
ERTUĞRUL ARSLANLI
Ellerim, güzel saçlarında dolaştı; sevgi ve şefkatle okşadım. Yaşadığımız güzel anların ardından yorgun düşmüş, kendini uykuya teslim etmişti. Elim yanağına gitti, başparmağım dudağının etrafında gezindi. Dokunuşlarımla huylanmış olacak ki huysuzca mırıldandı, ardından göğsüme biraz daha sokuldu.
"Güneşim..."
Seslenişim karşılıksız kaldı. Eğilip saçlarına dudaklarımı bastırdım, güzel kokusunu derince soludum.
"Güzelim..."
"Hııı..."
"Uyanman gerek."
Gözleri yarı açık şekilde yüzüme bakmaya çalıştı.
"Neden ki?"
"Çünkü kendi evimizde değiliz, bir de... benim biraz işim var."
"Ne işin var?"
Sorduğu soru ile yutkunmak zorunda kaldım. Yüzüm nasıl bir ifade aldıysa, yüzümden anladı.
"Tamam, sormadım say."
Yüzünde küçük bir gülümseme oluştu. Bu hâli beni mest ediyordu. Ona cevap veremeyeceğimi anladığı için geri adım atmıştı.
"Teşekkür ederim."
"Niçin?"
"Beni anladığın için."
"Sen de beni anlıyorsun. Sevdalılar birbirini anlar."
Dediğiyle gülüşüm büyüdü.
"Demek bana sevdalısın?"
"Öyleyim... Ertuğrul, ben bu güne dek aşk denen duyguyu hep en yüce duygu sanırdım ama değilmiş. Sevda diye bir şey varmış ki insanı kendinden edip başkasına katık edermiş... Ben bunu seninle anladım."
Her kelimesi, kalbimde tarifi imkânsız duygular yaratıyordu.
"Güneşim... benim karanlık dünyamın ışığı... Teşekkür ederim. Beni sevdiğin için, benim gibi bir adamı sevmeye layık gördüğün için çok teşekkür ederim."
Eli dudaklarımı buldu, parmak uçlarıyla beni susturmaya çalıştı.
"Kendine öyle şeyler deme."
Parmak uçlarına dudaklarımı bastırdım.
"Demem... Yeter ki sen mutlu ol."
Kollarını boynuma dolayıp bedenimi üzerine çekti. Başını boynuma gömüp derin nefesler aldı. Bu yaptığıyla dudaklarım kıvrılmış, içim çok tuhaf olmuştu. Yaptığı her şeyi öyle bir sevgi ve aşkla yapıyordu ki beni mest ediyordu.
"Hadi bebeğim, giyinip çıkalım."
Başını aşağı yukarı salladı. Benim ayaklanmamla o da kalktı. İkimiz de giyinmiş, sarılmış, öpüşmüştük. Normalde birkaç dakika sürecek olan giyinme faslı, cilvelenmesi ve benim ona eriyişim sayesinde yarım saat sürmüştü. Diğerleri eve gitmişti. Akşam saatleriydi, hava kararmaya başlamıştı. İkimiz el ele otelden ayrılıp arabaya bindik, sonrasında yönümüzü eve çevirdim. Arada bakışları beni bulsa da, sonrasında gülümseyerek önüne dönüyordu.
"Güneşim."
"Efendim?"
"Bizim düğün işi..."
"Ne olmuş düğüne?"
"Yapmayalım mı?"
"Yapalım mı?"
"Bence yapalım."
"Yapalım o zaman."
Derin bir nefes bıraktım.
"Şükür..."
Söylediğimle önce şaşırmış, sonrasında gülerek yüzüme bakmıştı.
"Ertuğrul?"
"Ne, Ertuğrul? Hiç kusura bakma, güneşim... Zira artık benimle oynadığını düşünmeye başladım."
Dudakları açılıp kapandı.
"Hiç bakma öyle... Beni ortada bırakacaksın diye korkmadım desem yalan olur."
Sözlerimle arabada güzel gülüşü yankılandı. Dünyadaki en güzel melodiydi. Araba malikanenin önünde durunca bakışlarımız kesişti.
"Nereye gideceğini, işinin ne olduğunu sormayacağım ama... erken gelmeye çalış, olur mu?"
Elini tutup avuç içine dudaklarımı bastırdım.
"Elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsin."
Bana doğru eğilip dudaklarını yanağıma bastırdı. Sonrasında gülümseyerek arabadan indi. Eve girmeden önce kapıdaki korumalara gülümsemiş, bir şeyler sormuştu. Korumalar ona cevap vermiş, onlarda aynı şekilde gülmüştü. Bu hâli hoşuma gidiyordu. Meslek ya da yaş fark etmeksizin herkesle bir bağ kuruyor, onların düşüncelerine saygı duyuyor ve aynı şekilde saygılarını kazanıyordu.
Daha fazla oyalanmamak adına arabayı çalıştırıp evden ayrıldım. Zira söz vermiştim; işimi erken bitirip bir an önce dönmem gerekiyordu. Araç önce şehrin kalabalık yollarında ilerledi. Bir süre sonra etrafta evler azalmış, yolda artık tek tük araçlar görünür olmuştu. Belli bir zaman diliminden sonra, yoldaki tek ışık benim arabamın farları olmuştu.
Artık eski sanayi sitesine giriş yapmıştım. Araba, bize ait eski deponun önünde durdu. İçimdeki karanlık, bu zifiri geceyle yarışırdı. Bu karanlık... içimdekinin yanında neydi ki?
Adımlarım depoya yaklaştığında adamlar kapıyı açıp geçmem için yol verdi. Üst katı aşıp, adımlarımı metal merdivenlerden aşağıya çevirdim. Deponun kapısına geldiğimde Arif kapıyı açtı. Baş selamı verip içeri girdim. Poyraz ve Çınar da gelmiş, beni bekliyordu.
"Beyler, hayırdır?"
"Yapacakların hayır sayılır dedik, geldik," dedi Çınar.
Söyledikleriyle dudaklarım kıvrıldı. Birkaç adım daha atıp deponun ortalarına geldim. Yanan ışıkla yerdeki puşt irkilerek gözlerini açtı. Yüzü dağılmıştı; sağ gözü morarmış, sol gözü ise aldığı darbelerden dolayı şişmiş, göremez hâle gelmişti. Burnu kırılmış olacak ki dudaklarının üzerine doğru akan kan kurumuştu. Bedeninin birçok noktasında kurumuş kanlar ve morluklar vardı. Şaşkın bakışları beni görünce korkuyla yerinde irkildi.
"S-sen..."
Dudaklarım kıvrıldı, bir sandalye alıp ters şekilde oturdum.
"Evet, ben... Ne o, beklemiyor muydun?"
Yutkunduğunu görebiliyordum; korkuyordu, korkması da gerekiyordu.
"Ya... yapma!"
"Neyi yapmayayım? Daha bir şey yapmadım ki."
"Affet Arslanlı... Lütfen affet!"
"Af?"
Sanki ömrümde bu kelimeyi ilk defa duyuyormuş gibi şaşırdım. Bakışlarım bizimkileri buldu.
"Af diyor... Sizce ne demek istiyor?"
"Bende o kelime yok," dedi Arif.
"Bilmediğim bir dil kardeşim, kusura bakma," diye alaya aldı Çınar.
"Mezarımı derin kazın diyor bence," dedi Poyraz.
Hepsinin dediğiyle gülüşüm daha da tehlikeli bir hâl aldı. Karanlık bakışlarım ona döndüğünde korkuyla geri geri gitmeye çalıştı ama kırık olan bacağından dolayı fazla hareket edemedi. Belli ki bizimkiler iyi iş çıkarmıştı. İçindeki korku gözlerinden dışarı akıyordu.
"Mert, Mert, Mert... Keşke adın gibi mert olsaydın. Şimdi yaşattıklarını yaşamadan ölmene nasıl izin vereyim?"
"Yapma..."
"Benim kadınıma el uzatmayacaktın! Gerekirse beni öldürecektin, ama ona dokunmayacaktın!"
Sesim gittikçe sertleşti, korkusu her geçen saniye büyüyordu. Gözlerinden akan yaşlar bana ayrı bir zevk veriyordu.
"Arif!"
"Buyur abi."
"İstediğimi getirdiniz mi?"
"Dışarıda abi, emrini bekliyor."
"Daha fazla bekletmeyin o vakit."
Dudaklarım sadistçe kıvrıldı.
"Kim, kim gelecek?"
Bakışlarım acımasız bir şekilde ona kaydı.
"Ben başkasına benzemem, Kaya. Benim adaletimdeki terazi eksiksizdir. Namusa el uzatanın elini, uzvunu keseceksin. Tecavüzcüye, onun anladığı dilden konuşacaksın."
"Hayır... Hayır, yapma!"
"Bence yalvarmak için daha çok zamanın olacak. Kendini şimdiden yorma."
Arif’e işaret vermemle dışarı yöneldi. Birkaç saniye sonrasında yanında getirdiği kilolu, dev gibi bir adamla içeri girdi. Adam bir bana, bir yerde yatan adama baktı.
"Emrindeyim, abi."
"Şu arkadaşla anlaşamadık... Belki seninle güzel ilişkiler kurar. Ne dersin?"
"Sen istersin de ilişki güzel olmaz mı, abi?"
Dudaklarım her geçen saniye daha da kıvrıldı. İçimde ayrı bir vahşet baş göstermişti. Sevdiğim kadına dokunmaya kalkması... Ona zor bir ölüm getirmişti. Adamın bakışıyla işaret vermem bir oldu; dev cüsseli adam, yerde yatanın yanına doğru yürümeye başladı. Kaya'nın gözlerinde bilinmezliğin ve korkunun karışımı vardı.
Adam fermuarını açtığında, gözleri sonuna kadar açıldı. Artık ne olacağını biliyordu. Adam ona her adım attıkça depoda çığlıklar daha fazla yankılanıyordu, fakat bu onu kurtarmaya yetmedi. Benim sevdiğim kadına ve belki de daha nicelerine aynı şeyi yapmıştı. Onların yalvarışları, acı dolu çığlıkları onu durdurmamıştı.
Adam, işini bitirdiğinde yüzüstü yatıyordu. Ağlayışları ne bende ne de diğerlerinde zerre acıma uyandırmadı. Üzerinde adamın dölleri vardı ve bu yaşadığı şey... onun için daha başlangıçtı. Arif’e işaret vermemle bu defa üzerine kaynar su döktüler. Acı çığlıklarıyla yerinde debelenmeye başladı.
"Yeter! Yeter artık! Öldür beni, öldür!"
"Ölüm..." dedim soğuk bir sesle. "Ölüm senin kurtuluşun olurdu. Sana öyle kolay ölüm yok!"
Belden aşağısı çıplaktı; yanan bedeninin su topladığını görebiliyorduk. Üst kısmındaki gömlek, derisine yapışmıştı bile. Bedeninde kabaran yanıklar oluşmaya başlamıştı.
Bu defa ayağa kalktım, adımlarım ona doğru yaklaştı.
"Allah belanı versin!" diye bağırdı.
"Şayet Allah senin gibi iblislerin duasını kabul etseydi, şimdiye yaşamıyordum."
"İtin duası kabul olsa gökten kemik yağardı, abi!" dedi Arif.
Arif’in sözleriyle ona kısa bir bakış attım.
"Ayıp oluyor, Arif. İt falan... O hayvancağızları bununla ne diye bir tutuyorsun?"
Kenardaki masaya doğru ilerledim, elime eldivenleri giydim.
"Söylesene Kaya... Kaç kadına el uzattın? Sayısını biliyor musun? Edindiğim bilgilere göre birçoğu daha çocuktu. Yarısı yaşadıklarına dayanamayıp ellerinde can veriyor. Bazısı canına kıymış, bir kısmını ise fuhuşa zorlamışsın. Şimdi sen söyle... Sence yaşaman o canlara haksızlık değil mi?"
Sözlerim ortamda ölüm gibi yayılmıştı. Bu piç yaşamayı, bırak gömülmeyi bile hak etmiyordu. Elime satırı aldıktan sonra ona döndüm. Artık ağlamıyordu. Yaşayacaklarını kabullenmişti... Çünkü o da biliyordu; kurtuluşu yoktu. Bunca zaman elimizden kaçmıştı, bir şekilde ardındaki şerefsizlerin eteğine sığınmıştı. Ama artık onu elimden kimse alamazdı. Gerekirse savaşırdım.
Yanına doğru ilerledim.
"Hazır mısın?"
"Bırak beni... Ne olur, yalvarırım bırak!"
"Merak etme... Birazdan işim bitecek. Çünkü gitmem gerek."
Daha fazla beklemedim. Elimdeki satırı sert bir şekilde erkekliğine indirmemle fazlalık organı kopup yere düştü. Acı dolu feryadı deponun dışına kadar taşmıştı. Bizimkiler bile geri adım atmış, korku ile bakıyorlardı. İlk defa bu kadar acımasızdım.
"Allah’ın belası manyak! Öldür beni, öldür!"
"Öleceksin... Ama henüz değil."
Gözlerinin içine baktım.
"Söylesene... Hangi elinle dokundun ona?"
Gözlerindeki korku boyut atlamıştı.
"Yapma..."
"Söyle dedim!"
Üzerine kükredim. Ağlayarak başını her iki yana sallamaya başladı ama bu beni daha fazla sinirlendiriyordu.
"İyi madem... Söylemiyorsun ... Biz de ikisinden de kurtuluruz."
Bir elimle sağ koluna baskı yaptım, elini zemine bastırdım. Hâlâ yapmamam için yalvarıyordu. Ama yalvarışları, satırı eline indirmemle çığlığa dönüştü. Kesilen eli yerde kalırken kolunu bıraktım. Kesik kolunu göz hizasına kaldırıp bakmaya çalıştı.
Yönümü diğer eline çevirdim. Çığlıkları artık son safhadaydı. Konuşamayacak kadar acı çekiyordu. Aynı şekilde o kolunu da kestiğimde yerde iki kesik el vardı.
Üzerim kanla kaplanmıştı.
"Arif!"
"E-emret... a-abi..."
"Kenanları ara, getirsinler!"
Arif beni ikiletmeden dışarı çıktı. Geri döndüğünde Kenan ve Rüzgar, ellerindeki tabutu taşırken onun elinde ağzı kapalı, orta büyüklükte bir kavanoz vardı. Tabutu bekletmeden önüme koydular, sonrasında şerefsizin kollarından sürükleyerek tabutun içine taşıdılar.
"Hayır, hayır! Yapma!"
Yalvarışları bende hiçbir karşılık bulamıyordu. İşin garip yanı, şu an yanımda duran adamların hiçbiri ona zerre acımıyor, hak ettiğine sonuna kadar inanarak bilenmiş duruyorlardı. Onların içeri girişiyle kapıda duran birkaç koruma daha içeri girmiş ve bizi izliyordu. Sanki onlar da içlerindeki öfkeyi dindirmek istiyorlardı.
Mert denen iblisin ayakları bağlandı. Arif, elindeki kavanozun kapağını yavaşça açıp tabutun içine eğdi. Gördükleriyle gözleri her defasında daha da büyüyor, korku tüm benliğini ele geçiriyordu. Kavanozdan tabutun içine iki tane yılan süzülerek aktı. Kenan ve Yusuf beklemeden kapağı kapattılar.
"Hayır! Hayır, ne olur yapma! Bırak! Yapma!"
Kapalı kapağın ardından çığlıkları ve yalvarışları duyulmaya devam etti.
"Yerinde olsam daha az debelenirdim. Zira seni duymazlar... Ama görebilirler."
Tabutun kapağına çiviler çakıldı. Hazır olduklarında diğer adamlar da yardım etti, adımlarımız dışarı yöneldi. Karanlık ormanın üzerine çökmüştü, etrafta göz gözü görmüyordu. Bu karanlığı aydınlatan tek şey, ileride yere mezar kazan kepçeydi.
Adamlar tabutu yavaşça kazılmış mezarın içine yerleştirdi. Hâlâ bağırışlarını, yalvarmalarını duyuyordum. Kepçedeki adama işaret vermemle yerdeki toprağı üzerine dökmeye başladı. Her bir toprak yığınında ben daha fazla nefes alır olmuştum. Sanki o tabutun üzerine dökülen toprak, benim ruhumun üzerinden de kalkıyordu.
Birkaç kepçe darbesinden sonra artık sesi duyulmaz oldu. Daha fazla oyalanmak istemedim. Arkamı döndüğümde adamlarım bana şaşkınlık, gurur ve korku ile bakıyorlardı. Karanlık kralın emrinde olmak böyle bir şeydi. Şayet benimle çalışacaklarsa, benim gerçeklerimi bilmeleri gerekiyordu.
Adımlarım arabaya yöneldi. Saat ikiye geliyordu. Güneşime erken döneceğime söz vermiştim ama gidememiştim. Daha fazla oyalanmadan arabayı hızlı şekilde eve sürdüm. Gelişimin aksine, dönüşüm daha hızlı olmuştu. Gece geç saatlerde trafiğin olmayışıyla eve beklenenden kısa sürede vardım. Eve geldiğimde saat üçe yaklaşıyordu.
Adımlarım odamıza yöneldi. Son zamanlarda aynı odada, aynı yatakta uyuyorduk; hatta çok daha fazlasını paylaşıyorduk. Odaya girdiğimde yatakta huşu içinde uyuyordu. Saçları yastığa yayılmış, üzerini açmıştı. Başucundaki lamba yanıyordu. Dudaklarım yavaşça kıvrıldı. Onu uyandırmamaya dikkat ederek banyoya yöneldim.
İçeri girip üzerimdeki gömlekten kurtuldum, ardından hızlı bir duş aldım. Altıma eşofmanımı giyip yatağa uzandım. Beklemeden göğsüme sığınmıştı.
"Ertuğrul..."
"Şşş... Uyu, güneşim."
"Geç kaldın."
"Üzgünüm, bir tanem."
"Sarılır mısın?"
Dediğiyle kollarımı biraz daha sıktım, saçlarına dudaklarımı bastırıp kokusunu doya doya içime çektim. Üzerindeki çarşafı biraz daha yukarı çektim ve kendimi mis kokusu eşliğinde derin bir uykuya bıraktım.
Huzur buydu... Küçük bir kadını kollarıma almak, onun kokusunu solumaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.57k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |