısındaki adama hareket etmesine fırsat vermeden silahını kaldırıp her iki dizine doğru ateş etti.

Adam, kanlar içinde haykırarak yere düştü.

Gözlerim sadece onu izliyordu.

O sırada Poyraz ve Çınar’ın da ellerindeki silahlarla içeri girdiğini görmüştüm. Lakin bakışlarımı sevdiğim adamdan çekip onlara bakamadım.

Adamların içeri girdiğini anladığında hemen bana doğru gelip üzerimdeki gömleğin önünü kapatmaya çalıştı. Sonra da kollarını hâlâ bağlı olan bedenime doladı.

Gözyaşlarım yanaklarımdan akıp, bu defa üzerindeki gömleği ıslattı.

Ellerini saçlarımda gezdiriyor, kokumu içine çekiyor, hem kendini hem de beni sakinleştirmeye çalışıyordu.

Dudakları, saçlarımda ve yüzümde dolaşıyordu.

Üzerimdeki yaşlara inat gülümsedim.

— Ertuğrul...

— Güneşim... Geldim. Geldim, korkma. Bir daha asla sana zarar veremeyecekler. Seni herkesten, her şeyden koruyacağım. Sakın korkma, tamam mı?

— Çok korktum Ertuğrul... Gelemeyeceksin, yetişemeyeceksin diye çok korktum. O... o bana dokunacak diye çok korktum.

— Yetiştim, geldim. Hadi... Sakinleş bebeğim.

Geri çekilip ellerini yanaklarıma koydu, akan yaşlarımı bir bir sildi.

Gözleri, yanağımdaki parmak izlerine takılmış olacak ki kaşları çatıldı.

O sırada Çınar’la Poyraz da gelmişti.

Biri arkamdan bileğimdeki plastik kelepçeyi kesmeye çalışırken, diğeri ayak bileklerimdeki zincirleri açmaya çalışıyordu.

İkisi de sessizdi. İkisi de ne söyleyeceğini bilemez hâldeydi.

Ellerim serbest kalır kalmaz hızla önümde diz çöken adamın boynuna atladım.

O da beni geri çevirmemiş, kollarını bedenime dolamıştı.

Hıçkırıklarım, en az demin yaşadığım korkudan kaynaklı olan ağlayışım kadar derin ve yüksekti.

Ama bu defaki, mutluluktandı.

Ellerini saçlarımda usul usul gezdiriyordu.

O sırada Arifler gelmişti.

Kısa bir an bana bakıp iyi olduğumu gördükten sonra, öfkeli bakışlarla yerde hâlâ acı çeken adama döndüler.

Hepsinin gözlerinde, Ertuğrul’unkini aratmayacak büyük bir öfke vardı.

Kenan ve Rüzgar, yerdeki adamın kollarından tutup kaldırma gereği duymadan, bir çuval sürükler gibi bedenini yerden sürükleyip dışarı çıkardılar.

Arkalarından hâlâ o pisliğin acı dolu çığlıklarını duyuyordum.

Yerde, ona ait kan izleri vardı.

— Güneşim, kurban olayım, sakinleş.

Bir şey söyleyemedim.

Tek kelime edemedim.

Onun yerine başımı hızlı hızlı iki yana sallayıp, boynundaki kollarımı daha fazla sıktım.

Bu isteğimi de geri çevirmedi.

Sanki mümkünmüş gibi bedenimi biraz daha yasladı göğsüne.

— Geçti bebeğim... Geçti. Hepsi bir kabustu ve bitti. Bir daha kimse sana zarar veremeyecek. Gerekirse bu dünyayı yakacağım ama kimsenin seni incitmesine izin vermeyeceğim.

Bedenimi biraz geriye itip, yüzümdeki ıslaklığı parmaklarıyla silmeye çalıştı.

Buna da sessiz kaldım.

Dudaklarını yavaşça alnıma bastırdı.

Parmakları, yanağımdaki kızarıklıkta gezindi.

— Eve gidelim.

— Gidelim, güzelim. Herkes seni öyle merak etti ki... Ama önce bir doktora gidelim, olur mu?

— Ben iyiyim. Eve gitmek istiyorum.

— Tamam, bir tanem. Eve gidelim. Gerekirse doktoru eve çağırırız. Bileklerindeki yaralara baksın, olur mu?

Bileklerimde sanki bir bilezik takmışım gibi derin kesikler vardı.

— Ben... benim gücüm yetmedi. Kurtulmak istedim ama gücüm yetmedi.

— Tamam, bir tanem. Hem ne olmuş gücün yetmediyse? Benim gücüm seni kurtarmaya da, seni yanıma almaya da yeter.

Sana söz veriyorum, bir daha böyle bir şey yaşamayacaksın.

— Ertuğrul... el.. elleri tenimde dolaştı...

— Deme öyle şeyler. İyisin, bak... Geçti.

— Eve gidelim. Temizlenmek istiyorum.

Ne derse desin, beni sakinleştiremeyeceğini, şu anki ruh hâlimden çıkaramayacağını anladığında, üzerimdeki gömleği eliyle kapatmaya çalıştı.

Böyle olmayacağını anlayınca, bakışlarını Çınar’a çevirdi.

Ne demek istediğini anlamış olacak ki Çınar, üzerindeki ceketi çıkarıp ona uzattı.

Bekletmeden kollarımı ceketin içinden geçirip önünü ilikledi.

Sonrasında bedenimi kucaklayıp ayaklandı.

Beklemeden kollarımı boynuna dolamış, var gücümle bedenimi bedenine yaslamış, göğsüne sığınmıştım.

Hıçkırıklarım dinse de gözyaşlarım hâlâ akıyor, ağlayışım sessiz iç çekişlere dönüşüyordu.

Dışarıya çıktığımızda başımı boynuna gömmüştüm.

Sanki bu şekilde çevredeki herkesten, her şeyden soyutlanmış gibi hissediyordum.

Bu yaptığım, onun tutuşunu biraz daha sertleştirdi.

Başımı boynundan çok az kaldırıp yüzüne baktım.

Başını yüzüme çevirip dudaklarını alnıma bastırdı.

Gözlerini, “Her şey yolunda” dermiş gibi açıp kapattı.

O an etrafta gördüğüm sayısız adamla neye uğradığımı şaşırdım.

Hani içerideyken demiştim ya, “sanki dışarıda kıyamet kopuyor” diye...

Gerçekten de öyleymiş.

Etrafta bir sürü kan izi vardı.

Biz çıkmadan önce Ertuğrul’un adamları orayı temizlemiş olmalıydı.

Ölü beden olmasa dahi yerde birçok kişiye ait olduğunu düşündüğüm kan izleri vardı.

Etrafımızı saran yüzlerce adam, her an her şey olacakmış gibi tetikte bekliyordu.

Şayet kıyamet kopmuş olsaydı, burası bir mahşer yeri sayılabilirdi.

Çok fazla adam vardı, göz alabildiğince...

Ve benim sayamayacağım kadar çok...

Gözlerimi daha fazla açık tutmak istemedim.

Onun yerine yüzümü tekrar sevdiğim adamın boynuna gömüp kokusunu içime çektim.

Siyah bir minibüsün arka kapısını açıp oturdu.

Bedenimi yanına bırakmak yerine kucağında tutmaya devam etti.

Bu yaptığı benimde canıma minnetti.

Kollarımı bedeninden hiç açmadan öylece durmaya devam ettim.

Poyraz, Çınar ve Arif de bizim yanımıza geçmişlerdi.

Kenan ve Rüzgâr da aracın ön tarafına bindiklerinde araç hareket etmeye başladı.

Yola çıkalı ne kadar oldu bilmiyorum ama gözlerim karanlığa kapandı...

Bedenimde sarılı olan kolları ve soluduğum koku, kendimi huzurlu ve güvende hissetmeme neden oldu. İki gündür uykusuzdum, iki gündür diken üzerindeydim. Şimdi güvende, evimde olmanın verdiği huzurla yorgun bedenimi karanlığa teslim ettim. Lakin elleri ve dudakları bir an olsun üzerimden çekilmemişti. Saçlarımın arasına küçük öpücükler bahşederken, bir yandan da parmakları saçlarımı, yanaklarımı okşamış, yorgun bedenimi şefkat ve aşkla sevmişti.

"Çok şükür, bir zarar gelmeden bulduk."

"Bedeninde bir zarar yok lakin ruhu... Ruhunda büyük yaralar açıldığının farkındayım."

Çınar’ın söylediğine karşılık Ertuğrul, içimdeki korkunun ve bu korkunun yarattığı izlerin farkındaydı.

"Geçti artık, Ertuğrul. Gerekirse onun için iyi bir psikolog bulur, bu yaşadıklarını bir şekilde atlatmasını sağlarız. Şu an yanında, kollarında ya... Önemli olan bu."

Ertuğrul’un üzgün sesine karşılık onu sakinleştirmek, telkin etmek istermişçesine konuşmuştu Poyraz.

"Abi, o iti öldürmeden biz de bir ziyaret etsek?"

Arif’in Ertuğrul’a sorduğu soruyla, yanaklarımı okşayan eli duraksamıştı. O şerefsizin varlığını anımsamak bile onu geriyor, öfkesinin yakıcılığını hissettiriyordu. Arif’in "biz" diye kastettiği kişiler kimlerdi bilmiyorum ama sesi, o yaratığın kolay yaşamayacağının habercisi gibiydi.

"Kim görmek istiyorsa, ne yapmak istiyorsa yapsın. Lakin tek bir şartla... Ben gittiğimde hâlâ yaşıyor olacak. Her bir uzvunun, her bir hücresinin acı çekebilecek durumda olmasını istiyorum. Kemiklerini kırsanız dahi o kemikler, gerekirse alçıya alınacak ve benim için hazır halde tutulacak."

"Nasıl emredersen abi."

Ertuğrul’un sesi öyle karanlık çıkmıştı ki uykudaki bedenim, o karanlığı seçmiş gibi korkuyla gerilmiş ve bulunduğu gövdeye biraz daha sokulmuştu. Bu gerçekten tuhaftı. Korku vardı, endişe... Karanlıkta beni ürküten, endişelendiren her şey vardı. Ve bu karanlığın kaynağı o olmasına rağmen, ben yine de ona sığınıyordum. Çünkü biliyordum; bu adam herkese karanlık, bana aydınlıktı. Herkese cellat, bana hayattı. O, herkese öfke ve nefretti. Lakin bana sevgi, aşk ve merhametti.

Seviyordum onu ve biliyordum, seviyordu beni. Benim için bundan daha fazlasının önemi yoktu. Sevdiğim adam bu dünyadaki kahraman değildi; lakin benim dünyamın kahramanıydı. Bu beni ne kadar kötü biri yapardı bilmiyorum ama o, benim hayatımdayken ellerinde kaç kişinin kanının olduğu umurumda değildi. Çünkü biliyordum ki o, akıttığı kanların sahiplerini hiçbir zaman iyi insanlar olarak görmemişti. Hatta bana göre, onların insan olduğunu bile düşünmüyordu. Bana göre onlar birer yaratıktı. Şayet yetişmeseydi, bugün yaşayacaklarım, bir daha yaşayamamama neden olacaktı.

Yarı baygın hâlim daha fazla ayakta duramadı. Gömleğinin yakalarını sıkı sıkıya kavrayan ellerim önce gevşedi, sonrasında ikimizin bedeninin arasında sıkışıp kaldı. Ama onun kolları bedenimi öyle bir sıkıyordu ki bu, ondan uzaklaşmama fırsat vermedi. Ben de huzurlu bir uyku uyumanın mutluluğunu yaşadım.

 

 

Bölüm : 07.08.2025 16:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...