
ÇINAR TAŞKIRAN
Ertuğrul Mihre'yi dışarı taşıyınca biz de kızlara yardımcı olmak için odanın içine girdik. Hepsi kendinden geçmişçesine oyun oynamış, eğlenmişlerdi. Belki onlar farkında değildi ama hayatımıza girdiklerinden bu yana evimizde kahkahalar duyulmaya başlamıştı; yüreklerimiz sevgiyi tanır olmuştu. Evet, aileydik ama eksiktik. Ne yaparsak yapalım bir yanımız eksikti. Mihre hayatımıza girdikten sonra tamamlanmaya başlamıştık; ne bileyim sanki evimizin babası vardı da annesi yokmuş gibi. Evimiz korunaklıydı ama sıcak değildi; o gelince sıcacık olmuştuk. Evimizin kapısı bacası tammış da pencerelere çiçekler konulmuş, duvarları rengârenk boyanmış gibiydi. İnsan istemsiz olarak ona evin annesi gözüyle bakıyor ya da uzun yıllar boyunca Ertuğrul bize farkında olmadan babalık yaptığı için, sevdiği kadına o gözle bakar olmuştuk.
Ertuğrul’u ilk tanıdığımda daha sekiz–dokuz yaşlarındaydım. Ailemi yeni kaybetmiştim. Mahallenin çocukları beni aralarına almış, tartaklıyorlardı. Yaşları benden çok büyük değildi aslında; belki de karşılık vermeye kalksam direnirdim. Ama o zamanlar öyle çekingen, öyle içine kapanıktım ki kim ne söylerse söylesin karşılık vermiyordum. Ertuğrul o kavga esnasında gelip beni onların elinden almış, arkasına saklamıştı. Sonrasında ikimiz birlikte o çocuklardan dayak yemiştik; karşılık versekte çok kalabalıklardı. O günden sonra Poyraz’la beni yanlarından ayırmamışlardı. Başım ne zaman derde girse ilk onlar gelmişti; köşeme çekilsem yalnız bırakmamışlardı.
Anne ve babasını kaybettiğinde o da daha küçüktü ama öyle bir dik durmuştu ki ona hayran olmamak elde değildi. O zamanlar karar vermiştim: Ben büyüdüğümde o olmak istemiştim. Abisi ile yengesini kaybettiğinde daha gençti ama o da yıkılmamıştı; tam tersine her kaybında daha çok güçlenmiş, karanlığa bürünmüştü. Lâkin o karanlıkta bile bizi tanımış, kaybetmemişti. Elini üstümüzden hiç çekmemişti. Umay ve bana ayrı bir düşkünlükle sahip çıkmıştı. Yeri geldi mi abi, yeri geldi mi baba olmuştu; o bize kaybettiğimiz ailemiz olmuştu. Her şeye rağmen iyi ki hayatımızdaydı. Şimdi tamamlanmıştık. Mihre sadece hayattaki anne figürünü tamamlamakla kalmamış, kalbimizin diğer yarılarını da yanında getirmişti.
Yerdeki tüye uzanırken gözlerim yere eğilmiş kızın üzerine kaydı. Saçlarında tüy taneleri vardı; sarı saçları darmadağındı. Tüy parçalarından dolayı burnu kaşındığı için her birkaç saniyede bir burnu kırışıyordu. Çok, çok tatlıydı. Eli önündeki tüy yumağına uzanmıştı ki ben de aynı anda uzatınca ellerimiz birbirine değdi. Yerdeki bakışları yavaşça yüzümü buldu. Yeşil gözlerinde tuhaf bir ifade belirdi; hemen ardından elini geri çekti. O çekince içim üşüdü. Ben bu kıza neden yaklaşamıyordum? O geceden sonra daha çok uzaklaşmıştı. Acaba benden rahatsız mı oluyordu?
Elimdeki tüyleri ona doğru uzattım. Yerden topladıklarını elindeki yastık kılıfının içine koyuyordu. Bakışları kısacık bir an yüzümü bulsa da bir şey demedi. Yastık kılıfının ağzını aralayıp bana doğru uzattı. Elimdekileri kılıfın içine attığımda bir şey demedi ama yüzüme bakmadı.
— Nazlı.
— Efendim?
Gözleri önündeydi; bakışlarını kaldırıp yüzüme bakmıyordu bile.
— Bilmeden seni kıracak bir şey mi yaptım?
— Yo, onu nerden çıkardın ki?
— Yüzüme bakmıyorsun, farkında mısın?
— Sen yanlış anlamışsın, öyle bir şey yapmıyorum.
Bakışları gözlerime değdi; lâkin o yeşilliklerdeki dalgalanmayı gördüm. Sanki yemyeşil ormanlarda rüzgâr esmiş, ağaçların yaprakları savrulmuştu. Öyle bir bakmıştı ki konuşamadım. Adımları Gamze'nin olduğu yere ilerledi; aralarında sessiz bir konuşma gerçekleşti. Lâkin ben hiçbir şey anlamamıştım. Ben ne çok şeyi anlamaz olmuştum! Bu kızla alakalı pek çok şeyi anlamıyordum; kırgın mı, kızgın mı; benden hoşlanıyor mu yoksa rahatsız mı oluyor; anlayamıyordum. Omuzlarım çöktü. Sağ omzuma konan el ile bakışlarım yana kaydı. Umay, üzgün bir şekilde bana bakıyordu.
— Bakma şöyle.
— Elimde değil.
Başını omzuma yasladı. Elden ne gelirdi ki? Derin bir soluk alıp verdim. Ondan uzak durmak çok zordu. En yakını olmak isterken uzak olmak çok zordu. Arkamı dönüp oradan çıktım. Bana böyle uzak olmasına dayanamıyordum. Hızla evden ayrıldım. Salondan geçerken Ertuğrul ve Mihre seslense de duramadım. Yüreğim yangın yeriydi. Sanki arabanın kapısını açtığımda, binmeden önce gözlerim onun olduğu odaya kaydı. Beklemediğim orada olmasıydı; o yeşillerdeki hüznü görüyordum ve elimden bakmaktan başka bir şey gelmiyordu. Genzim yanmaya başladı. Daha fazla dayanamadım; araca binip hızla oradan uzaklaştım. Arabanın hız ibresi sondaydı; asfalt ağlar ya, işte tam olarak benim sürüşüm oydu. Arabaların arasından geçerken sürücüler kornaya basıyordu. Arkamdan küfür ettiklerine emindim. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. Neden, neden böyle olmak zorundaydı? Çok yaklaşmıştım halbuki. Elimi hızla direksiyona vurdum; içimdeki ateşle her yeri yakmak, küle çevirmek istiyordum. Bir an — sadece kısacık bir an — dikkatim dağıldı, önümdeki tırı fark edemedim. Takip mesafesini aşmıştım. Araç kırmızıda durunca ayağım hızla frene bastı ama çok geç kalmıştım. Araba son sürat tırın arka dorsesine girdi. En son hatırladığım arabanın hava yastıklarının açıldığıydı. Büyük bir gürültü kopmuştu. Diğer şeritlerdeki araçlardan insanlar yardım etmek için araçlarından inmişti. Telefonuna sarılan birkaç kişi görmüştüm; sanırım ambulansı arıyorlardı. Sonrası yok. Sonrası karanlık; büyük, zifiri, sonsuz bir karanlık. Lâkin o deliksiz karanlıkta bile göz kapaklarımın ardında beliren bir siluet vardı: sapsarı saçları, yemyeşil gözleri ile bana gülümseyen bir kadın. O karanlıkta bana elini uzatıyordu; sanki beni gideceğim bir yerden alıkoymak istermiş gibi bir hali vardı.
— Çınar.
— Nazlım.
Sesi öyle güzeldi ki, küçükken annemin bana söylediği ninniler kadar güzel; öyle bir frekansta yayılıyordu ki kalbim ilk o sese vurulmuştu. Ben bu kadının sesinden, aldığı nefese kadar her zerresine aşık olmuştum. Elim bana uzanan ele uzandı. Bakışları kısacık bir an birleşen ellerimize kaydı. Ben de onun gibi baktım; dudaklarım kıvrıldı. Yapbozun parçaları gibi tamamlanmışlardı. Biz bir olunca tamamlanmıştık. Gözlerim yüzüne bakmak için isyana kalkıştı; izin vermedim, istediklerini verdim. Bakışlarımı yüzüne çevirdim; dudaklarındaki tebessüm uğruna ölünürdü. Bu kadın için ölünürdü. Elim benden bağımsız havalandı; parmak uçlarım yanağına değdi. Adam akıllı okşayamadım bile; sanki dokunmak yasaktı. Elimi bastırsam kayıp gidecekti. Parmaklarımın tenine değmesi ile göz kapakları kapandı; elini elimin üstüne koyup avuç içimi yanağına daha çok bastırdı. Yanağını elime bastırdı. Kedi gibi, yüzümdeki tebessüm büyüdü.
— Nazlı.
— Hııı?
— Gerçek misin?
Dediklerim yüzündeki gülüşün büyümesine neden oldu.
— Sen söyle, gerçek miyim?
— Hayal gibisin; kuramayacağım kadar güzel bir hayal.
— Sana gerçeğim.
— Bana mı?
— Hı hı, sadece sana. Seninim.
— Benim?
— Evet, senin. Yalnız senin.
Kalbim çarpıyor muydu yoksa çırpınıyor muydu? İçim içime sığmıyordu sanki.
— Nazlı.
— Çınar.
Yüzümü yüzüne yaklaştırdım; istediğim belliydi. Göz kapakları, aşık olduğum ormanları bir gece misali örttü. Dudaklarından verdiği nefes yüzüme çarptı. Dudaklarım dudaklarına doğru yaklaştı; bir kaç santim, sadece birkaç santim. Sonra istediğimi alacaktım. Yüreğim bu ihtimalle depara kalktı. Ama o an başka bir şey oldu: etraf karardı, avuçlarım arasındaki ten kayboldu. Üşüdüm yokluğuyla; ruhum buz tuttu.
— Nazlı?
Ses yok. Nefes yok. Kıpırtı yok.
— Nazlı?
Gözlerim karanlığın içini taradı ama yoktu; ondan en ufak bir iz yoktu; sanki hiç var olmamıştı.
Göz kapaklarım hafif aralandı. Kurumuş dudaklarımdan tek bir kelime döküldü, tek bir isim:
— Naz...lı?
— Beni duyuyor musunuz?
Başımda konuşan kadını tanımıyordum. Kimdi bu ses? Çok gürültülü sesler vardı; başımı ağrıtmıştı. Bedenim durmadan sarsılıyordu.
— Kaza yaptınız, sakin olun. Hastaneye gidiyoruz. İyi olacaksınız, her şey kontrol altında.
— Naz...
Devamını getiremedim; başımda şiddetli bir ağrı vardı. Yüzüme maske taktılar. Bir adam göz kapaklarımı işaret ve baş parmağı ile aralayıp ışık tuttu; tanrım, bu çok rahatsız ediciydi. Ailem nerede? Benim sevdiklerim, kardeşlerim nerede? Sevdiğim kadın nerede? Peki ben neredeyim, nereye gidiyordum, bana ne olmuştu? Birçok soru vardı; sormak istediğim, cevaplanması gereken bir çok soru... ama bende onları soracak güç yoktu. Öyle bir can yoktu çünkü. Ben evden ayrılırken canımı orada, o cam kenarında bırakmıştım. Kavuşamamıştım; ben sevdama daha kavuşamadan ayrı düşmüştüm. Daha dokunamadan, kokusunu doya doya içime çekemeden hasret kalmıştım.
— Ne kadar kaldı?
— Az. Durumu ne?
— Bilinç bulanık. Vitaler stabil ama her an her şey olabilir. Biran önce hastaneye varmamız gerek.
Sesler duyuyordum lâkin bu seslerin sahibini tanımıyordum.
— Ailem... onlar...
— Sakin olun, ailenize haber verdik.
Adamın dediğiyle göz kapaklarım usulca açılıp kapandı. Ambulansın tepesindeki ışık gözlerimi alıyordu. Kolumdaki damara, tepemde asılı olan serumdan damlalar iniyordu. Başımda, kolumda ve göğsümde sızı vardı; sanki bir araba dayak yemiştim.
— Lanet olsun.
— Ne oldu?
— Trafiğe takıldık.
— Hadi ya, bu iyi olmadı.
Bu adamlar neyden bahs ediyordu? Kısıtlı olan algılarım onları anlamamı engelliyordu. Daha fazla ayık kalamadım; gözlerim tamamen karanlığa kapandı...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.59k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |