73. Bölüm

73. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

MİHRE KARA

Gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey, sırtıma dolanmış o sıcak, huzurlu kollar oldu. Ertuğrul’un nefesi ense köküme vuruyor, göğsü her nefes alışında usulca inip kalkıyordu. Saçlarım yüzüme düşmüş, parmakları ise avuçlarımın arasına karışmıştı. Öyle derin bir uykuya dalmıştı ki, yüzüne bakmaya kıyamadım.

Bazen düşünüyorum da… Hayatın bütün karmaşası içinde nasıl oldu da bu kadar sessiz bir liman bulabildik birbirimizde? Sanki dünyadaki bütün gürültü sustu ve geriye sadece Ertuğrul’un kalp atışları kaldı.

Ama sonra… O tanıdık his. Midemde bir boşluk, boğazıma yükselen o yakıcı dalga…

Gözlerim aniden açıldı. Sanki bütün uykum, bütün huzurum bir anda uçup gitmişti. Vücudumu toparlamaya çalıştım ama Ertuğrul’un kolu hâlâ belimdeydi. Hafifçe kıpırdandığımı hissedince gözlerini araladı.

— “güneşim … Ne oldu?” dedi, sesi uykulu, hafif kısık bir tondaydı.

Konuşamadım bile. Dudaklarımı ısırıp hızla yataktan kalktım, çıplak ayaklarım soğuk zemine değdiği an bir ürpertiyle doğruldum. Banyoya koşar adım ilerlerken arkamdan onun sesini duydum:

— “güneşim?”

Banyoya vardığımda kapıyı hızla kapattım. Avuçlarımı lavaboya dayayıp derin bir nefes aldım. Midem kasılıyor, göğsüm sıkışıyordu. Bir süre sonra suyun soğukluğunu ellerimde hissettim, başımı kaldırıp aynaya baktım. Solgun bir yüz, dağılmış saçlar ve korkuyla çarpan bir kalp… ama bu durum mideme giren kırampla daha kötü bir hal aldı. Hızla klozete doğru ilerleyip midemde ne var ne yoksa kusmaya başladım. Ağzımda çok kötü bir tat ve boğazımda acı bir yanma vardı.

Kapının diğer tarafında, Ertuğrul’un ayak seslerini ve endişeli nefesini duyabiliyordum.

— “birtanem … İyi misin? Aç kapıyı, ne olur…”

İçimde garip bir his vardı… Korku muydu bu, heyecan mıydı, yoksa bambaşka bir şey mi? Henüz kendime bile açıklayamadığım bir şeyler oluyordu ve bu, beni hem ürkütüyor hem de derinlere çekiyordu.

Kapının diğer tarafındaki Ertuğrul’un sesi hâlâ endişeliydi. Sifonu bastıktan sonra küçük adımlarla kapıya yöneldim kilidi çevirip yavaşça araladım. Yorgun bedenimi gördüğünde hızla yaklaşıp ellerini yanaklarıma koydu gözlerindeki endişe hala yerini koruyordu.

— “güzelim. İyi misin bak bana. Ne oldu sana iyi misin birtanem?”

— “Evet… Evet, sadece… sanırım yanlış bir şey yedim,” dedim, sesim titrek ama kendime telkinde bulunur gibi. “Hiçbir şeyim yok, merak etme.”

O, hâlâ gözlerimin içine bakıyordu. Ama bu kez o bakışta endişeden çok şefkat vardı. Bir eliyle omzumdan tutup bana destek oldu, diğer eliyle saçlarımı hafifçe araladı. Derin bir nefes alıp, başımı salladım.

Birkaç dakika içinde kendimi toparladım. Midemdeki rahatsızlık azalmış, kalbim normale dönmeye başlamıştı. Ertuğrul hâlâ yanımdaydı, sessizce ama güven verici bir şekilde bekliyordu.

— “doktora gidelim?” dedi.

— “gerek yok sadece küçük bir bulantı.”

"Emin misin?"

"Eminim. Hem sen buradasın. Başka bir şeye ihtiyacım yok."

dedim, ve nihayet hafifçe gülümsedim. Kollarını belime dolayıp bedenimi kollarının arasına aldı. Kokusunu doya doya içime çektim. Ellerim sırtını buldu sanki mümkünmüş gibi daha çok yanaştım. Geri çekilip yüzüne baktım.

"Gece geciktin. "

"Üzgünüm bebeğim. "

"Bu defalık affediyorum ama bir daha sensiz uyumak istemiyorum. "

"Söz veriyorum elimden ne gelirse yapıcam."

Birkaç dakika sonra mutfağın yolunu tuttuk. Güneş pencereden içeri sızıyor, sabahın sessizliği yavaş yavaş evin içinde dolaşıyordu. Ertuğrul ile yan yana yürürken, mutluluk tüm benliğimi sarmıştı..

Mutfağa girdiğimizde Ayşe teyze, sabahın erken saatlerinden beri hazırlanmıştı. Masada taze ekmekler, tereyağı, peynirler, zeytinler… Kahvaltının kokusu bütün evi sarıyordu. Babaannem, Ayla, Umay ve Şirin de masadaydı; gülüşleri, sohbetleri, birbirlerine dokunuşlarıyla evin enerjisi bir anda değişmişti.

— “Mihre kızım uayndınız mı hadi geçin hemen” dedi Ayşe teyze, elinde sıcak çaydanlık. “Senin için özel börek yaptım kabaklı .”

Ertuğul gülümseyerek bana işaret etti: “Hadi, yerini al.”

Önüme konan börekle gözlerim parladı Ayşe teyzenin böreği gerçekten çok güzel olurdu.

"Bakıyorumda böreği görünce kardeşimin pabucu dama atıldı."

Diye dalga geçti Ayla.

"Kesinlikle böreğe aşık olan ilk kadın olarak tarihe geçeceksin."

Diye Ayla'ya katılmıştı Umay.

"Babaanne bunlara bir şey de."

Sızlanışım ile babannem tebessümle bize bakmıştı.

"Siz ikiniz kızıma bulaşmayın bakalım. Ne var börekle ilişkisi biraz ileri boyuttaysa."

Dediği ile bu defa masadaki herkes gülmeye başlamıştı. Bu defa bende gülmüştüm.

Kahvaltı boyunca kahkahalar yükseldi, şakalaşmalar havada uçuştu. Ayla ve Umay kendi aralarında minik tartışmalar yaparken babaannem hafifçe onları uyardı, ama yüzünde sıcak bir gülümseme vardı. Ertuğrul ile göz göze geldiğimizde, sessiz bir anlayış vardı aramızda; ikimizde mutluyduk.

Ben de yavaş yavaş rahatladım. Midemdeki hafif bulantıyı tamamen unutarak, kahvaltının sıcaklığı ve neşesiyle dolup taşan evde, Ertuğrul’un yanımda olmasının verdiği huzuru bir kez daha hissettim.

Kahvaltıdan sonra Ertuğrul işe gitmek için yukarı çıktı. Üzerini değiştirip, hızlı adımlarla işe gitmek üzere hazırlanmaya başladı. Ben de geriye dönüp, küçük Şirin’e baktım. Tatlı tatlı eteafında olup bitenleri izliyordu. Eskisi kadar üzgün bakmıyordu ama hâlâ konuşmuyordu; gözleriyle, mimikleriyle her şeyi anlatıyordu bana.

— “meleğim, biraz top oynayalım mı?” dedim, gülümseyerek.

Şirin başını hafifçe salladı, yerinden kalktı ve topu eline aldı. Yavaşça birbirimize pas atarak salonun ortasında eğlenmeye başladık. Her top gelişinde gülümsemesini fark edebiliyordum; o sessiz dünyasında bile küçük mutlulukları saklayabiliyordu.

Tam o sırada Ertuğrul merdivenlerden aşağı indi. Ben topa biraz sertçe vurdum, ama yanlışlıkla top tam da Ertuğrul’un kafasına doğru fırladı!

— “Aaaah!” diye bağırdı Ertuğrul, top kıl payı üzerinden geçerken.

Evde bir anda kahkahalar yükseldi. Ayşe teyze, Ayla, Umay, babaannem hepsi güldü; Şirin bile hafifçe gülümseyip topa bakıyordu. Ben ise yüzümü ellerimin arasına alıp hafifçe utanarak, “Aman Allah’ım!” dedim.

— “Özür dilerim, istemeden oldu!” diyebildim sadece, hâlâ utançla gülümseyerek.

Ertuğrul başını salladı, hâlâ gülüyordu ama o anın şakası bitmemişti. Tam arkamı döndüğümde, başımın dönmeye başladığını hissettim. Dünya bir anda dönüyordu, gözlerim kararmaya başlamıştı. Bulanık bakışlarım etrafta gezindi. Göz kapaklarım bir kaç defa açılıp kapandı. Kulaklarımda hafif bir uğultu vardı. Ertuğrul bir şeylerin yolunda gitmediğini anladı adımları bana doğru geldi. Geriye doğru düşüyordum ki...

— “Mihre!” diye bağırdı Ertuğrul.

Bir anda kollarının içinde kendimi buldum. Hızla beni kavradı, düşmeden beni tuttu. Panik, kalbimi deli gibi çarptırıyordu; nefes almakta zorlanıyordum. Ertuğrul’un yüzünü gördüm; gözleri korku ve endişeyle doluydu.

— “güneşim, bak bana! Sakin ol, buradayım!”

Onun sesi, nefesi, güven veren kolları… Bilincim yavaşça bulanırken son hissettiğim şey, Ertuğrul’un beni bırakmaması ve evde herkesin korku ve endişeyle aynı anda bizi izlemesi oldu. Kahkahalar yerini endişeye bırakmıştı; herkes o anın ciddiyetini hissetmişti, ama Ertuğrul’un kontrolü ve hızlı hareketi sayesinde korktuğum kadar kötü olmadı.

Bir yandan utancım, bir yandan baş dönmesinin yarattığı hafif sarsıntı… Ama Ertuğrul oradaydı, beni bırakmayacağını bilmek yetiyordu.

Kafamın içi kazan gibiydi… Uğultular, yanmalar canımı yakıyordu. En son hatırladığım şey, evde Şirin’le top oynarken Ertuğrul’un kafasına top atışımdı. Sonrasında başım dönmüş, baygınlık geçirmiştim sanırım. Göz kapaklarımı yavaşça araladım. Tavandan gözlerime dolan beyaz ışıkla, gözlerimi birkaç defa kapatıp açmaya çalıştım. Gözlerim ışığa alıştıktan sonra tamamen açtım. Evde değildik… Tanıdık olmayan, beyaz duvarlı bir hastane odasındaydım. Sanırım ben bayılınca Ertuğrul beni buraya getirmişti.

Gözlerim odanın içinde dolaştı. Hasta yatağının sağ ve sol tarafında duran iki komodin, küçük bir buzdolabı, hasta ve yakınlarının eşyalarını koyabilmesi için konmuş başka bir dolap vardı. Pencerenin kenarına konulmuş iki adet koltuk dikkatimi çekti. O koltuklardan birinin üstüne oturmuş olan Ertuğrul, dirseklerini dizlerine yaslamış, başını ellerinin arasına almıştı. Bu durumda olmam onu üzmüş olmalıydı.

— “Ertuğrul…”

Sesimle birlikte başını hızla ellerinin arasından kaldırıp bana baktı. Oturduğu yerden hızla kalkıp bana doğru geldi.

— “Güneşim… Güzelim benim… İyi misin?”

— “İyiyim… Seni endişelendirdiğim için üzgünüm. Sadece başım döndü, tansiyonum düşmüş olmalı.”

— “Sakın üzülme. Seni o hâlde görünce çok korktum.”

Bir elimi avucunun arasına aldı, diğer eliyle saçlarıma uzandı, usul usul okşamaya başladı. Siyah gözlerinde korkunun izlerini görmek beni çok üzüyordu.

— “Bakma bana böyle… Gözlerinde o duyguyu görmek istemiyorum, Ertuğrul. Ben iyiyim, gerçekten.”

— “İyisin… Daha da iyi olacaksın. İyi olman için elimden ne geliyorsa yapacağım.”

— “Yapacağını biliyorum zaten. Merak etme… Çok bir şey yapmana gerek yok, yanımda ol yeter.”

— “Bir ömür… Bir ömür yanında olacağım. Nefesim, nefesinde olacak.”

Tam bana doğru eğilmişti… Dudaklarımız birleşecekti ki kapıdan gelen sesle uzaklaşmak zorunda kaldı. Kaşlarının çatıldığını, bu durumun onu sinirlendirdiğini görebiliyordum. Ben ise onun bu hâlini tebessüm ederek karşılamıştım. İçeriye elinde bir dosya ile bir doktor girdi. Adımlarını yatağın ucunda durdurdu, gözleri ikimizin üzerinde gezindi.

— “Siz hastanın nesi oluyorsunuz?”

Bakışları Ertuğrul’un üzerinde dolaştı. Bu sorgulama, Ertuğrul’un kaşlarının daha da fazla çatılmasına neden oldu.

— “Eşiyim.Ertuğrul Arslanlı "

Doktor, elindeki dosyaya kısa bir an göz attı. Sonrasında başını kaldırıp bize baktı.

— “Ertuğrul Bey, burada olmanız açıkçası beni memnun etti. Zira hastanın durumunu eşi olarak sizinle paylaşmam en uygunu.”

— “Bir sorun mu var?”

Sesim, her zamankinden daha kısık çıkmıştı. Doktorun kurduğu cümlelerden sonra Ertuğrul da meraklanmış, gözlerindeki endişe kırıntıları tekrar yerini almıştı.

— “Açıkçası bu durumu size nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Size söylemem gereken iki önemli şey var. Birincisi… Mihre Hanım, altı haftalık hamilesiniz.”

Söylediği şeyle istemsizce ellerim karnıma gitti. Avuç içlerimi bastırdım. Hamile miydim?.. Bizim bir bebeğimiz mi olacaktı?.. Dudaklarımda istemsiz, titrek bir tebessüm belirdi. Gözlerim Ertuğrul’a kaydı. Onun gözleri şaşkınlıkla aralanmıştı; dudakları açılıp kapandı. Sonra benim gibi ellerini uzatıp karnıma dokundu, göz bebekleri titriyordu.

— “Hamile… Hamilesin, güneşim… Bizim bir bebeğimiz olacak…”

Bir elimi avuçlarının arasına aldı. Sesi titriyordu… Yüzünde hem güç hem korkusuzluk, aynı zamanda büyük bir korku vardı. O an, o gözlerde… Bizi korumak için gerekirse dünyayı yakacağını ama “ya koruyamazsam” düşüncesinin içini kemirdiğini görebiliyordum.

— “Evet, sevgilim… Bizim bir bebeğimiz olacak. Ailemiz daha da büyüyor.”

Tam o an doktor boğazını temizledi, bakışlarımız ona döndü. Onun gözlerinde farklı bir şey vardı… Tuhaf bir tedirginlik, belki çekince, belki de hüzün. Bebek haberini verirken böyle bir ifade olması, beni garip hissettirdi.

— “Doktor Bey… Bir sorun mu var?”

Sorum tedirgin ve çekingendi. Ertuğrul da hemen yüzünü doktora çevirdi, yüzündeki mutluluk yerini endişeye bıraktı. Doktorun ifadesi, hepimizin endişelenmesine neden olmuştu.

— “Bunu size nasıl söyleyeceğimi inanın ben de bilmiyorum… O yüzden durumu en açık şekilde anlatmaya çalışacağım. Mihre Hanım… Ne yazık ki, bebeğin içinde bulunduğu kese rahminize tam olarak yerleşmemiş. Bu, gebeliğinizin çok riskli geçmesine neden olacak. Hatta daha da kötüsü, ters giden bir durumda kanamanızın olması… ve bu da sizi kaybetmemize neden olabilir. Bahsettiğim şey, ne yazık ki küçük bir ihtimal değil. Yani bu bebeği doğursanız bile, doğum esnasında olacak en küçük bir kanama… hayatınızı riske edecektir. Gebeliğin devam edip etmeyeceğini… eşinizle sizin karar vermeniz gerekiyor.”

Doktorun her kelimesi, yüreğimdeki sevinç duvarına bir balyoz darbesi indirmişti. Her geçen an, o duvar çatlıyor, tuğlalar tek tek paramparça oluyordu.

— “Onu alın.”

— “Ne?!”

Şaşkın bakışlarım Ertuğrul’a döndü. Elleri iki yanında yumruk olmuştu. Gözlerindeki kılcal damarların kızardığını görebiliyordum. Sesi o kadar durgun, o kadar ketumdu ki… Böyle bir şeye hemen cevap vermesi, ondan bu kadar çabuk vazgeçmesi, öfkelenmeme neden oldu.

— “Hayatını tehlikeye atmayacağım. O yüzden… o bebeği aldıracağız.”

— “Buna tek başına karar veremezsin!”

— “Benden gitmene izin veremem!”

— “Ben de onu benden almanıza izin veremem!”

— “Mihre!”

— “Yeter… Bunu evimizde tartışalım, lütfen… Şimdi değil.”

Gözlerim doldu… Ha ağladım, ha ağlayacaktım. Bu hâlimi o da gördü, sessizce başını salladı.

— “Biz karar verene kadar dikkat etmemiz gereken bir şey var mı?”

Bu soruyu ben sormuştum. Çünkü Ertuğrul kararını çoktan vermişti; o, bu bebeğin doğmasını göze alamayacaktı. Onu anlıyordum… Şayet onun hayatı da tehlikede olsaydı, küçücük bir risk dahi olsa, ben de göze alamazdım. Hele ki doktor, bu riskin çok fazla olduğunu söylüyorken… Onu bencil olmakla suçlayamazdım.

— “Bu süre zarfında size mutlak yatak istirahati öneriyorum. Mümkünse, zorunlu kalmadıkça yataktan kalkmayın. Sadece kişisel ihtiyaçlarınız için kalkın, burada bile mümkünse ayağa kalkmamaya çalışın. Beslenmenize özellikle dikkat edin; bol bol vitamin ve protein alın. Her gün mutlaka bir bardak süt için. Bu, hem sizin hem de karnınızdaki bebeğin kemik gelişimi için önemli. Size bazı ilaçlar yazacağım, onları da aksatmadan alın olur mu? Ve bir de… bu süre zarfında kesinlikle stres ve üzüntüden uzak durun. Çünkü bu da en az beslenme ve ilaçlar kadar önemli. Stres, üzüntü, mutluluk gibi duygular… hormonlarınızı etkiliyor ve şu an hormonlarınızın olabildiğince stabil kalması gerekiyor. Bilmem, anlatabiliyor muyum?”

— “Anladım… Merak etmeyin, söylediğiniz her şeye çok dikkat edeceğim.”

— “Bir şey daha… Karar verme süreciniz dört aydan önce olmak zorunda. Çünkü dört aydan sonra bebeği aldıramayız. Lütfen kararınızı yasal süreç içerisinde verin.”

Başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. Ertuğrul yüzüme bile bakmıyordu. Tek kelime etmiyordu. Doktor çıktıktan sonra, taburculuk işlemleri için dışarı çıkmıştı, hâlâ gelmemişti. Gözlerim öylece karşı duvarı izliyordu. Ellerimi karnıma bastırıp onu hissetmeye çalıştım.

“Bizi hissediyor musun? Anlıyor musun bilmiyorum… Ama babana kızma, olur mu? O seni sevmediği için böyle bir karar almadı… O sadece korkuyor. Ben de korkuyorum… Ama sana söz veriyorum, bir yolunu bulup seni koruyacağım.”

Sol gözümden yanağıma doğru bir yaş süzüldü. Kapının açılma sesiyle hızla gözyaşımı sildim. Birkaç saniye sonra, tüm heybetiyle odanın içinde belirdi. Gözlerim ona takılı kalsa da, o bakışlarını yerden kaldırıp bana bakmamıştı. Bu durum, kalbimin acımasına neden oluyordu… Ben onun bakışları olmadan yaşayamazdım ki.

— “Hazırsan çıkalım.”

— “Ertuğrul…”

— “Sonra, Mihre.”

Güneşim demiyordu… Sadece adımı söylüyordu. Bu bile kalbimin acımasına yetiyordu. Başımı aşağı yukarı salladım, daha fazla bir şey söyleyemedim. Çünkü boğazıma koca bir yumru oturmuştu. Konuşursam, hıçkıra hıçkıra ağlayacağımı biliyordum. Ben başka bir şey söylemeyince eğilip bedenimi kucakladı. Kollarımı yavaşça boynuna doladım, başımı omzuna koyup alttan yüzünü izlemeye başladım.

— “Kızma bana, ne olur… Ben seni anlıyorum. Ne olur, sen de beni anla.”

Lakin bana tek kelime etmedi. Bakışları dümdüz karşısındaydı; yüzünde en ufak bir mimik bile yoktu. Sanki… o ilk tanıştığımız karanlık adam olmuştu. Bana güneşim diyordu ama… Benim ışığım, onu aydınlatmaya yetmiyordu. Farkında değildi ama bu hâliyle… ben de karanlıkta kalıyordum.

“Bana artık güneşim demeyecek misin, Ertuğrul? Ne olur… O karanlığa dönme. Yine o ilk zamanlardaki adam gibi bakıyorsun… Ve ben sana ulaşamıyorum.”

Hareket eden Adem elmasından yutkunduğunu görebildim. Bedeni gerildi ama ne bana baktı ne de bir şey söyledi.

“Ertuğrul… Benim ışığım artık seni aydınlatmıyor mu? Sen bilmiyorsun ama… Sensiz ben de karanlıkta kalıyorum. Ertuğrul… Sen böyle yapınca sanki tüm dünya karanlığa bulanmış gibi… Ve ben, karanlıktan korkuyorum. Ne olur… Beni bu karanlığın içinde yalnız bırakma. Lütfen…”

Adeta ona yalvarıyordum. Lakin tek kelime etmemişti. O duygusuz adam geri gelmişti… Benim gözyaşlarıma kayıtsız kalan Ertuğrul, benim Ertuğrul’um değildi ki…

Bir şey söyleyemedim. Bu sözlerime kayıtsız kalmasıyla bu defa hareketlerimle ona ulaşmaya çalıştım. Boynundaki kollarımı sıkılaştırdım, yüzümü boynuna gömüp kokusunu derince soludum. Göz kapaklarımı kapadım… Sesi yoktu. Üzerimde her zaman beni güvende hissettiren bakışları yoktu ama varlığı… huzurdu, umuttu. Yanımda oluşu, benden gitmediğini gösterirdi… Ve o benden gitmedikçe, ben ona ulaşmanın bir yolunu bulurdum.

 

 

Bölüm : 07.09.2025 01:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...