
Gözlerim, aracın malikanenin kapısının önünde durmasıyla aralandı. Başım, Ertuğrul'un omzuna düşmüştü. Hastaneden çıkmadan önce kucağında uyuyakalmıştım. Şimdi ise hâlâ onun kucağında, arabanın arka koltuğunda seyahat ediyordum. Arabayı süren Arif’in endişeli bakışları, dikiz aynasından ara ara arkayı buluyordu. Lakin Ertuğrul’un öfkeli bakışları, bir şey sormasına engel oluyordu.
Bir eli bedenime sarılırken, diğer eli yüzümde ve saçlarımdaydı; Sıcak nefesini saçlarımın arasında hissediyordum. Yüzümü yavaşça yukarı kaldırıp onun yüzüne bakmaya çalıştım; fakat benimle göz göze gelmemek için, saçlarımın arasına sakladığı yüzünü geri çekti. Gözlerimizin buluşmasına yine izin vermedi.
Arif, aşağıya inip arabanın arka kapısını açtı. Beklemeden, kucağında benimle aşağıya indi. Beni onun kucağında gören korumalar, endişeli bir şekilde yanımıza geliyordu. Lakin Ertuğrul’un yüz ifadesini görünce ne bir şey söyleyebiliyor ne de bir şey sorabiliyorlardı.
Benim gözlerim ise öylece onun çenesine takılıp kalmıştı. Yüzüme bakmayışı canımı çok sıkıyordu. Sanki ondan vazgeçmişim, önüme bir seçenek sunulmuş ve ben onu terk etmeyi seçmişim gibi davranıyordu. Benim ondan vazgeçtiğim falan yoktu! Ben sadece çocuğumuz için savaşmak istiyordum.
Ben bir anneydim… Bir kadın, bebeğini karnında hissettiği ilk andan itibaren annedir. Lakin erkekler, o bebeği kucağına alana kadar baba olamazdı. O, belki henüz kendini bir baba olarak hissetmiyor olabilirdi. Ama ben artık bir anneydim. Şirin’i saymazsam, ilk defa anne oluyordum… Şimdi ikinci bir çocuğum olacaktı belki de ve o, kendi canım için ondan vazgeçmemi bekliyordu.
Asıl vazgeçersem bencil olmaz mıydım? Nasıl bir anne, kendi canı için evladından vazgeçebilirdi? O… beni anlamıyordu.
Sert adımlarıyla evin içine doğru ilerledi. Biz daha kapıya varmadan, Ayşe teyze kapıyı açtı. Evin içerisine girdiğimizde, salonda oluşan hareketlenme ile adımlarını oraya yöneltti. Tüm dostlarımız, ailemiz diyebileceğimiz herkes salondaydı.
— Kuzum, iyi misin evladım?
— İyiyim babaanne, bir sorun yok.
Verdiğim cevapla, Ertuğrul’un bedeni daha fazla gerildi. Adımları salonun ortasına doğru ilerledi ve oradaki üçlü koltuğa bedenimi yavaşça yerleştirip sırtıma yastık koydu. Şu an bana kızgın olsa dahi beni düşünüyor oluşuyla dudaklarım kıvrıldı. Umay gelip ayak ucuma oturdu, kızlar da başıma toplanmıştı. Onların gelmesiyle Ertuğrul birkaç adım gerileyip salondaki camlardan dışarıyı izlemeye başladı.
— İyi misin?
Umay’ın sesi hüzünlü çıkıyordu. Hangi ara bana bu kadar düşkün olduğunu ben de anlamamıştım. Ama bu hâli beni çok ama çok mutlu ediyordu, çünkü en az onun kadar ben de ona düşkündüm. Yüzüme en güzelinden bir tebessüm yerleştirip elini avuçlarımın arasına alıp sıktım.
— Ne dedi peki doktor, niye bayılmışsın?
Gamze’nin çıkışıyla gözlerim hepsinin yüzünde gezindi. Evdeki herkes merakla bana bakıyordu. Elimi yavaşça karnıma koydum. İster istemez yüzümde bir gülümseme oluşmuştu.
— Ben… hamileyim.
Cümlemle birlikte herkesin yüzünde önce bir şaşkınlık oluştu, sonra da gülümsemeler belirdi.
— Ciddi misin sen?! — diye ilk konuşan Nazlı oldu.
— Hadi canım! — diye karşılık verdi Çınar. — Ay, ben tekrar mı hala oluyorum şimdi? — diye şakıdı Ayla.
— Sanırım biz de teyze oluyoruz! — dedi Çiçek, Gamze’yle birbirine sarılı şekilde bana bakarken.
Evin içerisinde bebek görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Hepimize çok iyi gelecek… dedi Poyraz :
— Ben halamı olayım , yoksa teyze mi? Karar veremiyorum…
Diye şakıdı Umay:
— Çok şükür bir evladımız daha olacak! — dedi babaannem, duygulu bir şekilde.
Ama o an salondaki o coşkuyu, sert bir ses böldü. Söylediği tek kelimeyle yüreğimdeki sevinç parçalara ayrıldı ve her bir parça ruhumu kesti.
— Olmayacak! — diye adeta kükredi Ertuğrul.
Herkes şaşkın şekilde ona bakıyordu.
— O da ne demek şimdi?! — diye çıkıştı Poyraz.
— Bebeği istemediğini söylemeyeceksin herhalde! — diye Gamze, Poyraz’a destek çıktı.
— Söylese kaç yazar! Kardeşimizi de yeğenimizi de yalnız bırakacak değiliz! — dedi Çiçek, sesi sertleşmişti. Hepsi birer set gibi arkamda durmuştu.
— Ne oluyor Ertuğrul? — dedi babaannem, sesi sertti. Öfkeli gözlerini Ertuğrul’un üzerine dikti. Çünkü o da diğerleri gibi, Ertuğrul’un bebeği istemediğini düşünmüştü.
— Ne olduğunu Mihre anlatsın!
O, her “Mihre” dediğinde, kendi adımdan nefret ediyordum. Beni o alıştırmıştı; sevgi sözcüklerine bana çok nadir adımla sesleniyordu ve şimdi, içindeki korku, öfke ve kırgınlıktan dolayı adımı tükürür gibi söylüyordu.
— Hadi anlatsana!
— Ertuğrul, yapma…
— Neyi yapmayayım?! Hadi söyle onlara! Ben bu bebeği doğuracağım ama sonra öleceğim de! Hepinizden, her şeyden vazgeçtim de! Ardımda bırakacaklarım umurumda değil de! O bebek beni sizden alacak de, söylesene!
— Ertuğrul, sus… lütfen!
— Ne susması, Mihre?! Söylesene! Nasıl susayım bu hâlde?! Sen benden bu kadar kolay vazgeçmişken nasıl susayım?!
— Yapma…
Neredeyse ona yalvaracaktım. Çünkü her serzenişi haklıydı. Onun penceresinden bakınca, kendini terk edilmiş hissediyordu ve içindeki burukluğu öfkesine sığınarak atlatmaya çalışıyordu. Ama farkında değildi… benim de kalbimi kırıyordu.
— Asıl sen yapma… — dedi bu defa daha sakin ve hüzünlü bir sesle. Siyah gözleri nemlenmişti, sesi titriyordu. — Yapma ne olur… Bir daha bebeğimiz olur… Ne olur benden vazgeçme. Sensiz yaşayamam! Anlamıyor musun? Benim için kolay mı zannediyorsun? Senin olduğu kadar benim de bebeğim, benim de canımdan can… Ama seni kaybedersem… seni kaybedersem kaybolurum…
— Olmayacak… Hiçbir şey olmayacak!
— Nereden biliyorsun?! — sesi bu defa daha yüksek çıkmıştı. Gözlerindeki doluluk yavaşça taşmaya başladı. — Doktoru kendi kulaklarınla duymadın mı?! Çok yüksek bir ihtimal dedi! O şey seni benden alacak!
— Ertuğrul, yapma… O şey dediğin… bizim bebeğimiz!
— “Bebeğimiz” ne sanıyorsun onu?! Doğurdun diyelim… Sana bir şey olursa… onu seveceğimi mi düşündün? Sana yemin ederim, ondan nefret edeceğim! O bebeği görmek istemeyeceğim bile! Çünkü hayatımda da kalbimde de, seni benden alan şey olarak kalacak!
Bir şey söyleyemedim… Kimse, hiçbir şey söyleyemedi. Son kelimelerini sarf ettikten sonra arkasını dönüp gitti. Birkaç saniye içerisinde salon kapısının sert bir şekilde çarpışı duyuldu. Birkaç dakika sonra ise arabasının malikaneden ayrıldığına dair sesler geldi.
Arkasından öylece baka kaldım. Gözlerimdeki yaşlar bir bir aktı. Ağzımdan kaçan hıçkırıklara engel olamadım. Elim yavaşça dudaklarıma gitti; sanki dudaklarımdan kaçan hıçkırık ve ağlayış seslerim bebeğime gidecek ve o bu duruma çok üzülecekti.
Evdeki herkes hüzünle bakıyordu. Ellerimin arasında sıcak eller hissetmemle başımı kaldırıp karşımda duran babaanneme baktım. Başımı yana eğip gözlerinin içine, beni anlamasını isteyerek baktım.
— Ağlama kuzum… Elbet anlayacak seni.
— Anlayacak, değil mi? Geri gelir…
— Gelir, merak etme. Gelmezse biz onu geri getirmesini biliriz… — dedi Poyraz. Bakışları durgundu ama sesinde anlayış vardı. Gerçek bir abi gibi beni teskin etmeye çalışıyordu. O an gerçekten de, eğer Ertuğrul eve gelmezse, bir şekilde onu geri getireceğini anlamıştım.
— Ağlama, biz yanındayız. Hem, enişte öyle gürledi ama kıyamaz sana.
Gamze de sessizce yanıma gelip kollarını bedenime doladı.
— Biz… harbi harbi amca oluyoruz, değil mi abi? — dedi Arif, yüzünde buruk bir tebessümle Poyraz’a bakarken. Diğerleri de ne yapmaya çalıştığını anlamış, buruk da olsa gülümsemişlerdi.
— Acaba beni odama çıkarır mısınız? Doktor yataktan kalkmamam gerektiğini söyledi de… Uzunca bir süre ayağa kalkamayacağım.
— O zaman bu özel görevi ben üstleniyorum! — diyerek Çınar bana doğru geldi.
Bir kolunu sırtıma doladı, diğerini ise bacaklarımın altından geçirdi. Omuzlarından destek aldığımda, beni tek hamlede kucaklamış, adımlarını yukarı yönlendirmişti. Diğerleri sessizce arkamızdan bakmış, sonra da koltuklara oturup bugün olanları düşünmeye başlamışlardı.
Beni odaya getirip yatağa oturttuğunda bile bakışlarım hâlâ kucağımdaki parmaklarımdaydı.
— Bambi…
Çınar, yatak kenarına oturdu. Gözlerim ellerimdeydi. Bakışlarımı kaldırıp yaşlı gözlerle ona baktım.
— Üzülme ama… Bak, böyle üzülmek yeğenime de zarar verir.
— Çınar… Ya geri gelmezse? Çok kırıldı kalbi…
— Boş versene! Sen o salağı! Kalbi kırıldıysa yapıştırırız! Senin şu an düşünmen gereken tek şey, senin sağlığın… yani bebeğinin sağlığı.
— Çınar… Benim ona ihtiyacım var. Ertuğrul olmadan… ben nefes alamıyorum.
— Mihre, lütfen yapma… Nerede benim o cazgır, güçlü avukat yengem?! O ahmak herif, eninde sonunda hatasını anlayıp geri gelecek. Bak, sana söylüyorum… Geri geldiğinde sakın hemen affetme!
— Tamam… affetmem.
— Bırak burnu sürtsün.
— Tamam, sürtsün.
— Böyle… ne bileyim… koltukta, yerde falan yatsın.
Ben de onun verdiği gazla yüzümdeki yaşları sildim, başımı aşağı yukarı salladım.
— Eve almayalım onu!
— Bak ne diyeceğim… Hatta ondan yüklü bir nafaka alalım. Bakma, senin kocan çok zengin.
— Avukatım ben! Zaten her şeyini alacağım. Beni böyle ağlattığı için bin pişman edeceğim onu!
— Yap kız, arkandayım ben! Böyle kırmızı ışıkta mendil satsın!
— Bana “Mihre” dedi ya… Bana dedi!
— Yavrum, senin adın Mihre değil mi?
— Evet ama o demesin banane.
— Tamam kız, vallahi bak arkandayım, şahitlik de yaparım sana.
— Bak gör, onu sürüm sürüm süründüreceğim!
— İlk görüşte kucağına atlamazsan ben de bir şey bilmiyorum!
— Kesinlikle yapacağım!
Söylediğimle bu defa sesli şekilde kahkaha atmıştı. Bu saçma muhabbetimizle, ben de deminki ruh hâlimi üstümden atmış, tebessüm ederek ona bakmıştım.
— Teşekkür ederim…
— Ne demek! Bir tanecik yengem var… Onu da eğlendirmeyeceksek nerede kaldı bizim sempatikliğimiz, değil mi?
Her kelimesi, beni güldürmek için söylenmiş gibiydi.
— Neyse… Ben aşağıya gideyim de, aşağıdakilere bir bakayım. Sen de dinlen, olur mu?
Çınar odadan çıkınca benimde gözlerim ağır ağır kapandı… Karanlık, sessizce gelip beni ele geçirdi. O an, aklımda da kalbimde de sadece Ertuğrul vardı.
Neredeydi?.. Gelecek miydi?..
Onun da aklında ben var mıydım?
Beni özlüyor muydu, benim onu özlediğim gibi?
Ben onsuz nefes alamaz hâle gelmişken, o nasıl bu kadar uzak kalabiliyordu? Bu sorular beynimin içinde yankılanırken uyku, çaresizce bedenime çöktü. Aynı pozisyonda, yarım kalmış bir cümlenin noktasız sonu gibi, uyuya kaldım.
Sonra… Yüzümde gezinen, küçücük, sıcacık parmaklarla bilincim yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Bir el, yanağıma düşen saçlarımı usulca geriye aldı… Ardından yanaklarıma minicik bir buse kondu. Göz kapaklarım titreyerek aralandı. Şirin… Yanımdaydı. Şaşkın, masum gözleriyle bana bakıyordu.
— “Meleğim… Sen mi geldin?” diye fısıldadım.
Başını aşağı yukarı salladı. Sonra usulca yanıma uzandı, başını göğsüme koydu. Küçücük bedeni titriyordu.
— “Korktun mu sen?”
Kollarımı ona doladım, sıcacık tenini göğsüme bastırdım. Onu kucağıma aldığımda, sabahı hatırladım… Onun yanında bayılmıştım. Geri döndüğümdeyse evde yoktu. Eminim çok korkmuştu. Küçük kalbi, minik bedeniyle bütün o boşluğu tek başına taşımaya çalışmıştı.
Odanın içi loştu. Perdelerin arasından sızan son ışık, duvarlarda ince bir çizgi gibi kalmıştı. Dışarıda gün, geceye teslim olmaya hazırlanıyordu. Benim içimdeyse karanlık çoktan hükmünü sürüyordu.
— “Korkma… Kötü bir şey yok.” diye fısıldadım, alnına bir öpücük kondurarak. “Hatta biliyor musun… Çok güzel bir şey var.”
Başını göğsümden kaldırıp, şaşkın bakışlarını yüzüme dikti. Ela gözleri, merakla parlıyordu. Yüzüne düşen bir saç telini eliyle geriye atmaya çalıştı ama beceremedi. Ben de elimi uzatıp, saçlarını kulağının arkasına yerleştirdim. Küçük elini tuttum, karnıma koydum.
— “Şirin’im… Sana bir kardeş geliyor. Bir bebeğimiz olacak.”
Bana öyle uzun, öyle derin baktı ki… Ne düşündüğünü anlayamadım. İçimde bir telaş, bir korku… “Acaba,” dedim kendi kendime, “Benim onu daha az seveceğimi mi düşündü? Kardeşi geldiğinde onu unutacağımı mı sandı?” Kalbime bir sızı düştü. Boğazıma yumru gibi oturdu.
— “Senin küçük bir kardeşin olacak… Ama bil ki, ikinizi de çok ama çok seveceğim.” dedim.
“Belki bir erkek kardeşin olur, o zaman sen Ayla halan gibi olursun, o da Ertuğrul amcan gibi… Ya da bir kız kardeşin olur, o zaman da teyzelerin gibi olursunuz. Eminim seni çok sevecek. Sen de onu… Ben ikinizi de aynı yüreğimle, aynı büyüklükte seveceğim, Şirin’im.”
Küçücük bedeni göğsüme daha çok sokuldu, ben de sımsıkı sarıldım. Ellerim saçlarına gitti, yumuşacık tellerini uzun uzun okşadım. O an, dünyadaki bütün acılar bir anlığına sustu.
Ama sonra… Gerçeklik, yeniden yüzüme çarptı. Doktorun sesi kulaklarımda çınladı: “Riskli bir hamilelik… Dinlenmen şart…”
— “Bir süre yataktan kalkmamam lazımmış, meleğim.” dedim usulca. “Bebek biraz hasta… Onun iyi olması için benim sürekli burada yatmam gerekiyor. Ama söz veriyorum… Eğer yemeklerimi güzelce yersem, ilaçlarımı da aksatmazsak, ikimiz de iyi olacağız.”
Başını göğsümden kaldırdı, eliyle yanağımı okşadı. Sonra o minik el, yavaşça karnıma kaydı. Dudaklarım istemsizce kıvrıldı.
— “Bir bebeğimiz olacağı için mutlu musun?” diye sordum.
Başını usulca salladı. Evet… Mutluydu. Ama gözlerindeki kaygıyı da görmüştüm.
— “Peki… Amcan geldi mi?”
Bu defa başını iki yana salladı. Hayır… Gelmemişti. İşte o anda, yüzümdeki tebessüm sönüverdi. İçimde bir şey, sessizce kırıldı. Ertuğrul hâlâ yoktu.
Onsuzluk… Beni paramparça ediyordu. Onun sevgisine, varlığına, nefesine öyle muhtaçtım ki… Ama o, yokluğuyla beni cezalandırıyordu sanki.
“Beni hiç mi düşünmedin?” diye geçirdim içimden.
“Beni, bizi… Bebeğini…”
Doktorun “Üzülmemelisin” dediği ses kulaklarımda çınlıyordu ama nasıl? Nasıl üzülmezdim, Ertuğrul’un bu hâli canımı bu kadar yakarken?..
— “Meleğim, yemeğini yedin mi?” diye sordum, sesimin titrediğini fark ederek.
Başını iki yana salladı.
— “Neden ama? Saat geç oldu… Hadi, aşağı in. Güzel güzel yemeğini ye. Birazdan ben de yiyeceğim. Sonra… Üçümüz de iyi olacağız. Sen, ben ve kardeşin.”
Başını “tamam” anlamında salladı. Yataktan kalktı, minik adımlarını hızlıca kapıya taşıdı ve koşarak aşağıya indi. Ardından gülümseyerek baktım… Yüreğimin en güzel parçasıydı o.
Kısa bir süre sonra kapı tıklatıldı. “Gel,” dedim. Ayla, elinde yemek tepsisiyle içeri girdi.
— “Canım, müsait misin?”
— “Ayla, gel…”
— “Sana akşam yemeği getirdim.”
Tepsiyi yanıma koydu, yatağın kenarına oturdu. Tepsideki domates çorbası gözlerime ilk çarpan şey oldu. Kaşığı elime aldım, birkaç kaşık ağzıma götürdüm. Tadı, çocukluğumdan bir parçaydı sanki… Ama içimdeki burukluk, boğazımdan geçerken çorbayı bile acılaştırıyordu.
— “Ellerine sağlık… Gerçekten çok güzel olmuş. Çok acıkmışım.”
— “İkinize de afiyet olsun.” dedi gülümseyerek.
Bir süre sessizlik çöktü. Kaşığı yavaşça tepsiye bıraktım.
— “Ayla… Ertuğrul aradı mı?”
— “Üzgünüm canım… Hâlâ aramadı.”
— “Sen arar mısın onu?”
Telefonu çıkardı, beklemeden numarayı çevirdi. Hoparlörü açtı. Uzun uzun çaldı… Ama açmadı. İçimde bir şey daha koptu o an. Ayla’yla göz göze geldik.
— “Canım, üzülme… Eninde sonunda hatasını anlayacak ve geri dönecek.” dedi.
Başımı iki yana salladım. Dudaklarımda titrek bir gülümseme belirdi.
— “Ama… Beni bu şekilde kendinden mahrum bırakması çok zoruma gidiyor, Ayla. Onu ne kadar sevdiğimi bilmesine rağmen, sanki bir suç işlemişim gibi yokluğuyla beni cezalandırıyor. Kalbimi… Öyle çok kırıyor ki…”
Gözyaşlarım yanaklarıma sessizce aktı. Ayla elini uzattı, önce yaşlarımı sildi, sonra beni göğsüne bastırıp sımsıkı sarıldı.
— “Ona ulaşırsan, söyle… Sakın gelmesin. İstemiyorum onu!” dedim, ama sesimdeki titrek öfkeyi ikimiz de biliyorduk. Çünkü… O da biliyordu. Ne kadar kızgın, ne kadar kırgın olursam olayım… Kokusu bir kere tenime değse, gözleri gözlerime değse… Tüm yelkenleri suya indirip affedeceğimi biliyordu.
— “Ayla…”
— “Efendim, canım?”
— “Ona ulaşırsan de ki… Mihre seni çok özlüyor. Sen yokken… Karanlıkta çok korkuyorum. Tamam mı?”
— “Merak etme canım… Ona ulaştığımda seni böyle ağlattığı için ona çok ama çok kızacağım. Sonra da kulağından tuttuğum gibi eve geri getireceğim.” dedi, gözlerinde kararlı bir parıltıyla.
Sözlerini tamamlayamadan… Gözlerim yavaşça kapanmaya başladı.
Bu kadar uykumun gelmesi… Hamilelikten miydi, yoksa riskli bir süreçten geçtiğim için miydi, bilmiyordum. Bilincim bir kez daha karanlığa teslim olurken tek bir dileğim vardı:
Gözlerimi açtığımda… Ertuğrul yanımda olsun.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.59k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |