75. Bölüm

75. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

Bedenim sızlıyordu. Canım yanmasa da derin, ince bir sızı vardı. Yemek yiyemez, uyuyamaz hâle gelmiştim. Ertuğrul yoktu; üç gündür eve uğramamış, aramalarıma cevap vermemişti. Yüreğim pare pareydi. Neden gelmiyordu? Canımın nasıl yandığından haberdar değil miydi? Poyraz ve Çınar ilk gün her yerde onu aramıştı ama bulamamışlardı. Onu terk etmemiştim, ama o beni terk etmişti. Üç gündür yataktan çıkmamıştım.

Ayşe Teyze, babaannem, Ayla, Umay — kızlar bir şekilde beni odada yalnız bırakmamaya çalışıyor, yemeklerimi burada yediriyorlardı. Ama hepsinin gözlerinde aynı hüzün vardı. Çünkü kapı her aralandığında, “Acaba Ertuğrul mu geldi?” diye olduğum yerden doğruluyor, kapıya bakıyordum; onu her göremeyişimde derin bir hüsranla, umutsuzlukla yerime geri uzanıyordum. Bedenim oldukça yorgundu; sanki ruhum çekilmiş gibi hissediyordum. Bunun nedeni riskli bir gebelik geçirmem değildi. Bunun tek nedeni Ertuğrul'un olmayışıydı.

En son böyle hissettiğimde, beni sevmediğini, bana yalan söylediğini düşündüğüm ilk zamanlardı. O zamanlar bir haftalığına benden uzaklaşmış, evime dönmeme izin vermişti; o bir haftada ne yemek yiyebilmiş ne evden dışarı adım atabilmiştim. Benim yaşama sebebim, Ertuğrul olmuştu; bunu çok iyi anlamıştım. Peki ya o ne haldeydi? O da benim gibi çöküyor muydu? Geri döndüğünde kesinlikle onu affetmeyecektim; büyük bir cezayı hak etmişti.

Kapıdan gelen tıkırtılarla başım hafif kapıya döndü; yine kızlardan biri olduğunu düşündüğüm için bu defa çok da umutlanmamıştım. Lâkin kısacık bir andan sonra koridordan birkaç tıkırtı geldi; ardından yalpalayan ayakların adım sesleri duyuldu. Bu sürenin gereğinden fazla uzun sürmesi merakımı tetikledi, başımın kapıya doğru çevrilmesine neden oldu. Ve işte o an — nihayet, günlerdir beklediğim, görmek için can attığım yüz karşımdaydı. Saçları darmadağın olmuştu, gözlerinin içi kızarmıştı. Göz altları günlerdir uyumadığını gösterecek şekilde çöküktü.

— Ertuğrul...

Sesim de kendimden beklemediğim kadar cılız ve güçsüz çıkmıştı. Ben ona muhtaçtım. Gözleri bir an bana değdi. Gözlerimdeki doluluğu görmek ona iyi gelmiyor olacak ki başını hemen çevirdi.

— Yine mi yüzüme bakmayacaksın?

Ertuğrul, bana yine mi bakmayacaksın?

Tek kelime etmedi. Gözümden akan yaşlar onu durdurmaya yetmedi. Adımlarını banyoya doğru çevirip kapıyı usulca ardından kapattı. Hiçbir şey yapamadım; “Gitme” diyemedim, ayağa kalkıp bedenine sımsıkı sarılamadım. Ardından öylece sessizce gözyaşları dökmeye devam ettim.

Olsun, bu da yeterdi. Bana gelmişti ya; iyiydi. İyi olmanın bir yolunu bulacaktık; bulmalıydık. Beklemek istedim; o banyodan çıkmadan uyumak istemiyordum. Lâkin yorgun bedenim buna izin vermiyordu. Ben günlerdir onun yokluğuyla uyuyamıyordum. Şimdi ise içkiyle karışık bir koku dolmuştu odaya; içmişti, sarhoş olduğu her halinden belliydi. Onsuzluk bana nasıl iyi gelmiyorsa, bensizlik de ona iyi gelmiyordu.

Gözlerim yavaşça karardı; lâkin bilincim uyumamak için inat ediyordu. Onu istiyordum. Onun kollarında olmak, onun tarafından sımsıkı sarılmak istiyordum. Benim ona ihtiyacım vardı; uyumak için de, yaşamak için de.

Aradan geçen bir sürenin sonunda, yatağın diğer kısmı çöktü. Karnımın üzerinde sıcacık bir el hissettim; usul usul, yavaşça, incitmekten korkarcasına okşadı. Bu sıcaklığı nerede olsa bilirdim — Ertuğrul, bebeğimizle tanışıyordu. Buna gülümsemek istedim, lâkin bedenimin içindeki yorgunluk buna izin vermedi.

— Bana kızma, olur mu?

Sesi kısık, bir o kadar da hüzün doluydu.

— Seni istemediğimi sakın düşünme. İnsan kendi canından canı hiç istemez olur mu? Hele ki sen böyle annenin karnında büyürken...

Sesindeki hüzün gittikçe artıyordu; sesinden artık ağladığını anlayabiliyordum. Gözlerimi açıp ona sarılmak, onu teselli etmek istedim; lâkin bunu da yapamadım.

— Seni ilk öğrendiğimde yüreğimde öyle bir mutluluk oluştu ki, bunu anlatmak imkânsız. Ama sonra öğrendiklerim... Kızma bana, ne olur. Senden vazgeçtiğim için kızma. Ama annen olmadan yaşayamam; yalvarırım, anneni benden alma. O benim bu hayattaki güneşim, nefes alma sebebim. Yalvarırım, anneni benden alma.

Bebeğimize böyle umutsuzca yalvarması, kendini böyle çaresiz hissetmesi; yüreğimdeki acının devasa boyutlara ulaşmasına neden oldu. Bu acıyla nasıl baş edecektim? Göz kapaklarımı yavaşça araladım.

— Ertuğrul...

Karnımdaki bakışları sesimle yüzüme döndü. Gözlerindeki yaşları görmek yüreğimde tarifsiz bir acıya neden oldu. Onu böyle görmeye alışık değildim.

— Geldin mi?

Bedenini yavaşça yanıma uzattı; ardından kollarını karnımdan bedenime doladı. Saçlarımdan derin soluklar alıp şakaklarıma dudaklarını bastırdı. Eskiden de böyle derin öper, sımsıkı sarılırdı; lâkin şu an apayrıydı. Sanki bırakırsa gidecekmişim gibi hissetmişti; gitmeyeyim diye daha da sıkı sarmaya başlamıştı.

— Geldim, güneşim. Geç kaldığım için affet.

Yan yana yatıp yüzlerimize yakınlaştırdım parmaklarımı; dudaklarının üzerine koydum.

— Deme öyle şeyler. Affetmek ne demek? Sen geldin ya, kolların yine bedenimi sarıyor; ben daha ne isterim?

— Güneşim. Sevgilim, her şeyim... Gitme ne olur, Allah rızası için beni bırakma. Ben sensiz kayboluyorum; yerimi, yurdumu, yönümü bulamıyorum. Yalvarırım sana: bunca geç kalmışken şimdi benden gitme.

— Ertuğrul, yapma ne olur yapma. Yetimliğimin sahibi, o bizim bebeğimiz; ondan bu kadar çabuk vazgeçersem nasıl senin güneşin olurum; senin güneşin böyle bencil bir kadın mı?

— Değil ama, bir kerecik bencil olsun benim güneşim; bir kerecik ışığını sadece benim ve kendi dünyasını aydınlatmak için saçsın. Yalvarırım, bir kerecik bencil ol; benden vazgeçme.

— Sevgilim, senden vazgeçtiğim falan yok. Ben sadece çabalamak istiyorum. Onun için, bizim için çabalamak istiyorum. Senden de yanımda durmanı istiyorum.

— Ya bu savaşı kaybedersek?

— Kaybetmeyeceğiz, kaybetmeyeceğiz sevgilim. Senden asla gitmeyeceğim. Sen benim yaşama sebebimsin; sen buradayken, sen varken yaşamaktan vazgeçebileceğimi mi zannediyorsun?

— Söz ver: beni asla bırakmayacağına söz ver; benim için yaşayacağına söz ver; hayatın tehlikeye girdiği anda her şeyden, herkesten vazgeçeceğine söz ver.

— Söz.

Dudaklarım acıyla kıvrıldı. Gözlerimdeki yaşları daha fazla tutamadım; bir bir aktı. Ondan bu kadarını istemek bile çok fazlaydı; daha fazlasını istemek bencillik olurdu. Bu yüzden istediği sözü verdim.

— Söz veriyorum sevgilim: Sana geri dönemeyeceğimi anladığım bir yola asla girmeyeceğim. Her daim nefesim, nefesinde olacak.

Daha fazla durmadım; kelimelerim son bulurken dudaklarımızı birleştirdim. Tutkuyla, özlemle öpmeye başladım. Alt dudağını dişlerimin arasına alıp yavaşça ısırdım; çekiştirerek geri çekildiğimde elleri çoktan bedenime okşamaya, tenimi tavaf etmeye başlamıştı bile. Mis gibi Ertuğrul kokuyordu. Eve döndüğünde içkinin iğrenç kokusu, onun kokusuna bulanmıştı; bunun rahatsız edici olabileceğini düşünüp duş alıp gelmişti. Sadece bu düşünce bile tebessüm etmemi sağlıyordu.

Ellerı sırtımdan yavaşça aşağıya doğru kayıp kalçamdaki yerini aldı. Hafif sıktığında kendimi ona bastırırken buldum. Bacağımı onun bedeninin üzerine attım; dudaklarına son defa küçük, masum bir öpücük bıraktım.

— Ertuğrul, uyuyalım mı? Ben kaç gündür doğru düzgün uyumadım.

— Uyu bebeğim, kapat gözlerini. Ben yanındayım; uyandığında yanında olacağım.

— Sana çok kızgınım aslında.

Gözlerim kapanıyordu; lâkin onun gözlerine bakmak, onunla konuşmak için bedenim canhıraş bir çaba sarf ediyordu.

— Sana ceza verecektim.

Dudakları kıvrıldı; kolları daha sıkı sarıldı, bedenimi bedenine yapıştırdı.

— Öyle mi? Ne ceza verecektin?

— Seni eve almayacaktım; hatta Çınar'la anlaştık, sana nafaka davası bile açacaktım. Seni affetmeyecektim.

— Bak sen, demek o şaklabanla iş birliği yaptınız, öyle mi?

— Aslında pek sayılmaz. Seni gördüğüm anda kucağına atlayacağımı biliyordum.

Sözlerimle dudakları kıvrıldı; güzel gülüşü odada duyuldu. Yüzümü yüzüne yakınlaştırdım, burnumu burnuna sürttüm; güzel kokusunu içime derin derin çektim.

— Çok özledim, Ertuğrul. Bir daha gitme.

— Söz, güneşim. Söz veriyorum, bir daha gitmeyeceğim.

Ellerimi bedenine sarıp sımsıkı sarılırken göz kapaklarım kapandı; ardından bilincim kendini karanlığa bıraktı. Ellerimi ikimizin bedeninin arasına yerleştirdim; tamamen onun göğsüne sığındım, onun tenine...

— Ertuğrul...

Mırıltım ortamdaki huzurlu sessizliği böldü.

— Güneşim... canımın sahibi, Rabbimin emaneti.

Parmakları saçlarımda gezindi; dudakları tenimde. Yüzümü boynuna gömdüm; kokusu ciğerlerime doldu.

— Çok özledim... Ertuğrul, çok özledim. Gitme.

— Yemin ederim bir daha gitmiycem, güneşim. Ama sende gitme.

Başımı hafif sallayıp onaylayan mırıltılar çıkardım.

— Gitmem, aşkım.

Bedenimi ona yasladım; kolları her geçen saniye biraz daha sıkılaştı. Daha fazla duramadım.

— Çok şükür dönmüş.

— Evet, babanne, şükür dönmüş; yoksa Mihre daha da kötüleşecekti.

Babannem ve Ayla'nın sesi doldu kulaklarıma.

— Mihre kızımın sevdiği şeyleri hazırlayalım, belki bir şeyler yer.

— Hazırlayalım Ayşe, ama onun iştahı gelmiş, baksana nasıl sarılmış. Allaha onu hayatımıza getirdiği için şükür ediyorum.

— Maşallah diyelim, Seher hanım.

— Diyelim, ahretliğim, diyelim. Mihre kızım geldiğinden beri tüm evlatlarımın hayatı düzene girdi; hepsinin yüzü gülmeye başladı. Allah ondan da, kızlardan da razı olsun.

— Hadi babanne, gidelim, uyanmasınlar. Mihre kaç gündür doğru düzgün uyumadı.

Dışarı çıkan adım sesleri oldu; ardından sessizlik. Belimdeki kolları hissedince tebessüm ettim; ellerim yüzüne gitti, dudaklarımı çenesine bastırdım. Dudaklarım teninden ayrıldığında alnımda dudakları yerini aldı.

— Güneşim.

— Hıı.

— Uyan bebeğim.

— Birazcık daha...

— Güzelim, uyanman gerek, yemek yemedin.

— Bir şey olmaz, biraz daha.

— Yerim, yurdum, evim; yetimliğimin kurtarıcısı, yarim, sevdam.

Her kelimede dudakları tenimde yer ediniyor; her defasında başka bir noktaya öpücükler bırakıyordu. Gözlerim yavaşça açıldı; yüzümde oluşan gülüşe engel olamadım.

— Sevgilim...

— Ölürüm sana.

— Yaşa bana, yaşa Ertuğrul.

— Senle yaşarım, senle ölürüm. Güneşim, beni bırakmayı düşünme.

— Asla; sensiz ne ölürüm ne yaşarım.

Bedenimi bir anda çevirip üzerime eğildi; dudakları burnumun ucunu öptü. Ağzımdan kaçan nefese engel olamadım. Başını eğip karnıma doğru konuştu:

— Ufaklık, sen gözlerini kapat, baba anneye ayıp şeyler yapacak.

Dediğiyle ağzımdan yüksek bir kahkaha kaçtı.

— Ne kadar ayıp!

---Çok çok ayıp!

Dudakları boynuma doğru indi; önce sıcak soluğunu hissettim, ardından ıslak dudaklarını. Sayısız öpüşler bahşetti tenime; bedenim altında kıvrandı, sık nefesler alıp verdim.

— Ertuğrul...

— Güneşim...

Geri çekilip yüzüme baktı; eli uzanıp saçlarıma değdi. Gözlerim kapandı.

— Devam etmeyecek miyiz?

Daha fazlasını istiyordum; elimde değildi, onu deli gibi arzuluyordum.

— Üzgünüm güneşim ama bu durumdayken hayır.

— Ama...

— Aması yok; zaten riskli bir gebelik, bir de...

Devamını getiremedi ama ben anladım. Başımı kaldırıp dudaklarından kısacık bir öpüş çaldım.

— Seni nasıl seviyorum, bir bilsen.

— Bilsem nasıl olur?

— Bilemezsin; aklın almaz benim sana olan sevdamı. Bu dünyaya sığmaz. Ertuğrul, benim sana olan sevdamı hiçbir yürek taşıyamaz.

— Peki ya sen, güneşim? Sen nasıl taşıyorsun bu sevdayı?

— Sana yaslanıyorum; senin sevdan için sana yaslanıyorum, sevdiğim.

Başını boynuma gömüp derin soluklar aldı. Kapının tıkırtıları duyulunca birbirimizden ayrılmak zorunda kaldık; ama ikimiz de bu durumdan hoşnut değildik. Gelen küçük adımlar, yüzümüzdeki ifadenin değişmesine neden oldu. İkimiz de gülümseyerek gelen miniğimize baktık.

— Şirinim...

Sesim ile yerdeki bakışları bizi buldu; amcasının görmesiyle küçük dudaklarında tatlı bir tebessüm oluştu. Koşarak bize doğru geldi. Ertuğrul beklemeden koltuk altlarından tutup yatağa aldı.

— Prensesim, amcayı özledin mi?

Başını evet anlamında sallayıp kollarını boynuna doladı.

— O zaman,ver bakalım amcaya bir öpücük.

Şirin bu defa dudaklarını amcasının yanaklarına bastırdı. Ertuğrul bu durumdan oldukça memnundu.

— Prensesim, güzel haberi aldın mı?

Şirin başını salladı.

— Peki, sevindin mi?

Yine başını salladı.

— Güzel şirinim, benim minik prensesim; ablam mı oluyor?

Şirin bu defa dudaklarındaki gülüşle karşılık vermişti.

— Vay be, prensesim büyümüş, bir de abla oluyor. Güneşim, yaşlandık mı biz?

— Kendi adına konuş; ben hâlâ taş gibiyim.

Şirin kucağındayken gözleri bedenimde arsıca gezindi.

— Ona ne şüphe?

— Ertuğrul...

Uyarıcı sesim ile yüzünde arsız bir gülüş belirdi. Kapı tekrar çaldı; birkaç saniye sonra aralandı. Elinde tepsi ile Ayla içeri girdi; üçümüzü görünce dudakları kıvrıldı.

— Aa, Şirin! Halacım, sen burada mıydın?

Şirin onu onayladı.

— Bende size yemek getirdim.

Şen sesi ile ben de tebessüm ettim.

— Teşekkür ederim.

— Rica ederim; yeğenlerime hizmet benim için bir şereftir.

Hepimiz gülmeye başladık. Ertuğrul yerinden kalkıp tepsiyi aldı; o yanımıza ilerlerken Ayla “afiyet olsun” diyip dışarı çıktı.

— Hanımlar, buyurun bakalım.

Ertuğrul Şirin'i kucağına oturttu. Ben de tepsideki dolmalardan yemeye başladım; kaç gündür yemediğim için kendimi oldukça aç hissediyordum. Ağzımdaki lokmayı resmen yutmadan başkasını ağzıma alıyordum.

— Güneşim?

— Hımmm.

Ağzım doluyken bakışlarım ona döndü; Şirin ile ikisi bana şaşkınlıkla bakıyordu.

— Ne... ne oldu?

— Yavrum, yavaş mı yesen?

Gözlerim açıldı; dişlerimi dudaklarıma batırdım.

— Çok acıkmışım.

— Afiyet olsun, güzelim benim.

— Çok mu yedim?

— Estağfurullah güneşim, hiç olur mu? Sadece hızlı yemek zararlı, diye değil mi, Şirinim?

Şirin de başını evet anlamında salladı. Dudaklarım titredi; ağladım, ağlayacaktım.

— Acıktım ama.... hepsi senin suçun.

Lanet olsun, ben şimdi niye ağlıyordum? Ertuğrul şaşkınken Şirin ne olduğunu anlamamıştı; ama Ertuğrul’un kucağından kalkıp yanıma geldi, ardından elini uzatıp akan yaşları sildi.

— Üzülme meleğim, ağlamıyorum ki ben.

Ama aynı anda burnumu sesli bir şekilde çektiğim için:

— Güneşim?

— Ne güneşin...yok senin güneşin!

— Haydaa...

— Hayda ya, bana “Mihre” dediğini unutmadım.

— Yavrum, adın Mihre değil mi?

— Ama sen demezsin adımı. Adımdan nefret ettim resmen.

— Tamam, söz; bir daha demem. Son nefesime kadar “güneşimsin, canımsın, güzelimsin”. Hadi yemeğini ye.

— Çocuk mu kandırıyorsun sen?

Bakışlarım Şirin'e kaydı.

— Affedeyim mi?

Şirin başını salladı.

— Affettim; sen Şirin'e dua et, yoksa bu gece dışarıda sabahlardın.

Dudakları kıvrıldı; Şirin'i bağrıma bastım.

— Şimdi bizi doyur üç canız burada.

Bu defa sesli şekilde güldü; ardından eline çatalı alıp önce bana, sonra Şirin'e yemek yedirmeye başladı. Bu halimiz çok güzeldi, çok huzurluydu. Kıyamadığım için ben de ona yedirdim; bu halim yüzünde gülümseme oluşturdu. Yemeğimiz bittikten sonra nedense bir ağırlık çökmüştü.

Ertuğrul tepsiyi aşağı götürmek için ayağa kalktı.

— Meleğim...

Şirin bakışlarını yüzümde gezdirdi.

— Benim uykum geldi; senin de geldi mi?

Başını evet anlamında salladı.

— Gel, biz uyuyalım o zaman; amcan gelince o da uyur.

Ben uzanınca o da küçük bedenini yanıma bıraktı; kollarımı küçük bedenine dolayıp kucağıma çektim. Kendimi çok yorgun hissediyordum. Saçlarına dudaklarımı bastırdım; kokusunu içime çektim.

— Güzelim, güzel kızım.

Göz kapaklarım kapandı; bedeni kucağımda döndürüp yüzünü bana çevirdi. Küçük parmaklarını yanaklarıma koydu.

— Kızım, benim küçük meleğim.

Bedenini biraz daha sardım; o da küçük kollarını belime sardı.

— Annem, benim güzel kızım.

Kurduğum her cümle içimden gelendi. Uyurken kalbimden geçen dilime vuruyordu. Kapının açılıp kapanma sesi duyuldu.

— Prensesim, uyudunuz mu?

Kucağımdaki küçük kız hareketlendi.

— Sen daha uyumadın mı?

Karşıdan bir sessizlik oldu. Şirin hareket ederek karşılık vermişti.

— Kızım, annecim...

Bedenini göğsüme yasladım; yanı başımızda bir hareketlenme hissettim. Bir el uzandı ama bana değmedi.

— Sen bizim kızımızsın, prensesim. Sen de bunu hissediyor musun?

Kollarımdaki kızın hareketini hissettim. Şirin'in boynuna yüzümü gömdüm; dudaklarımı bastırdım.

— Kızım, güzel kızım.

Saçlarımda bir el hissettim; ardından sıcak dudaklarını ardından kollarımdaki küçük kızada aynı şeyi yaptı. Ardından sırtıma yaslanan sıcak bir beden hissettim, belimin üzerinden küçük kıza uzanan güçlü kollar. Ertuğrul her ikimize aynı anda sarılıyordu. Bu, uykundayken bile tebessüm etmeme neden oldu. Her ne olursa olsun, sevgisini bir şekilde göstermenin bir yolunu buluyordu.

Bedenim daha fazla ayık kalamadı; günlerdir uyumamışlığın verdiği yorgunlukla kendimi karanlığın huzurlu kollarına bıraktım. O karanlık, sevdiğim adamdan başkası değildi. Ben karanlıktan korkardım ama onu öyle iyi biliyor, öyle iyi tanıyordum ki: sevdiğim tek karanlıktı — aşık olduğum korkumdu.

Sabah uyandığımda yanımda ne Ertuğrul ne de Şirin vardı. Gözlerim başucumdaki saate kaydığında, saatin ona geldiğini fark ettim. Nasıl olmuştu da bu kadar uyumuştum? Bu kadar yorgun hissetmişim; artık ben bile şaşırır hale gelmiştim. Bu artık bir yorgunluktan fazlaydı; hamileliğin de verdiği bir yorgunluk vardı. Kapı tıklatılınca gözlerim istemsiz oraya kaydı; beklediğim Ertuğrul olsa da kızların içeri girişi ile dudaklarım kıvrıldı.

— Hadi canım, hadi; yalandan gülümseme beklediğinin biz olmadığımızı biliyoruz.

Çiçeğin takılması ile gülüşüm büyüdü. Doğru, söze ne denirdi ki, gerçekten de beklediğim onlar değildi . Ben kocamı özlemiştim ve her an, her saniye onu yanımda istiyordum.

— Şu an bu minik Çiçeğin haklı olduğuna inanamıyorum. Gerçekten de beklediği kocası...

Nazlı'nın hem şaşkın hem de kınayan sözleriyle gülüşüm daha da büyüdü.

— Laf söyleyenlere de bakın; yakında ikinizi de görürüm.

Gamze ikisine de laf sokarak gelip kendini yanıma attı. Hemen ardından Nazlı sağıma geçerken Çiçek dizlerimin dibine uzanıp başını bacaklarımın üzerine koydu. Bu yaptığıyla gülümsemeden edemedim; kaç yaşına gelirse gelsin gerçekten küçük bir çocuk gibi hissediyordu. Ellerim uzanıp uzun kahverengi saçlarını usul usul okşadı. Bu yaptığımla dudakları hemen kıvrılmış, göz kapakları kapanmıştı.

— Nasıl hissediyorsun?

— Ne diyebilirim ki? Ertuğrul'un dönüşü ile kendimi çok ama çok iyi hissediyorum.

— Bunu duyduğuma çok sevindim. Zira dönmeseydi, bulduğum yerde topuklarına sıkacaktım.

Gamze'nin kurduğu cümlelerle istemsiz olarak ağzımdan bir kıkırtı kaçtı.

— İnşallah hemen affetmemişsindir.

Nazlı başını omzuma koyup gözlerini yukarı kaldırarak bana bakmaya çalıştı. Dişlerim istemsiz olarak alt dudağıma geçti.

— Alın işte, ben size söyledim. Görür görmez yelkenleri suya indirdin, değil mi?

Çiçek başını dizlerimden kaldırıp diğerlerine kendini inandırma çabasına girişti. Sanırım bu konu onların arasında da konuşulmuştu.

— Üzgünüm kızlar ama gerçekten de görür görmez kollarına atıldım.

Kurduğum cümleyle hepimiz kahkahalarla gülmeye başladık.

— Siz beni bırakın da, sizde ne var ne yok, asıl onu anlatın.

— Anlatacak pek bir şey yok.

Çiçeğin tripli sesiyle meraklı bakışlarım onu buldu. Gamze ile Nazlı'ya "Bunun nesi var?" dermiş gibisine baktım.

— Hiç bize bakma, buyursun kendi anlatsın, diye topu Çiçek’e attı Gamze.

— Minik Çiçeğim, ne oldu?

— Arif.

— Ne olmuş Arif’e?

— Ya Mihre, sence o beni gerçekten seviyor mu?

— Bu da nereden çıktı?

— Yani baksana… Siz Ertuğrul eniştemle bizden çok sonrasında birlikte oldunuz ama eniştem bir şekilde seni kendi hayatına dahil ediyor. Senin hayatına dahil olmaya çalışıyor ya… Her şeyi geçtim, sana evlilik teklifi etti, imam nikâhı bile kıydınız. Ama Arif… Tanıştığımızdan bu yana tek bir adım atmadı. Evet birlikteyiz, onu çok seviyorum, onun da beni sevdiğini düşünüyorum ama…

Burada sustu. Gözleri dolmaya başlamış, sesi titremişti.

— Çiçekçim, saçmalama istersen. Arif’in seni ne kadar sevdiği hepimize aşikâr.

— Neyi bekliyoruz o zaman?

Ne için, neyi bekliyor? Gerçekten de anlamıyordum. Çiçeğimin beklediği tam olarak neydi? Bakışlarım diğerlerine kayınca anlamadığımı fark etmiş olacaklar ki, olaya Nazlı el attı:

— Bizimki evlilik teklifi bekliyor. E küçük enişte de uzattıkça uzatıyor. Haliyle bizimki de kendi kendine paranoya yapıp “Benimle gönül eğlendiriyor.” demeye başladı.

Nazlı’yı devam ettirdi Gamze, dudaklarım şaşkınlıkla açılıp kapandı.

— Çiçekçim saçmalama. Arif seni çok seviyor. Eminim aklında bu konuyla alakalı bir şeyler vardır. Mutlaka bir şeylerin tam olmasını bekliyordur ve en kısa sürede sana evlilik teklif edecektir.

— Ne zaman Mihre, ne zaman ya? Bu adam hiç mi düşünmüyor? Bu kız beni seviyor, umutlanıyor, benimle ilgili aile hayalleri kuruyor diye hiç mi düşünmüyor? Her şeyi geçtim Mihre, bizim doğru düzgün bir ailemiz olmadı ki… Bizim bizden başka kimsemiz olmadı. Ben artık bir ailem olsun istiyorum ve bunu sevdiğim adamla yapmak istiyorum. Bilmiyorum, belki de o bunu istemiyor. Belki de beni anlamıyor…

Söylediklerinde o kadar haklıydı ki, söyleyecek başka bir şey bulamamıştım. Haklı olduğu Arif’in onu sevmeyişi değildi, haklı olduğu bizim bir ailemizin olmayışıydı. Doğuştan bir aileye sahip olamayanlar, bir an önce kendi ailesini kurmak, bir yere ait olmak istiyordu. Hele ki bir sevdiği varsa bir an önce onun olmak istiyordu. O yüzden ona verebileceğim bir tesellim yoktu. Bunun yerine elimi uzatıp elini avuçlarımın arasında sıktım. Söyleyecek kelimelerimin olmadığını anladı. Bu yüzden başka bir şey söylemek yerine, karnıma zarar vermeyecek baskı uygulamayacak şekilde göğsüme uzanıp bana sarıldı. Onu geri çevirmeden kollarımda sardım. En küçük kardeşti o benim için. Tabii Umay’dan sonra… Umay’ın yaşı Çiçek’ten bile küçüktü ve bazen bir abladan çok annesine bakarmış gibi bakıyordu. Bir Şirin, bir de Umay’a bakarken kendimi bir anneymiş gibi hissediyordum.

---Sen yine iyisin, bir de benim hâlime bak. Nazlı’nın kurduğu cümle ile bakışların bu defa ona döndü. Bu birkaç gün içerisinde odamdan çıkamadığım için birçok şeyi kaçırmıştım anlaşılan.

— Nazlı, senin hâlinde ne varmış?

— Çınar Efendi.

“Efendi” dediğine göre kesinlikle epey bir kızgın olmalıydı.

— Size ne oldu?

---“Biz” diye bir şey yok ki bir şeyler olsun. Ay kızlar, galiba ben kendi kendime gelin güvey oluyorum. Bu adamın beni sevdiği falan yok.

— Ay bunlar da bulmuş bunuyor, inanamıyorum size ya! Kızım adam gözünün içine bakıyor.

Gamze’nin haklı çıkışı ile ben de başımı aşağı yukarı salladım.

— Ay nereye gözümün içine bakıyor Gamze ya? Aylardır tek bir adım bekliyorum. Ya bir insan hiç mi cesaret edip bir adım atmaz? Belki de cesaret göstereceği bir adımı yoktur.

— Saçma saçma konuşma Nazlı. Sen demedin mi öpüştük diye?

Bu defa çıkışan ben oldum.

— Öpüştük demedim bir kere, öpüşmek üzereydik dedim. Sonrasında utancımdan kaçıp gittim.

— Tamam işte, hemen hemen aynı kapıya çıkar. Adam senden hoşlanmasa ne için öpmeye kalksın?

— Adam belki her kadına karşı öyle. Ne bileyim ben ya… Ne yapayım, ne bekliyor ki Mihre? Ben hayatım boyunca hiç kimseye bu kadar sabırlı, sağduyulu, ilgili davranmadım. Yani adamın karşısına geçip bir “ilan-ı aşk” etmediğim kaldı. Şayet onu bekliyorsa daha çok bekler.

Sitemiyle hepimiz gülmeye başladık. Tabii bizim gülüşümüz onun sinirlerini bozmuştur.

— Ya gülmeyin, benim kalbim acıyor, siz gülüyorsunuz!

— Tamam özür dileriz, gülmüyoruz sarı şekerim.

— Ya kızlar, bu adam gerçekten beni sevmiyor sanırım. Baksanıza, bunca zaman oldu bir adım atmadı belki de…

Sesi gittikçe daha çok hüzünlenmeye başladı. Bu hâli kalbimin sızlamasına neden oldu.

— Belki de, ne sarışın?

Gamze benim aklımdaki soruyu sormuştu.

— Belki de buraya hiç gelmemeliydim. Antalya’da kalmalı, orada hayatıma devam etmeliydim. Buraya gelip bu kadar yakın olmasam, belki o zaman böyle sevmezdim.

Mavi gözlerinden yaşlar birikip yavaşça yanaklarından akmaya başladı. Tamam, işin bu kadar ciddi olduğunu düşünmemiştim. Ah Çınar, ah! Seni elime bir geçireyim…

— Nazlıcığım saçmalama, iyi ki de gelmişsin. Bak, ben eminim Çınar senden gerçekten çok hoşlanıyor.

— Hani nerede o zaman? Ya her şeyi geçtim, insan sevdiğine sarılmak, dokunmak, onu hissetmek ister. Ya kızlar, insan sevildiğini bilmek ister ama ben anladım; Çınar beni sevmiyor. Sevse bir adım atardı.

Elleriy­le yüzündeki yaşları hızla silmeye başladı.

— Bu saatten sonra ben de onu sevmeyeceğim işte. Bundan böyle gelse de gelmese de benim için bir. Hatta gelmesin, istemiyorum artık. Zaten ben kararımı verdim.

Sesi gittikçe sertleşiyor, içindeki acıya rağmen öfkeyle doluyordu.

— Nazlı, tam olarak ne karar verdin?

Verdiği karar her neyse Çiçek de en az bizim kadar meraklanmış ve içten içe bir korku duymuştu.

— İstifa edip gideceğim.

---Ne?! Şaşkın sesim odanın içinde yankılandı.

— Saçmalama! — diye bana arka çıktı Gamze.

— Bizi bu şekilde bırakıp gidemezsin! — diye çıkıştı ona Çiçek.

— Kızlar, çok üzgünüm ama bu şekilde devam edemem, edemiyorum. Yemin ederim denedim. Sizin için, kardeşlerimin yanında kalmak için inanın denedim ama olmuyor. Onu görmek canımın daha çok yanmasına neden oluyor. Belki gözden ırak olan gönülden de ırak olur.

Bir şey diyemedik. Üçümüz de öylece sessizce bir ona, bir birbirimize bakıyorduk. “Aşk” denilen illet yüreğe düştü mü, karşılık bulmak istiyordu. İnsanın bedeni sevdiğinin bedenine dokunmak istiyordu, onun nefesinde soluklanmak istiyordu. Sevdiğin insandan “seni seviyorum” sözünü duymak, sesindeki aşkı bulmak istiyordu. Ve bu karşılığı alamadığında canını felaket yakıyordu. O yüzden Çiçek’e verebileceğimiz hiçbir teselli yoktu. Ama bu, o Çınar şebeğini parçalamayacağım anlamına gelmiyordu. Arkadaşımı üzerse onu üzeceğimi söylememe rağmen bu şekilde gelgitli davranması hiç hoş değildi. Çınar’dan böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Nazlı’yı gerçekten sevdiğini, onu incitmeyeceğini düşünüyordum ama daha işin en başında iken, aralarında bir şey başlamamışken böyle bir şey yaşatacağı aklımın ucundan geçmemişti.

---Her neyse, beni boş verin Gamzeciğim....

Kendi acısının üstüne beyaz bir örtü örtmüş ve konuyu değiştirmeye çalışmıştı. Hepimiz bunun farkındaydık. Ama o örtüyü kaldırıp o acıyı deşecek insanlar değildik. O, paylaşmak istediği kadarını paylaşmıştı. O istediğinde var olacaktık, istemediğinde ardında bekleyip bize sığınacağı günü bekleyecektik. Çünkü dostluk, kardeşlik bunu gerektirirdi.

“Sen de işler ne durumda, canım?”

“Ne gibi, Nazlı?”

“Ne gibi, Nazlı? Yağma yok küçük hanım, Poyraz’la aranızda ne var?”

Nazlı’nın sorduğu soru ile dudaklarım şaşkınlıkla açılıp kapandı. Çipil çipil bakan gözlerim Gamze’ye odaklandı.

“Yok artık! Siz Poyraz’la ne ara…”

“Saçmalamayın isterseniz.”

Gamze’nin sesi hem şaşkınlık hem de kınama içeriyordu.

“Benim o despot adamla nasıl bir işim olabilir? Aşk olsun Nazlı, beni yakıştıracak başka kimseyi bulamadın mı?”

“Vallahi bilemeyeceğim, canım. Geçen gün hastalandığında pek bir sarmaş dolaştınız.”

“Bak, kendi ağzınla söylüyorsun: hastalandığımda! Şayet hasta olmasaydım o adamın yakınına bile yaklaşmazdım bırak sarmaş dolaş olmayı, kendimde değildim bile.”

“Ha yani kendinde olsan?” Sorgulayıcı sesim ile bakışları Nazlı’dan bana döndü.

“Mihre, Allah rızası için bari sen yapma. Benim öyle bir erkekle işim olmaz. Bunu en iyi siz biliyorsunuz. Adam bildiğiniz çapkın, her gün başka bir kadınla… Ve inanın bana bu midemi bulandırıyor. Kaldı ki aşk denilen şey bana çok uzak. Üzgünüm kızlar ama benim tarafımdan hiçbir zaman teyze olamayacaksınız veyahut hiçbir zaman bir enişteniz olmayacak.”

“Gamzeciğim, bebeğim, sence de biraz fazla net konuşmuyor musun?”

Çiçek sırnaşık bir şekilde Gamze’ye doğru uzanıp bu defa başını onun göğsüne koydu.

“Aynen öyle tatlım, ben çok net konuşuyorum. Benim hayatımda bir erkeğe yer yok. Ha, diyelim ki oldu, Poyraz denilen züppe o erkeğin yanından bile geçemez.”

“Bence Poyraz çok iyi bir insan.”

“İyi bir insansa cennete gidebilir tatlım. Oradan bakınca cennet görevlisine mi benziyorum?”

“Yok, buradan bakınca daha çok cehennem zebanisine benziyorsun.”

Nazlı’nın çıkışıyla Gamze’nin dudakları “ooo” şeklinde açıldı. Sonrasında yavaşça arkasındaki yastığa uzandı. Bunu gören Nazlı elini iki yana kaldırıp kendini geri çekmeye başladı.

“Bak, sakın…”

“Ya ama yok küçük hanım, hak ettiniz bunu.”

“Bak Gamze, seni uyarıyorum, çok kötü olur.”

“Hadi ya? Tam olarak ne olurmuş?”

Cümlesini bitirmesiyle yastığı Nazlı’nın kafasına doğru vurmuştu. Aldığı darbeden dolayı sarı saçları yüzünün her yerine yayılmış, karmakarışık hâle gelmişti. Bu hâli gerçekten çok komikti. Kendimi tutamayıp güldüğümde kızgın bakışları bu defa beni buldu. Gözlerinde gördüğüm şey ile yatağın içinde geri geri gitmeye çalıştım.

“Hayır!”

“Evet!”

“Kızlar bakın, sakın!”

“Kesinlikle evet!” diye Nazlı’ya arka çıktı Çiçek.

“Hastayım kızım ben!”

“Aha, hastasın! O yüzden biraz seni kendine getirmeliyiz,” diye elindeki yastığı bırakıp parmaklarını bana doğru hareket ettirdi Gamze.

“Yemin ederim çığlık atarım!”

“Hiç problem değil bebeğim.”

“Gamze, uzak dur benden!”

“Kızlar!”

Gamze’nin Nazlı ve Çiçek’e direktif vermesiyle üçü birden üzerime doğru gelip belimden ve karnımdan beni gıdıklamaya başladılar. Gülüşlerimiz, çığlıklarım, gıdıklandığım için attığım kahkahalar odanın içini değil, eminim malikanenin dışını bile dolduruyordu.

“Ya hayır, bırakın, yeter!”

“Yetmez küçük hanım, yetmez. Günlerdir kendini bu odaya hapsettin, sesin soluğun çıkmıyor.”

“Nazlı, ne olur, karnım ağrımaya başladı.”

“Yeter ki o ağrı gülmekten olsun bebeğim! Kızlar, durmayın, devam!”

“Gamze, bu işin dönüşü kötü olacak!”

“Tehdit ha?”

“Çiçek, bari sen yapma.”

“Gülüşlerini özlemişiz fıstık.”

Ne desem, ne tehdit etsem, ne yalvarsam da beni dinlememiş, gülüşlerimin evin her yanında yankılanmasına neden olmuşlardı. Birdenbire yan taraftan Çiçek’in kafasına atılan yastık ile durmak zorunda kaldılar. Onlar durunca ben de rahat bir nefes aldım. Bakışlarımı kapıya çevirdiğimde Umay, Ayla ve Şirin gülümseyerek bize bakıyorlardı.

“Bizsiz eğlence ha?” Ayla’nın sesinde hem eğlenen hem de bizi kınayan bir ton vardı. Ama bu kınama tamamen onu bu eğlenceye davet etmememizden kaynaklanıyordu.

“Kızlar, kurtarın beni!”

Elimi onlara doğru uzatmamla bana doğru ilk koşan Şirin oldu. Kendini kollarımın arasına atıp sımsıkı sarılmıştı. Ben de dudaklarımı boynuna, yanaklarına, saçlarına bastırıp mis kokusunu ciğerlerime çektim.

“Oh, mis gibi kokuyor. Meleğim benim, sen de olmasan hâlim nice olurdu…”

Gülümseyerek ona baktığımda onun da dudaklarında çok tatlı bir gülüş belirmişti.

“İnanamıyorum, şu an haksız rekabet var. Şirin’in bizim takımda olması gerekiyordu,” diye Çiçek yalandan bir hüzünle bize bakıp mızıldanmaya başladı.

“Yağma yok küçük Çiçek! Şirinim her zaman benim yanımda. Öyle değil mi meleğim?”

Şirin başını aşağı yukarı salladı.

“O zaman takımlar belli. Ben hasta olduğum için, Aylacığım da yaşlı olduğu için ikimiz aynı takımdayız.”

“Yaşlı mı? Bana yaşlı mı dedi o?”

Kızların kahkaha atışıyla Ayla kızgın bakışlarını bana çevirdi. Lakin öpücük atmamla hemen eski hâline dönmüştü.

“Peki ne yapıyoruz?”

Umay’ın meraklı sorusuna, arkamdaki yastıklardan birisini çaktırmadan Şirin’e doğru uzattım. Diğerini de kendi elime aldım.

“Yastık savaşı!”

Kuş gibi cıvıldayan prensesim odanın içinde yankı bulurken Şirin oldukça hafif şekilde elindeki yastığı Gamze’nin başına vurmuştu. Ben ise ne çok sert ne de çok hafif olacak şekilde Çiçek’in omzunu hedef almıştım. Tabii bizim saldırmamızla diğerleri de eline birer yastık alıp karşısına kim gelirse sert olmayacak şekilde ona vurmaya başlamıştı.

Sanırım bu savaştan en az zararla kurtulacak olan kişiler ben ve Şirin’di. Çünkü o çocuktu, ben ise hastaydım. Ama biz onlar kadar insaflı değildik; önümüze kim gelirse gelsin acımadan yastığı kafalarına indiriyorduk. Bir süre sonra odanın içi tamamen tüylerle kaplanmıştı. Hepimizin saçında, yüzünde, elbiselerinde tüyler uçuşuyordu.

“Aman Allah’ım!”

Kapıda işittiğimiz şaşkın ses babaanneme aitti. Tabii sesi işitmemizle hepimiz suçlu çocuklar gibi elimizdeki yastıkları bir anda yere bırakmıştık. Ben ve Şirin bu curcunanın ortasında kalmamak için birbirimize sarılıp yatağın kıyısına çekildik. Zira babaannemin azarından payımızı almak istemiyorduk.

“Seher Hanım, bu evde kaç çocuk besliyoruz biz?”

“Ay bilmiyorum Ayşe, hepsi çocuk verecek yaşa geldi ama hâlâ çocuk gibi davranıyorlar.”

Ayşe teyze ile babaannemin hayıflanmasıyla biz gülmemek için dudaklarımızı birbirine bastırıyorduk. Doğru söze ne denilebilirdi ki? Gerçekten de şu an evli olsalar birer çocuk sahibi olabilecek yaştalardı ama hâlâ çocuk gibi davranıyorlardı. Hiç doğru hareketler değildi bunlar.

Başımı her iki yana kınayan şekilde salladım.

“Kesinlikle çok haklısın babaanne. Şu hâlinize bakın! Kızlar, size inanamıyorum. Çocuk gibi davranıyorsunuz resmen.”

Hepsinin şaşkın bakışları beni buldu. Ben ise sanki olayları başlatan kişi değilmişim gibi omuzumu silkeleyip kucağımdaki Şirin’e biraz daha sarıldım.

—Ne oluyor burada?

Kapıdan gelen bir diğer ses Ertuğrul'a aitti. Peşi sıra Arif, Çınar ve Poyraz da girdi. Gamze, Ayla ve Umay'da herhangi bir değişiklik olmazken, Çiçek tripli bir şekilde bakışlarını çekmiş, Nazlı ise hüzünlü gözlerini başka yöne çevirmişti; özellikle Çınar'a bakmamaya özen gösteriyordu. Tabii, bu durum onların gözünden kaçmamıştı sanki. Hem bu bakışların nedenini biliyor, hem de bilmiyormuş gibiydiler; hiçbir şey anlamamıştım.

—Ne olacak, bizim koca bebekler odayı birbirine katmış.

Kızlar olarak hepimiz suçlu bakışlarımızı başka yönlere çevirdik. Kısacık bir an Ertuğrul ile göz göze geldiğimde, gülümseyerek başını her iki yana sallıyor; eğlenen ifadesini bizden saklamaya çalışıyordu.

—Bu şey ya da şeyler acaba hanginizin başının altından çıktı?

Ben elimi ortaya doğru savururken, hepsi birden parmak ile beni göstermişti. İşin daha kötüsü, onlara Şirin de katılmış; küçük parmağıyla ona sarılan beni göstermişti. Havada boşluğu işaret eden elimle hızla onun küçük parmağını tutup önce dudağıma bastırmış, sonrasında kucağına doğru indirmesi için eline baskı uygulamıştım. Bu halim, onu gülümsetmiş ve başının boynuma gömülmesine neden olmuştu.

—İftira, kesinlikle inanmayın.

—Bir avukat olarak daha iyi bir savunma beklerdim senden.

Ertuğrul'un eğlenen sesi ile omuzumu küçük bir çocuk gibi indirip kaldırdım. Dudaklarımdaki tebessümü silemiyordum; zira tüm ailem yanımdaydı ve huzurluydum.

—Ceza olarak hepiniz bu odayı temizliyorsunuz. Yerde tek tüy tanesi dahi görmeyeceğim. Ayrıca elektrik süpürgesi kullanmak yasak!

Babaannemin sert sesi ile diğerleri şaşkınlıkla birbirine bakmıştı.

—Babaanneciğim, ama ben hastayım! Kalkamam ki, iş yapamam ki!

Babaannem, yaptığım duygu sömürüsüne inanmasa da inanmış gibi yaptı; dudaklarının kıvrılmasına son anda engel oldu.

—Sen değil, diğerleri.

—Biz mi olayı başlatan, Mihre?

—Ama Gamzeciğim, ben hastayım.

—Yastıkla kafamıza vururken hiç de hasta gibi değildin.

—Aylacığım, ben temizlik yapamam ki.

—Vurduğun yastığın izleri yüzümde çıktı resmen.

—Nazlıcığım, bana kıyamazsın değil mi?

—Bence daha fazla tartışmayalım kızlar; temizlik elimizden öper babaannemi, duydunuz.

Umay’ın en son insafa gelmesi ile kızlar da el mahkum derin bir nefes almış ve elbirliği ile etrafa saçılan tüyleri tek tek toplamaya başlamışlardı. Babaannemler aşağı inerken, erkekler kızlara yardım için odaya girmişti. Şirin de küçük elleriyle onlara yardım etmek için ayağa kalkınca engel olmadım. Onun yerine kollarımı Ertuğrul’a doğru kaldırıp, annesine gitmeye çalışan küçük bir bebek gibi beni kucağına almasını bekledim. Bu halim daha çok gülmesine neden oldu.

Adımları bana doğru geldiğinde, beklemeden bir kolunu bacaklarımın altından geçirmiş, diğeri ile belimden destek vererek tek hamlede beni kucaklamıştı. Kollarımı boynuna dolayarak, beni taşımasında yardımcı oldum. Adımları odanın dışına yöneldiğinde, kızların hâlâ söylendiğini duyabiliyordum. Bu duruma kıkırdayarak karşılık verdim. Ertuğrul odanın dışına çıkar çıkmaz dudaklarımı boynuna bastırdım.

—Güneşim…

—Canımın yari! Neredeydin sen? Öyle özledim ki…

—Birkaç küçük işim vardı, onları halledip koşa koşa yanına geldim ama senin keyfin yerindeymiş.

—Birazcık eğlenmiş olabilirim ama bu seni özlememe engel değildi. Çok özledim Ertuğrul! Sen yanımdan birazcık uzaklaşsan, benim kalbim seni hemencecik ö

Bölüm : 15.09.2025 10:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...